Tevfik İzmirli – Erol Kadiroğlu ile Sohbet – 2 – (birinci bölüm) – “Paris’de yaşamak”

Sevgili Erol Bey Kardeşim,

Şu noktayı anlatamadığımı düşünüyorum: “Yapılması gerekenler şunlardır” diye düşündüklerim, yani “Faydalı olarak gördüklerim”, yani “Bunlar yapılırsa hepimiz için iyi olur” diye düşündüklerim, yani “İşlerin, hayatın, ülkenin, kendi hayatımızın, ya da çocuklarımızın hayatlarının, memleketin toplam halinin daha düzgün olması için takip etmemiz gereken rota nedir?” konusu başka, “Şu anda keşke şöyle olsaymış” dediklerimiz başka.. Şu söyleyeceklerimi, sadece “doğru oldukları”, “demokrasi icabı oldukları” için de savunabilirdim.. ama öyle değil.. bu savunduklarımı ayrıca hepimiz için faydalı gördüğümden de savunuyorum.. Tam burada, “Nasıl yani?” demen lazım:)) Şöyle:

Paris’de yaşasak..
Senin idealindeki yaşanacak ülke, yaşanacak şehir şablonu muhtemelen benim zihnimdeki ile aynıdır.. mesela keşke bizim şehirlerimiz de Paris gibi olsa, halkımızın seviyesi de en azından İtalyanlar kadar olsa, deriz.. Altyapısıyla, üniversiteleri, kütüphaneleri, müzeleri, parkları, şehirciliği, estetiği, özgürlükleri ile.. Burada herhalde mutabıkız.. Atatürk de herhalde bunu isterdi.. bunu hayal ederdi.. kimse Kahire, Tahran, Şam gibi yerleri hayal etmiyor (Bkz. Ek Yorum 1) Hatta oraların halkları da bizimle aynı hayalleri paylaşıyordur.. Kimsenin ideali ter kokan, hırpani, eğitimsiz bir kara kalabalık içinde yaşamak, çocuk yetiştirmek değildir, herhalde..

Ben Başbakan olsam..

Bu yazıları, olaya sürekli “Başbakan ben olsam” gözüyle bakan Tevfik’in ağzından yazıyorum.. daha doğrusu ben aşağı yukarı her olaya çocukluğumdan beri bir de bu gözle bakıyorum.. Orta okul ikide ya da üçte, Türkiye’deki fabrikaları ezbere sayardık.. BAL Lise 1’de, çalışkan bir öğrenci olmadığım halde beni sınıfın bilgi yarışması takımına almışlardı.. diğer üçü şimdi profesör olan 10’luk öğrenciler.. birisi şimdiki Boğaziçi Rektörü Kadri Özçaldıran’dı, hatta.. Her soruyu onlar zaten anında çözüyorlar.. hop doğru cevap.. bir soruyu sadece ben bilmiştim: “Türkiye’nin tek sülfirik asit fabrikası nerededir?” – Bandırma..:)) yani o yaşlardan beri bu makro konular ilgimi çekiyor.

Harp gemisinin boyası paslı olsa bana derttir.. halbuki, ben bahriyeli değilim.. tren vagonları yenilenemiyorsa bana derttir.. halbuki ben yıllardır trene binmedim, Türkiye’nin dönüm başına buğday verimi hala 225 kg. ise ben üzülürüm, halbuki benim bir dönüm tarlam yoktur.. Ali Sami Yen’in tuvaletleri pis ise bana derttir, halbuki benim Ali Sami Yen’e girmişliğim yoktur..

Hastalar ambulans uçakla taşınınca sevinirim, Gaziantep’in ihracatı artınca sevinirim, elektrik üretimi 200 milyar Kw/saat’I geçti diye sevinirim, TV’de orman yangını seyrederken, müdahele eden araçların bolluğunu görür sevinirim.. Kendimi pek çok yıldır.. bir sorumlu, bu durumda bir gölge başbakan gibi hissediyorum..:))

“Sigaraya bayılırım.. ama yetkili olsam şimdiki yasak lehinde oy kullanırdım” tavrım da böyle.. Sendikalı, asgari ücretli işçi değilim ki, hayat zorlukları karşısında, midemle oy kullanayım.. Onun mazareti var.. Biz neye sığınacağız? Ya da, bize üst düzey bir hayat vaad etseler, Amerikan mandasına mı taraftar olacağız? Doğruyu aramamız, desteklememiz gerekmez mi? Laik ahlak da, dini ahlak da bunu gerektirmez mi? “İlke temelli insan” diye bir kavram yok mu? Prof. Doğan Cüceloğlu kaç yıldır anlatmaya çalışıyor..

Haydi Türkiye!

Belki bu yüzden, hayattan aldığım keyif bile azalıyor, diyebilirim.. Sanki Türkiye yarış atı, ben de sahibiyim.. kazanırsa ödülü bana vereceklermiş.. kaybederse ben de yanmışım.. devamlı “Haydi Türkiye!”, “Bastır Türkiye!” havasındayım. Allah ömür verse de, dünyada ilk on büyük ekonomi arasına girdiğimizi gösterse bana, diyorum.. Ondan önce inşaallah, 1.- Trilyon dolarlık ekonomi oluşumuzu kutlayacağız.. Şu anda GSMH’mizin binde biri kadar, yılda 700 milyon dolarlık dış yardım yapıyor olmamıza bayılıyorum.. çok şükür bunu gördüm, diyorum..

Belki, belki değil hatta kuvvetle muhtemeldir ki, bizden önceki nesillerin yaşadığı “öğretilmiş acizlik” den bizlere miras kalmış olan psikolojik bir komplekstir bu.. Ne de olsa, “Büyük Osmanlı Ricatı”nı yaşamış, ülkeler kaybetmiş nesillerin torunlarıyız.. Bu ricat, askeri olarak Sakarya’da durdurulduysa, ekonomik olarak da Özal devrinde, 1980’lerin başlarında durduruldu. Belki de 24 Ocak 1980 kararlarıyla demek lazım.. Özal daha Demirel’in Müsteşarı iken.. O günlere kadar yaklaşık 200 sene boyunca iş hayatında, ekonomide dayak yemiş bir milletiz. Ben de şans eseri, “Türk’ün Büyük Ekonomik Karşı Taaruzu”nun başladığı 1980’lerin başında yeni mezun olarak, rekabetten korkmayan, kendini yabancılardan eksik görmeyen, ruhen dayak yememiş ilk neslin mensubuyum.. o günlerden beri milletçe “hücum” oynuyoruz..

”Hayır biz geri değiliz, biz herkesden iyisini yapabiliriz, biz Osmanlı’yız” hissi bende çok kuvvetli.. (Bkz. Ek Yorum 2)

Ayrıca bu sohbetlerin çıkış ve varış noktası politika.. “Ülke için hangi yol doğru.. hangi yol eğri” konusunda konuşuyoruz.. “Mümkün olsa nasıl bir hayat hayal ederdin?” sorusu başka.. ”O hayat seviyesine ülkece varmak için ne yapılması gerekir?” sorusu başka.. Ben de, kapı komşum üç karılı, 12 çocuklu bir adam olsun istemem.. (Rahmetli Amcam’ın Ankara Baçelievler’deki kapı komşusu, tam böyle bir AP milletvekili idi, yıllarca, oradan aklıma geldi..) ama başbakan olsam bu konuda ne yapmam gerekir, diye de düşünürum.. iki bakış açısı yanyana..

Kendi Paris’imizi inşa etmenin yolu nereden geçiyor?

Diğer yandan elde bir gerçek var.. bu memleketin 2010 yılındaki insan kalitesi, toprak kalitesi, aldığı yağış miktarı, vs. belli.. bunları tam bir gerçekçilikle veri kabul etmemiz, düşünmeye buradan başlamamız lazım.. Yeni bir vatan bulup oraya taşınmayacaksak, yeni bir halk bulup onları ithal etmeyeceksek.. şöyle düşünmemiz lazım: Hepimizin hayalindeki şehir Paris, diyelim.. bir kere bunu kenara koyacağız.. biz Fransız değiliz, burası Fransa değil, bizim tarihi serüvenimiz, bizi belki çok daha ileri bir yere taşıyabilir ama Paris’e taşıyamaz.. Adamların arkasında Fransız devrimi, rönesans, sanayi devrimi, kolonyalizm, apayrı bir birikim var.. hoş, onlar da bize özenseler farketmez, onlar da biz olamazlar.. “Fotoğrafını çek, aynısını yap” şeklinde olabilecek bir iş değil bu.. “Yap bir inkilap kanunu, giydir şapkayı, orası gibi olalım” diyerek de olmuyor.

O zaman doğru soru şu: Biz kendi Paris’imize nasıl gideceğiz? Yani, Paris’in, Paris sembolü ile anlatmak istediğimiz o ideal yaşam alanının, bizim arzuladığımız değerleri içeren, ama burada inşa edebileceğimiz Paris’e nasıl varılacak?

İstanbul, ya da Türkiye, insanıyla, taşı toprağıyla, o ileri hukuk, tam demokrasi, gelişmiş estetik, güçlü altyapı, eşsiz gusto, sağlam ve yaygın eğitim, bol protein, yüksek gelir, ileri teknoloji, tarafsız ve süratli adalet, üstün sağlık hizmeti, bileği bükülmez ordu gibi her alanda dünya standartları seviyesine nasıl taşınacak? Ama batının “şekli” bir kopyası olarak değil.. kendi rengimiz, kültürümüzle harmanlanmış, kendi değerlerimize saygılı, bizden renkler taşıyan ve aynı anda evrensel standartları tutturmuş “Türk uygarlık sentezi” ne nasıl ulaşacağız? Bu soruda da mutabık mıyız?

Kemalizm düşünmeyen insan ister..

Ben şuna içtenlikle inanıyorum.. hem aklen inanıyorum.. hem gözlemlerimle bire bir örtüşüyor, Kemalizm’in şu aşamada hala dayatılmasına itirazım da buna dayanıyor: Nerede gelişmişlik, refah, kalkınmışlık varsa, orada mutlaka önce özgürlükler sağlanmıştır.. Özgürlük ve demokrasi ile yönetilmeyen hiç bir ülke yoktur ki ekonomik ve sosyal kalkınmasını gerçekleştirmiş, halkını özgürlük ve refah içinde yaşatır olabilsin.. Bu tesadüflerle açıklanabilecek bir sonuç mudur? Özgürlük ve demokrasi sadece bir aksesuar, entellektüel hedef değil.. Ekmeğe, refaha giden yol da oradan geçiyor.. İnsanlar özgür bırakıldıkça şahlanıyorlar, coşuyorlar.. dağları deviriyorlar.. İnanç özgürlüğü, fikir özgürlüğü, girişim özgürlüğü.. bu üçü de toplumda dinamizmin, gelişmenin temel şartı.. Tam tersi de doğru.. nerede bu üç özgürlüğün biri bile kaldırılsa, orada işler sarpa sarıyor..

Bizde, – bu konuda suçu sadece Kemalizm’e atmıyorum ama Kemalizm bu kusurumuzu pekiştiren, ondan kurtulmamızı güçleştiren bir rol oynadığını düşünüyorum – tarihi ve kültürel olarak zaten bireyciliği ikinci plana atan, diğerlerinden farklı olmayı hoş görmeyen bir arka plan var.. İnsanlar cemaate uyunca rahat ediyorlar, cemaatleri de kendi adamlarının uyum içinde davranmasını bekliyorlar.. Her iki taraf da, tektip insan istiyor.. Kemalizm bunun üzerine tüy dikmiş bir sistem.. herkes aynı fikirde olacak.. herkes Atatürkçü olmak zorunda, herkes dine şu kadar inanacak, şöyle giyinecek, vs.. gibi.. Bu, yaratıcılığı, özgüveni, deneme yanılarak öğrenme, gelişme fırsatını ortadan kaldıran bir yaklaşım.. Toplum devamlı aynı tip adam yetiştirerek kendisini yeniden üretiyor.. insanımız küçüklükten beri çocuklarının ne yiyeceğine, ne kadar giyineceğine kendileri karar verip çocuklarına dayatır.. çocuk okula gider.. sıraya gir.. üniforma giy, sus.. otur, konuşma, koşma, saçını şöyle kes, vs.. askere gider aynı hesap.. bir de komutanından dayak yer gelir.. Bizim sistemimiz geleneksel olarak itaatkar, hakkını arayamayan, yaratıcılığı, farklı olma, kendi olma arzusu baskılanmış, ezik insan üretiyor..

Ha alaturka koyun, ha alafranga koyun

Bu üretim iki büyük tesiste sürdürülüyor.. bir tarafta geleneksel otoriter aile yapımız ve buna ek olarak tarikatlarla cemaatlar.. diğer tarafta Kemalist eğitim ve devlet sistemi.. ikisi de kendine koyun yetiştirme derdinde.. Ha alaturka koyun, ha alafranga koyun, ne farkeder? Ezberci, sorgulamayan.. itaatkar, biat kültürünü benimsemiş nesiller.. Bizde, bireycilik; bencillik, çıkıntılık ve ukalalık olarak algılanıyor. İlk defa rahmetli Turhan Güneş’in ağzından duymuştum: “Demokrasi bencil vatandaşlar ister” lafını.

Halbuki Anglo Sakson kültüründe tam tersi.. devletin, bireyi bir kalıba dökme hakkı olduğuna, işin başından inanmamışlar.. Hatta temel hukuk metinleri bireyi devlete karşı koruma felsefesi ile yazılmış.. Şuraya bak: 4 Temmuz, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde tanımlanmış üç tane hak var.. “Life, Liberty and the Pursuit of Happiness.” “Yaşama hakkı, özgürlük hakkı ve mutluluğunu arama hakkı.” Bu üç hakkın yaradılışta Tanrı tarafından verilmiş olduğunu, kişinin elinden alınamıyacağını vurguluyorlar.. İki üç satır aşağıda da, bu devlet bu hakları ihlal edecek olursa, vatandaşların devlete karşı ayaklanmaya hakları olacağı yazılı.. Zihniyete bak, lütfen.. Şu “Mutluluğunun peşinden gitme hakkı”nı bizim anayasamıza ve yasalarımıza emdirilmesini bir yana bırak, biz biraz geniş düşünüp, birbirimizin bu hakkını kendi kafalarımızda tanıyabilsek, o dakikada Atatürkçülük adı altında dayatılan saçma zihniyet dayanaksız kalıverecek..

O tarafta, “Neden yapıyorsun?” sorusuna, “Canım böyle istediği için” ya da rahatlıkla “Sana ne?” cevabı verilebilen bir kültür var.. yeter ki kanunları çiğneme.. mantıksız, yasakçı kanun yapma gelenekleri zaten yok.. Bu özgürlükleri kullanan belki yüz kişinin doksandokuzu avam.. ıvır zıvır işler için kullanıyorlar bu haklarını.. ama sistem sanki bilinçli olarak bu avama sabır gösteriyor.. sanki bu avama “Höst!.. Ne yapıyorsun sen? Otur yerine”, dersem.. yarın öbürgün ortaya çıkabilecek Einstein’ları.. ya da Bill Gates’leri, Steve Jobs’ları pıstırırım.. onlar da sıraya girip başkaları gibi düşünmeye başlarlar, diyerek sabır gösteriyor..

Halbuki bizim sistemimiz, ne bileyim saçını uzattığı için Bill Gates’I okuldan atabilirdi.. yazdığı dini kitapları da meşhur olan Einstein’ı, sırf bu sebeple TÜBİTAK’dan uzaklaştırabilirdi..

Ek Yorum 1: Burası Osmanlı toprağı.. Dün devlet olabilmiş kabile – aşiret toprağı değil
Bizim şehirli insanımız.. Orta Doğu’nun halini görüp, oralara benzeyeceğiz, diye korkuyor.. bu bilgisizlikten kaynaklanan bir vehim.. son belki 500 yıldır.. bu coğrafyada örnek olan biziz.. Araplar’da, “İstanbulin” diye bir deyim var.. “Parizyen” kelimesi bizde nasıl, kalite, zerafet, şıklık ifadesi ise.. aynı anlamda kullanıyorlar.. Türk dizilerinin gördüğü ilginin temelinde de bu algı
var.. aslında onların yönetimleri korksun, halkları bize benzemek isteyecekleri için.. Burası öyle bir ülke.. Osmanlı da kendi zamanında böyleydi.. Bize demiryolunu getiren Fransızlar, sonra Almanlar, biz onlardan görmüşüz.. Rumeli Demiryolları, Anadolu Demiryolları, Bağdat Hattı, vs.. Hicaz hattı ile demiryolunu Şam’dan aşağıya götüren ise biziz.. oralara götüren II. Abdülhamit.. kumlara gömülü rayların üzerinde hala “Emir- Müminin (Müminlerin Emiri) Gazi Sultan Abdülhamit Han’ın hayratındandır.. Allah onu aziz ve ona yardım eylesin” yazılı.. 1450 km. Büyük savaş esnasında inşaata devam ediyoruz. 1918’de toplam hat 1900 km. oluyor.. Oraları da demiryolunu bizden görmüş.. (Google’a “hicaz hattı” yaz bak neler çıkıyor. Şu linki okumanı öneririm: (http://www.gazeten.com/hicaz-demiryolu-osmanlinin-yarida-kalmis-olan-hulyasi/)

Hala bu boy bir altyapı projesi yapılmamış olabilir oralarda.. şimdi yenileme projesi gündemde.. bizim TCDD, Çinlilerle ortak katılacak ihaleye..

Bağdat’da bir müşterimizin genel müdürü vardı..o zaman benden belki 25 yaş ilerde.. Moskova’da ekonomi okumuş.. Sene 82 – 83.. bir gece yemekte sohbet ediyoruz.. bir iki Avrupalı da var.. işte ben.. ”Biz kalkınmakta olan ülkeyiz” filan tarzında konuşunca, “Hop hop..” dedi.. ”Saçmalama.. Bundan yüz sene önce sizin Mithat Paşa Bağdat Valisi iken, Irak’ın ilk teknik okulunu, ilk şehir suyu ve sulama tesislerini ve ilk askeri okulunu siz kurmuştunuz.. biz bunları hala kendimiz yapamıyoruz.. yapmaları için yabancıları çağırmak zorundayız.. hangi kalkınmakta olan ülke.. bırak bu abuk subuk sloganları”  şeklinde beni susturmuştu.. o geceyi, hatta Bağdat’daki bahçeyi bile, hiç unutmam.. gözümdeki perdelerden biri o gece kalktı diyebilirim..

Bu, belki Avrupa’ya en yakın olan biz olduğumuz için, belki imparatorluk burada ve bizim olduğu için böyle.. orası ayrı konu şimdi girmeyelim..

Özet: Araplaşma tehlikesi yoktur.. Şeriat tehlikesi yoktur.. Biz Abdülhamit devrinde de, Tıbbıyesi, Harbiyesi, Tersanesi, Demiryolları, Telgraf sistemi, Postası ile zamanın Avrupa’sını yakalamaya çalışan, hiçbir zaman Arap’ların sosyal ve siyasi geriliği içinde olmamış bir ülkeyiz..1960 yılına kadar ülkeyi yöneten kadronun tümü ya II. Abdülhamit döneminde doğmuş, ya da aynı dönemde okumuş, yetişmiş insanlardır..

Celal Bayar ve Cemal Gürsel dahil.. Adnan Menderes bile 1899 doğumludur.. İzmir Kızılçullu’daki Amerikan okulundan mezun.. I.Dünya savaşında yedeksubay. Bildiğin Osmanlı.. Sonra İstiklal Harbi’ne katılıyor. İstiklal Madalyası sahibi. Sonra yarım kalan tahsilini tamamlamak için Cumhuriyet devrinde hukuk okuyor. Cumhuriyet doğumlu ilk başbakanımız herhalde Demirel’dir.. 1924 Doğumlu.

Cumhuriyet ilk dönemde, sürekli Osmanlı’yı karaladığı için, halkın kafasında Osmanlı, hele son dönemleri, tam bir karanlık devir, ortaçağ olarak algılanmaktadır. Bu tamamen haksız propogandadır.. Mesela 1914 Türkiyesi’nin İstanbul’u ya da Erzurum’un bir köyü ile aynı iki yerin 1934 yılındaki hali arasında, halkın yaşamı, ekonomik faaliyeti, yaşam standartları arasında bir fark yoktur.. Ortada halkı etkileyecek, gerçek bir devrim olmadığından, ekonomik bir fikir dahi elde mevcut bulunmadığından, sadece üstyapı devrimleri söz konusu olduğundan, “yaptım kanun, oldu devrim” tarzı değişikliklerden ibaret olduğundan, “Neden benim halimde düzelme yok?” diyen insanlar bu yeni sultanları benimsesin diye, eski dönem sürekli kötülenmiş.. öcü gibi gösterilmiş.. ”Sizi o gerilikten kurtardık ya daha ne” diyebilmek için bu öcünün varlığı gerekli görülmüş.. bu algı bugünlere kadar yaşayıp gelmiş.. insanımızın kafasında, “Eskiye döneriz, Arap’a çoraba benzeriz” korkusu kalmıştır.. Ne Beyrut, ne Şam, ne Kahire, Atatürk devrimlerinden nasiplenmedikleri halde, şeriatla ilgileri olmamış.. bambaşka istikametlerde yaşayıp gelmişlerdir halbuki..

Ek Yorum 2: Eskiden yapmışlığımız var, yine yapabiliriz.

Tam dokuz ay sonra, Prut savaşının 300. Yıldönümü geliyor.. Prut şimdiki Romanya’da.. Moldova’ya doğru.. işin cengaverlik, hamaset yönünü söylemek istemiyorum.. o seferdeki, Osmanlı Lojistiği hakkında yazılmış bir doktora tezi var.. ”Haydi Osmanlı Sefere – Prut Seferinde Organizasyon ve Lojistik” adıyla yayınlandı.. (Bkz: Osmanlı Gücünün Ardındaki Sır Neydi? – Dr. Hakan Yıldız’ın Kitabı – “Haydi Osmanlı Sefere – Prut Savaşında Organizasyon ve Lojistik” –) TV’de İlber Ortaylı tavsiye edince almıştım.. hem de İş Bankası Kültür yayınları’ndan.. bir alıp okuyun.. Askeri detaylar, hazırlıklar bir yana, Osmanlı, ordusunun nerede, ne gün mola vereceğini bir mevsim önceden planlıyor, orada tam o gün soğuk şerbet hazır bulunsun diye, daha kıştan dağlardan kar indirtip, kuyulara doldurtup, üstüne keçe basarak muhafaza ettiriyor, bunun için gereken ödeneği kuruşuna kadar önceden yolluyor, personel tahsis ediyor, sonradan denetliyor, hesap tutuyor ve bu işleri düzenli şekilde arşivliyor ki, kitabın yazarı bunları bulup, yazabiliyor. Ve askerine soğuk şerbet içirebiliyor.. zaten bu sağlanamazsa, Yeniçeri homurdanmaya başlıyor.. al sana US Army standardı..

Harp alanında, Rus ordusu su kaybından halsiz.. bizde organize saka teşkilatı var.. harbedenlere düzenli su takviyesi yapılıyor.. Rus ordusu, tuvalet ihtiyacını ordugahının içinde gördüğünden.. dizanteriden kırılıyor.. tedbiri bilemiyor, alamıyor.. Osmanlı hijyen ve koruyucu tıp kurallarını biliyor, uyguluyor.. tuvaletler ayrı yerde ve üstüne toprak atılıyor. Asker turp gibi.. dizanteri hak getire..

Osmanlı’nın devşirme düzeni dahiyane.. güçlü zamanlarındaki devlet düzeni desen ha keza. Adamlar Arnavutluğa, Arnavutça bilen kadı tayin ediyorlar, Şafi’lerin bulunduğu yerlere Şafi mezhebinden kadı yolluyorlar.. 600 yıl boyunca höt zötle hüküm sürülür mü? Yahu biz Kutt-ül Amare’de, İngiliz Generali Towsend’i esir alalı daha yüz yıl olmadı.. Çandarlı’nın torunları şu anda aramızda yaşıyor.. (Çengiz Çandar o aileden). Köprülü ailesi devam ediyor (Arı gurubunun kurucusu Kemal Köprülü o aileden).. daha kimbilir hangi aileler nerelerdedir?

Kemalizm istediği kadar kötülesin, unutturmaya çalıssın, Nutuk’da onları suçlasın.. kendi Yunan Zaferini büyük göstermek için, onları küçültmeye çalışsın.. Kurtuluş savaşının toplam şehit sayısı genelkurmay rakamlarında 15,055 kişi.. Sadece Osmanlı’nın Çanakkale savaşında, sadece cephedeki şehit sayısı, hem de sadece 7 – 8 ayda, 48,000.. sonradan ölen yaralılarla 60 küsur bin oluyor.. daha cepheye sevk sırasında İngiliz – Fransız denizaltıları tarafından Marmara’da, İstanbul önünde batırılan vapurlarda ölenleri hariç..

I. Dünya Savaşı’ndaki toplam şehit sayımız 325,000, esir sayımız 250,000, yaralımız 400,000, kayıp 250,000 gibi.. aradaki ölçek farkına bak..

Enver Paşayı kötülemek için Sarıkamış’daki şehit sayısını, seksen sene boyunca, 80,000 olarak öğret.. sonunda 21,000 şehit olduğu açıklanınca işi pişkinliğe vur.. Kemalist tarihçilik böyle bir şey.. Çanakkaleyi, iki yıl önceden tahkim etmeye başlayan da aynı Enver Paşa, orduyu dünya harbine girmeden, gençleştiren, alaylı bunak subayları emekli edip Mustafa Kemal neslinin önünü açan da Enver Paşa, Çanakkale Zaferi sırasında başkomutan da Enver Paşa.. halbuki..

Bu millet Kemalizm’in dar, kısır, içe kapanmacı, kendine yetmeye zar zor uğraşan kalıplarına sığmaz, bizim sosyal genlerimizde büyük düşünme, düzen kurma, adalet sağlama, yönetme mevcut.. bu kabiliyette olan 4 – 5 milletin biri biziz.. Pax Romana (Roma Barışı), Pax Ottomana, Pax Britannica, şimdi de Pax Americana  var.. Ama hiçbir zaman Pax Çekoslovakia var olmamış.. Pax Bulgaria olmamış.. Pax Arabicana yaşanmamış.. Irkçı açıdan bakmıyorum.. belki coğrafyamız, belki tarihi serüvenimiz, bize bu hasleti kazandırmış.. zaten “Osmanlı” dediğinde her ırktan insan var içinde..

– d e v a m  e d e c e k –

Also read...

Comments are closed.