Seçtiğim Kitaplar – Tevfik İzmirli Sat, 17 Jan 2015 01:05:03 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.6.3 Tevfik İzmirli – “Gelecek 100 Yıl”ın Yazarı George Friedman’ın Yeni Kitabı: “Gelecek 10 yıl”.. /2011/02/george-friedmanin-yeni-kitabi-gelecek-10-yil/ Sun, 20 Feb 2011 23:01:18 +0000 /?p=15510 Doubleday Yayınevi. Ocak, 2011. 443 Sayfa.

Merhabalar,

George Friedman’ın Türkçeye çevrilmiş olan “Gelecek 100 Yıl” – The Next 100 Years – kitabı ilgiyle karşılanmıştı. Bir çok basın organı kitaptan alıntılar yaparak okuyucuları ile paylaştı. Kitapta Türkiye’ye biçilen rol milli gururumuzu okşadığından olsa gerek kitaba duyulan ilgi hala devam ediyor. Biz de sitemizde bir yazıyı bu kitaba ayırmıştık.

Bu defa George Friedman’ın geçtiğimiz Ocak ayında yayımlanan son kitabını tanıtıyoruz. Muhtemelen bu kitap da yakında Türkçeye çevrilecektir.

Kitaptan seçtiğim alıntıları, araya yorum katmadan, Friedman’ın ağzından ve serbest tercüme ile vermeye çalışacağım:


“Bu kitap önümüzdeki 10 yılda imparatorluk, cumhuriyet ve gücü kullanmak arasındaki ilişkiler hakkındadır.”

“ABD, kuruluş aşamasında ‘Cumhuriyet İlkeleri’ üzerinde tasarlanmış bir devletti. Cumhuriyetimiz, İngiliz Sömürgeciliği’ne karşı verilen mücadele sonucunda kurulduğu için dışarıda ‘Halkların Kendi Kaderini Tayin’ (Self Determination) ilkesine, içeride ise demokrasiye dayanıyordu. Ancak ABD zamanla bir imparatorluğa dönüştü. Cumhuriyetçi prensiplerle ile bir İmparatorluğun idaresi ne kadar mümkün olabilir?”

“Cumhuriyet, İmparatorluğun sebep olacağı baskıyı taşıyabilecek mi? ABD kötü yönetilen bir imparatorluğa rağmen hayatta kalabilir mi? Ya da imparatorluğun yönetimi cumhuriyet ilkeleri ile nasıl bağdaşabilecek?”

“En başarılı üç başkanımız Lincoln, Franklin Roosevelt ve Reagan, ‘Makyavelist Başkanlık’ örnekleri verdikleri için başarılı oldular. ABD Başkanlarını bekleyen en önemli meydan okuma bu çelişkili prensipleri bağdaştırabilmektir.”

“Asırlar olgular, on yıllar ise kişiler hakkındadır.”

“İnsanlar uzun zamanı kapsayan tahmin yapmanın daha zor olduğunu düşünürler. Ben aksi kanaatteyim. Tahmini en zor unsurlardan biri insan davranışlarıdır. Önümüzdeki on yılda neler olacağı büyük ölçüde ABD Başkanlarının alacakları kararlara bağlı olacaktır.”

11 Eylül olaylarına kadar ABD dünyayı, Roma İmparatorluğu ve Büyük Britanya gibi, bir denge politikası ile idare ediyordu: Bölgesel tehdit oluşturma potansiyeli olan güçleri yakınlarındaki başka bir güçle dengeleme politikası.. Hindistan’ı Pakistan’la, İran’ı Irak’la, Arapları İsrail ile.. gibi.. Kendi askeri gücüne ancak son çare olarak başvururdu.”

“11 Eylül olayları ABD’nin dengesini bozacak bir etki yaptı.”
“Başkan’ın hemen bu tehlikeyi ezecek ve yok edecek bir karşılık vermesi kamuoyunun bir numaralı talebi haline geldi. Başkan Bush ve sonrasında Başkan Obama bu baskı sonucunda geleneksel stratejiyi bozacak adımlar attılar. Halkın taleplerini karşılayalım derken ABD’yi Afganistan ve Irak’da savaşlara gömdüler. Halbuki marifet, halkın taleplerini tatmin edecek hareketleri bu stratejiyi bozmadan yapabilmekti.”

“Bu doğrudan müdahaleler sonucunda dengeleri bozduk. Artık Irak, İran’ı dengeleyecek güçte değil. Hindistan’ın karşısında bizim Afganistan operasyonumuzun zayıflattığı bir Pakistan var.”

“Bu çıkmaz bir yol. Her çıkan bölgesel çatışmaya Amerikan Ordusunu’mu yollayacağız? Buna ne asker yeter ne kaynak.. İşte önümüzdeki on yıl bu dengesizlikleri tamir ile geçecek.”

“Zaman içinde ve belli bir planın sonucu olmadan, ABD bir imparatorluğa ve ABD başkanları da imparatora dönüşmüş durumdalar. Bu adı konmamış, resmi olarak ilan edilmemiş ancak fiiliyatta benimsenmiş bir imparatorluk. Aksi halde ABD Başkanlık seçimleri hakkında neden dünya çapında bahisler açılsın? Neden Obama’nın zaferi Belçika’dan Afrika’ya kadar pek çok yerde kutlamalara yol açsın?”

“ABD Başkanları dış politika dışındaki konularda yetkilerini diğer erklerle bölüşürler. Kongre ve Yüksek mahkeme karşısında aciz duruma düştükleri olur. Ancak kurucu idare ABD Başkanlarının elini dış politikada serbest bırakmıştır. Resmen savaş ilan etme yetkisi Kongre’de olsa da, Başkan savaş ilanı olmadan yurt dışına asker yollayabilir, ambargo uygulayabilir. Zaten ABD, tarihinde bugüne kadar sadece beş defa savaş ilan ettiği halde katıldığı savaşların sayısı bunun kat be kat üzerindedir.”

“ABD Başkanı’nın bu konumu fetihler, ilahi kurallar ya da belli bir plan sonucunda ortaya çıkmış değildir. ABD’nin yeryüzündeki tek küresel askeri güç olması bu fiili durumu yaratmıştır.”

” Amerikan gücünün bir ölçüsü de, ironik bir şekilde, Amerikan finansal elitlerinin yaptığı yanlışlıkların dünyaya zarar verme kapasitesidir. Bunu da 2008 mali krizinde gördük.”

“El Kaide’nin 11 Eylül’de sağladığı en büyük başarı, sebep olduğu can ve mal kayıpları değil, ABD Başkanı’nı denenmiş ve faydalı bir stratejiyi terk etmeye zorlamış olmasıdır. ABD hem kendi halkını tatmin etmek, hem de Orta Doğu’daki petrol ülkelerine gereken güveni verme zorunluluğu ile kendisini bir telaş içinde ortaya atmak zorunda kalmıştır.”
“Sonuçta Bin Ladin ABD Başkanı’nın bu zokayı yutmasını sağlamıştır.”

“Hem El Kaide’nin, hem ABD’nin stratejik harp alanları aslında Müslümanların zihinleri ve kalpleriydi. El Kaide baskıcı rejimler altında yaşayan Müslümanlara, kendi şeyhlerinin, diktatörleri bir yana, ABD’nin bile dokunulmaz olmadığını göstermek istiyordu. Halbuki ABD önceliğini kendi halkının – haksız da olmayan – korkularını yatıştırmaya vermek zorunda kaldı. Halkı rahatlatacak ama aslında terörist saldırılara karşı etkisi son derece sınırlı olan bir çok alana – hava alanlarındaki güvenlik tedbirleri gibi – büyük kaynaklar aktarıldı. Önümüzdeki on yıl bu kaynakların da dengelenmesine şahit olmak zorunda.”

“İranlılar, Kuzey Kore’nin başarısında dersler çıkardılar.”
K. Kore’nin kendi hükümeti bile, Sovyetlerin çöküşünden sonra rejimin ayakta kalamayacağından korkuyordu. Kendilerini olduklarından daha tehlikeli ve psikolojik olarak da dengesiz bir devlet olarak göstermek suretiyle, ABD, Rusya, Çin, Japonya G.Kore gibi güçleri kendileriyle, pazarlığa başlamanın pazarlığını yapmak üzere, masaya oturtmayı başardılar. Hem de yardım paketleriyle. Bu olağanüstü bir başarıydı.”

“Aynı işi İran yapmaya çalışıyor. Artık karşısında Irak da yok. İran’ı dengeleyebilecek tek güç ABD’nin kendisi. İşte temel stratejik kuralları çiğnemenin bizi getirdiği jeopolitik çıkmaz.”

“ABD, önümüzdeki on yılda 11 Eylül ile düştüğü bu tuzaktan çıkmak zorunda.”

“Düşmanın adını koyamazsanız savaşın sonu pek iyi bitmez.”

Biz terörle mi savaşıyoruz? O zaman dünyada terör uygulayan her örgütle savaşacak mıyız? II. Dünya Savaşı’nda Japon uçak gemilerinden kalkan uçaklarla mı savaşıyorduk? Adını doğru koymamız şart. II. Dünya Savaşı’nda Japonya ile savaşıyorduk. Amaç Japonya’nın savaşa devam etme iradesini kırmaktı. Terör düşmanın adı değil. Düşmanın kullandığı bir mücadele tekniğinin adı. Şimdi de ‘Köktendinci İslam’ ile savaşıyoruz. O zaman kökten dincilikle hiç ilgisi olmayan Irak’ı neden işgal ettik?”

“İsrail ile aramıza mesafe koymalıyız.”
Bu ABD için ahlaki bir sıkıntı yaratmaz. Artık İsrail’in varoluşu tehdit altında değil. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri İsrail için son derece önemli olabilir. ABD için bu konunun hiçbir önemi yoktur. ABD’nin İsrail’e sağladığı yardım bölgenin Müslüman halkları gözünde ABD’yi de ‘düşman’ kategorisine sokmakta. Bu yardımın kaldırılması, ABD’deki İsrail karşıtı lobinin elindeki en önemli silahı alacağı için, İsrail’in de işine yarayacaktır.”

“ABD’nin Üç Amacı”
“Doğu Akdeniz ile Hindikuş dağları arasında yer alan bölgede, ABD’nin belli başlı üç hedefi vardır:
– Bölgesel bir güç dengesini devam ettirmek..
– Petrolün bölgeden kesintisiz akışının devamı..
– Bölgede konuşlanmış ve ABD’yi tehdit eden İslami örgütlerin imha edilmesi..”

“Güç dengesini kendimiz bozduk. İran ve Hindistan’ın elleri serbest. Çin’den başka büyük bir gücün olmadığı bölgede Hindistan kaynaklarını Hint Okyanusu’nda hakimiyet kurmaya yönlendirebilecek duruma geldi.”

Türkiye
“Arap yarımadasını tehdit edebilecek bir İran’ı kim dengeleyecek? Türkiye, büyük nüfusu olan ve yükselen bir güç. Ama hala sınırlı bir güç. İran Körfezi’ne güç aktarımı yapabilecek durumda değil. Irak ve İran’a kuzeyden baskı uygulayarak, dikkatlerini Körfez’den uzaklaştırabilir. Ama Arapların petrol kuyularını korumak için doğrudan müdahalede bulunamaz.”

“Dünyada deniz yoluyla ihraç edilen bütün petrolün %45’i Hürmüz boğazı’ndan geçer. İran karaya konuşlanmış füzeleri, dökebileceği mayınları ile burayı kapatacak kapasiteye sahip.”

“ABD İran’la anlaşmalı”
İran’ın karşısına bir denge unsuru olarak çıkabilecek bir Irak’ı tekrar yaratmak kısa dönemde hayata geçebilecek bir düşünce değil. ABD, büyük bir askeri gücü bölgede uzun vadeli olarak konuşlandırmak istemiyorsa, ki istemiyor, önündeki tek seçenek İran’la arasını düzeltmektir.”

“Tarihte Stalinist Sovyetler ile, Maoist Çin ile anlaşmadık mı? Stalin ile anlaşmamanın bedeli bir Nazi zaferi olabilirdi. Çin ile anlaşmamızın sebebi, Vietnam savaşından mağlup çıkmamızdan yararlanmak isteyen Sovyetler’i dengelemek değil miydi? Bugün de İran ile benzer bir durum içindeyiz. ABD Başkanları, stratejik hedeflerini elde edebilmek için İran ile anlaşmak zorundalar. Bu anlaşma her iki tarafa da yarar sağlar. ABD, petrol akışını garantiye almış olur. Bölgedeki askerlerini geri çekebilir. İran’ın bir numaralı önceliği rejiminin devamıdır. Son on yılda hem doğularında hem batılarında ABD askeri varlığı ile yaşıyorlar. Irak’ın tekrar bir güç haline gelmemesini ve yıkıcı bir ABD darbesi yememeyi önemserler. Ayrıca bu anlaşma ile Orta Doğu’daki etkilerini arttırabilirler.”

“İran’ın bu anlaşma ile sağlayacağı serbestliğin sınırları olacaktır. Doğrudan Amerikan müdahalesini gerektirecek eylemlere girişmemek gibi. Arap yarımadası’na askeri bir harekat düzenlemek hem İran’ın askeri kabiliyeti açısından imkansızdır hem de doğrudan bir Amerikan müdahalesini davet edeceği için, İran bu maceraya atılmayacaktır. Tabi ki bu anlaşma da Stalin ve Mao ile yaptıklarımız gibi geçici bir süreyi kapsayacaktır.”

“Bu anlaşmadan en çok zararlı çıkanlar başta Suud hanedanı olmak üzere Arabistan Yarımadası’nın Sünnileri olacaktır.
Irak’ın desteği olmadan bu devletler kendi topraklarını savunmaktan acizdirler. Petrol serbestçe aktıkça ve bölge tek bir gücün kontrolüne girmedikçe, bu ülkelerin ve halklarının ekonomik ve politik refahları ABD’nin ilgi alanı dışındadır. Suudiler, ABD’ye çıkarlarının garantörü olarak bakmaya devam ederken İran ile de politik olarak geçinmenin yolunu bulmak zorunda kalacaklar. Körfezin politik dinamikleri herkes için yeniden tanımlanmış olacak.”

“ABD Başkanı bu anlaşmayı Amerikan kamuoyuna ‘El Kaide ile savaşta faydalı olacak’ söylemi ile kabul ettirebilir.
İran’a bir hava harekatı düzenlemek Obama’nın politik desteğini tabi ki yükseltirdi. Bu anlaşma Başkan’ın zayıflığına işaret olarak algılanabilir. Fakat yine de anlaşmanın alternatifleri halka anlatılabilirse destek sağlanabilir. Başkan Çin ile sağlanmış olan yakınlaşmanın zaman içinde getirdiği faydaları örnek gösterebilir.”

“ABD’deki Suud ve İsrail lobileri itiraz edeceklerdir. Bu manevra İsrail’i kızdıracak, Suudları korkutacaktır. İsrail kolaylıkla adapte olabilir. Çünkü, İran’ın Hızbullah’a verdiği desteğe rağmen, İsrail silahlı kuvvetleri ve istihbarat teşkilatı tarihi olarak İran’ı Araplar’a karşı potansiyel bir müttefik olarak görmeye alışıktır. Ayrıca anlaşmanın Araplar üzerinde yarattığı baslı İsrail’i memnun edecektir. İran anlaşması, ABD’nin İsrail tarafından kontrol edilmediğini de ispat edecektir.”

İran’ı dengelemek

İran’a karşı diğer seçenekler
“İran yaratılıştan savunma durumunda bir ülkedir. Gücü ne uzun vadelidir ne de ABD’nin bölge politikasını üzerine oturtabileceği kadar güçlüdür. Nufusu ülkenin sınırlarındaki dağlık bölgelerde yoğunlaşmıştır. Ülkenin ortası ya tamamen insansızdır ya da gayet az bir nüfusu barındırır. Sadece şu anda içinde bulunduğumuz durum gibi özel hallerde dışarıya güç aktarabilir.. Uzun vadede ya dış güçlerin kurbanıdır ya da yalıtılmış bir haldedir. ABD ile varacağı anlaşma Araplar karşısında İran’a geçici bir üstünlük sağlayacaktır.”

“ABD bir kaç yıl içinde bu bölgede yeni bir güç dengesini diriltmek zorundadır. Pakistan etkisini batı yönüne uzatamaz. İsrail İran’ı dengelemek için hem fazla ufak hem de uzakta. Arap yarımadası bölünmüşlük içindedir ve bir karşı ağırlık oluşturacak durumda değildir. Daha gerçekçi bir seçim, Rusya’nın etkisini İran sınırlarına kadar indirmesi olabilir. Bu zaten olabilir ama başka yerlerde büyük problemlere sebep olacaktır.”

Türkiye
Bölgedeki uzun vadeli bir güç olabilecek ve İran’a bir karşı denge oluşturmaya gücü yetecek tek ülke Türkiyedir. Türkiye bu konumu, gelecek on yıllar içinde, ABD ne yaparsa yapsın elde edecektir. Türkiye bölgenin en büyük ve dünyanın onyedinci ekonomisidir. Rusya – bir de belki İngiltere – dışarda tutulursa muhtemelen Avrupa’nın en güçlü ordusuna sahiptir. Müslüman ülkelerin çoğu gibi kendi sınırları içinde laikler ve İslamcılar bölünmesi yaşamaktadır. Fakat bu mücadele diğer ülkelere Müslüman dünyanın diğer kısımlarına göre daha sınırlıdır.”

İran’ın Arap Yarımadası’na hakim olması Türkiye’nin çıkarına uygun değildir. Türkiye bölgenin petrolüne – Rus petrolüne olan bağımlılığını azaltmak amacıyla – iştah duymaktadır. (Tevfik İzmirli’nin notu: Yazar burada işi karıştırmış. Türkiye Rus petrolüne değil doğal gazına bağımlıdır.) Ayrıca Türkiye, İran’ın kendisinden daha güçlü hale gelmesine sıcak bakmaz. İran’da küçük bir Kürt nüfus yaşarken Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde, İran’ın kötüye kullanabileceği büyük bir Kürt nüfus bulunmaktadır. Bölgesel ve küresel güçler Kürtlere verdikleri desteği Irak, İran ve Türkiye’yi baskı altına almak ya da istikrarsızlığa sokmak için kullanmaktadırlar. Bu eski bir oyun ve sürekli bir zarar görebilme durumudur (vulnerability).”

İran, önümüzdeki on yıl boyunca Türkiye ile başa çıkabilmek amacıyla büyük kaynaklar tahsis etmek zorunda kalacaktır. Bu arada Arap dünyası Şii İran’a karşı bir koruyucu arayışı içinde olacaktır. ‘Türk Gücü’nün Osmanlı İmparatorluğu esnasında Arap Dünyası üzerinde bıraktığı acı hatıralara rağmen Sünni Türkiye en iyi seçenektir.”

Gelecek on yılda ABD, Türkiye’nin Amerikan çıkarlarına karşı cephe almamasını ve Türkiye ile İran’ın aralarında anlaşarak Arap dünyasına hükmetmek ve aralarında bölüşmek üzere bir ittifaka girmemelerini sağlamak zorundadır. Türkiye ve İran Amerika’dan ne kadar fazla korkarlarsa böyle bir ittifakın ortaya çıkma ihtimali o kadar artar. İranlılar kısa dönemde ABD ile anlaşmış olmaktan tatmin duyacaklardır. Ancak bunun uzun vadeli bir arkadaşlık olmadığının bilincinde olacaklardır. Amerika ile uzun vadeli bir ittifaka açık olan taraf Türklerdir. Türkler Amerika için diğer bölgelerde, özellikle Rus emellerini önleyebilecekleri Balkanlar ve Kafkasya’da de kıymetli olabilirler.”

ABD, İran ile yapacağı anlaşmanın temellerine sadık kaldığı müddetçe, İran Türkiye için bir tehdit oluşturacaktır. Türklerin eğilimleri ne yönde olursa olsun kendilerini korumak isteyecekler ve bunu yapabilmek için İran’ın Arabistan Yarımadası’ndaki ve onun kuzeyindeki Irak, Suriye, Lübnan gibi ülkelerdeki gücünü kırmaya çalışacaklardır. Bunu sadece İran’ı sınırlandırmak amacıyla değil aynı zamanda güneylerindeki petrole kendi erişimlerini geliştirmek için yapmak isteyeceklerdir. Hem bu petrole ihtiyaçları olduğu için hem de bu petrolden kar etmek istedikleri için.”

Türkiye ve İran gelecek on yıl boyunca rekabet ederken İsrail ve Pakistan yerel güç dengeleri ile uğraşıyor olacaklar. Uzun vadede Türkiye İran tarafından sınırlandırılamaz. Türkiye ekonomik bakımdan açık ara ile daha dinamik bir ülkedir ve bu sebeple daha üst düzeyde bir orduyu ayakta tutabilir. Bundan daha önemlisi, İran coğrafi olarak sınırlı seçeneklere sahipken Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika havzalarına ulaşabilir konumda olduğu için, İran’ın ulaşamayacağı fırsatlara ve müttefiklere ulaşabilecek durumdadır. İran antik çağlardan beri hiçbir zaman önemli bir deniz gücü olamamıştır. Limanlarının konumlarından dolayı gelecekte de olamayacaktır. Türkiye ise tam tersine Akdenizde sıklıkla hakim güç haline gelmiştir ve tekrar gelecektir. Gelecek on yıl süresince Türkiye’nin bölgenin hakim gücü konumuna gelmesinin başlangıcına şahit olacağız. İlginçtir ki, biz önümüzdeki yüzyılı Türkiye’nin son derece önemli bir rol oynamayacağı bir yüz yıl olarak düşünemezken, bu on yıl hazırlık on yıllarının birisi olacaktır. Türkiye içindeki çelişkileri çözüp ekonomisini büyütmelidir. Türkiye’nin takip etmekte olduğu dikkatli dış politika devam ettirilmelidir. Türkiye çatışmalara dalmayacak böylece bölgenin tanımlayıcı gücü olmasa da etkileyici gücü olacaktır. Amerika Türkiye’ye uzun vadeli bakmalı ve gelişmesini tehlikeye düşürecek bir baskı uygulamaktan kaçınmalıdır.”

Buraya kadar George Friedman’ın ağzından yazdım. Yazar, kitabın devamında Amerika’nın dünyanın diğer bölgelerinde karşılacağı fırsatları ve problemleri ele alıyor. Onları tek tek özetlemiyeceğim.

Yazıyı, bizim insanımızın ilgisini çekeceğini düşünerek, Friedman’ın ABD’ye, Rusya ilişkileri çerçevesinde önerdiği Gürcistan politikasını özetleyerek bitirmek istiyorum:

Türkiye’nin Rus baskısı altında Boğazları terketmesi ya da Kafkasya sınırını güneye doğru çekmesi beklenmeyeceğine göre, Türkiye sadece bulunduğu yerde var olmakla Rusya karşısında Amerikan çıkarlarını koruyor demektir. ABD açısından Rusya Kafkasya’da tutulduğu müddetçe Kafkasya’nın neresinde tutulduğu fark etmeyeceği için Gürcistan’da geniş yükümlülükler üstlenmemizin anlamı yoktur. Gürcistan, pek az bir getiri karşılığında Amerika’nın gücünü emen bir yer halindedir. Dolayısı ile ABD’nin Gürcistan stratejisi terkedilmelidir. Bu strateji Amerikalıların bu pozisyonun risksiz ve maliyetsiz olduğunu düşündükleri yıllardan kalmadır. Risk ve maliyetlerin arttığı şu zamanda ABD, Gürcistan’ın bir varlıktan ziyade yükümlülük olduğunun farkına vararak, risklerini çok daha dikkatle yönetmek zorundadır.”

Önümüzdeki on yıl içinde ABD’nin önünde kendisini Gürcistan’dan ve Kafkasya’dan, yeni müttefiklerine psikolojik hasar yaratmadan çekip çıkartmak için dar bir zaman aralığı bulunacaktır. Gürcistan’ın terk edilmesi büyük ihtimalle Polonya ve Intermarium’da – Baltık Denizi ve Karadeniz arasındaki bölge – hemen kendi duruşlarını yeniden değerlendirmelerine sebep olabilecek bir psikolojik belirsizliğe yol açacaktır. Gürcistan’dan çıkmayı Polonya ile Rusya’nın karşı karşıya gelmelerine kadar ertelemek sadece sıkıntının boyutlarını arttıracaktır. Dolayısı ile Gürcistan konusunu mümkün olan en kısa zamanda ele almanın dört faydası olacaktır:
Birincisi, bu Amerika’ya İntermarium’un psikolojisini düzeltecek zamanı kazandıracaktır.
İkincisi, Amerika’nın bu hareketi Rusya’nın baskısı ile değil, kendi arzusu ile yaptığını gösterecektir.
Üçüncüsü, Türklere Amerika’nın pozisyon değiştirebileceğini gösterecektir. Bu kendisinden aşırı derecede emin bir Türkiye’yi biraz endişelendirecektir ki bazen endişenin de faydası vardır.
Dördüncüsü, Amerika Kafkasya’da atacağı bu geri adımın karşılığında Rusya’dan Orta Asya’da bir takım tavizler talep edebilecektir.

ABD, Gürcistan’a şimdi tutmayacağı sözler vermiş durumdadır. Ancak daha geniş resme baktığımızda bu ihanet Amerika’nın diğer yükümlülüklerini yerine getirme gücünü arttıracaktır. ABD için az önemde olan Gürcistan, Rusya açısından, güney sınırının güvenliğini garanti ettiğinden, muazzam bir önem taşımaktadır. Ruslar, Gürcistan için esaslı bir fiyat ödemeye hazır olacaklardır. Amerikan’ın buradan gönüllü olarak ve kısa zamanda çıkmak istemesi bir pirimi hak edecektir.”

“Rusya’nın ödeyeceği bu fiyat, İran’a silah sağlamamak ve Amerikan’ın teklifleri kabul görmediği takdirde uygulanacak olan etkili ambargoya katılmak olabilir. İran’ın ABD’nin yaklaşımını kabul etmesi halinde ise bu defa ABD Rusya’dan bölgeye, özellikle Suriye’ye silah satmamasını talep edebilir. Böyle bir anlaşma İran’a yapılan teklifle aynı anda yapılırsa bu tekliflerin ağırlığını da arttıracaktır..”

Kafkasya’da bir dayanak noktası olarak Gürcistan’ın, Azerbaycan’a kıyasla çok daha az yaşama şansı vardır. Azerbaycan hem Rusya ve İran’la sınırdaştır hem Türkiye ile yakın ilişkiler içindedir ve önemli bir petrol kaynağıdır. Ermenistan bir Rus müttefiki iken, Gürcistan güçlü bir ekonomik temelden yoksun iken Azerbaycan’ın ekonomik kaynakları vardır ve Amerikan operasyonları için bir platform olabilir. Dolayısı ile, önümüzdeki on yılda hem çekilme stratejileri hem yeni ittifaklar kurma stratejilerinin her ikisi birlikte var olacaktır. Ama şu andaki stratejimiz var olmayacaktır.”

Burada bitiriyorum.. Bu kitap da, jeopolitik kahve sohbetleri ile gelecek okumanın Amerikanca bir karışımı.. Bunda da Türkiye ilginin odağında.. Tavsiye ediyorum.. Rahat okunan ve düşündüren bir kitap..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – Behiç Bey’in, Mütareke Dönemi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hizmetleri.. II. Bölüm /2011/01/tevfik-izmirli-behic-bey%e2%80%99in-mutareke-donemi-kurtulus-savasi-ve-cumhuriyet%e2%80%99in-ilk-yillarindaki-hizmetleri-ii-bolum/ Mon, 17 Jan 2011 21:36:55 +0000 /?p=13479

Mustafa Kemal 1918 Kasım’ından 15 Mayıs, 1919’a kadar İstanbul’dadır.. Behiç Bey’le sürekli görüşürler..
Behiç Bey Ordu Dairesi’ndeki görevinden ayrılmıştır. 50 lira ‘açık maaşı’ ile sıkıntı içindedir.
Kendisine Ayan (Senato) Başkanı Ahmet Rıza Bey tarafından İaşe Nazırlığı (Tedarik Bakanlığı) teklif edilir. Behiç Bey baştaki hükümette yer alarak sorumluluğa ortak olmamak düşüncesiyle kabul etmez.

Behiç Bey’in evi İngilizler tarafından basılır.
Damat Ferit Hükümeti’nin tutuklayarak Malta’ya sürmek istediği isimler arasında Mustafa Kemal ile birlikte Behiç Bey’in de adı vardır. Tutuklanacağını bir kaç saat öncesinden haber alarak saklanır. Aynı gece evi basılmıştır.

Anadolu’ya adam ve silah kaçırma faaliyetinde bulunur. Tam 11 değişik evde saklanır..
Bu gizli faaliyet döneminde tam 11 değişik evde barınmıştır. Kendisine yardımcı olan dört arkadaşı Albay Hasan Bey, Yüzbaşı Kemal Karakaya, Yüzbaşı Mehmed Ali Kunt ve Yüzbaşı Abdullah Kunt’tur.

Hakkında idam emri verilir..
Damat Ferit, Behiç Bey’in bu gizli çalışmalarından haberdar olunca, ‘Görüldükleri yerde idam olunacaklar’ listesine Behiç Bey’in adını da ekletir.


1920 Yılının Temmuz ayında Anadolu’ya geçer.
Önce Hilal vapuru ile Mudanya’ya, oradan Bursa’ya varır. Bursa’da iken Genelkurmay Başkanı İsmet Bey’den bir telgraf alır. İsmet Bey, Anadolu’ya geçmesinden memnuniyetlerini ve hem kendisinin hem Mustafa Kemal Paşa’nın hemen Ankara’ya gelmesini beklediklerini yazmaktadır. 4 Temmuz sabahı aç susuz Eskişehir’e varır. 5 Temmuz sabahı trenle yola çıkarak saat 16:30’da Ankara’ya varır. Tren yolculuğunu Nafıa Vekili (Bayındırlık Bakanı) İsmail Fazıl Paşa ile birlikte yapmıştır. Paşa kendisine, demiryollarında çalışmasını teklif eder. Behiç Bey’i demiryollarında işletme müdürü yapmak istemektedir. Behiç Bey olumlu cevap vermez..

Genelkurmay Başkanı İsmet Bey, Behiç Bey’e Genel Kurmay II. Başkanlığı’nı teklif eder.
Behiç Bey Ankara’ya varışının ertesi günü hemen İsmet Bey’i, Mustafa Kemal Paşa’yı ve Fevzi Paşa’yı (Çakmak) ziyaret eder. Mustafa Kemal Paşa ile olan görüşmesinde aldığı iki teklifi de kendisine açar. “Hangi görevi kabul etmemi uygun görürsünüz?” diye sorar..

Behiç Bey Mustafa Kemal’in isteğine uyarak demiryolları’nın sorumluluğunu kabul eder. Sadece tek bir şartı vardır: Kimse işine karışmayacaktır..
Mustafa Kemal Behiç Bey’e “Behiç Bey, cephelerde ne yapılacağını ben biliyorum. Siz de cephelere nasıl asker, mühimmat ve erzak sevkiyatı yapılacağını biliyorsunuz…. Siz cephe askerlerimizi getirmekte muvaffak olun ki ben de cephelerde muvaffak olayım..” demiştir.

Kurtuluş Savaşı sürerken işletme dili Türkçe olmayan, çalışanlarının çoğu gayrimüslim olan, neredeyse hiçbir yedek parçası bulunmayan, taarruzlarda cepheye asker sevkiyatının gizli yapılması gerektiğinde yakıtsız kalan, eldeki birkaç lokomotif ve katardan oluşan trenleri işleterek o koşullarda cepheleri asker, silah ve erzakla besleyebilmek işi ikinci bir savaş verilmesini gerektirmiştir. Bu savaşın da komutanı Behiç Bey’dir.

Kurtuluş Savaşı’nın Lojistiği ve Ulusal Demiryolculuğumuzun Başlangıcı..
Temmuz 1920’de demiryollarımızın Eskişehir – Haydarpaşa bağlantısı İngilizler tarafından, Halep bağlantısı Fransızlar tarafından kesilmişti. İngilizler Lefke’deki (osmaneli) Sakarya köprüsünü tahrip etmişler, 13 lokomotif ile 200 kadar vagonu alıp götürmüşlerdi.. Fransızlar ise, hattın Torosları geçen kısımındaki Çiftehan – Pozantı arasında, 4 -5 km.lik kısmını sökmüşlerdi. Ayrıca elde hattı işletecek yeterli personel de kalmamıştı.
Mevcut personel başıboşluk içindeydi. O kadar ki, kendi namına özel tren tertip edenler bile vardı. Tamir atölyeleri yedek parça sıkıntısı içindeydi.

Demiryolarındaki Gayrimüslim memurlara saldırılar..
Behiç Bey demiryollarından sorumlu olarak göreve başladığında işletme merkezi Eskişehir’dir. Anadolu demiryollarındaki personelin 1,598’i Müslüman, 459’u Rum, 403’ü Ermeni ve 6’sı Yahudi’ydi. Türk personel tamamen ray döşeme, hat tamiri tarzı, işletme dışı işlerde çalışıyordu.
Behiç Bey ilk iş Lefke Köprüsü’nün tamirine el atar. İngilizler’in ‘Tekrar yapılamaz’ raporu vermiş oldukları köprüyü işletmenin köprü tamir uzmanı Manas Efendi’ya tamir ettirir. Manas Efendi, İtalyan asıllı köprü yapım memuru Martiyano, Marko Çavuş ve başka gayrimüslim personelle birlikte gece gündüz çalışarak köprüyü hizmete sokar.
Bu esnada Milli Kuvvetlerden Gökbayrak Müfrezesi, Manas Efendi’nin bulunmadığı bir sırada köprüyü basarak eldeki bu son köprü onarım uzmanlarını öldürür.

Behiç Bey Gayrimüslim memurlara yapılan saldırıları göğüslemeye çalışır..
Behiç Bey askeri yetkililere durumu anlatarak gereken emrin yayınlanmasını sağlar.. Demiryolu personeline, Gayrimüslim olmaları sebebiyle yapılan saldırıları önlemeye çalışır. Buna rağmen saldırıların arkası tamamen kesilmez. Bakanların, kumandanların içinde bile gayrimüslm memurların işten çıkarılmasını isteyenler vardır. Halbuki on yılların ihmali ve kısa görüşlülüğü sonucunda gelinmiş olunan noktada eldeki demiryolu şebekesinin bu memurlar olmadan çalıştırılması mümkün değildir. İlk baştan beri Türklerin işletme dışında tutulmuş olmaları durumu bu nokaya getirmiştir.

Behiç Bey demiryollarına hakim olmakta zorlanmaktadır.. Konu hakkında bilgisi olmayan pek çok kumandan ve bakan çeşitli zorluklar çıkarırlar..
Ailesi ile pikniğe gitmek üzere özel tren kaldıran komutan bile görülür. Güney hattında Fransızlar’ın terk ettiği kısımlar, işin önemini anlamayan Milli Kuvvetler tarafından yağmalanır. Lokomotifleri tepelerden aşağıya ittirip devirme olayları, bakım atölyelerindeki tezgahların kırılması gibi pek çok inanılması güç hareketle karşılaşır.
Bilen bilmeyen işe karıştığından ortalık bir curcuna halindedir. Uşak civarındaki kuvvetler, hattın diğer tarafındaki lokomotiflerin bizim tarafa alınmasından önce bir köprüyü uçururlar. 2 lokomotif ve 70 vagon yok yere düşman eline bırakılmış olur.

Yakıt sıkıntısı, para sıkıntısı..
Diğer yandan işletmenin elinde yeteri kadar para yoktur. Bu arada demiryollarına yakıt temin eden müteaahhitler ormanlardan ağaç kestikleri için Behiç Bey mahkemeye verilir. Ankara’da Bayındırlık Bakanlığı ile Savunma Bakanlığı arasındaki koordinasyon eksikliği işleri aksatır.
Demiryollarına havale edilen paralara o bölgedeki komutanın el koyduğu olur. İsmet Paşa ile bile vagon tahsisi konusunda ters düşerler.

Behiç Bey İnönü ile ters düşerek istifa eder..
İşletmenin elindeki tek daktilo makinası İsmet Paşa’nın karargahı tarafından istenir. Behiç Bey seksene yakın istasyona yazılan talimatlarda kullanılan makinayı vermez. Yazılı emir gelince vermek zorunda kalır. Ardından bu daktilonun Halide Edip Hanım’ın kullanımına verilmek üzere istendiği ortaya çıkınca ilişkiler gerilir.
Bir defasında da eldeki sınırlı sayıdaki yolcu vagonları Mustafa Kemal Paşa ile Fevzi Paşa’nın emrine hazır bekletilirken İsmet Paşa vagon talep eder. Durum kendisine izah edilerek vagon verileceği ancak vagonun gidilen yerde tutulmayarak hemen geri yollanması rica edilir. Bu da ilişkileri iyice bozar.
Bu arada Garp Cephesi Komutanı olan İsmet Paşa bir subayı askeri komiser yaparak askeri sevkiyatlardan sorumlu kılmış ve bu durumu Behiç Bey’e haber vermek lüzumunu hissetmemiştir.
Behiç Bey 22 Şubat, 1921’de istifasını verir.

Behiç Bey Başbakan Rauf Bey ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın (Çakmak) israrı ile 29 Kasım, 1921’de ikinci defa demiryollarının başına geçer..
II. İnönü Zaferi, Yunan ileri harekatı ile Kütahya – Eskişehir mağlubiyetleri ve Sakarya Zaferi esnasında Behiç Bey görevde değildir..
Bu arada düşman Sakarya Zaferi ile Polatlı önlerinde yenilerek çekilmiş ise de 1921 yılının başına göre daha ileri bir hattadır. Eskişehir dahil birçok şehir Yunan işgaline girmiş, elde kalan demiryolu şebekesi daralmıştır.
İsmet Paşa bu ikinci defa göreve getirme konusunda ‘ben tarafsızım’ der. Çünkü hayır dese, kendisi de demiryollarının kötü idaresinden şikayetçidir. Evet dese, Behiç Bey’i istememiş olan kendisidir.

Mustafa Kemal Paşa tren ile cepheye hareket etmek üzere.
Topal Osman Müfrezesi’nden muhafızları yerel kıyafetleri ile dikkat çekiyorlar..

Behiç Bey ikinci defa görev kabul ederken şartlarını sıralar. Rauf Bey bunları kabul eder ve yerine getirmeye söz verir. Rauf Bey düzgün karakterli bir insandır. Sözünü tutar..
Behiç Bey’in öne sürdüğü şartlar kendisine bir miktar rahat çalışma imkanı verir ama bu defa hem elde kalan hat hem de lokomotif ve vagon sayısı azalmıştı. Elde kalan hatlar şöyleydi:
1.) Ankara – Sazak arası. (Ankara – Eskişehir hattı’nın orta noktası).
2.) Adapazarı – Dil İskelesi arası.
3.) Afyon civarındaki Büyük Çobanlar İstasyonu’ndan Konya ve Yenice’ye kadar olan kısım.

Behiç Bey 15 gün içinde farkını ortaya koyar.. İsmet Paşa kendisini yemeğe davet ederek teşekkür eder.
Behiç Bey’in göreve dönmesi ile işletmeden uzaklaştırılan Gayrimüslim memurların bazıları işbaşı yapar. Ancak Ankara’da hala “Bu işleri yapacak Behiç Bey’den başka adam yoksa, demiryolu işlemesin, yeter ki bu adam iş başına gelmesin” diyen milletvekilleri vardır.

Tam bir yokluklar devri yaşanmaktadır..
Bir demiryolunun çalışabilmesi için gereken malzemeler ya yok, ya eksik ya bozuk durumdaydı. Hat boyu işaretleri, fren malzemesi, kömür, mazot bulunamıyor, binalara gereken kiremit, cam, kireç gibi malzemeler temin edilemiyordu. Ordunun ihtiyaçlarına bile yeterli mali kaynak bulamayan hükümet demiryollarının ihtiyaçlarını da karşılayamıyordu.
İşler haldeki 18 lokomotife karşılık bakımda olan 4 ve bakıma girmek için Avrupa’dan malzeme bekleyen lokomotif sayısı 5’di.
Bu arada Paris’deki Askeri Satınalma Heyeti’nin 10 adet lokomotif alması gündeme gelir. Behiç Bey hem bunları bekleyecek vakit olmadığını, hem de elde parça bekleyen lokomotifler varken yeni lokomotif almanın anlamsızlığını anlatarak buna mani olur.

Trenlerde odun kullanımının sakıncaları
Bir kere odun hacmen çok yer kapladığından, trenlerde askere ve mühimmata ayrılacak yer azalıyordu. İkincisi odunun buhar verimi düşük olduğundan trenler yokuşları çıkmakta zorlanıyor, hatta bazen yokuşun ortasında kalıyorlardı. Bu da nakliyat süresini bazen üç katına kadar arttırıyordu. Üçüncüsü, bir ileri harekat yapılacaksa odunun önceden ve hat boyuna depolanması gerekecekti ki bu da düşmanın ileri harekattan haberdar olmasına yol açacaktı.
1922 yılının Mart ayı geldiğinde cephede yaşanan hareketlilik günlük odun tüketimini 250 tona yükseltti. Gerçek tarruz ve harp başladığında bu rakamın 600 ton oduna ya da 100 ton kömüre fırlayacağı hesaplandı.

Yunanlılar ve İngilizler yoldaki gemilere el koyunca Zonguldak kömürünü Fransız gemileri taşıyor..
Zonguldak kömürlerini işleten ‘Osmanlı Kömür Şirketi’ ile iki ay içinde 8,000 ton kömür almak için anlaşma yapılır. 15 Şubat, 1922’de Fransız bandralı Espuvar gemisi yola çıkar. Yunanlılar bu gemiyi Ege Denizi’nde yakalayıp Pire limanına çekerler ve kömürü oraya boşaltırlar. Bu haberi veren İstanbul’daki Fransız komutanı General Pelle idi.
Ardından 2,750 ton kömür ile ikinci gemi yola çıkar Onu da daha Boğaz’a girmeden İngilizler yakalarlar. Gemiyi İstanbul’a çekip içindeki kömürü çok düşük bir fiyatla halka satarlar.
Behiç Bey gemilerin Adana’daki Fransız demiryolu işletmesi için kömür taşıdığını gösteren belgeler düzenlenmesini talep eder. Bunun üzerine Ararat isimi bir Fransız gemisi, içinde bir Fransız subayı ile Osmanlı Bankası ve Fransız şirketi adına yola çıkarılır. Bu gemi sağ salim 1,270 ton kömürü Şubat ayının sonunda Mersin Limanı’na getirir. Bu geminin boşaltılması parasızlık yüzünden aksar. Sonunda Osmanlı Bankası’ndan borç alınarak konu halledilir.
Ardından Rusya isimli ikinci bir Fransız gemisi de aynı şekilde 2,500 ton kömürü getirince demiryollarının kömür sıkıntısı atlatılmış olur.

Büyük Taaruza dokuz ay kalmıştır. Behiç Bey hazırlıkları hızlandırır..
Fransa ile imzalanmış olan Ankara Anlaşması’nın verdiği imkanları kullanarak, Fransızlar tarafından işletilen Adana bölgesinden lokomotif ve vagon temin eder. Zaferden sonra bu hattın başındaki Fransız müdüre bir teşekkür mektubu ve iki kıymetli halı hediye edilmiştir.
Geceli gündüzlü yükleme ve hat tamiri yapabilmek için aydınlatma gerekliydi. Gereken malzemeyi İstanbul’dan temin etti. Bazı vagonlara jeneratörler yerleştirildi. Direkler, ampuller hazırlandı. Ordu el koymasın diyerek bunları gizlice yapar. Sadece Mustafa Kemal’e haber verir.
Zonguldak’tan Mersin yolu ile kömür temin eder. Ayrıca Fransız bölgesinde kalan Adana ve Mersin’den de kömür alır. Kömür”ün yerine yakıt olarak odun kullanılmakta ise de, bir vagon kömür yerine altı vagon odun gerektiğinden kömür vazgeçilmez durumdaydı.
I. Ordu’nun ikmali için 35 km.’lik yeni bir dekovil hattı inşa edilir. Hat sonradan 50 km.’ye kadar uzatılır. Bu hattın inşasında kadınlar da çalışır.

Azarıköy Dekovil Hattı’nın inşaatında çalışan kadınlarımız..

Bu dekovil (dar hatlı tren) hattının önemi nereden geliyordu?
Sakarya Savaşı sonrasında elimizde kalan iki demiryolu hattının birbiri ile bağlantısı yoktu. Aslında, Ankara’dan Konya’ya tren ile gitmek için önce Eskişehir’e gidilir, oradan Konya hattına sapılırdı. Şimdi ise Eskişehir Yunanlıların elinde olduğundan Ankara’dan Konya’ya demiryolu ulaşımı kesilmişti. Halbuki Sakarya Zaferi’nde Ankara’dan Eskişehir yönüne giden hattı ikmal amaçlı kullanan ordumuz, Büyük Taarruz Yunan Cephesi’ne güney istikametinden yapılacağı için yığınağını Akşehir tarafında yapmak zorundaydı. Yani Büyük Taarruz’un lojistik ekseni Konya – Akşehir – Afyon demiryolu olacaktı. Bu durumda Ankara’nın Akşehir’e demiryolu ile bağlanması önem kazanıyordu. Dar imkanlar ve zamansızlık yüzünden tam bir bağlantı yapılamasa da, hiç olmazsa Akşehir’den kuzey istikametine, Emirdağ ile Yunak arsındaki Piribeyli Köyü’ne kadar bir dekovil hattı döşenmesine karar verilir. Ankara’dan gelecek olan nakliyat’ın Polatlı’ya kadar demiryoluyla, Polatlı’dan itibaren diğer vasıtalarla, Piribeyli’den itibaren ise Akşehir’in Azarıköy İstasyonu’na kadar dekovil ile taşınması sağlanır.
Bu hattın yapımında kullanılan malzemenin tedarik edilmesi için akla gelen her yönteme başvurulur. Yarım kalmış olan Toros tünelleri inşaatlarındaki malzeme yetmez. İskenderun’da kalan raylar Fransızlar’dan satın alınır. Anamur’a beş saat mesafedeki Fransızların o anda işletmedikleri Meraç demir madenlerinde 3,800 adet ray ve Ortakonç kurşun madenlerinde de somun ve birleştirme malzemesi bulunduğu haber alınır. 4,000 ton tutan bu malzeme önce Anamur’a, oradan kayıklarla Mersin’e taşıtılarak Akşehir’e getirilir.
Hat, 15 Haziran, 1922’de İsmet Paşa ve Behiç Bey’in katıldıkları ufak bir törenle açılır.

Büyük Çobanlar hattının onarımı.
Azarıköy dekovil hattının Büyük Taarruz öncesi yığınak amaçlı kullanılması gibi, taarruz ile başlayacak ileri harekatı desteklemek için de Akşehir’den Afyon istikametine giden demiryoluna ihtiyaç olacaktı. Yunan kuvvetleri bu hattı tahrip ettiklerinden acilen onarılması gerekiyordu.

Yine kadınlarımız. Yunan’ın söktüğü Çobanlar hattını tamir ediyorlar..

Büyük Taarruz’a geri sayım..
14 Ağustos’da demiryollarının aylardır hazırlandığı büyük sevkiyat başladı. 100,000 asker Afyon’un güneyine cepheye kaydırıldı.

Büyük Taarruz ve Zafer..
26 Ağustos sabaha karşı taarruz başlar. 27 Ağustos akşamüzeri Afyon kurtarılır. Aynı gece, yani 27/28 Ağustos gecesi demiryolcular Çobanlardan başlayarak Afyon’a doğru Yunanlıların tahrip ettikleri hatta ray döşemeye başlarlar. Yunanlılar çekilirken Afyon’daki lokomotiflerin kazanlarını patlatırlar, vagonları yakarlar.
Behiç Bey hattın tamamlanması için hattın üç ayrı noktasında çalışma yaptırmaktadır. Çalışmalar gece gündüz yarı aç yarı tok vaziyette sürdürülmektedir. Tamiratta Yunanlı esirler de çalıştırılmaktadır. Yunanlılar’ın yerlerinden söküp tahkimatta kullandıkları traversleri yerlerine şimdi yine Yunan askerleri takmaktadır.
Hat Behiç Bey’in vaad ettiğinden sadece bir saat gecikme ile tamamlanır. Behiç Bey’i de taşıyan ilk deneme treni Akşehir’den 6 Eylül’de yola çıkar ve 7 Eylül’de Afyon’a girer. Saatte sadece 5 km. hız yapabilmektedir.
Büyük Taarruz’un 10. gününde trenler Çobanlar’dan 120 km. ileriye kadar işleyebiliyordu. Ardından Uşak hattının ve İzmir – Kasaba hattının tamiri gelir.
Yapılan işler olağanüstü kısa sürelere sığdırılmış ve Behiç Bey bu ağır vazifenin altından alnının akı ile çıkmıştır.

Savaştan sonra ilk iş İzmir’e giren I. Ordu’nun İzmir’den İzmit’e nakli oldu..
Hat boyundaki köprüler tamir edilmesi, eksiklerin tamamlanması, yanmış yıkılmış tesislerin ayağa kaldırılması çalışmaları aralıksız devam etti.. Bu arada Behiç Bey Konya’da bir Demiryolu Okulu açarak eleman yetiştirmeye başladı.

Demiryollarının millileştirilmesi..
Bu konuda lobi savaşları yaşanır. Hattın devletleştirmenin kanuni bir yolu var mıdır, yok mudur tartışmaları yapılır.. Meclis’de bu konuya bakan komisyon millileştirmekten yana fakat İsmet İnönü ve hükümeti karşıdır. Milli Demiryolları Behiç Bey’in rüyasıdır. O da bu etkileme, ikna etme çabalarına katılır. Sonunda 22 Nisan, 1924’de Anadolu Demiryolları millileştirilmesi ve Genel Müdürlüğün Teşkilatı ve Görevleri’ne ait 506 sayılı kanun kabul edilir. Bu süreçte Gazi Mustafa Kemal Paşa’da Behiç Bey’e destek olmuş, sık sık Çankaya’ya yemeğe davet ederek, ya da kendi yanında dolaştırarak kendisine olan güvenini etrafa göstermiştir.

1926 yılının Ocak ayında Behiç Bey İstanbul Milletvekili yapılır ve Nafıa Vekili (Bayındırlık Bakanı) olur.
Artık tam yetki ile demiryollarının başındadır. TCDD’nin başına Genel Müdür Vekili olarak mühendis Vasfi Bey’i getirir.
Demiryolcuların gözünde kazandığı itibarını ve bugün hala yaşayan adını en fazla bu dönemde yaptıklarına borçludur.
Behiç Bey demiryollarına ne yenilikler getirdi?
– Uzak istasyonlarda görevli olanlardan hastası olan personele özel araçla doktor yollanırdı.
– Havası kötü ya da ıssız olan mıntıkalardaki personel sık sık değiştirilirdi.
– Bulunduğu yerin yakınında okul bulunmayanların çocukları için Eskişehir’de yatılı ilkokul açıldı. Bu okula Eğitim Bakanlığı’nın elindeki en iyi öğretmenler tayin ettirildi.
– Haydarpaşa’da bir kütüphane yaptırıldı. Personele trenlerle kitap ulaştırıldı.
– Ücra istasyonlardaki personele uğrayan seyyar bakkaliye vagonları yapıldı.
– İstasyonlarda kullanılan sular düzenli olarak tahlil ettirilip temiz olmaları sağlandı.
– Personelin konakladığı yatakhaneler tertemiz hale getirildi. En temizine ödül verilmeye başlandı.
– Personele üniforma verildi. Hergün traş olmaları sağlandı.
– Tehlikeli mıntıkalarda belli sürelerde kaza olmaması halinde görevlilere ikramiye verildi.
– Personelin emeklilik hakları için bir sandık kuruldu.
– Personelin terfi ve tayininde iltimasın etki yapmadığına inanması sağlandı.
– Personelin izinlerinde seyahat edebilmeleri için paso uygulaması başlatıldı.
Sonuç olarak demiryolculuk toplum içinde saygın bir meslek haline gelmiş, yolcular demiryollarının verdiği hizmetten memnun kalmışlar, işletme dili Türkçeleşmiştir. Demiryolcular kendilerine güvenen büyük bir aile hissi içinde tatmin olarak hizmet etmişlerdir.

Samsun – Sivas Hattında 23 Ağustos 1928 Tarihinde İşletmeye Açılan Zile İstasyonu’na İlk Trenin Gelişi..
Behiç Bey bu tarihde Nafıa Vekili’dir..

Behiç Bey Bakanlık’tan ayrılıyor.. Budapeşte Elçisi olarak yurt dışına gidiyor..
Behiç Bey 1927 yılında Ankara – Kayseri demiryolunun açılışına İnönü ile birlikte katılır. Ardından Atatürk’ün ilk İstanbul seyahatinde de onun yanındadır. Aynı yıl Ankara’ya elektrik ve havagazı getirilmesini sağlar. Bugünkü İTÜ’nün özerk halde kalmasını sağlayan da odur. Okulun Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmasına direnir ve sonunda özerk olarak çalışmasını sağlayacak kanunu çıkartır. İTÜ kendisine fahri profesörlük verme kararı alır. Behiç Bey bu ünvanın kendisine bakanlık görevinden ayrıldıktan sonra verilmesini talep eder. Ancak İTÜ’nün hocaları bakanlıktan ayrıldıktan sonra Behiç Bey’i unuturlar.
1928 yılının sonlarına doğru Başbakan İsmet İnönü ile aralarında bazı sürtüşmeler yaşanınca bakanlıktan istifa eder. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın teklif ettiği elçilikler içinden Budapeşte’yi seçer.

Atatürk Rum uşağını Behiç Bey’e emanet eder..
Atatürk her Konya’ya geldiğinde ona hizmet eden ve akşamları da kapısının önündeki paspasa kıvrılıp uyuyan Prodromos Stamadisdes adlı bir uşağı vardır. Atatürk bu adı uzun bulduğundan ona kısaca Bodo demektedir. Atatürk, mübadele kanunu çıkmış olduğu için Cumhurbaşkanı olarak bu genç uşağı yanında tutmasının mümkün olmadığından, Yunanistan’a gitse mutsuz olacağından, bahsederek, Bodo’yu kendisine emanet etmek istediğini söyler. “Budapeşte’ye yanında götürür müsün?” diye sorar. Behiç Bey Bodo’yu da alarak 19 Kasım, 1928’de Ankara’dan ayrılır.

17 Kasım, 1928’de Gazi kendisini yemeğe alıkoyduğunda Behiç Bey’e şöyle demiştir: “Beni dostlarımdan ayırıyorlar”..

Bu yazıyı yazarken Behiç Erkin’in torunu olan Emir Kıvırcık’ın yazmış olduğu “Cepheye Giden Yol” kitabından geniş şekilde yararlandım. Emir Kıvırcık dedesinin Ankara Üniversitesi Türk İnkilap Tarihi Ensitüsüne ölümünden bir yıl sonra yayınlanmak üzere teslim ettiği ancak ensitünün tozlu raflarında unutulup kalmış sayısı dokuzyüze yakın not defterine yazdığı hatıraları bularak kitaplaştırmış. Kendisine teşekkür borçluyuz. Ancak kitabı tavsiye etmiyorum. Ortaya son derece amatörce yazılmış, zaman çizgisinde bir ileri bir geri atlıyan, okuması zor bir kitap çıkmış. Umarım ki o dokuzyüz defter gerçek bir tarihçinin elinde tekrar kitaplaşır. Kitap bu haliyle önsözünü yazmış olan Turgut Özakman’ın kendi kitapları gibi, bir “ulusalcı çocuk kitabı” tadında.. Ben de torununa kızıp Behiç Bey’i ele almamayı doğru bulmadım..

]]>
Tevfik İzmirli – “Tarihimizden bir ‘Atom Karınca’.. Behiç Bey..” – “Asker, demiryolcu, lojistikçi, diplomat Behiç Erkin. 1876 – 1961″ – I. Bölüm /2011/01/tarihimizden-bir-atom-karinca-behic-bey/ Thu, 13 Jan 2011 04:33:54 +0000 /?p=11756

Merhabalar,

Behiç Erkin’e ‘İlk demiryolcumuz’ denebilir.

Ankara’da Behiç Bey İstasyonu onun adını taşıyor. TCDD bünyesinde, Behiç Bey adını taşıyan eğitim merkezi, bakım merkezi gibi başka tesisler de bulunuyor.

Eskişehir yakınındaki Enveriye istasyonunda, TCDD’nin yaptırdığı anıt mezarında, vasiyetine uygun şekilde, demiryoluna bakarak yatıyor..

Kimdir bu tren istasyonlarına adı verilen, kendisine anıt mezar yaptırılan Behiç Erkin?

Behiç Erkin, ‘memleket böyle insanların omuzlarında duruyor’ denir ya, işte öyle insanlarımızdan biri.

Merhum Behiç Erkin’in anıt mezarı..

Bilgili ve çalışkan bir subay..
1876 İstanbul doğumlu. Harp Akademisi’nden kurmay subay olarak çıkışı 1897.
1902 yılının başında Kurmay Yüzbaşı olarak, merkezi Manastır’da bulunan III. Ordu bölgesindeki Selanik’e tayin olur.
Burada iken 1904 yılında Kurmay Kolağası, 1907 yılında Kurmay Binbaşı rütbelerine terfi eder.
Burada Demiryolu Muhafaza Kuvveti Komutanlığı, Demiryolu Muhafaza Kuvvetleri Müfettişliği gibi görevlerde bulunur.
Demiryolculukla tanışır, öğrenir, konunun önemini farkeder. ‘Bir Osmanlı subayı tarafından demiryolları hakkında yazılmış olan ilk rapordur’ denecek olan bir rapor yazar. Raporunda, “Demiryolu işletmesinde gayrimüslimler değil, Türk memurlar kullanılmalıdır ve işletme lisanı Fransız dili yerine Türk dili olmalıdır” demektedir.

1907 yılında Mustafa Kemal Kurmay Kolağası olarak Şam’dan Selanik’e tayin olur..
Tanışırlar.. Aynı sokakta, bir ev arayla oturmaktadırlar. Mustafa Kemal’in saygısını ve dostluğunu kazanır. Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulunurlar, ama onun renkli sosyal hayatına ayak uydurmaz. Akşamlarını genellikle evinde geçirir. Zaten ciddiyeti ve geniş bilgisi ile tanınan bir subaydır. Zaman zaman Mustafa Kemal’e kitaplar tavsiye etmektedir. Siyasetten uzak durur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmaz. Aralarında karşılıklı saygıya dayanan bir ilişki gelişir. Behiç Bey, Mustafa Kemal’in ileride çok farklı noktalara geleceğini öngörmüş, Mustafa Kemal ise Behiç Bey’in şahsında güvenilir ve sağlam karakterli bir dost bulmuştur.
Behiç Bey, Mustafa Kemal’in 1911 yılında Trablusgarp’da İtalyanlara karşı savaşırken mektup yazdığı nadir insanlardan biridir. Aynı şekilde, 1914 yılında Sofya’da Askeri Ateşe iken, 1918 yılında Viyana yakınlarında senatoryumda yatarken de Behiç Bey’e mektuplar yazmıştır.
Mustafa Kemal, ilk eseri olan ‘Takımın Muharebe Talimi’ adlı eserini, beraber katıldıkları bir manevrada, Behiç Bey’in ısrarlı tavsiyesiyle yazar.. Behiç Bey, rütbece büyük olmasına rağmen, Mustafa Kemal’in askerlik bilgisinden etkilenmiş ve kendisine anlattıklarını yazmasını istemiştir.

1910 Yılında İstanbul – Selanik Demiryolu Müfettişliğine tayin edilir..
Hat muhafızlığı önceleri sadece demiryolunun Bulgar çetecilerin sabotajlarına karşı koruma amaçlı iken zamanla hattın askerliği ilgilendiren tüm işlerinden sorumlu hale getirilmişti. Bu durum hattı işleten yabancı şirketin direnciyle karşılaşmış ise de zamanla oturmuştu.
Bu arada Mustafa Kemal, katıldığı tatbikatlara Behiç Bey’i de davet eder. Mustafa Kemal bu tatbikatlarda rütbesini aşan şekilde insiyatif almakta ancak bunu üst rütbeli subayları gücendirmeden başarabilmektedir. Bu tatbikatlardan çıkardığı dersleri de kaleme alır. ‘V. Kolordu Erkan-ı Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati – Selanik 1327 (1911)’ isimli bu eserini yine Behiç Bey’e hediye eder.
1911 Yılında Mustafa Kemal ile yolları ayrılır. Mustafa Kemal Libya’ya, İtalyanlar’a karşı yollanan subaylar arasındadır.

1912 Balkanlar’da bozgun yılıdır..
Bu arada Behiç Bey bir Osmanlı tarafından demiryolları hakkında yazılmış ilk ve tek eser olan ‘Demiryolunun Askerlik Açısından Tarihi, Kullanımı ve Teşkilatı’ adlı eserini yazar. Eserinde Fransız, Alman, İngiliz ve Rus demiryolculuğunu inceler. Osmanlı sistemi ile karşılaştırır. Son kırk elli yılda demiryollarının harplerin kaderinde belirleyici rol oynadığını vurgular.
Balkan Harbi başlar. Selanik Yunanlılara savaşmadan teslim edilince, 1912 yılında Behiç Bey de Yunanlılara esir düşer.. Esareti 11 ay 8 gün sürmüştür.
18 Ekim 1913’de İstanbul’a döner. Genel Kurmay Başkanı İzzet Paşa’yı görür. 3 Aralık 1913’de Genelkurmay 3. Şube Şimendifer Kısım Amiri olarak tayini çıkar.

Enver Paşa’nın ordudaki reformları..
1913 ve 1914 yılları, Enver Paşa’nın Alman teknik, mali ve personel desteğiyle yürüttüğü, ordunun yenilenmesini ve güçlendirilmesini amaçlayan reformlarını hayata geçirdiği yıllardır. Alaylı subayların tamamı emekli edilmiş, ordu baştan aşağıya tekrar yapılandırılmış, genç subayların önü açılmıştır.. Başka konulardaki tutum ve politikaları ne kadar eleştirilse de, Balkan Savaşı’nın düşmanla her karşılaştığında yüzgeri eden, aciz ve zavallı Osmanlı Ordusu’nu, I. Dünya Savaşı’nın dört yıl boyunca sekiz cephede başarı ile savaşan Osmanlı Ordusu haline getiren Enver Paşa’dır. Enver Paşa’nın bu baştan aşağıya yenileme gayretleri; seferberlik planlarını, askere alma kurallarını, ikmal sistemlerini de kapsıyordu.

1914 yılı.. Enver Paşa ile yıldızı barışmaz..
Behiç Bey bu yıl Kaymakam (Yarbay)’lığa terfi eder. Enver Paşa artık İTC’nin siyasi gücü ile edindiği Tuğgeneral rütbesi ile Harbiye Nazırıdır. Behiç Bey’den oldum olası hoşlanmaz. Onu ‘Askere Alma Kısım Amiri’ olarak tayin eder. Behiç Bey bu görevde, Alman kurmay subaylarıyla birlikte yeni askere alma kanununu hazırlar. Öte yandan Osmanlı Ordusu’nun seferberlik planları Almanların gözetiminde yenilenmektedir. Ordu Dairesi’nin başına, İkmal Şubesi Müdürlüğü de uhdesinde olacak şekilde Alman Albayı Kannengiesser getirilmişti. Behiç Bey Kannengiesser’e bağlı olarak İkmal Şubesi Müdür Yardımıcısı’ydı.

1914 Sonunda I. Dünya Harbi’ne girilir.. 18 Mart, 1915’de Müttefik donanması Çanakkale’ye dayanır..
Çanakkale Cephesi’nden sorumlu olan V. Ordu’nun Komutanı Liman von Sanders Paşa’ydı. Müttefikler Çanakkale’yi denizden geçemeyeceklerini anlayınca, karaya asker çıkarmaya başlarlar. Liman von Sanders, Başkumandanlık’tan Albay Kannengiesser’in Gelibolu’ya tümen komutanı olarak tayin edilmesini talep eder. Böylece onun boşalttığı Ordu Dairesi Reisliği vekaleten Yarbay Behiç Bey’in üzerinde kalır.

Çanakkale Savaşı – Yarbay Behiç Bey, üstün başarısıyla milletin bu ölüm – kalım sınavında önemli rol oynar..
Yarbay Behiç Bey Çanakkale Savaşı’nın neresindedir? Cephesi hariç her yerinde. Cephede tüketilen her türlü ihtiyaç maddesi, gıda maddesi, silah, cephane, sağlık malzemesi ve maalesef içlerinde binlerce şehit ve gazimizin de olduğu askerlerimiz hep Behiç Bey’in yaptığı planlara göre ve yönettiği ikmal teşkilatı tarafından cepheye ulaştırılmıştır.

Yarbay Behiç Bey’in seferberlik planlarına katkısı..
Behiç Bey, bilgisi, karakteri ve çalışkanlığıyla birlikte çalıştığı Alman kurmaylarını etkilemiş ve güvenlerini kazanmış bir subaydı. Bu sayede Alman usullerine göre yapmaya çalıştıkları planların yürümeyeceğini, Balkan Savaşı’ndan çıkardığı derslerle anlatabilmiş ve kendi görüşlerini kabul ettirebilmiş, bu sayede özellikle Marmara Bölgesi, İstanbul ve Çanakkale Cephesi’ni ayakta tutacak seferberlik ve ikmal planları Behiç Bey tarafından önerildikleri şekilde kabul edilmişlerdir.
Örnek olarak şu olayı anlatabiliriz: Alman subayı Baare Bey’in hazırladığı karmaşık seferberlik plan taslağına göre, o zamanki mevcut demiryolunun sağlı sollu 22,5 km, yani bir yürüyüş mesafesinde yaşayan yükümlüler, yanlarına beşer günlük yiyeceklerini alarak en yakın istasyonda toplanacaklardı. Behiç Bey, Balkan Savaşı’nda, erlerin değil taburların bile orada burada unutulduğunu, bu tip planların bizde çalışmayacağını savunur, Almanları ikna eder. Sonunda Albay Kannengiesser “Peki. O zaman bu planın bir alaturkasını sen yap bakalım” der. Behiç Bey’in yaptığı plan hem Almanlar, hem Genel Kurmay tarafından beğenilerek kabul edilir. Behiç Bey planında İstanbul, Çanakkale ve bölgenin savunmasında görev almak üzere Marmara sahillerinde konuşlanacak altı kolordunun her birisine 300,000 nüfuslu askere alma daireleri tahsis etmiştir.
Behiç Bey’in planlarında Anadolu tarafında Soma – Bandırma, Trakya tarafında İstanbul – Uzunköprü demiryolu hatlarından geniş şekilde istifade ediliyordu. Demiryolu ile ulaşılabilen en yakın noktadan itibaren ulaşımın kağnı, at arabası, at ve hatta eşeklerle nasıl yapılacağı detaylarıyla hesaplanmıştı.

İkmal işlerinin başında..
Bunun gibi pek çok meselenin çözümünde o kadar başarılıdır ki, isteğine rağmen cephe görevi alamaz. İkmal işlerinin başında tutulur. Hatta bu durum kıdem almasını geciktirdiği ve terfisine mani olduğu için, Almanların teklifiyle ve Almanya’da uygulanan bir usul yürürlüğe konur. Yarbay Behiç Bey, bir Ordu Kurmay Başkanı ile eş tutularak kendisine bir yıl dokuz ay kıdem verilir. Bu surette 1917 yılında Miralay (Albay) olacaktır.

Çanakkale’nin ikmali..
Cephe gerisinden yapılan sevkiyat ilk olarak başında Liman von Sanders’in bulunduğu V. Ordu’ya yapılıyordu, oradan da V. Ordu Menzil Müfettişliği’ne. Kullanılan ikmal hatları şunlardı:
1. Hat: Uzunköprü – Keşan – Gelibolu
2. Hat: Biga – Lapseki – Çanakkale
3. Hat: Balıkesir – Ezine – Çanakkale
Ordu bölgesinde, Menzil Müfettişliği emrinde, Menzil Bölge Müfettişlikleri, Menzil Hat Komutanlıkları, Menzil Yiyecek ve Donatım Ambarları, Menzil Hastaneleri, Menzil Hayvan Hastaneleri, ulaştırmayı sağlayacak ‘kol katarları’ vardı.
Bu kuruluşlar, seferberlik planına göre, kolordularca Menzil Nokta Komutanlıkları, Menzil İstasyon Komutanlıkları, Menzil Hayvan Depoları, Menzil Ulaştırma Kolları gibi kademelere ayrılarak kurulmuşlardı.
Cepheler için ikmal noktaları gayet yakın ve uygun yerlere kurulmuşlardı. Gelibolu’daki muharebeyi iki cepheye ayıracak olursak, Arıburnu için işin başında Eceabat – Kilye hattında dağıtım noktaları açılmışken, bu iskeleler düşman gemileri tarafından bombalanınca bunların yerini Akbaş iskelesi almıştı. Seddülbahir için ikmal hattı ise Soğanlıdere’ydi.
Zeytinburnu Fişek ve Mermi Fabrikası, Bakırköy Barut Fabrikası ve Mühimmat Depoları, Haliç’deki Karaağaç Tapa Fabrikası ve Mermi İmalathanesi, Maçka Silah ve Mermi Deposu ve Gülhane’deki Cephane Ambarı’ndan, bu ikmal hatları üzerinden cepheye sevk edilen cephane, yeterli bolluğu sağlayacak düzeyde değilse de, Gelibolu’daki birliklerimizin efsanevi direnişine yardımcı oldu..

Ölüme sevkiyat..
Yarbay Behiç Bey vazifesini elinden gelen en iyi şekilde yapmaya çalışırken aslında bir dram yaşamaktadır. Cephe, kaybettiği askerin yerine yeni askerler geldikçe ayakta durabilmektedir. Bu da sürekli olarak yeni askerlerin ölüme yollanması demektir. Behiç Bey çalışırken sürekli olarak bunun sıkıntısını çekmektedir.
Örnek olarak, V. Ordunun, III. Kolordu ile beraber, iki kolordusundan biri olan XV. Kolordu o kadar zayiat verir ki, asker mevcudu tam iki kere nerede ise sıfırdan başlayarak yenilenir.
ATASE (Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih Araştırmaları Strateji Etüdler Daire Başkanlığı)yayınlarından, savaş boyunca Çanakkale Cephesi’ne tam 310,000 asker sevkedildiğini, bunların içinden 595’i subay, 56,145’i er ve erbaş olarak toplam 56,740’ının cephede şehit düştüğünü biliyoruz. Bu rakama 100 – 101,000 yaralımızı ve kayıplar, esirler ile hastalanarak cephe gerisine sevkedilenleri ekleyince toplam cephe zayiatının 252,000 kişi civarında olduğu görülüyor.
I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu’nda üç milyonu civarında insanımızın görev yaptığını, bunların içinden 500,000’den fazlası şehit olmak üzere, gazi, esir ve kayıp olarak verdiğimiz toplam kaybın 1,2 milyon kişiye ulaştığını göz önüne alınca Behiç Bey’in yaşadığı çelişki kolayca anlaşılıyor.

Bu arada Behiç Bey’in elinde olmayan bazı gelişmelerin ikmali kesintiye uğrattığını da biliyoruz. Bunların başında Çanakkale’den Marmara’ya sızan İngiliz ve Fransız denizaltıları gelir. O kadar ki, bunlar tarafından batırılan ikmal gemilerinde ciddi asker ve malzeme kaybedildiğini biliyoruz. Hatta bir keresinde Karaköy rıhtımının hemen açığında asker dolu vaziyette torpillenen gemimiz dahi olmuştu..

Madalya yağmuru..
Çanakkale Harbi zaferle sonuçlanınca, Yarbay Behiç Bey, üstün hizmetlerinin karşılığını bir madalya yağmuru ile alır.
Önce, Çanakkale ve V. Ordu Komutanı Liman von Sanders’in teklifi ile, Alman İmparatorluğu’nun II. Derece Demir Haç Nişanı..
Ardından Osmanlı’nın 3. Rütbeden Kılıçlı Osmani Nişanı ve 3. Rütbeden Kılıçlı Mecidi Nişanı.
Sonra, 3. Rütbeden Avusturya Demir Haç Nişanı.
1918 yılında II. dereceden Alman Demir Haç Nişanı’na ilave olarak kendisine aynı nişanın I. dereceden olanı da verilmiştir.
I. Derece Demir Haç Nişanı, Alman İmparatorluğu’nun en yüksek madalyasıdır ve çok az sayıda yabancıya verilmiştir.

Azerbaycan Jandarma Teşkilatını kurar..
1917 yılında kendisine verilen görev uyarınca Azerbaycan Jandarma Kararnamesi’ni hazırlar. Bu çalışma onaylanır. Azerbaycan’a giderek teşkilatı kurma görevi kendisine verilir. O sırada Azerbaycan’da Enver Paşa’nın kardeşi Yarbay Nuri Bey Ferik (Tümgeneral) rütbesiyle İslam Ordusu Komutanı olarak bulunmaktadır. Azerbaycan yönetiminde geçici bir hükümet vardır. Enver Paşa, harp bittiğinde Azerbaycan’ın kendiliğinden Osmanlı’ya katılmasını planlarken, Almanlar buna karşı çıkarak, Osmanlı ile Azerbaycan’ın, Avusturya – Macaristan örneğindeki gibi bir birlik oluşturmasında israr etmektedirler.
Niyet edilen, önce jandarma ve polis teşkilatının kurulması, ikinci merhalede ise ‘Harbiye Nezareti’ (Savunma Bakanlığı) ve Ordu teşkil edilmesiydi.
Behiç Bey, 19 Temmuz, 1918’de, Batum’a gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkar. Vapur bulunamadığından Murat Reis Gambotu Behiç Bey ve yanındaki genç subaya tahsis edilmiştir. Oradan özel bir trenle Tiflis’e ve Azerbaycan’ın Gence şehrine ulaşır.
Behiç Bey’in hazırladığı kararname, 3 Ağustos, 1918 günü, Azerbaycan yetkilileri tarafından, hiçbir değişikliğe uğramadan imzalanarak yürürlüğe girer.
Behiç Bey, aynı yoldan İstanbul’a döner.

Harbin sonu.. Osmanlı teslim olur.. Mondros Mütarekesi (Silah Bırakışması)..
1918’in Eylül sonlarına doğru, okullardaki tarih derslerinde Türk çocuklarına “Müttefiklerimiz mağlup olmuştu.. o yüzden biz de yenik sayıldık..” klişesi ile öğretilen durum ortaya çıkar.. Müttefikimiz Bulgarların, Selanik’e 250,000 asker çıkarmış olan İngilizlere karşı savaştıkları ‘Selanik Cephesi’ çöker. Bulgaristan teslim olur.. Osmanlı’nın Almanya ile olan bağlantısı kesilmiştir. Savaşa devam etmenin imkanı kalmamıştır. Büyük savaş böylece kaybedilir.
7 Ekim’de Talat Paşa başkanlığındaki İTC hükümeti istifa eder. İzzet Paşa Hükümeti kurulur.
30 Ekim’de Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda ‘Mondros Mütarekesi’ imzalanır..
2 Kasım’da Enver, Talat ve Cemal Paşalar bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk ederler..
13 Kasım’da Mustafa Kemal Adana’dan İstanbul’a döner..

II. Bölüm – Behiç Bey’in, Mütareke Dönemi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hizmetleri.. – takip edecek

Bu yazı Behiç Erkin’in torunu Emir Kıvırcık’ın ‘Cepheye Giden Yol’ kitabından yararlanarak yazılmıştır.

]]>
George Friedman – “Gelecek 100 yıl” 2050’de Türkiye ile Japonya, ABD ve müttefikleri ile savaşıyorlar.. /2010/12/george-friedman-gelecek-100-yil/ Tue, 14 Dec 2010 23:46:52 +0000 /?p=11515 George Friedman – Gelecek Yüzyıl
Pegasus Yayınları, I. Baskı: Mart, 2009,
320 Sayfa. Orjinal Adı: ‘The Next 100 Years’

George Friedman, 1996 yılında kurduğu STRATFOR’un başkanı.

Kuruluşun ismi ‘Stratejik Tahmin’ kelimelerinden türetilmiş.

Kendilerini şöyle tanımlıyorlar: “Partizan ve ideolojik olmayan, ne devletle ne de herhangi bir özel kuruluşu ile bağı bulunmayan, yansız bir istihbarat kuruluşuyuz. Olmuş olanlar ve olacak olanlar hakkında bilgi üretiriz, olması gerekenler hakkında değil. Politika tavsiyesinde bulunmayız, politikaları savunmayız”.

STRATFOR, Teksas’ın Austin şehrinde kurulu. Abonelik yoluyla gelir elde ediyor.. ‘Gölge CIA’ olarak adlandıranlar da var.
Kim olursa olsun, Friedman zevkle okunan, düşündüren yazılar yazıyor.. Gündemde kalmayı biliyor.. Bir sonraki kitabı 2011’in Ocak ayında çıkacak. Adı ‘Gelecek 10 yıl’.

Gelecek 100 yıl kitabından alıntılar Türk basınında sık sık yer aldı. En son Güneri Cıvaoğlu da, Friedman’ın tahminleri ile Davutoğlu vizyonunun ne kadar örtüştüğünü ele alan bir yazı yazdı.

Kitaptan basınımız tarafından sık alıntı verilmesi sebepsiz değil. Friedman Türkiye hakkında öyle öngörülerde bulunuyor ki, ilgisiz kalmak zor.

Yıl 2050. Türkiye’nin etki alanı:

Önce, kitabın Türkiye ile ilgili kısımlarından alıntılar yapmak istiyorum. Ardından kitabın en başına dönüp, Friedman’ın 1900 yılından başlayarak, her yirmi yılda bir verdiği dünyanın siyasi durum kesitini paylaşacağım. Bu bakış açısı bana ilginç geldi.

Gerçekten de, yirmi yılllık aralarla dünyaya bakan bir insanın, yirmi yıl sonrası için umdukları ile dünyanın o süre sonunda geldiği nokta arasında muazzam farklar oluşmuş. Friedman bu yirmi yıllık kesitleri vererek bizleri zihnen önümüzdeki yirmi yılların getireceği umulmadık değişikliklere hazırlamak istiyor. Gerçekten çok etkileyici görüntüler çıkıyor ortaya..

Kitaptaki gelecek senaryosuna göre Türkiye güçlenmeye ve büyümeye devam eder. Friedman büyük güçler yarışında Hindistan’a hiç şans vermiyor. Çin’in 2010’larda iç sorunlar yüzünden güçten düşeceğini, Rusya’nın ise 2020’li yıllarda dağılacağını öngörüyor..

2030’lar geldiğinde dünya’da, üçü de Amerika’ya yakın duran üç güç odağı oluşmuştur. Japonya, Türkiye ve Polonya.

Japonya Çin’in ve Rusya’nın Pasifik sahillerinde hakimiyet kurmuş durumdadır..

Polonya başını çektiği Macar – Romen ittifakı ile Ukrayna ve Belarus aleyhine genişlemektedir. Bu blok ezeli rakipleri Almanya’dan korunmak amacıyla da güçlenmek ve güçlerini birleştirmek politikası güderler.

Türkiye ise gerileyen Rusya’nın çıktığı Kafkasları kontrol etmektedir, Güney Ukrayna ve Güney Rusya’da büyük bir etki alanı oluşturmuştur. Kırım ve Odesa bölgeleri en yoğun Türk yatırımı alan yerlerdir. Türk etkisi Kafkaslar üzerinden Kazakistan’a ulaşmıştır. Balkanlar’da hakimiyet tesis etmiştir. Irak ve Suriye Türk bölgesine katılmışlardır. Petrolün önemi azaldığı için Arap yarımadasındaki devletler zayıflamıştır. Onlar da İran’a karşı Türk himayesini tercih etmişlerdir. Mısır çökmüş, Türkiye etkisini Mısır üzerinden Kuzey Afrika’ya yaymaktadır.. Yukarıdaki harita bu etki genleşmesini anlatıyor..
Türkiye bu genleşmeyi silah kullanmadan ekonomik gücü ve siyasi etkisi ile gerçekleştirmiştir.


Kitaptan birkaç alıntı:
Sayfa 194

2020 yılına kadar olan Rusya – Amerikan çekişmesi sırasında, Kafkasya’da bir kriz olacaktır. Ruslar bölgenin güneyine doğru baskı yapacaklar, Gürcistan ve Ermenistan ile müttefikleri üzerinde baskı oluşacaktır. Rus ordusunun Türkiye sınırlarına kadar dayanması Türkiye’de büyük bir kriz yaratacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından ve modern Türkiye’nin kurulmasından bir yüzyıl sonra, Türkler Soğuk Savaş içinde karşılaştıkları aynı tehditle bir kez daha karşı karşıya kalacaklardır.

Daha sonrasında Rusya’nın parçalanmasıyla, Türkler 2020 dolaylarında kaçınılmaz olarak stratejik kararlar vereceklerdir. Tampon bölgenin kaotik durumuna güvenerek, bu kez onlar Kuzeye Kafkasya’ya doğru hamle yapacaklardır ve böylece ulusal güvenlikliklerini güvence altına alacaklardır.

2020 yılında Türkiye dünyadaki ilk on ekonomiden biri olacaktır…. Aslında Türkiye Avrasya ülkelerinin içinde jeopolitik konumu en güçlü olan ülkedir. Türkiye, Arap dünyasına, İran, Avrupa, eski Sovyetler Birliği ülkeleri ve herşeyden önce Akdeniz’e açılımı olan bir ülkedir. Türk ekonomisinin gelişim nedenlerinden biri Türkiye’nin bölgesel ticaretin merkez noktasında olmasıdır. Ülke aynı zamanda üretim gücü ile öne çıkmaktadır.

Sayfa 197

2020’lerde, Türkler Amerika’nın, Rusya karşıtı stratejisi içinde önemli bir araç görevi görecektir. ABD Türkiye’yi Kafkaslar ve Balkanlardaki Müslüman bölgeleri etkileme yönünde cesaretlendirecektir. Bu, Türkiye’nin denizlerdeki hareket alanını güçlendirmesine yardımcı olacaktır. Deniz, hava ve uzay konusunda ABD’den destek göreceklerdir. Türk Donanması Rusların Akdeniz’e açılma ve Kuzey Afrika’da bir macera yaşamalarına engel teşgil edecektir.

Sonunda Ruslar çöktükleri zaman, Türkler bir yüzyıl boyunca sahip olamadıkları bir konumda olacaklardır. …. bölgenin jeopolitik yapısı yeniden düzenlenecek ve Türkiye gerçek bir savaş yaşamadan her yöne doğru etkiye sahip olarak bölgenin egemen gücü olacaklardır. Türkiye henüz gerçek bir imparatorluk olmayacaktır fakat hiç kuşku yok ki, İslam dünyası içinde çekim merkezi olacaktır..

Türkiye’nin giderek gücünü arttırması ABD’de rahatsızlık yaratmaya başlar..
Sayfa 198

ABD’nin Türkiye algılaması belirgin şekilde değişecektir. 2030’lu yıllarda ABD Türkiye’yi bölgesel çıkarları için tehdit olarak görmeye başlayacaktır.
Buna ek olarak, Türkiye’de ideolojik bir değişim olabilir. Osmanlı’nın yıkılmasından beri seküler bir yapı içinde olan Türkiye dine karşı daha esnek bir yaklaşım içinde olacaktır. Amerikan karşıtlığı süreci içinde Türkiye İslam dünyasına biraz daha yakınlaşacaktır ve bir İslam süper devleti oluşturma girişiminde olacaktır. Bu, bölgedeki Müslümanları Türkiye’nin genişlemesine karşı daha hoşgörülü olmaya itecektir.

Sonuç olarak, ABD potansiyel bir İslam devleti olarak gördükleri Türkiye’ye karşı tavır içinde olacaktır. Bu dönemden sonra ABD Türkiye’nin gücüne karşı önlem politikaları yürütecektir..

Sayfa 204

Özet: ABD ilk on yılda, 1990’larda olduğu gibi Polonya, Türkiye ve Japonya ABD’nin müttefikleri olacaklardır.. Güçlerini arttırmaları ABD’nin de gücünü arttıracaktır.
2030’ların sonlarında, bu üç ülke güçlerini arttırmaya devam ederken, ABD’nin bu durumdan rahatsızlık hissetmeye başlayacaktır. 2040’larda, kesinlikle saldırganlaşacaktır. ABD için beşinci jeopolitik ilke ‘Avrasya üzerinde egemen olan güce karşı durmak’tır. Yükselen üç güç Avrasya üzerinde hegamonya kurmaya aday olacaklar ve bunlardan ikisi, Japonya ve Türkiye önemli deniz güçleri olacaktır. Her ikisi de uzayda önemli bir güç geliştirmiş olacaktır.
Sonuç şudur: 2040’larda, ABD huzursuz olduğunda yapılacak ne varsa yapacaktır.

Sayfa 210 – 211

Türkiye, zaten güçlü olan ordusunu ihtiyaçlarına göre geliştirecek ve bu gelişim hatırı sayılır kara kuvveti ile dişli bir deniz ve hava gücünü de içerecek. Gücünü Karadeniz’e yöneltmek, Boğazları korumak ve Balkanlar’daki olayları şekillendirmek adına Adriyatik denizinde ilerlemek hep önemli donanma gücü gerektirecek.
Ayrıca Akdeniz’de Sicilya’ya kadar uzanan hakim bir pozisyon gerektirecek. Bu yüzden, Adriyatik’e açılan kapı olan Otranto Boğazı’nın da kontrol altına alınması gerekecek.
Türkiye Güneydoğu Avrupa’daki ABD müttefiklerini de çevreleyecek ve büyüyen gücüyle İtalya’da bir güvensizlik hissi yaratacak.

Sayfa 211

Eskiden beri istikrarsız olan Mısır bir iç kriz ile karşılaşacak ve Türkiye’nin de lider Müslüman güç konumunu kullanarak ülkede istikrar sağlamak adına Mısır’a girmesi ise kırılma noktası olacak..
Türkler Süveyş Kanalı’nın kontrol altına alacaklar ve Türklerin geleneksel olarak hep yaptığı işi yapabilecek pozisyonda olacaklar: Batı’ya doğru yürümek..
Süveyş Kanalı’nın kontrolü Türkiye için başka olanaklar da açacak..

Sayfa 212

Ardından Türkiye Kızıl Deniz’in ötesine geçecek ve Hint Denizi havzasına ulaşacak..
Japonya tarihsel olarak Basra Körfezi’nden gelen petrole bağımlıdır. Türkler bölgeyi hakimiyet altına aldıklarında ise Türkiye ile iletişime geçmek ve anlaşmak Japonların çıkarına olacak. İki ülke de yükselen bir askeri güç olmanın yanı sıra önemli ekonomik güçler olacaklar. Hürmüz Boğazı’ndan Malaka Boğazı’na kadar deniz yollarını korumak iki ülkenin de çıkarına hizmet edecek.

Buradan sonra savaşa giden yıllar ve 1950 yılındaki büyük savaş anlatılıyor.
O devirde her iki taraf da nükleer güç sahibi olduğundan bu savaşta nükleer silahlar kullanılmamış..

Biz kitabın başına dönelim ve Friedman’ın yirmişer yıllık kesitlerini görelim:
1900 Yılı

1900 yılının yazında o dönmde dünyanın başkenti sayılan Londra’da yaşadığınızı hayal edin. Avrupa doğu yarımküreyi egemenliği altında tutmaktadır….. Avrupa barış içindedir ve zenginlik içinde yaşamaktadır. Avrupa ticaret ve yatırım konularında diğer bölgelerle öylesine iç içe bir bağlılık içindedir ki dönemin çok sayıda etkin kişisi bir savaşın olanaksız olduğunu düşünmektedirler. Çünkü küresel finansal piyasalar böyle bir savaşın uzamasına izin vermeyecektir. Gelecek belirlenmiş görünmektedir. Barış ortamı içinde, zengin Avrupa dünyayı egemenliği altında bulunduracaktır.

1920 Yılı

Kendinizi şimdi 1920’nin yazında hayal edin. Avrupa yıpratıcı bir savaş sonucunda büyük bir yıkım yaşamıştır. Kıta parçalanmıştır. Avusturya – Macaristan, Rusya, Alman ve Osmanlı İmparatorlukları yok olmuş ve yıllarca süren savaşlar sonucunda milyonlarca insan ölmüştür. Savaş milyonlarca Amerikan askerinin müdahalesi ile son bulmuştur… Komünizm Rusya’yı etkisi altında tutmaktadır fakat onun sürüp sürmeyeceği belli değildir. Avrupa gücünün çevresinde bulunan ABD ve Japonya gibi ülkeler birdenbire büyük güçler olarak olarak ortaya çıkmıştır. Ancak birşey gerçektir. Almanya üzerinde kurulan büyük baskılar savaşın kısa bir süre içinde tekrar ortaya çıkmayacağının güvencesi olarak görülmektedir..

1940 Yılı
1940 yılının yazında yaşadığınızı hayal edin.. Almanya kendisini yeniden yapılandırmakla kalmamış, aynı zamanda Fransa’yı da işgal etmiştir ve Avrupa’ya kafa tutmaktadır. Komünizm varlığını sürdürmektedir ve artık Nazi Almanya’sı ile müttefiktir. İngiltere tek başına Almanya’ya karşı koymaktadır ve bu açıdan bakıldığında pek çok mantıklı insana göre savaş sona ermiştir. Artık bin yıllık Nazi İmparatorluğu bir yüzyıl boyunca Avrupa’nın yazgısını belirlemektedir.
1960 Yılı
Şimdi 1960 yazında olduğunuzu hayal edin. Almanya savaş boyunca büyük yıkımlar yaşamıştır. Savaşın başlamasından itibaren beş yıl boyunca büyük yenilgiler görmüştür. ABD ve Sovyetler Birliği tarafından parçalanmıştır. Abvrupa imparatorlukları çöküş yaşamaktadır ve ABD ile SSCB bu mirası paylaşmak için büyük bir mücadele içindedirler. ABD ve SSCB, nükleer silahlarıyla bölgeyi tehdir altında tutmaktadırlar. ABD kütresel bir süper güce dönüşmüştür. Dünyadaki okyanusların tümünü egemenliği altında tutmaktadır ve sahip olduğu nükleer güç ile tüm dünya ülkeleri üzerinde tahakküm kurabilmektedir. Karşısında durabilecek tek güç SSCB’dir. Herkes bu iki gücün karşı karşıya gelmesine kendisini hazırlamaktadır. Arka planda Mao’cu Çin başka bir tehdit olarak durmaktadır.
1980 Yılı
Şimdi 1980 yılının yazında olduğunuzu hayal edin. ABD yedi yıl süren bir savaşın sonunda SSCB tarafından değil, komünist Kuzey Vietnam tarafından yenilgiye uğratılmıştır… Daha sonra petrol bölgesinde olan İran’dan kovulacaktır ve bıu bölgeyi artık kontrol altında tutamayacaktır. Bölge, Sovyetler’in eline geçmiş görünmektedir. SSCB’yi alt edebilmek için, ABD Mao’cu Çin ile işbirliği yapmak istemektedir. Ancak bu ittifak ile güçlü SSCB’ye karşı bir güç oluşturabileceklerdir.
2000 Yılı

Şimdi ise 2000 yılının yazında olduğunuzu hayal edin.. Sovyetler Birliği tamamen çökmüştür. Çin isim olarak hala komünisttir ama uygulamada kapitalist olmuştur. NATO, etki alanını eski Sovyetler Birliği bölgelerini kapsayacak şekilde genişletmiştir. Dünya zenginlik ve barış içindedir. Herkes jeopolitik durumun dünya ekonomisi açısından önemini bilmektedir ve yalnızca Haiti ve Kosova gibi bölgelerde olaylar çıkabilmektedir.
Ardından 11 Eylül, 2001 gelir ve dünya bir kez daha tepetaklak olur.

Friedman, yaptığı analizde, tüm bu şaşırtıcı tabloların aslında tahmin edilebilir olduğunu, her gelişmenin tohumlarının bir önceki evrede atılmış olduğunu, o dinamiği anlayıp analiz edebilen bir yorumcunun gelecek olayları, kesin tarihlerini kestiremese de, öngörebileceğini söylüyor..

Friedman’ın bu kitabı yazmadan Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ adlı eserini ders kitabı çalışır gibi çalıştığı ve Davutoğlu’nun yaptığı analizlerden son derece etkilendiği apaçık görülüyor ki bu da bizim açımızdan apayrı bir hoşluk..

Kitabı tavsiye ediyorum.. Zevkle okunan ve beyin jimnastiği yaptıran bir kitap..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Faik Tonguç – “I. Dünya Savaşı’nda bir yedek subayın anıları” – Doğu Cephesi.. Açlıktan ot yiyen askerler.. Rusya’da esaret.. Ruslar da, biz de yüzyıldır pek az değişmişiz.. /2010/12/dogu-cephesi-acliktan-ot-yiyen-askerler/ Sat, 11 Dec 2010 12:01:17 +0000 /?p=10832 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
II. Basım: Şubat 2001, 424 Sayfa

Bu kitabı neden seçtim.?

Bir kere I.Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi’nde yaşadıklarını karargahtan, harita başından değil, ‘siperden’ yazmış bir insan Faik Tonguç..

İkincisi, – o zaman küçük rütbeli subaylara tabir edildiği şekliyle – ‘Faik Efendi’ idealist bir insan. Savaşa sadece vatani hisleriyle katılıyor. İstemese gitmeyebilecek iken, tahsilini yarım bırakarak gönüllü olarak yurda dönüp savaşa katılmış..

Üçüncüsü, Faik Efendi gördüklerini anlayabilecek, yorumlayabilecek aydın bir kimse. Kaç kere bu tip anıları okurken, yazanın sadece kendi küçük endişeleri açısından bakan, gördüğünü sadece fotoğraf olarak aktarabilen ‘dar kafası’na içerleyerek okumuşken.. Faik Efendi’yi saygı duyarak okuyorsunuz..

Dördüncüsü o devirdeki insanımızın, özellikle askerimizin çektiği sıkıntıları yansıtması..

Beşincisi – belki de bana en ilginç gelen yönü bu oldu – aradan doksanbeş yıl geçmiş olmasına rağmen, hem Ruslarda hem biz Türkler tarafında.. milli karakter bakımından fazla bir değişiklik olmadığını görüyoruz..

Faik Efendi, öyle sahneleri, öyle hareketleri almış ki hatıralarına, sanki bu kadar yıl sonraki okuyucularının yapacakları gözlemleri önceden görmüş de.. onlara aynı konularda yapılmış tespitler bırakmak istemiş.. Faik Efendi’nin yazdıklarını, bugünün Rusya’sında ve Türkiye’de neredeyse aynen görebiliyoruz..

Faik Efendi mi ölümsüz gözlemler yapmış? Yoksa, “Can çıkar, huy çıkmaz” lafı milletler için de mi geçerlidir? İnsan düşünmeden edemiyor..

Faik Tonguç, 1914 yılında, Mülkiye’yi bitirmiş, Londra’da tahsiline devam etmektedir. Harp çıkacağı anlaşılınca aynı yılın yazında İstanbul’a döner, Aksaray Askerlik Şubesine müracaat eder, askere alınır, Harbiye Mektebi’ne kaydedilir, eğitimlere başlar. Dört aylık eğitimden sonra gönüllü olarak Doğu Cephesi’ne sevkedilir.. Arzu etse geri hizmete ayrılma imkanı vardır.. Ama o da, devrin pek çok genci gibi bir an evvel Moskof’la dövüşerek Turan yolunu açmak arzusundadır.. Şarkılar marşlar söyleyerek İstanbul’dan ayrılırlar..

Doğu Cephesine sevk edilen asker ve malzeme demiryolunu ancak Ulukışla’ya kadar kullanabilir. İstanbul – Bağdat Demiryolu buradan güneye kıvrılmaktadır. Rusya, Abdülhamid’e az baskı yapmamıştır, demiryolu doğuya uzanmasın diye..

İstanbul’dan Ulukışla’ya kolayca ulaşan kafile buradan 17 Ocak, 1915 günü Erzurum’a doğru çıkar.. Artık ulaşım araçları develer, atlar, katırlar, eşekler ve at arabalarıdır.. Seyahat bir menzilden diğerine, duraklarda mola vererek organize bir şekilde yapılmaktadır. Ancak eldeki ulaşım araçları ve yolların durumu son derece yetersizdir. Kafilenin ruh hali, yol ilerledikçe gördüklerinden ve yaşadıklarından etkilenip bozulmaya başlar.
Şehir olarak adı geçen Konya, Kayseri ve Sivas, pislik ve gerilik içinde ortaçağdan kalmış gibidir. Sadece iki belde, askeri bir merkez olan Zara ile Meşrutiyet’e kadar 4. Ordu Merkezi’nin bulunduğu Erzincan şehir olarak diğerlerinden daha derli toplu görünürler.. Özellikle Erzincan’ın mamur hali hepsini memnun eder.
Erzincan’dan doğuya ilerledikçe manzara bir felaket manzarası halini almaya başlar.. Tifo, tifüs, Sarıkamış bozgunundan dönen yaralı askerler, yol boylarında serili, açlık, hastalık ya da soğuktan ölmüş insan ve hayvan cesetleri, boşalmış, genci kalmamış köyler.. Sarıkamış’da bozguna uğradığımızı, ordumuzun önemli kısmının donarak telef olduğunu, yolda ve molalarda karşılaştıkları, geriye sevkedilen yaralı subaylardan öğrenirler.. Aslında başarılı gelişen genel taaruz Rusları geriletmiş ise de sonu getirilememiş ve bozguna dönüşmüştür.
Enver Paşa’nın, üzerinden iki ay geçmiş olan bozgunu halktan saklanmaktadır..
Kahramanımız görev yeri olan 10. Kolordu karargahının bulunduğu, Erzurum’un kuzey doğusundaki İd (Narman) kasabasına 9 Mart, 1915 günü ulaşır. Bu, Ulukışla’dan İd’e yol 51 gün tutmuş demektir.. Yolda verilen yük hayvanı zayiatı da cabası.. Mesela yedi gün süren Erzincan – Ilıca arasında, katardaki 220 yük devesinin 120 tanesi kar fırtınası sebebiyle kaybolarak elden çıkmıştır..

“Şimdiye kadar gördüğümüz kasaba ve köyler içinde İd birinciliği kazanmıştı! Sokaklardan geçerken topuğa kadar yükselen çamur içerisinde, daha gömülmelerine vakit bulunamamış bir cesedin koluna, bacağına basmadan geçmek mümkün olmuyordu.. Dam içlerinde tüyler ürpertici manzaralar, kapısının üstünde ‘Şehitler Mezarlığı’ yazılı levhası bulunan dört duvar arasındaki ölü yığınları.. …ağızları yarı açık, sönmüş gözleri arasından toprağın doymak bilmeyen midesine atılmayı bekleyen ölüler, insan eti yiyerek domuz gibi olmuş, yamyamlaşmış bir sürü köpeğin korkunç bakışları, insanın duygularını, düşüncelerini felce uğratacak ve yaşadıkça hafızasından silinmeyecek hatıralar..
Birbiri üzerine yığılmış, tepecikler meydana getirmiş bu ‘cehalet şehitleri’nin hepsi, tifo, ateşli humma ve özellikle tifüsün yaptığı tahribattan ileri gelmişti.. Bu bahtsız, küme küme yatan Anadolu çocukları..”

10. Kolordu, ‘Faik Efendi’yi, beş arkadaşıyla birlikte, 30. Tümen’e bağlı 88. Alay emrine tayin eder. Alay komutanı, diğer arkadaşlarını 1. ve 2. Taburlara, Faik Efendi’yi 3. Tabura gönderir. Tabur Komutanı disiplinsizlikten Harbiye’den atılmış, daha sonra Yüzbaşı’lığa kadar terfi etmiş Erzincan’lı Hakkı Efendidir.. Faik Efendi, bu ‘babacan’ komutanın yanında askerliği öğrenmeye başlar.. Bu arada hastalanır, hastanede yatar.. tam iyileşmeden geri gelir, birliğine katılır..

“Tabur kumandanlarıyla alay kumandanı arasında yüksek sesle tartışmalar olurdu.. Subaylar birbirleriyle, bazen de bizimle alay ederlerdi.. Biz subayların yanında gülemez, söze karışamazdık, bizler kendimizi subay sanırdık ama öteki subaylar bize onbaşı gözüyle bakarlardı.. Bazıları subay adaylarının subaylar arasında kalmalarını doğru bulmazlar, çavuşların yanında kalmamızı isterlerdi.. Fakat böylelerine karşı bizi savunanlar da çoktu.. Sonraları, bu sakat fikirli subaylarla da canciğer kuzu sarması olduk, birbirini takip eden ortak felaketler bu dostlukları pekiştirdi..”

Daha iyileşmeden, büyük bir Rus taarruzu başlar. Yürüyecek hali yokken kaldıkları köy Kazakların baskınına uğrar.. Yakın arkadaşı Eşref Efendi kendisini bırakmaz, sürükleyerek, çekerek, dinlenirken başında bekleyerek, buldukları bir ata Faik Efendi’yi bindirerek.. kaçırır…
Günlerce dağ bayır yürüyerek kendi alaylarını bulurlar..

“Sabahleyin durum daha da kötüleşmişti.. Solumuzdaki düşman taaruzu şiddetlenmişti.. Düşman topçusu ve makinalı tüfekleriyle solumuzdaki 90. Alay’ın üzerine yüklendi.. Kar üzerinde her iki tarafın da hareketleri iyice görülüyordu.. Bu muharebe üç saat kadar devam ettikten sonra, 90. Alay’ın çekilmesiyle ateş kesildi.. Düşman solumuza geçmişti..
Alayımızın bu mevzilerde kalması imkansız olduğundan bize de çekilmek için emir verildi. Düşmam yalnız bizim tümene değil, Ahpisor etrafındaki öteki tümenlere de aynı zamanda büyük kuvvetlerle taarruz ediyordu.. Bizim alayların mevcudu çok az olduğundan düşman baskısına dayanamıyor, çekilmek zorunda kalıyorlardı..
Bugünlerde, bizim tümen iki saat bile bir yerde karar kılamıyor, ileri geri derin vadilere iniyor, derelerden yükseklere çıkıyor, durmadan yürüyüş yapıyordu.. Bizim gibi takım subaylarının bu yürüyüşlerin, düşmana karşı yapılan bir gösteriş olduğundan haberi yoktu.”

Günlerce bu şekilde yürüyüşlerle yer değiştirirler..

“Bu harekattan sonra, tümen kumandanı Bahattin Bey’in şöhreti her tarafa yayıldı.. Bahattin Bey, hiçbir kumandanın cesaret edemeyeceği büyük bir manevra ve gösteriş yapmış, düşmanın şiddetli takip ve taarruzunu şu suretle durdurmuştu:
Tümenin solunda bulunan 29. Tümen düşmanın büyük kuvvetlerle yaptığı taarruza dayanamayarak, çok önemli bir nokta olan Ahpisor Gediği’ni terk etmeye mecbur kalmıştı. Bizim tümen kumandanı, tümenin mevzilerini tamamen boş bırakarak, Erzurum istihkamlarının yanına düşmek üzere olan düşmanı tehdit etmiş; bazen ufuk hattı boyunca tepelerden, bazen vadilerden geçerek dağlara tırmanarak, üç alayın birerli kolda sağa sola yürüyüş yapması, düşmanın 29. Tümen’e takviye kuvvet geldiğini sanmasına yol açmış. Düşman 29. Tümen’in takibini bırakarak, biraz da geri çekilerek, bulunduğu mevkileri tahkime başlamış.. Bahattin Bey, çekilmekte olan 29. Tümen Kumandanı’na “çekilmekte olan düşmanı takip etmesini, Ahpisor Gediği’nin tekrar işgal edilmesini” emretmiş. Erzurum istihkamları önlerine kadar ilerlemesi kesin olan düşmanı çekilmek zorunda bırakmıştı..
… Askerliğin bu yüksek tarafı, doğal olarak bizim anlayacağımız şeyler değildi..”

1915 yılının baharı gelmiştir.. sıkıntı sadece düşmandan kaynaklanmaz..

“Bugünlerin en önemli meselesi, karşımızdaki düşmandan çok, iaşe işi olmaya başladı.. Yolların çamur deryası haline gelmesi, taşıtların azlığı yüzünden bölükler ciddi bir açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Yüzelli dirheme (480 gr) inmiş olan asker tayını bile verilmez oldu.. Subaylara verilen de kuru peksimet, ara sıra gelen bir parçaçık etten ibaretti.. Bu böyle devam edebilse yine memnun olacaktık. Zaman oluyordu ki, bunu dahi bulamıyorduk.. Askerin hali pek feci olmaya başladı.. Bir gün ihtiyatta bulunduğumuz köyden, ileri hattı teslim almaya giderken askerler tanıdıkları pancar, yemlik, kuzu kulağı gibi otları yemek için her biri bir tarafa dağılıverdiler.. Dağılan askeri toplamakta bir hayli zahmet çektim.. Gerçekten ot yemek mecburiyetindeydik. Açlık bir şeye benzemiyordu…
..sağlam yapılı köy çocuklarını zayıf, cılız bir hale getiriyordu; dayanma güçleri düşüyor, yürürken şurada burada yığılıp kalıyorlardı.”

Açlık dışında başka sıkıntıları da vardır..

“Hastalığım sırasında değiştirdiğim bir kat çamaşırı yıkatmaya zaman ve fırsat bulamıyordum.. Çamur içinden çıkarılmış bir hasırı dört kat yaparak içine girip yatıyordum. Her tarafımızı sarmış olan haşerat dayanılmaz bir hal alıyor, ayıklamakla bitmiyordu. Dolaklarımın içinde gizlediğim kaşığın sapını ateşte sızdırarak, elbisenin dikiş yerlerine sıvaşmış olan bit yumurtalarını yok etmeye çalışıyordum..”

Bu arada çeşitli çatışmaları yaşar.. Gitgide gerçek bir asker olmaya başlamıştır.. Bir keresinde 80 mevcutlu bölüğünün yarısı bir Rus hücumunda şehit düşer.. Gün olur, açlık o kadar etki eder ki, bileğinde tüfeğinin mekanizmasını kuracak gücü kalmamış askerin ateş edemediğini görür..

Faik Efendi, 29 Mayıs, 1915 günü bacağından vurularak yaralanır.. Sislerin içinden, Türkçe “Ateş etmeyin! Biziz! diye seslenerek yaklaşan askerler, Rus ordusundaki Ermeni ‘fedaileri’ çıkar.. Faik Efendi ve etrafındakiler aldanmıştır.. Çok zayiat verirler.. Önce vurulduğunu anlamaz.. birisi bacağına sopayla vurdu zanneder.. Bunu eğitimsizliğe verir.. Ermeniler zaten Doğu Anadolu’nun köylerindendir.. Karşıdan “Nerelisin hemşerim?” diye bağıran Ermeni askerini Türk askeri zanneden nefer, mesela “Sivas’lıyım!” dese, Sivas’ın köylerini bilen Ermeniler onunla konuşmaya başlayıp, kolaylıkla yaklaşabilmektedir..

“Kendine güvenen yaralılar geriye gidebilir” emri verilince, o yaralı haliyle, türlü sıkıntılar içinde Erzurum yoluna düşer. Yolda yarası iltihaplanır..

“Kısacası tasavvur edilemiyecek zahmetle Erzurum’a geldik. Günlerce, sefil perişan bizi tedavi edecek hastane aradık. Erzurum’da şık, genç, dinç subayları görüyordum. Her birinin göğsü bir harp madalyası şeridi veya gümüş madalya ile süslenmişti. Sivri, Karapınar muharebelerinde yararlılıkları görülmüş de şimdi burada istirahat ettikleri sanılırdı. Oysa hiçbiri tüfek sesi dahi duymamıştı.
Parlak çizmeleri, ütülü elbiseleri ile törene gidercesine, oynak bedenleriyle yanımızdan geçip gidiyorlar, bizim gibi kılıksız, pislik içinde yüzen, kaplumbağa kadar bitleri olan, günlerdir sargısı değişmeyen, günlerdir sargısı değişmeyen yaralarından kötü kokular yayılan sefillere yukarıdan bakıyorlardı. Bu efendilerin burada muharebe dışı kalmalarının biricik sebebi, dalkavuklukları ve sakalsız, bıyıksız, düzgün vücudlu olmalarıydı. Bu beylerin karargahı, ordu kumandanı Arap Kamil Paşa’nın dairesiydi. Erzurum’dakiler, gerek ordu dairesinde, gerek menzil müfettişliği karargahında olup biten rezaletleri anlatmakla bitiremiyorlardı. Bu rezaletlerinde o kadar ileri gitmişlerdi ki durumlarını halktan ve askerden saklamak lüzumunu bile hissetmiyorlardı..
Keşki gelmeseydim de görmeseydim..”

Hastaneler, “yer yok” diyerek kapıdan çevirirler.. Merkez Komutanlığı’na müracaat ederler.. Neredeyse kapıdan kovulurlar.. Sonunda bir ‘hayır sahibi’nin yardımıyla, şehir dışında yeni kurulmuş çadırlı Kızılay Hastanesi’ni bulurlar.. yanındaki sekiz yaralı neferle beraber burada tedavi olurlar.. İstanbul’dan ayrılalı altı ay olmuş ve ilk defa burada pantolonunu ve ceketini çıkararak yatabilmiştir.. Burada onbeş gün yatar ve on günlük raporla taburcu olur..

“İstediğim para evden gelmeseydi, bu on günü Erzurum’da geçiremeyecektim. Cephede subay vazifesi görüyorduk ama daha maaş vermiyorlardı. “Namzet” adı altında, hayrına çalışıyorduk.” Küçük yaştan beri parasız yatılı olarak, bugünler için okutulmuş, yetiştirilmiş, ordu ve menzil karargahlarında görev yapan, lüzumundan çok fazla, yüzlerce subayın ileri hatlara gönderilmeleri icap etmez mi? Bizim gibi üç günlük askerlere bir yüzbaşının yapacağı işlerin verilmesi doğru olur mu? Gerçi gece gündüz, canla başla çalışıyorsak da, deneyimlerimiz, askeri bilgimiz bu işleri görmeye yetiyor mu?
Raporumu tasdik ettirmek için menzil karargahına gittiğimde bütün daireyi boş buldum; herkes bisiklet yarışına gitmiş, raporumu tasdik ettiremeden döndüm.

Konaktan konağa mola vererek birliğine geri dönmek üzere, hastaneden yeni çıkmış bir ‘Namzet’ arkadaşıyla birlikte Erzurum’dan ayrılır.

“Karagöbek konağında, akşamdan bize ayrılan hayvanların, sabahleyin, tümenlerde işe yaramadıkları için geriye gönderilen subaylara verilmiş olması bizi çok üzdü. Bir gün önce vazifelerine yetişmeleri lazım gelenlere verilen hayvanların, geriye istirahate gidenlere verilmesinin sebebini anlayamıyorduk. Rütbesi olmaktan başka bir değeri olmayan, daha garibi, doğru dürüst bir mektup yazamayan, yazdığı rapordan bir şey anlaşılmayan bu rütbelilerin bizim hakkımızdaki düşünceleri bir türlü anlaşılamıyordu.
Tümenlerden orduya geri gönderilen subayların bir kısmı gerçekten işe yaramaz idiyse de, bir kısmı da yukarıdan himaye görerek geri hizmetlere alınıyorlardı.
Benim gibi üç aylık askerlik hayatı olanlara bölük teslim edildiğine bakılırsa, ileri hatlarda subay eksiği çok önemliydi.
Alaydan geri gitme emrini alanlar, arkadaşlarına vedaya geldiklerinde, “Dostlar şehit biz gazi”, “Dostlar cennete biz memlekete” diyerek ayrılıyorlardı. Bu alaylar, cephedekileri yürekten yaralıyordu.”

Ulaşım aracı bulunmayınca, bu köyde iki gün geçirirler..

“Bu günlerin birinde, ordu kumandanını Tortum’daki çadırlı ordugahtan Erzurum’a dönerken gördük. Kumandan Paşa’nın kibir ve gururu gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı. Kanuni Sultan Süleyman devrinde Erzurum Beylerbeyi’nin, bin kişilik maiyeti ile gidişini çok andırıyordu. Yalnız, iriyatrı gür sakalı, kürklü, heybetli selam ağaları, katardaki hayvanların “Erzurummm Vann” diye ses veren çıngırakları eksikti. …..
… En önde güçlü atlar üstünde yakışıklı iki genç subay, arkasından tek başına beyaz atında, İskender misali büyük kumandan, ilk bakışta insana esmer yüzü insanda antipati yaratan Paşa Hazretleri, arkasında adedi bilinmeyen güneş yüzü görmemiş yaverleri, emir subayları, daha sonra talimgahlardan seçilmiş genç, güzel, tombul süvariler, iyi beslenmiş atların üztünde pür azamet Karagöbek Köprüsü’nü geçiyorlardı.
Köyün nokta kumandanı, sevk memuru, iaşe subayı gibi isimler alan, yüzbaşıdan aşağı rütbesi bulunmayan sekiz subay, köprü başında tören kıtası Kumandan Paşa’yı uğurluyorlardı.
Şu küçük köyde bu kadar subayın vazifesini, bir teğmenle iki yazıcı erin mükemmelen yapacaklarından şüphe yoktu..
Kumandan Paşa, Erzurum’a döndükten sonra, Karagöbek nokta kumandanının, çalışması karşılığı ikiyüz lira para ödülüyle taltif edildiğini işittik.
Olgun, gerçekten aydın, iyi öğrenim ve terbiye görmüş kafalar, bu gibi gösterişlerden zevk duymazlar..
… İleri hatlarda, erzak taşıyacak hayvan kıtlığından aç kalan, ot yiyen askerler, takattan düşen subaylar, bu yüzden kayıp verip dururken…
… bunu kumandanın başka soydan olmasına verebilir miyiz?
… aracı kendim için aramıyordum; arkadaşım hastaneden yeni çıktığından, yürümeye gücü yoktu. Güçsüzlüğün nedemek olduğunu yaşadığım için ben de çok iyi biliyordum”

Taburuna tekrar katılır.. Cephede durum şimdi biraz daha iyidir.. 29 Temmuz, 1915 gecesi, bir karşı taaruza katılırlar. Faik Efendi bölük komutanıdır ve 97 tüfekli askeri vardır. Bu arada Ramazan gelmiş.. 27’si olmuştur.. O gecenin Kadir Gecesi olduğunu, hücüm öncesi bir cesaretlendirme konuşması yapan, bölüğüyle emrine verildiği Jandarma taburunun komutanından duyarlar.. Üç gün sonra bayram olduğundan bile haberleri yoktur.. Ertesi gün, Osmanlı birlikleri Rusları Karadağ’dan geriye atmak üzere ileri harekata başlarlar.. Düşman buradan sökülürse, Oltu’ya kadar tutunabileceği mevzi bulamayacaktır..

“Karadağ’ın boyun noktası, bir tarafı uçurum, dar bir geçit olduğundan, bizden ya da düşmandan vurulanların uçuruma yuvarlandıkları seçilebiliyordu.. Kolordu kumandanı, Harbiye Nazırı, maiyeti, subaylar, ellerinde dürbünler, arasıra kahkaha ile gülüyorlar, bir komedya sahnesi seyrediyor gibiydiler.. Biz küçük subaylar bu manzara karşısında ağzımızı bıçak açmadan, üzüntü içinde bütün subayların gerisinde, biraz da uzakta, bu gülmelere bir anlam veremiyorduk.”

Yukarıdan tutarsız emirler gelir.. Gece yarısı terk ettikleri sırtları sabah tekrar işgal etmeleri istenir..

“..dün akşam tuttuğum tepeleri tekrar tutacaktım.. Askerde akşamki neşe yoktu. Yine besmele çekip şahadet getirerek arkama düştüler.. Türk askeri sabır ve tahammülü bakımından dünyanın en dayanıklı askeri olarak tanınmıştır.”

Ertesi gün Faik Efendi’nin bölüğü de düşmanla çatışmaya başlar.. Pek çok şehit, yaralı, kayıp verirler..

“Ruslar büyük fedakarlıklarla cesetlerini toplayıp götürdüler. Ölülerini muharebe meydanında bırakmıyorlardı. Bizde şehitlere hiç önem verilmiyordu. Bir askere, ölünceye ya da yaralanıncaya kadar değer veriliyor, sonra kimse yüzüne bakmıyordu.. Halbuki taburda ölen bir katırın, tırnak numarası, yaşı, nitelikleri hakkında bir sürü soruşturma açılması, bir dosya oluşturulması…”

“Tarlalar arasında açıkta kalan şehitlerimizin hiç olmazsa yerlerinde defnedilmeleri hakkında yazılan yazılara cevap bile alınamadı. Düştükleri yerde çürüdüler, kurda kuşa yem oldular, beyaz bayraklı sıhhiye erlerinin gelmesini bekledik durduk..”

“Kumanda ettiğim bölüklerin – Faik Efendi subay kıtlığından ve zayiattan dolayı artık birden fazla bölüğe komuta etmektedir – bu kadar zayiat vermesi idaresizliğin bir neticesiydi. Alay kumandanı her emrine “Ben Sinanis’in sırtlarındayım” cümlesini yazardı.. Bu mevki bizim muharebe ettiğimiz yere tam 2,5 saatlik bir mesafede bulunmaktaydı. Ben ateş hattından durumu bildirir rapor yazadım; bu rapor artık neredeyse tabur kumandanını bulacak, sonra alaya yazılacak, saatlerce vakit geçtikten sonra yine tabur yolu ile bölüğe emir gelecek. Eğer alay kumandanı da, bizim tabur kumandanı gibi, kendiliğinden karar vermekten aciz biriyse, tümene, belki de kolorduya yazılacak, aynı yolu takip ederek ileri hatta tarifi imkansız zorluklar içinde bocalayan bölük subayına emir gelecek. Kaybedilen bu uzun zaman içinde umulmadık olaylar meydana geliyordu……
…. kıtalarının harekatını yakından izlemeyen bu zevat için sorumluluk da yoktur, yerlerine getirilecek adam da yoktur..
Yiyecek, giyecek, kısacası hiçbirşey yok, baştan aşağı bir yokluk içinde çırpınıp duruyorduk..”

1915’in Ağustos ayını da üç düşman baskınını savuşturarak geçirirler.. Zaman zaman iki tarafın askerleri – yasak olsa da – gizlice buluşup tütün ile şeker takası yaparlar.. Bizde şeker,karşı tarafta tütün kıtlığı vardır..
İki taraf da diğer tarafın moralini bozacak bildirileri birbirinin askerlerine ulaştırmaya çalışırlar..
Bu sayede Rus ordusundan Polonyalı ve Ukraynalı askerler kaçıp bize sığınırlar..

“Biri Rus sosyalist mebuslarının, diğeri Ukrayna özgürlükçülerinin, renkli kağıtlara basılmış bildirileri pek rağbet görüyordu. Bu yazılı propagandanın etkisi gecikmiyor, semeresi çabuk alınıyordu. Her gün erkenden alay cephesindeki nöbetçi hatlarına gelerek, öğrendikleri iki kelime Türkçeyle, “”Osman Kardeş!” diye bağırıyorlar, teslim oluyorlardı.”

Karşı tarafın bildirilerinde Osmanlı ordularının diğer cephelerde düştükleri zor durum anlatılmaktadır.. Ancak bizim neferlerin çoğı okuma yazma bilmediklerinden işimiz daha kolaydır.. bildiriler bizim askere tesir etmez..

“Eğitimsizliğin, cehaletin biricik faydasını burada görmekten memnun olurduk!”

Rus Ordusu’ndaki Kazan Tatarı Müslüman askerlerin, karşı tarafın yapacağı baskınları bizim askerlerimize haber verdikleri olur..
Eylül ayı sakin geçmektedir. İlk defa bu kadar uzun bir dinlenme fırsatı bulurlar.. Yine de ufak tefek olaylart olur.

“Alay kumandanı, şehitlerden kalan paradan zimmetine para geçirmiş olduğu anlaşıldığından tevkif edilerek kolorduya gönderildi.”

Bir gece karşı cephede ateşlerin yakıldığını, şenliklerin yapıldığını görürler, haber alamadıkları “Çanakkale cephesi mi düştü acaba?” diyerek sabahı zor ederler. Ardından, Çar II. Nikola’nın cepheyi ziyarete geldiğini öğrenirler..

“Böyle önemli bir şahsiyetin cepheye gelmesi hayra alamet sayılmazdı. Yakında büyük bir düşman taarruzuna uğrayacağımız anlaşılıyordu.”

“Bu sırada alay karargahı olan Sinanis köyünde subaylar arasında bir atış yarışması düzenlendi. Arkadaşlar gibi günlerce hazırlanamadığımdan üçüncülük kazandım..”

Kasım ayında Asteğmenliği kabul edilir ve maaş almaya başlar..
Bu arada Çanakkale Zaferinin haberi kendilerine ulaşır.. Bayram gibi kutlarlar..
Beklenen Rus taarruzu 27 Aralık, 1915’de başlar..

“Önce süvari, sonra piyade hücumlarıyla Sivri vadisine sokulmak isteyen düşmanın taarruzları def edildi.. Ertesi gün 11. Kolordu cephesinin yarıldığı haberi geldi. Bizim de çekilmemiz kesin gibiydi.. Alayın ağırlıklarını geriye taşımak için ….. alay kumandanından emir aldım… önce Ekrek köyünden yirmi kağnı arabası alarak alaya gönderdim. Bu köyün iriyarı, ak sakallı yaşlı muhtarına attığım dayak yüzünden çok üzüntü duydum…. birçok köylüyü ağlattım… Şefkat, merhamet, insanlık duygusu tümden susmuştu. Birkaç köy yok edilse bile ağırlıklar geriye taşınacaktı.. Ordunun faydası için yapılan her hareket mübah sayılır, hiçbir engel tanınmazdı. Vazifenin emrettiğini yapıyordum, ama bizim bu yaptığımız düpedüz bir çapulculuk ve soygundu… ulaşım araçların, yiyeceğin, giyeceğin yoksa ne diye savaşıyorsun?…. bu halka göç etmeleri için emir verilmişti… Herşeyleri alınmış bu insanlar nasıl kaçacaktı? Birkaç gün sonra ırz ve canları Kazak süvarilerinin ayakları altında kalacaktı… Alaylar sıkıştıkça, bir subay silahlı askerlerle köylere sokulmuş, ne buldularsa toplayıp götürmüşlerdi..Bir de bu halkın askeri sevmediğinden şikayet ediyorduk.. Yaptığımız bu zulme karşı, bu halkın askere nasıl sevgisi olabilirdi?”

“Getirdiğim hayvanlardan bir kısmı, sahipleri birlikte geldiği için geri verildi. 10 Çift öküz, 7 eşek sahipleri olmadığından alayda kaldı, uzun süre ulaşım görevi yaptı..”

“Hiçbirşey bırakmamak üzere ağırlıkları sağırkaya köyüne taşıttım. buradan daha geriye yaşımak imkanı olmadığından cephane ve erzakla dolu bir ambarı yakmaya mecbur oldum. Düşman şiddetle takip ediyor, köylülerle birlikte çekilirken, halktan sopa zoruyla toplanmış olan erzağı yakıp yok etmekten başka bir çare kalmıyordu..”

27 Aralık’ta başlayan Rus taarruzu gitgide yayılarak, genişleyerek devam eder. 16 Şubat’ta Rus Ordusu Erzurum’a girer.. Faik Efendi, 27 Aralık, 1915’den başlayarak, yaşadığı tüm serüveni, savaşı, gördüklerini, yaşadıklarını sayfalar boyunca anlatır.. Mayıs ayında asteğmenlikten teğmenliğe terfi eder. Neredeyse aralıksız savaşmaktadırlar.
Böylece Temmuz ayına gelinir.. Faik Efendi ile arkadaşlarını son derece sevindiren bir gelişme olur.. Çanakkale Savaşı sona erdiğinden, o cepheden boşa çıkan, tecrübeli, iyi donatımlı Osmanlı tümenleri işlerin kötü gitmekte olduğu Doğu Cephesine kaydırılmaktadır. İşte 3 Temmuz, 1916 günü bu askerleri ilk defa gördüklerini, Faik Efendi şöyle anlatıyor:

“Aylardan beri gelecekler, geliyorlar, geldiler diye yolunu beklediğimiz İstanbul askerlerinin geldiklerini nihayet gözlerimizle gördük, bizdeki sevincin sınırı yoktu.
Öğleden sonra mevzilerimizi 25. Alay’ın bölüklerine teslim ederek taburumuzu biraz daha sola aldılar. Yeni mevzilere yerleşmeden yandan şiddetli bir topçu ateşi başladı..
Tam karşımızda, yukarı Lori Ovası’nın doğusunda, 8 – 10 kademe üzerine yayılmış, savaş düzenine girmiş iki alay kadar Kazak süvarisinin, at üzerinde emir bekledikleri anlaşılıyordu. İkindi güneşi bu süvarilerin çekilmiş kılıç parıltılarını, koca kalpaklarıyla dev gibi katanalar üzerinde saldırıya hazır duruşlarını çok iyi gösteriyordu.
Top mermilerinin yakınımıza düşmeye başlaması, şarapnellerin tepemizde patlaması üzerine askerler siperlerini terk ederek geri kaçmaya başladılar. Elimdeki tüfeği kaçanlara doğrulttum. Süvari önündeki bozgunun felaketinden, kaçmanın bir faydası olmadığından, hepimizin kılıçtan geçirileceğinden, Rus topçusunun bir değerinin olmadığından uzun uzun söz ettim.. Sonunda yeni gelen askerlerden de mi utanmıyorsunuz? Sizin korkaklığınıza gülüyorlar, diyerek vaaz faslını kapadım..
Bölükte çavuş onbaşı adına kimse yoktu.. Maneviyatı bozulmuş, gözü daima geride olan bu askerleri yalnız başına idare etmek, siperde tutmak, mücadeleye zorlamanın ne demek olduğunu anlatmak mümkün değildir…
….Bu top ateşinin sürmesi hücuma geçmek üzere olan Kazakların işini kolaylaştırmak içindi.. …düşman ateşinin bizi bu kadar hırpalamasının sebebi, siperlerimizi yandan görmesi, kapalı bir tarafımızın bulunmamasıydı..
İkindi güneşinin guruba yöneldiği sıralarda, karşımızda açılmış olan Kazakların öndeki safları, büyük kılıçlarını sallayarak dörtnala saldırıya geçtiler. Hızla geliyorlardı. 1400 ve 1200 metreden nişangah vererek ateşe başlattım. Ara sıra kendim de ateş ederek siperlerde aşağı yukarı dolaşıyordum. Tam bu sırada olabilecek bir bozgun hepimizin kılıç darbeleri altında yok olmamızdan başka, sağımızdaki alayın gerisinin alınmasına neden olacaktı. Kazakların çok kayıp verdiklerini söyleyerek askerlere cesaret aşılamaya çalışıyordum.
Nişangah 600 metreye inmiş, kısa bir zamanda karşımızdaki Kazaklar tümüyle erimişti. Yaralanarak hızla geri kaçanlar, yedeklerindeki yaralı hayvanları sürüklemeye çalışanlar, hayvanlarıyla birlikte yere devrilenler, yerde debelenerek can çekişen hayvanlar görülüyordu.
Bölük kumandanı olduğunu sandığım büyük kalpaklı, parlak ve uzun kılıçlı bir süvarinin en ileride, bir hayli sokulduktan sonra, bir daha kalkmamak üzere devrilmesi unutulacak manzaralardan değildi. Bundan sonra geridekilerin hareketi ağırlaştı. 300 metre kadar sokulanlar, önümüzdeki tepenin gerisine sığındılar.
Sağımızdaki alayın neferleri büyük bir cesaret ve ustalıkla silah kulllandılar. Eğitim, terbiye, disiplin, teçhizat bakımından biz onların yanında ‘başıbozuk gönüllüleri’ gibiydik. Bu saldırının püskürtülmesinde şeref payının büyüklüğü şüphesiz onlarındı.
Çanakkale’de iki büyük düşmanı denize döken bu aslan yavruları siperlerden ileri atıldılar, kaçmak üzere olan 20 kadar Kazak ve bir o kadar da sağlam katana ele geçirdiler.
“Bunların kaçmasına tepenin sağındaki benim iki mangam engel olmuştur” diyerek, ganimetten bir kısmının bize ait olduğunu iddia ettimse de, “Muharebede bulunan ganimet, onu ele geçiren birliğindir” cevabını verdiler. Bir at bile alamadım.
Bölüğün yılgın, bezgin askerlerini yerlerinden hareket ettirinceye kadar onlar esirlerin yanına varmışlardı.
Yanı başımızdaki bu askerler, Çanakkale’nin cehennem gibi ateşini görmüş oldukları için bu Kazak baskını onlara çocuk oyuncağı gibi geldi. Elbiseleri, sırt çantaları, herşeyleri mükemmeldi.. İyi bakılmış, yüzleri kanlı, hareketleri canlı ve çevikti. Bizim askerler, kendilerine benzemeyen bu askerleri şaşkın şaşkın tepeden tırnağa hayretle seyrediyorlardı.
Demek Osmanlı Ordusu’nda böyle asker de bulunuyordu..”

Faik Efendi, bu çarpışmadan sekiz gün sonra, 11 Temmuz, 1916 günü, Bayburt ile Tercan arasındaki Kop Dağlarının güneyinde, Bandola ovası muharebelerinde, yaralılar dahil 17 neferle beraber Ruslara esir düşer.. Esir düştüğü çarpışma alayının katıldığı son çarpışmadır..
Aynı gün Erzincan da Rus Ordusu’nun eline geçmiştir..
Esaret hayatı böylece başlar..
Bu kısmını özetlemiyorum.. Bu da kendi başına apayrı bir macera..
Bayburt’tan Moskova’nın epey kuzeyinde, ormanlar içindeki bir kasabaya kadar yolculuk.. Orada geçen esaret günleri.. Firar girişimleri..
Çarlığın yıkılıp Bolşeviklerin iktidara geldiği günler..
Esaret hayatı, savaşın bitmesiyle, yine Sirkeci garına, ama Varşova, Viyana, Sofya üzerinden varacağı 27 Haziran, 1918 gününe kadar sürecektir..
Haydarpaşa’dan Doğu’ya hareketi ile, esaretten kurtulmuş olarak tekrar Sirkeci’ye dönüşü arasında üç sene beş ay ve onbeş gün geçmiştir..

Özellikle günümüzün Rusya’sını, toplumsal hayatını, onların ahlak anlayışlarını, iş ahlaklarını, kısaca Rus insanını tanımış olanlara, anıların ‘Esaret’ kısmı çok ilginç gelebilir..

Herkese tavsiye ediyorum.. Az bulunacak lezzette bir anı kitabı…

]]>
Prof. Dr. Atilla Yayla – “Kemalizm – Liberal Bir Bakış” – Tevfik İzmirli, “Kemalizm’den arınmış, kendi halkını Kürt – Türk, başı bağlı – başı açık ayrımı yapmadan, evlatları gibi kucaklamayı öğrenmiş, demokratik bir cumhuriyete kavuşmak ve onun yıldönümlerini gururla kutlamak ümidiyle” sunar… /2010/10/prof-dr-atilla-yayla-kemalizm-liberal-bir-bakis/ Thu, 28 Oct 2010 22:40:06 +0000 /?p=3739
Liberte Yayınları – 89 Sayfa – Haziran 2008

Prof. Dr. Atilla Yayla – Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Arka kapak yazısı:
“Kemalizm, Cumhuriyet tarihimizin büyük bölümünde, siyaseten bazen ama bürokratik olarak her zaman iktidarda kaldı. Fikri temellerinin zayıflığına ilaveten, devamlı iktidarda bulunması, Kemalizmin , fikir olarak, bir nebze olsun gelişme imkanı vardıysa, onu da ortadan kaldırdı.
Bugün gelinen noktada Türkiye gerçek bir demokrasi olmak için Kemalizmi resmi ideolojisi daha doğrusu resmi dogması olmaktan çıkarmak ve Kemalist mirasın çoğu amaçlarını ve araçlarını ya tamamen reddetmek veya ciddi biçimde ehlileştirmek ve medenileştirmek zorundadır”

Merhabalar,
Bugünkü kitabımızın yazarı, kendisini Kemalist beyin yıkamadan uzak tutabilmiş bir düşünür. Liberal fikirleri ile biliniyor. 2006 Yılında konuşmacı olarak katıldığı, AKP İzmir İl Gençlik Kolları tarafından düzenlenmiş ‘Avrupa Birliği ve Türkiye İlişkilerinin Toplumsal Etkileri’ konulu panelde yaptığı bir konuşma yüzünden yargılandı. Konuşması yerel basında yer alınca AKP yetkilileri de ne yapacaklarını şaşırdılar.
Yargılama sürecinde Kemalist papağan sözde aydınlarımız tarafından bir cins manevi lince tabi tutulmak istendi. Bir yıl üç ay hapse mahkum oldu. Hapis cezası ertelendi ama iki yıl uzman bir kişi tarafından denetlenmesine karar verildi.

Atilla Yayla’nın da katıldığı, Habertürk TV’nin ‘Basın Kulübü‘ programından 5 dakikalık bir bölüm internet üzerinden seyredilebilir.

Kitabı özetlemeye çalışmak yerine, mümkün olduğu kadar fazla sayıda, kısa alıntılar vermek daha yararlı olacak..

Kemalizm’den arınmış, kendi halkını Kürt – Türk, başı bağlı – başı açık ayrımı yapmadan, evlatları gibi kucaklamayı öğrenmiş, demokratik bir cumhuriyete kavuşmak ve onun bayramlarını gururla kutlamak ümidiyle alıntılara geçiyorum,

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

sayfa 10..

“Kemalizmle ilgili okuma ve, düşünme ve tartışmalarımın beni ulaştırdığı genel sonuç, resmi propagandanın inanmamızı istediğinin aksine, Kemalizmin demokratikleştirici, insan haklarına saygılı bir ideolojimsi konum olmaktan çok, otoriteryen, totaliteryen bir duruşa ve bakışa yakın durduğuydu.

Bu görüşümü, “Ortak medeniyet paradigması açısından değerlendirildiğinde, Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir” cümlesiyle ….. bir panelde ifade ettim.

Panelden hemen sonra Kemalist – faşist medyanın, kimi Kemalist sözüm ona STK’ların ve maalesef görev yaptığım Gazi Üniversitesi’nin linç kampanyasına maruz kaldım.

Yargı bürokrasisi tarafından da taciz edildim.Linç kampanyası ve çeşitli alanlardaki yansımaları hem şahsım, hem ailem için çeşitli sıkıntılar yarattı ama kampanyanın aktif ve pasif katılımcıları fikirlerimi çürütemedi.

Ayrıca bu olay ülkede kendileriyle evrensel standartlara uygun tartışma yapılabilecek fazla Kemalistin bulunmadığını anlamamı da sağladı..

Bu, ülkemiz adına çok üzücü bir durum. Belki de benim gibi liberal üniversite hocaları, insani değerlerden haberdar, onlara saygı gösterecek ve medeni tartışmalara girebilecek Kemalist aydınların yetişmesine yardımcı olmalı”

sayfa 21..

“Propaganda kampanyaları sadece propagandaya maruz bırakılanların en azından önemli bir bölümünün kuşkucu bir tavrı benimseyerek söylenenleri tersinden okumak gibi bir yöntem geliştirmesine sebep olmakla kalmamakta, aynı zamanda Kemalist kesimlere mensup kimseleri de hayali bir bilgi ve yetersiz bir kavrayış zeminine oturtarak hata üstüne hata yapmaya zorlamaktadır…”

sayfa 22..
Tarihi bilgilerde eksiklik, yanlış ve çarpıtmalar..

“Cumhuriyet dönemiyle ilgili olarak, zaman zaman 20. yüzyılın çökmüş totaliter rejimlerininkiyle hem teknik, hem muhteva bakımından yarışabilecek seviyeye ve özelliklere ulaşan propagandanın uyuşturucu etkilerinden kurtulup; tarihi, objektif biçimde okuyunca, ilginç bilgiler ortaya çıkmaktadır.
Olur olmaz vesilelerle ve her imkan, araç ve yoldan istifade edilerek dile getirilen ve övünç sebebi veya konusu yapılan olayların veya olguların birçoğunun ya doğru olmadığı, ya eksik bırakıldığı ya da çarpıtıldığı veya tek yönlü olarak ele alındığı görülmektedir.
Bunun elbette çeşitli sebepleri vardır. Bu sebeplerin en başta gelenleri, halk nazarında rejimin meşruiyetini arttırma arzusu ve rejimin egemen sınıfının konumunu pekiştirme gayretidir.”

sayfa 25..

“… bu arada komik olaylar da olmaktadır. Örneğin, her yıl sansürün kaldırılması ve basın özgürlüğüne kavuşulması kutlamalarında hep Osmanlı dönemine atıf yapılmaktadır. Oysa, tek parti diktatörlüğü döneminde Osmanlı’nın sansür dönemini mumla aratan bir sansür faaliyetinin olduğu, yeterli seviyede fikir ve ifade özgürlüğünün bulunmadığı, muhalif fikirlerin susturulduğu her ciddi tarihçi tarafından bilinmektedir. Ancak, Cumhuriyet döneminde, daha doğrusu tek parti diktatörlüğü döneminde kötü birşey yapılmadığı yahut yapılmış olamayacağı kanaatını oluşturmak veya halihazırda bu istikamette bir ölçüde oluşmuş bir kanaatı pekiştirmek için bu gerçek görmezden gelinmektedir.”

sayfa 26..

“…. Osmanlı’nın son yıllarında, sivil toplum, Cumhuriyet döneminin özellikle 1925 – 1945 devresine göre, çok daha güçlü, hareketli ve canlıydı.
Türkiye Cumhuriyeti bu sivil toplum mirasını devralmış ve ne yazık ki, büyük ölçüde budamıştır.
Tek parti cumhuriyeti dönemi, toplumdaki farklılık ve çeşitliliğin, adım adım, icabında zora başvurmaktan çekinmeden tasfiye edildiği bir dönem olmuştur.”

sayfa 27..

“… kısaca, tarihi olayları çarpıtarak Cumhuriyet döneminin daha öncesinden hiçbir şey devralmadığını iddia eden tez doğru olmaktan uzaktır….
… bilimsel çalışmalar gerçekleri ortaya serdikçe tek parti diktatörlüğü döneminin manzarası netleşecek ve dolayısı ile isbetli tahlil imkanları artacaktır..”

sayfa 28..

“…imparartorlukların dağılma sürecinde, Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkelerde, genellikle, hızlı ve keskin geçişler yapılarak çoğu zaman antidemokratik nitelikte cunhuriyetler kurulmuştur. Türkiye bir bakıma bu guruba dahil edilebilir.. Buna karşılık, Batı Avrupa monarşileri, evrilerek, ‘sınırlı devlet’ ideali doğrultusunda ilerlemiş ve demokrasiyi daha iyi yaşatan anayasal monarşilere dönüşmüştür..
Başka türlü ifade edersek, sırf cumhuriyet olması, bir rejimin kıymetli ve takdire şayan kabul edilmesini sağlamaya kifayet etmemektedir.”

sayfa 29..

“Hem laik hem cumhuriyet olan Sovyet sisteminin insanlığa maliyeti ortadadır..”

sayfa 30..

“Gerçekten, orijinal cumhuriyet fikri ve felsefesi açısından bakıldığında, Türkiye’de 1923’de cumhuriyete geçildiği söylenebilir mi? Eğer geçildiyse, bu nasıl olmuş ve ne şekilde tezahür etmiştir? Mesela, iktidarın elde edilme yolları ve iktidar sahiplerinin iktidarlarını kullanma tarzları açısından, neler, nasıl değişmiştir? Cumhuriyet fikri halkın katılımına dayandığına göre, 1923, özellikle 1925 sonrasında böyle bir katılım var mıdır?”

sayfa 31..

“..Türkiye’nin cumhuriyet dönemi, 1923’den bugüne kadarki zaman dilimini kapsayacak şekilde, bir bütün olarak değerlendirilemez. En azından iki devreye ayrılması gerekir. Antidemokratik ve – olabildiği ya da müsaade edildiği kadarıyla – demokratik cumhuriyet dönemleri.. Talihsizlik odur ki, bu ikisi birbirinin panzehiri gibidir… Birinci dönem 1923 – belki 1925 – ile 1946’yı -belki 1950’yi – ve ikincisi bazı kesintilerle de olsa 1950’den bugüne kadar olan tarih dilimini kapsamaktadır..”

“İlk dönem, sistemin hayat seviyesini yükseltmekte başarısız olduğu, halkın iktidar sahiplerinden sadece siyasi olarak değil sosyal ve ekonomik olarak da soyutlandığı ve baskı altına alındığı bir dönemdir.”

“..nitekim tek parti dönemiyle ilgili resmi söyleme dikkat edilirse, övgü konusu yapılan şeylerin daha ziyade sosyal ve kültürel alandaki ‘reformlar’ olduğu görülür.”

sayfa 31 – 32…

“Buna karşılık, sosyal ve iktisadi şartlardaki gelişme ve iyileşmelerden pek bahsedilmez. Mesela Anadolu’yu kasıp kavuran salgın hastalıklarla mücadelede kaydedilen ilerlemelere, açlıktan kıvranan insanların gıda rejiminin iyileştirilmesine, toplam hasılanın ve milli gelirin artışına ve buna benzer konulara dair bilgiler verilmez. Ancak son yıllarda, o da eleştirilerin yoğunlaşması üzerine, bu dönemle ilgili yüz ağartıcı rakam bulma çabaları başlamıştır. Ne var ki, bu çabaların artık ikna edici delillerle tek parti diktatörlüğü döneminin hatırı sayılır bir iktisadi gelişme sağladığını ispatlaması artık çok zor görülmektedir..”

sayfa 32…

“Tek parti diktatörlüğü döneminde, ülkenin iktisaden kalkındırılmasında ve halkın hayat şartlarının iyileştirilmesinde ciddi bir mesafe alınmadığı ilginç delillerle sabittir. Burada kanıt mahiyeti taşıyan iki olaydan söz etmek kafidir. İlki, Mahmut Makal’ın, ilk baskısı 1950 yılının Ocak ayında yapılan ‘Bizim Köy’ adlı romanıdır. Bu roman bir belgesel niteliğindedir. Burdur’un bir köyündeki açlık ve sefaleti anlatmaktadır. Romanda tasvir edilen göz yaşartıcı açlık ve sefaletin sırf o köye mahsus olmadığı açıktır.
İkinci olay, Kemal Atatürk’ün, ömrünün son zamanlarında, etrafına yansıttığı bilinen hoşnutsuzluğudur. Gerek iktidar mücadelesinden galip çıkmış ve fiili ve potansiyel bütün muhalefeti tasfiye etmiş ve gerekse kafasındaki çeşitli reformları hayata aktarmış, aktarmaya çalışmış ve bütün bunların sonuçlarını görmüş olmanın olgunlaştırdığı Atatürk, ülkenin her tarafında gördüğü tek şeyin, ‘açlık, sefalet ve halk üzerindeki baskı’ olmasından şikayetçidir. Bunlar, tek parti yönetimi döneminde iktisadi gelişmede fazla mesafe alınamadığını göstermektedir.”

sayfa 33…

“..bu, 14 Mayıs, 1950’de Demokrat Parti iktidara gelene kadar devam eder. Kısmi, nispi veya konjektürel bir başarısızlık daha kolay izah edilebilir. Ama bu çapta bir başarısızlığı açıklamak hayli güçtür. Normalde savaş yaşayan bir ekonominin sadece barışa geçilmesi sayesinde bile, bir sıçrama yapmış olması gerekir….. “

“..bu, ister istemez araştırmacıları, tek parti diktatörlüğünün, yalnızca siyasi alanı değil, iktisadi alanı da kapsayacak şekilde, genellikle sandığımızdan daha otoriteryen olduğu, hatta totaliterizmin sularına yelken açtığı sonucuna götürebilir..
Zira gerek iktisat teorisi, gerek… ….. tecrübeler, siyasi özgürlükler olmasa bile, ekonomik özgürlüklerin bulunması halinde, ülkelerin 20 yıl içinde muazzam bir ekonomik ilerleme sağlamasının mümkün olduğunu göstermektedir. Keza, ekonomik özgürlüklerin yokluğuna ilaveten… hukukun hakimiyetinden mahrumiyet de iktisadi gelişmenin önünde engel teşkil edebilmektedir….. tek parti diktatörlüğünde özel mülkiyete saygı, girişim özgürlüğüne alan tanıma, hukukun hakimiyetine riayet, siyasi yönetimin sınırlı ve sorumlu olması ve anayasal yönetim açısından çok parlak olmadığını……”

sayfa 35…

“..aslında sistemin kısmi sembol ve söylemleri bile, totaliterizmin işaretleri olarak yorumlanabilmektedir….. ilki, Mustafa Kemal’in ……. kendi 7 adet heykelinin yapımının bizzat kendisi tarafından sağlanmasıdır. Mustafa Kemal’in bu heykellerin yapılması ve yerleştirilmesi sürecine, yerleştirilecekleri yerden fiziksel özelliklerine kadar hemen her yönüyle müdahil olduğu…
…ikincisi, bir tek adamın hayatın her alanındaki mutlak, tartışılmaz, yanılmaz, muhalefet edilemez liderliğidir. Buna total liderlik de denebilir.
….üçüncüsü ise, toplumun yeniden yaratılmak istenmesidir. Marş, on yılda onbeş milyon ‘her yaştan’ gencin yaratıldığından bahsetmektedir..
….. yeni bir insan ve yeni bir toplum yaratma esası / gayesi üzerine tesis edilen sistemlere literatürde verilen genel sıfat ‘totaliter’ dir…”

sayfa 36…

“Tek adam cumhuriyeti olmak sadece Türkiye’ye mahsus değildir. Bunun tarihi ve güncel örnekleri görülmüştür. Bugün Küba, Kuzey Kore, Libya gibi ülkeler tek adam cumhuriyetinin yaşayan misalleridir….
Ancak, bugünkü Türkiye’nin bu bakımdan ilginç bir farkı vardır; bu, tek adam sisteminin, bugün, hayatta olan bir kişi etrafında değil, hayattan ayrılmış bir kişi etrafında oluşturulması veya sürdürülmesidir. Türkiye bu bakımdan hakikaten eşsizdir.”

Kemalizm bir din midir?
sayfa 37…

“Herkes bilir ki, Kemalistlerin en çok öfke duydukları kesimlerden biri dindar muhafazakarlardır. kemalistlerin bu kesimleri eleştirirken, kınarken, sosyal hayattan tecrir ve siyasal açıdan mahkum etmek isterken başvurdukları bütün argümanlar, modernlikle, akılla, bilimle, laiklikle ilgilidir… ne var ki, propagandaya kulağını kapayıp davranış ve söylem analizleri yapan bir uzman, Kemalistlerle, kemalistlerin genellikle ‘dinci’ dedikleri kimseler arasındaki benzerlikleri tespit etmekte gecikmeyecektir..
Bu benzerlikler, kimi gözlemcileri, bazı Kemalistlerin, Kemalizmi bir çeşit dine çeviren bir yorum geliştirdikleri yolunda tesbitlere itebilir. Nitekim batı dünyasında bu tür yorumlar eksik değildir.”

sayfa 38…

“..nitekim teoloji ölçüleri ile bakıldığında durum nettir. Bir kimse, başka bir insanın, hiç yanılmadığına, hiçbir zaman yanlış yapmadığına, her şeyin en doğrusunu ezeli ve ebedi olarak bildiğine ve o olmasaydı kendisinin de olmayacağına inanıyorsa, bu meziyetler ve özellikle kendisine atfedilen insanın, insan üstü bir varlık olması gerekir. Dini inanışta böyle bir kişi, ya tanrıdan devamlı rehberlik alan ve hataları hiç ortaya çıkmadan veya çıktıktan hemen sonra tanrı tarafından düzeltilen bir kişidir, yani tanrının seçilmiş kuludur, ya da tanrının ta kendisidir.”

..aslında Mustafa Kemal için geliştirilen metafizik havalı lisan bile tek başına, bazılarında Atatürk’ü peygamber veya tanrı olarak görme eğiliminin…. işaretidir….. Bu metafizik lisanı sıkça kullanan kimseler, Mustafa Kemal için, “yüce önder”, “ulu lider”, gibi sıfatlar kullanmaktadır.. kutsiyet ifade eden, ‘ulu’, ‘yüce’ kelimelerinin seçilebilmesi…… bu kimselerin M.Kemal Atatüek’de bir insan üstü taraf gördüğünün delili olabilir..”

sayfa 39…

“Kemalistlerle sıradan müslümanlar veya Hristiyanlar arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Bazı Müslümanların koyunun kürkünde, arının peteğinde, karpuzun çekirdeğinde ‘Allah’, ‘Muhammed’ yazılarını arayışları gibi, bazı Kemalistler de, dağların gölgesinde Atatürk’ün siluetini, kaya parçalarında Atatürk’ün suretini aramaktadır. Bazı Müslümanların türbelere koşup kişilerden medet umması gibi, bazı Kemalistler de Anıtkabir’e koşup ‘kötüler’e karşı ‘yüce’ liderden yardım istemekte veya kötüleri ve kötülükleri ‘ulu’ öndere şikayet etmektedirler….. bazı Müslümanlar, peygamberin sakalı için öpme töreni düzenlerken, bazı Kemalistler Atatürk’ün giysilerini seyrederek kendinden geçmektedir. Peygambere methiyeler dizen metinler yazıldığı gibi, Atatürk için de aynı şeyi yapan metinler de yazılmıştır….. kimi Kemalistler, ….. Topkapı’da 24 saat Kuran okunmasına benzer şekilde 24 saat nutuk okunmasını istemektedir.”

Kemalizm bir ideoloji, bir fikir sistemi midir?
sayfa 45…

“…..Kemalizm, bir ideoloji veya bir fikir sistemi değildir….. Kemalistlerin hatası, mekan bakımından mahalli, zaman bakımından konjektürel olan Kemalizmi, mekan bakımından tüm dünyayı, zaman bakımından tüm zamanları kapsar zannederek, gelişmiş bir ideoloji veya tekamül etmiş bir fikir sistemi seviyesine taşımaya çalışmalarıdır…
Kemalizmin, …..ideoloji olmadığını anlamanın en basit….. yolu dünyanın saygın üniversitelerinde okutulan ‘siyasi ideolojiler’ kitaplarını açıp.. Kemalizmi aramaktır.. Bu yapılırsa, Kemalizmin kitaplarda yer almadığı görülecektir. Bir ideolojinin geniş fikri – felsefi kökleri, ve müellifleri vardır. İdeoloji geneldir, ilgilendiği alanlarda, her toplum ve her dönem için söyleyebileceği şeyler mevcuttur. Oysa Kemalizm, bir yönüyle yerel bir iktidar kavgasına ve bir yönüyle de otoriteryen ve konjektürel bir modernleştirme çabasına verilen addır.”

“…fikir sisteminde de, tutarlılık, süreklilik ve genel açıklama kapasitesi bulunur…. Atatürk, kuşku yok ki, çeşitli fikirlere sahipti. Bu fikirlerin bir kısmını sözlerindei bir kısmını icraatlarında yansıttı. Ama, bu fikirlerin çoğu ondan önce ve başkaları tarafından geliştirilmiş fikirlerdi… Atatürk bir fikir kullanıcısıydı.. Atatürkçü düşünce sistemi diye bir şey hiçbir zaman onun tarafından yaratılmadı..”

sayfa 47…

“Atatürk ilkeleri olduğu iddia edilen altı maddenin çoğunun egemen yorumunun günümüz dünyasıyla bir ilgisi ve medeniyeti yaratan değerlerle anlamlı bir bağlantısı yoktur.
Bunların çoğu ya reddedilmek ya da oldukları şey olmaktan çıkmalarına sebep olabilecek bir şekilde yeniden yorumlanmaya tabi tutulmak zorundadır…
…devrimcilik demokrasiye zıttır..
halkçılık hem belirsizdir, hem kollektivisttir….
cumhuriyetcilik liberal ve demokratik değerlerle aşılanmadıkça, totaliterleşmekte ve negatif özgürlüğü boğmaktadır…
devletçilik, modern anayasal ve sınırlı devlet fikir ve tatbikatına terstir….
milliyetçilik, bir devlet ideolojisine dönüştükçe ırkçılığı ve tahakkümü teşvik etmektedir…
En önemli ilke olan laiklikte ise, en azından, koordinatlar yanlış seçilmiştir. Türkiye tipi laikliğin gerçekten laiklik olduğunu iddia edebilmek için, siyaset teorisinin terminolojisini çok zorlamak gerekmektedir…… laiklik Türkiye’de, en azından, dinle ilişkisi kamu otoritesi tarafından belirlnen bir toplum yaratma teşebbüsüne dönüşmüştür.
Kısaca, Atatürk ilkeleri adı verilen şeylerin günümüz Türkiye’sinin ihtiyaçlarına cevap verme imkanı ya tamamen ortadan kalkmış ya da çok sınırlı hale gelmiştir.
Aynı şekilde, Atatürk’e mal edilen veya onun adına meşrulaştırılan başka bir çok görüş ve tatbikat da, tam bir fikir özgürlüğü ortamının tesis edilmesi halinde yapılacak ciddi eleştirilere dayanabilecelk tutarlılık ve sağlamlığa sahip olmaktan uzaktır.”

sayfa 54…

“Ulus yaratma macerası 80 yıl önce başlamış olmasına rağmen bir türlü tamamlanamamış, yani Kemalistlerin anladığı manada ulus yaratılamamıştır. Ayrıca gidiş, Kemalistlerin ulus yaratma istikameti sandığı yere doğru değil, tersinedir.
Homojen bir toplum – ulus yaratma sevdası hem imkansız hem de çok acı yaratacak bir maceradır….
O yüzden, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kemalistlerin anladığı manada bir ulus yaratma amacının peşinde koşmak yerine, ortak yaşayışın siyasi ve hukuki çerçevesini iyileştirmeye çalışması lazımdır.”

Sonuç: Kemalizmin medenileşmesi en acil ihtiyaçtır.

sayfa 55…

“… Kemalizmin egemen yorumunun medeniyeti yaratan değerlerle pek bağdaşmadığı görülmektedir…
…. Kemalizmin ciddi eleştirilere konu yapılmasının sebebi, abartılması, yüceltilmesi ve günümüzdeki baskıcılığın meşruluk temeli haline getirilmek istenmesidir. Buna devam edildikçe eleştirilerin dozu artacak ve toplu red eğilimleri yükselecektir.
… medeniyetin hangi değerlere dayandığı bellidir. Bu değerlerin Kemalist açıdan değerlendirilmesi ve yargılanması yerine, Kemalizmin bu değerler açısından değerlendirilmesi ve yargılanması gereklidir.”

sayfa 55…

“1950’de demokrasiye geçiş bir anlamda Kemalizmin aşırılıklarına bir reddiyedir ve onu olması gereken mevkiye koyma çabasıdır. 1950 sonrasında Türkiye’nin siyasi rejiminde tesis edilen neredeyse herşey Kemalizmden ve tek parti diktatörlüğünden bir kaçıştır. Başka bir deyişle Türkiye olabildiği kadar demokrasi olmayı Kemalizm sayesinde değil, Kemalizme rağmen gerçekleştirmiştir.”

sayfa 57…

“Esasen, Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra Kemalizmin unutulmasının alt yapısı hazırlanmıştı. Milli Şef İnönü’nün diktatörlüğü tesis edilmişti ve önceki şefin mirası tasfiye edilmekteydi… Özgürlükçülerin hedefi diktatörlüktü..
Bugünkü haliyle Kemalizm, tarihi bir figür olan İnönü’yü bir başka tarihi figür olan Atatürk ile dengelemek isteyen Demokratik Parti iktidarı tarafından, özellikle iktidara geldikten sonra, tesis edilmeye başladı…”

]]>
Taha Akyol – “Ama Hangi Atatürk” /2010/10/taha-akyol-ama-hangi-ataturk/ Wed, 27 Oct 2010 12:00:17 +0000 /?p=3649
Doğan Kitap – 578 Sayfa – 1. Baskı Ocak 2008

“Musul vilayeti Türkiye devletinin milli sınırı dahilindedir; buraların anavatandan koparılıp şuna buna hediye etmek hakkı hiç kimseye ait olamaz. Milletler Cemiyeti ile bu meselenin münasebeti yoktur.”
Mustafa Kemal, 30 Ocak, 1923

“Misak-ı Milli şu hat, bu hat diye hiçbir şekilde hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaatı ve yüce heyetinizin bakışındaki isabettir. Yoksa bu haritası mevcut bir sınır yoktur.
Mustafa Kemal, 27 Şubat, 1923

“Atatürk’ün siyasi kudreti, esasen askeri kudretinden daha fazlaydı.”
İsmet İnönü

Merhabalar,

Taha Akyol bu kitabında, Atatürk’ün, günün gereklerine uygun politikalar izleyen, doktrinlerle bağlı olmayan, pragmatik ve esnek bir devlet adamı olduğunu gösteriyor. Şu alıntılar, kitabın ‘Sonsöz’ünden:

Atatürk Kurguları

….. Devir ve ihtiyaçlar, politikanın gerekleri değişmiştir. Atatürk resimlerinden birini seçerek öbürlerinden çok farklı, hatta öbürlerine zıt Atatürk kurguları yapmak mümkün ve kolaydır.

Sol Kemalistlerin kurguladığı Kalpaklı Mustafa Kemal, Milli Mücadele dönemindeki sol terimleri kullanan Mustafa Kemal Paşa’dır. Hatta bu kurgudaki solcu Gazi, İslami terimleri pek kullanmaz! Baş dostu Lenin’dir! Doğan Avcıoğlu’nun kurguladığı Atatürk’dür bu.

Attila İlhan’ın ‘Gazi’si de elbette solcudur, ama daha ‘Asyalı’dır, Sultan Galiev’le tarihsel duruş beraberliği vardır, o bakımdan Avcıoğlu’nun Atatürk’üne göre Attila İlhan’ın Gazi’sinde Müslüman kimliği ve Asyalı vasfı hayli belirgindir.

Necmettin Erbakan’ın “Atatürk yaşasaydı o da Refah partili olurdu” sözündeki Atatürk, Milli Mücadele’de yoğun bir şekilde İslami terimleri vurgulayan, Kuran’dan ayetler okuyan, dualar eden ve Batı ile savaşan Mustafa Kemal Paşa’dır.

Bir de tabii ‘Alafranga Atatürkçüler’in kurguladığı Atatürk var. Bu terim merhum Attila İlhan’ındır. ‘Hangi Atatürk’ adlı kitabında Attila İlhan kendi ‘Gazi’ modelini izah etmek için, Atatürk’ün konuşmalarından 96 tane alıntı yapmıştır. Bunların 80’i 1919 yılından ve 1920’lerden alınmadır! Attila İlhan, ‘Kemalist’ ve ‘Atatürkçü’ ayrımı yaparak şöyle bir yargıya varıyor:

“Kemalist’, aynen Mustafa Kemal Paşa gibi, ‘Türkçü’, ‘antiemperyalist’ ve ‘solcu’dur. ‘Atatürkçü’ ise, Batıcı, komprador/kapitalist ve liberaldir. Yoksa kestirmeden ‘Tanzimatçı’ mı demeliyim”

Tarihe sadakat

“Şarktan doğan güneşe bakınız!
Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetlerine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır.. Müstamlekecilik ve emperyalizm yeryüzünde yok olacak ve yerlerine milletlerin arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği hakim olacaktır!”

Gerçekten fevkalade güzel, heyecan verici sözler… Atatürk’ün milliyetçi olduğu kadar insaniyetçi bir felsefeye sahip olduğu da muhakkaktır.. Ama bu sözleri acaba o mu söylemiştir?

…. temenni başka. Tarih için önemli olan şudur: 1933’de o sözleri Atatürk mü söylemiştir?

Atatürkçü Profesör Sina Akşin’e göre, Atatürk’e atfedilen bu gayri resmi konuşmanın Atatürk’e ait olduğuna dair hiçbir belge yoktur.

Yine Sovyetler çöktükten sonra ortaya çıkarılan ve “Sovyetlerin çöküşünü görüyorum..” diye başlayan konuşmanın da ona ait olduğu kanıtlanmamış bir iddiadır.

Bunlardan başka, “Komünizm her görüldüğü yerde ezilmelidir” sözü, Mc Arthur’a verdiği söylenen mülakat da, ünlü ‘Bursa Nutku’ da gerçek değildir.

Tarihçilerin güvenebilecekleri belgelere dayanmadıkları gibi Atatürk’ün o dönemdeki siyaset ve düşünce tarzına da uymayan ifadelerdir.

Akşin’in belirttiği gibi, “sonradan ortaya çıkarılan” ya da düpedüz ‘uydurulan’, ‘Atatürk’ün sözleri’ ciddi bir sorundur.
……..
Atatürk’ün zaferden sonra ‘Mazlum Milletler’ diye bir politika izlemediği kesindir. Hatta 1930’larda Türkiye’nin, dünyada ‘Milli Kurtuluş Hareketlerinin öncülüğünü yüklenmesi gerektiğini’ savunan, telkin eden ‘Kadro’ dergisinin Kemalist rejim üzerinde bu yönde hiç etkisi olmadığı gibi, üstelik Atatürk’ün isteğiyle kapanmıştır.

Kadro’cu Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, 1970’lerdeki yazılarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin Mazlum Milletler’i desteklememiş olmasını “Atatürk’e en büyük ihanet” olarak nitelemesi de, “Milli Mücadele’de Atatürk’ün hiçbir ittifaka, yardıma dayanmadığını” yazması da boş bir retoriktir….

Atatürk zaferden sonra ‘Batı’ya’ teveccüh ettiği gibi, mesela Hindistan’daki Gandhi hareketine hiçbir ilgi göstermemiştir. Hatta Hüsrev Gerede’ye göre, “Atatürk, Hintlilerin ne sarı, ne de beyaz ırktan olduklarını, melez bir halk kitlesi olduklarını, bunlardan bağımsızlık ruhu, ulusal birlik kalkınması beklenemeyeceğini söyler, Hintlilere hiçbir ulusal değer vermezdi.”…..

Taha Akyol, gerçek bir araştırmacı titizliği ile, ‘Atatürk’ün Bütün Eserleri’ adlı külliyatın, her cildinin sonundaki dizinlerden metinlere giderek, Atatürk’ün hangi kelimeyi hangi yıllarda kaçar defa kullandığını tesbit etmiş ve bunları tablo haline getirmiş.

Atatürk’ün ‘proleter, emekçi, burjuva, emperyalizm, kapitalizm’ gibi sol terminolojiyi, ‘Allah, peygamber, Müslüman, İslam, Dini’ gibi İslami terimleri, hangi yıllarda kaçar defa kullandığını gösteren tablolar gerçekten düşündürücü.

Görüyoruz ki Atatürk, hangi devirde nasıl konuşması gerekiyor ise o terminolojiyi kullanan bir devlet adamı. Örneğin, Sovyet yardımlarına muhtaç olduğumuz 1920 – 1922 arasında, ‘Emperyalizm’ kelimesini 102 defa kullandığını görüyoruz. Takip eden yedi yılda ise sadece yedi kere ağzına alıyor aynı kelimeyi.

Aynı şekilde, (memleketin düşman işgalinden kurtarılması için insanları gayrete getirme ve akıllarına, kendi niyeti hakkında bir şüphe getirmemek için – bu kendi yorumum T.İ.) ‘Müslüman’ kelimesini Nisan 1920 ile Eylül 1924 arasında 143 defa kullanmasına rağmen, bu tarihten Kasım 1929’a kadar bir defa bile ağzına almadığını görüyoruz…

Taha Akyol’un bu eseri tam bir ‘Anlayana sivrisinek saz…’ olmuş.. Herkese, özellikle neye inandıklarını anlamak, öğrenmek isteyen Atatürkçü arkadaşlara hararetle tavsiye ederim..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Komutanlar Cephesi – Fikret Bila’nın komutanlarla, ‘Kürt sorunu ve PKK ile mücadele’ konusunda yaptığı söyleşiler.. /2010/10/komutanlar-cephesi-fikret-bilanin-komutanlarla-kurt-sorunu-ve-pkk-ile-mucadele-konusunda-yaptigi-soylesiler/ Tue, 26 Oct 2010 22:52:28 +0000 /?p=3362
Doğan Kitap – 283 Sayfa – 1. Baskı Kasım 2007

“Peki bu kadar hükümet gelip geçmiş.. Bunların hepsi mi akılsız fikirsizdi? Tabi ki bunu iddia edemeyiz ama hiçbirisinin gereken siyasi cesareti gösteremediğini söyleyebiliriz. Burada da, şöyle düşünüyorum: Halkımız, milletimiz, Atatürkçülük denilen beyin yıkama işlemine o kadar uzun süreli olarak maruz kalmış ki, hiçbir siyasi lider karşılarına geçip ‘Bu adamların hakkını yedik.. gelin şunların hakkını hukukunu tanıyalım” deme cesaretini gösterememiş. “Atatürk’ün mirasına ihanet’ den tutun ‘vatan hainliği’ne kadar, üstlerine atılabilecek çamurdan ve kaybedilecek oylardan korkmuşlardır. O zaman da geliyoruz, “Her millet layık olduğu gibi yönetilir” hükmüne. Çünkü neticede siyasetçi de kendisini halka beğendirmek zorunda. Cesur bir lider çıkıp halka gerçekleri anlatıp, oluşacak siyasi depremi göğüslemediği müddetçe, halkın şehit vere vere yorularak, aklıyla gelmesi gereken yere acısıyla varacağı günleri bekleyeceğiz demektir.”

“Özellikle Org. Aytaç Yalman’ın, “biz Kürt yoktur diye eğitilmiştik.. dağda yürürken karda gezerken kart – kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti” ifadesinden sonra, her zaman söylediğimi burada tekrarlamak istiyorum: Teknik meslek dersleri haricinde, Askeri Liselerin, Harp Okullarının, Harp Akademileri’nin tüm müfredatı siviller tarafından düzenlenmelidir. Türkiye boyutlarında bir devletin güvenliği ve savunması, bu kadar zayıf yetiştirilmiş, boş kafalı, cahil bırakılmış, dogmalara teslim edilmiş bir subay – general sınıfına emanet edilemez. Bu, askeriyenin kendisine tahsis edilen kaynakları ne kadar yanlış kullandığına da örnektir. Söz konusu olan, sıradan bir astsubayımız değildir. Elene elene, seçilerek Kara Kuvvetleri komutanlığı’na kadar getirilmiş, en seçkin generallerimizden birisidir. Askerimizin hem eğitim sistemine, hem terfi sistemine yazıklar olsun.. Ülke gerçeklerinden ne kadar uzak bir insan yetiştirme sistemleri varmış. Bu kadar cehalet için demek ki general olmak şartmış.. Askerlik yapmış bir köy delikanlısının bildiğini bilmeyen general yetiştirmişiz..”

Merhabalar,

Fikret Bila, kamuoyunca iyi tanınan tecrübeli bir gazeteci. Sivri, aşırı, radikal görüşleri yoktur. Geniş kesimlerin, bu arada askerlerin de gazeteciliğine güvendikleri bir isim. ‘Komutanlar Cephesi’ de, bu tarafsız gazeteci kimliğine uygun bir kitap olmuş. Kenan Evren’den başlayarak, PKK ile mücadele konusunda görev almış üst düzey askeri personel ile ‘Kürt sorunu ve PKK ile mücadele’ konusunda yaptığı söyleşileri kitaplaştırmış. Kendisi bir yorum eklemeden, paşaların görüşlerini aktarıyor. Kitabın kıymeti de burada yatıyor. Komutanlarımızın görüşlerini, düşüncelerini, birinci elden, kendi vecizeleri ile öğrenme fırsatı veriyor, bize.
Kendisi ile söyleşi yapılan yetkililer şunlar:

– Kenan Evren
– Org. Doğan Güreş
– Org. Necati Özgen
– Org. İsmaşl Hakkı Karadayı
– Korg. Hasan Kundakçı
– Korg. Altay Tokat
– Org. Aytaç Yalman
– Org. Hilmi Özkök
– Süleyman Demirel
– Org. İlker Başbuğ

Fikret Bila sayesinde, askerlerin geriye dönüp baktıklarında kendi yanlışlarını görseler dahi, ‘biz o zaman öyle düşünmüştük’ demekten başka bir lafları olmadığını bir daha görüyoruz. Yanlışı yapan, emekli olunca evine gidip oturuyor. Bir siyasi sorumlulukları olmadığı için ödeyecekleri bir fatura da oluşmuyor.

Diğer yandan sorunun siviller tarafından nasıl askerlerin kucağına bırakıldığını görüyoruz. Sivil hükümetler bir yandan askeri vesayet sebebiyle direksiyonu askerlere terketmek zorunda kalırken, diğer taraftan da milletçe tutulduğumuz ‘aklını kullanamamak ve şablonların dışında düşünememek’ hastalığımız yüzünden özgün bir çözüm üretemiyorlar. Bu durumda asker ne yapsın? Devlet bu insanlara ülkenin güvenliğini emanet etmiş. Üzerlerine o üniformayı giydirmiş, emirlerine yüzbinlerce personel vermiş. Onlar asker. Dağda silahlı adam varsa onu yok etmek için mücadele etmelerinden daha doğal ne olabilir ki?

Siviller şaşkın, kararsız, gerçeklerden kaçıyorlar, politika oluşturamıyorlar. Bu hala böyle. Konuya siviller makro planda bir çözüm getirememişler bari askerler işin arazideki silahlı mücadele kısmında yüksek bir performans gösterseler ya.. Bu da yapılamamış.. Buna bir de, askerin yıllar içindeki beceriksizliği eklenmiş. Yirmi sene önce G-3 tüfeklerinin, MG-3 makineli tüfeklerinin yetersizliğinden şikayet ettiklerini görüyoruz. Bu tüfekler hala Mehmetçiğin elinde. Saldırı helikopteri yetersizliği anlatılıyor. Bu hala devam eden bir sıkıntı. TSK’nın gayri nizami harp karşısındaki eğitim yetersizliği, vs. yıllar içinde sakız haline gelmiş konular.. Komutanlardan birisi kendi tamburalı M-16 tüfeğini anlatıyor, nasıl attığını vuran bir komutanmış. Halbuki bu adam bir Korgeneral.

Asker konuya bir askeri harekat gözüyle bakıyor.. Filan tugay şuraya, falan komando tabutu buraya, gibi. “Alan hakimiyeti”, “gece harekatı”, “istihbaratın önemi” gibi kavramlar havada uçuşuyor. Aslında kendileri de acizliklerinin farkındalar. Karşıdaki ‘simetrik’ bir düşman olsa, savaş gücünü kırar, belki merkezini ele geçirir, barışa zorlarsın. Buradaki düşmanın ne merkezi var, ne ele geçirilecek bir hedefi.

Sivilimiz askerimiz bu kadar şaşkınlık içinde olunca, zaten sızmak için çatlak arayan dış güçler de sahnede yerlerini almışlar.. Irak’daki istikrarsızlık, ABD’nin varlığı sorunu ağırlaştırmış gitmiş.

Askerimiz, ‘Kürt sorunu ve PKK ile mücadele’ konusunda yetkili konumda gözükse de aslında bu konuda ne yetkili ne yetenekli. Onların bildiği ‘vatanın birlik ve bütünlüğünü muhafaza etmek’ amacıyla ‘dağı taşı bombalamak.’ Askerimizi, boylarından büyük ve aslında askeri olmaktan çok siyasi bir sorunla başbaşa bırakmışız. Bunun altında eziliyorlar.. Toplum gözünde itibar kaybediyorlar.. Onları bu müşkül durumdan kurtarmak da sivil hükümetlerin görevi, aslında.

PKK, kazara silah bırakıverse, zaten asker mücadeleden o anda düşecek. Sorunun, içinden PKK eksilmiş hali, askerin hiç anlayamayacağı bir konu. Onlar, içinde Kürt olmayan tek milletli, Kürtçe’nin var olmadığı tek dilli bir Türkiye Cumhuriyetini, Atatürk’ün kendilerine emanet ettiği şekliyle sonsuza kadar muhafaza etmeye şartlanmışlar. Bu yönüyle çok yetkili gibi gözükmekle beraber aslında hiç yetkileri yok. Bir yandan bunu da normal görüyorum. Çünkü asker ve ordu, tanım icabı statükonun korunmasıyla görevlidir. Bu statükoyu asker değiştirsin dersek, yine demokrasi dışına çıkmış oluruz. Ne hakla değiştirecekler?

O bakımdan sorumluluğun tamamı askeri kendi sınırlarına çekemeyen, baş rolü onlara bırakan sivil yönetimlerde. Bu yönüyle askere de haksızlık yapılmış. Onlar da çözemeyecekleri hatta akıl erdiremedikleri bir sorunu kucaklarında bulmuşlar. Ne yapsınlar? Belki, baş role bu kadar zevkle hevesle talip olmayabilirlermiş. O zaman biz de biraz daha sempati ile bakabilirdik kendilerine.

Peki bu kadar hükümet gelip geçmiş.. Bunların hepsi mi akılsız fikirsizdi? Tabi ki bunu iddia edemeyiz ama hiçbirisinin gereken siyasi cesareti gösteremediğini söyleyebiliriz. Burada da, şöyle düşünüyorum: Halkımız, milletimiz, Atatürkçülük denilen beyin yıkama işlemine o kadar uzun süreli olarak maruz kalmış ki, hiçbir siyasi lider karşılarına geçip ‘Bu adamların hakkını yedik.. gelin şunların hakkını hukukunu tanıyalım” deme cesaretini gösterememiş. “Atatürk’ün mirasına ihanet’ den tutun ‘vatan hainliği’ne kadar, üstlerine atılabilecek çamurdan ve kaybedilecek oylardan korkmuşlardır. O zaman da geliyoruz, “Her millet layık olduğu gibi yönetilir” hükmüne. Çünkü neticede siyasetçi de kendisini halka beğendirmek zorunda. Cesur bir lider çıkıp halka gerçekleri anlatıp, oluşacak siyasi depremi göğüslemediği müddetçe, halkın şehit vere vere yorularak, aklıyla gelmesi gereken yere acısıyla varacağı günleri bekleyeceğiz demektir.

Bu Kürt sorununun bir faydası varsa o da şu olmuş: Askerimiz, bir dış düşman karşısında ezilip prestij kaybederek demokrasiye yer açabilirdi. II. Dünya Savaşı ertesindeki Almanya tecrübesi, 1974’de Yunanistan’ın cuntadan kurtulup tam bir demokrasiye doğru dönüşümü bunlara örnek. Biz de, pek çok ülkede görüldüğü gibi bu yoldan geçerek asker gölgesinden kurtulmuş bir demokrasiye kavuşabilirdik. Bizde, askerin içyüzünü, yetersizliklerini bir dış düşman yerine bu Kürt hareketi ortaya çıkardı. Askerler bu mücadele vesilesiyle kamuoyu karşısına çıkıp fikirlerini paylaştılar. Kendi generallerimizi bu mücadelede tanıdık. Kimbilir kaç generalimizin ağzından” bunlar PKK’nın son çırpınışları” masalını dinledik. Kürt konusuna bakışlarını, teşhislerini öğrendik. Karakollarımızın halini TV’lerde gördük. “Karakollar için ödeneğimiz yok” diyen generaller, sınırda şehitler verilen bir günde golf oynamayı bırakmayan ‘Golf Kuvvetleri Komutanları’, çocuk gibi aklıyla Kuzey Irak’la ilgili ‘kırmızı çizgiler’ ilan eden generaller, ‘kendi mayınımıza basan Mehmetçikler olayı’ basına yansıyıncaya kadar suçu PKK’nın üzerine atan generaller.. bunların hepsini bu mücadelede tanıdık. Halkımız yavaş yavaş kafasındaki ‘kahraman yenilmez Türk komutanı’ imajını gerçek yerine indirdi. Bugün yaşadığımız demokratikleşmede bunun da payı var diye düşünüyorum.

Özellikle Org. Aytaç Yalman’ın, “biz Kürt yoktur diye eğitilmiştik.. dağda yürürken karda gezerken kart – kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti” ifadesinden sonra, her zaman söylediğimi burada tekrarlamak istiyorum: Teknik meslek dersleri haricinde, Askeri Liselerin, Harp Okullarının, Harp Akademileri’nin tüm müfredatı siviller tarafından düzenlenmelidir. Türkiye boyutlarında bir devletin güvenliği ve savunması, bu kadar zayıf yetiştirilmiş, boş kafalı, cahil bırakılmış, dogmalara teslim edilmiş bir subay – general sınıfına emanet edilemez. Bu, askeriyenin kendisine tahsis edilen kaynakları ne kadar yanlış kullandığına da örnektir. Söz konusu olan, sıradan bir astsubayımız değildir. Elene elene, seçilerek Kara Kuvvetleri komutanlığı’na kadar getirilmiş, en seçkin generallerimizden birisidir. Askerimizin hem eğitim sistemine, hem terfi sistemine yazıklar olsun.. Ülke gerçeklerinden ne kadar uzak bir insan yetiştirme sistemleri varmış. Bu kadar cehalet için demek ki general olmak şartmış.. Askerlik yapmış bir köy delikanlısının bildiğini bilmeyen general yetiştirmişiz..

“İnsanlar kendi düşüncelerini onaylayan yazıları / kitapları / yazarları severler” kuralına uygun olarak ben de bu kitaba bayıldım. Şu görüşlerimin tersinden giderek de olsa onaylandığını düşünüyorum:

– TSK Kesinlikle ve tam olarak sivil otoritenin emrinde çalışmalıdır.
– Tehdit değerlendirmesinden başlayarak, kuvvet yapılanmaları ve bunun gerektirdiği her türlü teçhizat ve personel ihtiyacı ve bunların
öncelikleri tamamen sivil idare tarafından, askerlerin sadece teknik danışman olarak hizmet sundukları platformlarda tesbit edilmelidir.
– Eğitimden terfilerine kadar hiçbir konuda sivil otoritenin dışında bir insiyatifleri bulunmamalıdır.
– ‘Hükümetler sorumlu, askerler yetkili’ formülü hemen yarın sabahtan itibaren çöpe atılmalıdır.

Kitaptan bir kaç alıntı yaparak bitiriyorum:

KENAN EVREN anlatıyor: “Vaktiyle herkes işkence yapıyordu”

F. Bila: PKK’nın ortaya çıkışında, güçlenmesinde Diyarbakır cezaevinin büyük rolü olduğunu söylerler. “Orada tutuklu ve hükümlülere işkence yapıldığı, dışkı yedirildiği, çok kötü muamele yapıldığı için PKK büyüdü” derler. Ne diyorsunuz?
– Gözlerini Yalıkavak koyundan ayırmadan sinirli bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

– Bak, Sayın Bila, Diyarbakır Cezaevi demiyorlar mı, çok üzülüyorum, sinirleniyorum. Ben o zaman devlet başkanıyım. Biz devleti yönetiyoruz. Cezaevlerini yönetmiyoruz ki! Ne yani, devlet başkanı Diyarbakır Cezaevi’ni mi yönetecek?…

… 12 Eylül’de biz polisi rahat bıraktık, rahat çalışsın diye.. Onlar yine yaptılar bunu. Sorgulama yapılıyor. Söyletebilmek için bazı usulleri var onların. Bunları Almanlar da yapıyordu. İngilizler de, ABD’liler de, Fransızlar da. onlar yapmadı mı? Vaktiyle herkes işkence yapıyordu.

F. Bila: Kürtçeyi neden yasakladınız?

– Anlatayım. 12 Eylül’de bir hatamız da oydu. Kürtçeyi yasakladık….. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonra anladım..

ORG. AYTAÇ YALMAN anlatıyor:

…olayı üç döneme ayırmak mümkün:
1. Sosyal sorun dönemi.
2. Askeri dönem.
3. Siyasallaşma dönemi….

F. Bila: Sorunun sosyal boyutu nedir?

Bu açıdan baktığımızda, sorunun ‘kendini ifade etmek’ olarak tanımlandığını görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek, kültürünü yaşamak istiyor. Oysa bizler o dönemde “Kürt yoktur” diye eğitilmiştik. Kürtleri, Türklerin bir kolu olarak görüyorduk. dağlarda gezerken, karda yürürken kart – kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti gibi tarifler dolaşıyordu. O dönemde sosyal istekleri iyi tahlil edemedik. Olayları adli vaka boyutundan çıkarıp ciddi bir sosyolojik analiz yapmamız mümkün olmadı…

Bu kitabı herkese tavsiye ediyorum..
Fikret Bila’ya bu hizmeti için, komutanlarımıza da böyle açık kalple konuştukları için teşekkür ediyorum.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Prof. Dr. Cemil Koçak’tan “27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları” – İbretlik belgeler.. Hem çok değişmişiz, hem de hiç değişmeyen yönlerimiz var.. /2010/10/prof-dr-cemil-kocaktan-27-mayis-bakanlar-kurulu-tutanaklari-ibretlik-belgeler-hem-cok-degismisiz-hem-de-hic-degismeyen-yonlerimiz-var/ Mon, 25 Oct 2010 04:19:45 +0000 /?p=3061
YKY – Yapı Kredi Yayınları – Karton kutu içinde 2 Cilt – 1226 Sayfa – 1. Baskı Mayıs, 2010

Prof. Dr. Cemil Koçak – Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi

Merhabalar,
27 Mayıs, 1960’da, çeşitli rütbelerden bir gurup subay, cumhuriyetin ilk askeri darbesini yaparak hükümeti devirip meclisi kapatarak başa geçerler. Bu darbeci subay gurubu kendisine MBK ‘Milli Birlik Komitesi’ adını verir. Başlarında yüksek rütbeli bir subay olmaması silahlı kuvvetlerde sıkıntı yaratır. Örneğin 3. Ordu Komutanı, “eğer içlerinde benden kıdemli general varsa emrine girerim, yoksa Ankara üzerine yürür, bastırırım” der. Bunun üzerine, ihtilalciler, acele ile yeni emekli olmuş Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’i başlarına geçmek üzere davet ederler. Karşıyaka’nın Bostanlı semtindeki küçük evine yerleşmiş olan Cemal Gürsel apar topar Ankara’ya gelerek başlarına geçer. Cemal Gürsel, 27 Mayıs döneminde üç ünvanı birden taşır. Hem MBK’sinin başkanı, hem devlet başkanı, hem de başbakandır. MBK, kapattığı meclisin yetkilerini üstlenmiş ve yasama organı olarak çalışmaktadır. MBK Kararları kanun hükmündedir. Yürütme yetkisini ise başbakan başkanlığındaki bakanlar kurulu kullanır.. Ancak bu hükümet, MBK’nin gölgesinde kalmış bir ‘askeri dönem’ hükümetidir. “Davul hükümetin boynunda, tokmak MGK’nın elinde” ifadesi zabıtlarda da geçiyor zaten. Birkaç asker üyesi dışındakiler genellikle bürokrat kökenli, 27 Mayıs’ı bir ‘devrim (inkilap)’ olarak kabul eden, DP karşıtı – CHP yanlısı zihniyete mensup, devrin ‘seçkin’ isimleridir.

Prof. Dr. Cemil Koçak, işte bu askeri dönem hükümetinin ‘Bakanlar Kurulu Tutanakları’nın tamamını ele geçirmiş ve yayınlamış. Bu ülkemiz için bir ilk. Bazı toplantıların son kısımlarında zabıt katipleri dışarı çıkartılıyor, bazı toplantılarda ise hiç zabıt tutulmuyor, ama bu durumlar bile resmi olarak kayıt altına alınmış.

Binikiyüz küsur sayfalık eserin başında, Cemil Koçak’ın yetmiş sayfalık bir değerlendirme yazısı var. Kalan sayfaların tamamı orjinal toplantı zabıtları ve resmi belgeler. Bu tip bir eserin sadece meslek olarak tarih ile uğraşanların ilgisini çekeceği düşünülebilir. Ama öyle değil. Bir ‘dönem romanı’ tadında okunuyor. ‘Güler misin, ağlar mısın?’ dedirten bir çok kısmı var. Üzerinden elli yıl geçtikten sonra bir ‘ibret vesikası’na dönüşmüşler. Bugün bulunduğumuz noktadan bakıldığında bana ‘ibretlik’ gelen yönleri, şunlar oldu:

1.
Türkiyemiz, o günden bu yana geçen elli yılda inanılmaz yol katetmiş.

O bakanlar kurulu üyelerinin, toplumun en iş bilmez kesimi olan asker ve bürokrat kesiminden olduklarını biliyoruz. Yine de kendi devirlerinin belli bir kampının en seçkin isimleri olduklarına şüphe yok. Bu isimler bile, bu günün ölçüleri ile çocuk gibiler. Dünyayı tanımıyorlar, fikirleri oturmamış, bakış açıları dar, ölçüleri küçük.. O akılları ile bugüne gelseler, ellerine irice bir belediye emanet edilemez gibiler. Türkiye’nin kat ettiği yolun büyüklüğü buradan anlaşılıyor.

Diyelim ki elimizde, 1960 – 61 yıllarının İngiltere Bakanlar Kurulu zabıtları bulunsa. Her iki zabıtları da beraberce okuyup bir kenara koysak. Ardından, her iki ülkenin 2009 yılına ait bakanlar kurulu zabıtlarını da bize açsalar, onları da beraberce okusak.. Mutlaka İngiliz zabıtlarında da elli yılın getirdiği, olumlu yönde bir akıl, fikir, bakış açısı ilerlemesi ve kavram zenginleşmesi görülecektir.. ama hiç zannetmem ki bizim bakanlar kurulu zabıtlarımızda görülecek farkla kıyaslanabilsin.

Bu zabıtların tutulduğu yıllarda ben beş – altı yaşlarındaydım. Arkadan aynı zihniyet 12 Mart, 1971 muhtırası ile seçilmiş hükümeti devirip yerine ara dönem hükümetlerini kurdurduğunda onbeş – onaltı yaşlarına gelmiştim.. Sevgili askerlerimiz 12 Eylül, 1980’de idareye el koyduğunda ise yirmidört yaşındaydım. Yani benim neslimin ömrü aynı klişeleri dinleyerek geçti diyebilirim. ‘Milli birlik ve bütünlüğümüz’, ‘İç ve dış düşmanlar’, ‘İrtica tehlikesi’, ‘Zararlı akımlar’, ‘Kökü dışarıda ideolojiler’ gibi.. Bu perspektiften geriye doğru bakınca, ‘Türkiye’nin pek çok konuda miladı Özal devridir’ inancım pekişiyor. O güne kadar merkezden idare edilen bir kumanda ekonomisi söz konusu. Bu kitapta da görülüyor. Koskoca kabine, bir tütün tücarı gibi elde kalmış bir kaç bin ton tütünün fiyat pazarlığını yapıyor.. Lojman olarak kullanılan bir apartmanda kimlerin oturacağını görüşüyor.. Dünyadan haberleri yok ama hepsi Atatürkçü..

Bizi bu kafa tarafından idare edildiğimiz yıllarda resmen Allah korumuş.. Her zaman soğuk savaşın Türkiye’de olabilecek gelişimi buzdolabı gibi dondurduğundan, ABD ve NATO’nun güvenliğimizi garanti etmekle birlikte toplumsal gelişimi engellediğinden bahsedilir.. büyük çapta doğru da olsa, şu kitap insanı düşündürüyor.. biz bu akıllarla, o yılarda yedekte bekleyeceğimize, kendimizi adam yerine saydırıp gerçekten sahaya çıkıp oyuna dahil olsak, halimiz ne olurmuş?
Yumurta – tavuk konusu gibi.. Bizi dış güçler mi uyuttu, yoksa biz uyuyorduk da dış güçler ninni mi söylediler?.. Bu zabıtları okuyunca, insanın “galiba ikincisi doğruymuş” diyesi geliyor..

2.
Laiklik konusunda, bürokrat – CHP’li – Atatürkçü – çarpık laikçi (!) kafanın hiç değişmediği görülüyor..

Mesela Önder Sav o bakanlar kurulunda otursa, ‘ne kendisi yadırgar, ne de onu yadırgarlar’ hissi veren bir çok görüşme var zabıtlarda. Bakanlar Kurulu, “Ezan sesleri sokaklara taştı, buna çare bulalım” tarzında görüşmelere sahne oluyor. İçlerinden bir kişi de kalkıp “Siz aklınızı mı oynattınız?” demiyor.. Konu bakanlardan birisine bir arkadaşından gelen şikayet mektubu ile açılıyor. Aynı bakan bunu “bir münevverin feryadı” olarak sunuyor. Bunu söyleyen de meşhur maliye bakanı Kemal Kurdaş..

3.
Okurken, “Allah Kürt vatandaşlarımıza sabır vermiş, bize iyi dayanmışlar” dedirten yerleri var.

Kürt konusundaki tarihi “Kürt yoktur, dağ Türkleri karda yürürken ayaklarından kart – kurt sesleri çıkardı, o yüzden onlara Kürt denmiştir” vecizesini büyük Atatürkçü devlet adamı Kenan Evren Paşa’nın zannedenler, Kenan Paşa’nın bu bilimsel görüşünün kaynağını bu zabıtlarda buluyorlar. Bu ‘inci’, kendisi de Kenan Evren Paşa gibi gerçek bir Atatürkçü olan Cemal Gürsel Paşamıza ait. Bunu bir kerametmiş gibi bakanlar kurulunda da tekrarlıyor. Artık, “o kimden öğrenmişti acaba?” sorusunu sormayalım.. Sorarsak ne olur? Benim “1930’larda bu millete herhalde bir ameliyat yapılarak beyni çıkartıltı” teorime geliriz. Zira, hem Atatürk, hem İsmet Paşa, Kürtleri gayet iyi tanıyorlardı.. her ikisi de ırkçı, ayrımcı, asimilasyoncu olmazsa imhacı idiler, ama hiç olmazsa Kürt yoktur gibi saçma lafları yok. Ama onların zamanında yetişen nesilde bu yalanın gerçekten inanılarak benimsendiğini görüyoruz..

4.
“2. Cumhuriyet” tabiri bir 27 Mayıs icadı..

1. Gürsel hükümetinin programında ‘Kurulacak 2. Cumhuriyet’ tabiri kullanılıyor.. Yani bu tabiri bizim şimdiki 2. Cumhuriyetcilerimiz bulmuş değiller..

5.
‘Oy hakkı’ tartışmaları..

Yıl 1960 olmuş, bizim bakanlar arasında ciddi ciddi ‘Lise diploması olmayan oy kullanamasın’ görüşünü savunabilenler var. Allah’tan birisinin aklına Vehbi Koç’un yeterli tahsili olmadığı geliyor da, konu kazasız belasız kapanıyor.. Bu konu 7. toplantıda konuşulmuş.

Ardından 46. toplantıda tekrar gündeme geliyor. Bunu, Cemil Koçak, ‘Giriş’ bölümünde şöyle anlatıyor:

“Başbakan, seçmen olabilmek için en az ortaokul mezunu olmak gerektiğini ileri sürmüştü. Böylece eğitim ile siyasi bilinç arasında doğrudan bir ilişki kurulmuş olmaktaydı. Bu suretle, bir kez daha, siyaset ile eğitim arasında doğrudan ve olumlu bir ilişki kurulmuş oluyordu. Elitist yaklaşımın tipik bir örneği olan bu görüş, ancak resmi eğitimden geçen kişilerin siyasete katılabilecek yetenek ve bilinçle donanmış olabileceğini öngörüyordu. Bunun dışında kalan kişiler ise, henüz siyaset için ehil sayılamazdı ve siyasetin dışında tutulmalıydı. Siyaset mümkün olduğunca seçkin bir tabakanın tekeline bırakılmalıydı. Diğer yandan, hükümetin yine askeri kanadından bir başka üye, Sıtkı Ulay bu öneriye karşıydı. Başbakanın bu önerisinin bakanlar kurulunda desteksiz kalması dikkate değerdir.”

6.
Ortak Pazar ile ilgili görüşler..

– Toplantılardan birisinde bu konu görüşülürken karşı çıkan bakanlardan birisinin korkusu “İtalya’dan Türkiye’ye büyük miktarda göç olması”..
– Sekizinci toplantıda yine bu konu görüşülür. Cemil Koçak’ın ifadesi ile;

” Türkiye’nin Ortak Pazar’a gerçekte Yunanistan ile ticari rekabeti nedeniyle girmek istemiş olduğu açıkça belirtilmişti. Bütün mesele, tütün ihracatı üzerinde düğümlenmişti. Ortak Pazar’a girmek, aslında Yunanistan ile rekabette geri kalmamak üzerine temellenmiş bir düşünceydi ve ticaret bakanının önerisiydi.

İşte o yıllarda bakanlar kurulu üyesi olmuş, yetişmiş insanlarımızın ufuklarının ne kısır olduğunu gösteren örnekler.

7.
Batılı olmak, doğulu olmak

Atatürk bize hedef olarak batıyı gösterdiğine, biz de bunca yıldır batılı gibi olmaya çabaladığımıza göre, birilerinin bizi doğulu olarak sınıflandırması gurur kırıcı olacaktır. Aydın sınıfımızın bu kompleksi o yıllarda da görülüyor. İsviçre Büyükelçisi, yeni bakanlar kurulunu Mısır ile kıyaslayarak “tam bir Avrupalı ve batılı hükümet” olarak tanımlamıştır. Bakanlarımız bundan çok gurur duyarlar.. Batılı bir diplomat kendilerine ‘batılı’ demiştir..

8.
İstatistik Konusu – Adam yokluğu ve bilgisizliğe bir örnek

Daha 1955 yılında yapılan sayımların sonuçları alınmadan 1960 sayımı kapıya dayanmıştır. İlgili bakan, Nasır Zeytinoğlu, 43. toplantıda, istatistik konusunda bilgi vermektedir:

“..ikincisi de personel meselesidir. Bunlar otomatik olarak çalışacaklardır. Fakat herşeyden önce istatistik malumatını haiz insanlar lazımdır. Bugün bu çapta Türkiye’de beş tane insan bulamazsınız. Necati İşçi diye bir adam var. Sabahın sekizinden, akşamın sekizine kadar çalışır.
İstatistikçi yetiştirme mevzuunda, Ankara’da bir İstatistikçiler Ensitüsü açacağız. Buradan on eleman yetiştirmek üzere burs vereceğiz…. bunun dışında bütçeye konulan paralarla, Avrupa’ya her sene en az beş talebe gönderirsek, işte ancak o zaman 1970 senesinde, “Türkiye’de bir istatistik müessesesi vardır” denebilir….
Makine vaziyetimiz fena değildir. ve ihtiyacımızı karşılayacak durumdadır. Fakat iş mütehassıslardadır. Bu makineleri ayar eden bir adam vardı. Bir istatistikte, bu makineler ayar edilirse daha karlı olur. Bu adam senelerce çalışmış, fakat hiç kimseye birşey öğretmemiş.. Odaya girer üstünden de kapıyı kilitlermiş. Bu adam biraz sıkıştırılınca nihayet tekaütlük talebinde bulunmuş. Şimdi bunun için de Remington’dan bir mütehassıs isteyeceğiz. Gelsin de öğretsin.
-Milli Eğitim Bakanı: Bu mesele çok mühimdir.
Nasır Zeytinoğlu: Zannedersem, iki üç gün içinde, Amerikan yardımıyla, iki üç gün içinde, bu, temin edilecektir.
– Bedrettin Tuncel: Buyurduğunuz noktalar, bir memleketin kendi imkanlarıyla halledemeyeceği konulardır. Mesela istatistik konusunda uzman yetiştirilmesi talebi, ancak Birleşmiş Milletler’in yardım şekli içinde mütalaa edilebilir.

Kitapta daha buna benzer nice örnekler var:
– Bakanlar Kurulu, bazen devlete ait bir otelin nasıl işletileceğini tartışıyor, başka birgün bir fabrikadaki stok kabloların nasıl değerlendireleceğini. Herşey tek merkezden yönetiliyor.
– Gemi sahibi armatörler bile ellerindeki eski gemileri satıp yerine Amerika’nın ucuza sattığı yük gemilerinden almak istediklerinde Bakanlar Kurulu’na başvuruyorlar. Çünkü özel sektörün elindeki bir geminin yurt dışına satışı dahi ancak hükümet kararı ile mümkün.
– Bazen turistler “nüfüs cüzdanı” gösteremedikleri için yurda sokulmuyorlar, bazen ülkesine giderken satın aldığı eşeği yanında yurt dışına çıkarmak isteyen bir Amerikalı asker mevzuata takılıyor, bu konular hep Bakanlar Kurulu’na geliyor.
– Türk Hava Yolları’ndan hiç ümitleri yok. Kendilerini bu konuda da aciz görüyorlar.
– O zaman doçent olan Necmettin Erbakan, Bakanlar Kuruluna elde mevcut olan makine parkı, tesisler ve personel kullanılarak, yerli motor, yedek parça ve motorlu araç üretimi yapılabileceğini, ancak gümrük vergileri gibi konularda hükümet desteğine ihtiyaç olduğunu anlatan bir sunumda bulunuyor. İlerde neden kendisinin parti kurarak siyasete atıldığını insan burada biraz anlıyor.

Bu kitabı okudukça, şunları düşündüm:

(a) “Nereden nereye gelmişiz” diye hayret ve şükür etmemek elde değil.
(b) O yıllardaki halimizi bilen Amerikalılar, gerçekten kendilerine lazım olan geri kalmış milletlere nasıl davranılacağını biliyorlarmış. Herhalde bizim gibi ülkelerde görev almadan bunun kursunu görüyorlardı. Bize yine de nazik davranmışlar. Gururumuzu kırmamışlar. Devlet muamelesi yapmışlar. Bu anlayışlı tutumları için onlara da teşekkür edesim geldi.
(c) Özal’a kaç kere rahmet okudum, saymadım. O sistemi çöpe atmasaydı biz acaba bugün nerelerdeydik?

Bu belgeleri gün ışığına çıkardığı için Cemil Koçak’a, yayınladıkları için YKY’ye teşekkür ediyorum. Kitabı herkese tavsiye ederim, hem ciddi bir bilgi kaynağı, hem de hafif bir mizahi eser lezzeti veriyor..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
‘Derin Devletin Kara Kutusu’ Org. Kemal Yamak’ın anıları: “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” – Motosiklet askerlik yapar mı? General generalin elini öper mi? /2010/10/derin-devletin-kara-kutusu-org-kemal-yamakin-anilari-golgede-kalan-izler-ve-golgelesen-bizler/ Mon, 18 Oct 2010 12:31:51 +0000 /?p=2569
Doğan Kitap – 867 Sayfa – 1. Baskı Ocak 2006

Kitap, son derece detaylı, hatta gereksiz derecede detaylı yazılmış. Çoğu yüksek rütbeli komutanda görüldüğü gibi, Kemal Yamak da, kendisinin yaptığı en ufak bir icraatı bile önemli gören bir insan. Mesela, TSK’da her sene bir ‘Generaller – Amiraller’ kitabı yayınlanırmış. Kemal Yamak bu kitabın fotoğraflı olarak yayınlanmasının daha uygun olacağını düşünmüş ve bunu üst makamlara arz etmiş. Kabul etmişler. Daha sonraki bir zamanda, artık fotoğrafların renkli basılmasının uygun olacağını arz etmiş. Dinleyen olmamış. Neden sonra, Kemal Yamak emekli iken, bilmem hangi yılda, bilmem hangi Genel Kurmay başkanı zamanında bu renkli fotoğraf uygulaması başlamış. İnsan okurken, ‘ne var bunda, bunu bir onbaşı da akıl edebilirdi’ diyor ama Kemal Yamak için bu nokta onun TSK’ya yaptığı bir hizmet anlamına geliyordu, anlaşılan. Nelerle uğraşıyorlar.. Hangi konularda arzlar yapıyorlar, kararlar alıyorlar.. bazen aklım almıyor..

Kemal Yamak, 1924, Merzifon doğumlu. 1989’da, Kara Kuvvetleri Komutanlı’ğından emekli olduğunda, Başbakan Özal tarafından Başbakanlık başdanışmanlığına atanıyor. Ardından, Özal’ın Çankaya’ya çıkmasından vefatına kadar Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği görevinde bulunuyor. Özal 1993’de vefat edince Kemal Yamak da aynı gün istifa ederek bu görevden ayrılıyor.

Askerlik hayatının en kritik kilometre taşları şu görevleri olmuş:

– 1959 Yılında, Kurmay Binbaşı iken, Londra ve Zürich anlaşmaları öncesindeki Atina görüşmelerine katılan heyette yer alarak Kıbrıs konusuyla tanışmış oluyor. Emekliliğine kadar Kıbrıs konusu ile bir şekilde ilgisi kesilmiyor.

– 1967 – 1974 yılları arasında Özel Harp Dairesi’de görev yapıyor. Kurmay Albay olarak Kurmay Başkanlığı ve Komutan Yardımcılığı görevlerinde çalışıyor. Son üç sene de, Tuğgeneral olarak Daire Başkanlığında bulunuyor.” Vefat haberi, basına “Derin Devletin Kara Kutusu Vefat Etti” şeklinde yansımıştı. Sebebi yedi yılını bu dairede geçirmiş olması.

– Korgeneralliğinde, 12 Eylül’den hemen önce ‘7. Kolordu ve Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı’ olarak atanıp 12 Eylül döneminin ilk iki yılı boyunca bu görevde bulunması.

Kitaptan bir kaç tane anı seçtim..

Yıl 1947. Kemal Yamak Teğmen olarak, memleketi Merzifon’a atanır..

Taburumuzda üç sınıf arkadaşım, çavuş olarak hizmet görüyordu. Orta okuldan beraber mezun olmuştuk. O zaman motosikleti veya aracıyla gelenler, memleketinde askerlik yapıyordu. Onlar da motosikletleriyle birlikte asker olmuşlardı…

Yıl 1960. Kemal Yamak Kurmay Binbaşı olarak, Afganistan Harp Okulu’nda tabiye (taktik) başöğretmenliği yapmaktadır.. Sayfa 164..

…o günlerden, birçoğunu yazamayacağım çok acaip uygulamalar, ürküntü veriyordu. Mesela, o dönemin Harp Okulu’nda, ‘taşla taharet’in varlığını ve sadece Türk hocalar için ayrı bir tuvaletin bulunduğunu belirtmek isterim..

Sayfa 173..

Afgan harp Okulu’nda açılan tekamül kursu devam ediyordu. Herşeyin normal olarak sürdüğü bu kursta anormal olan bir husus dikkatimi çekiyordu. En önde oturan albay hiç not tutmuyor, önüne hiçbir not veya benzeri birşey koymuyordu. Masasının üstü hep boştu. Bir gün bir hususta imzasını atması gerekince, adeta resim yapar gibi, özene bezene ve elindeki kaleme eli kolu ve vücudunun üst kısmıyla refakat ederek imza atması da dikkatimi çekmişti.. Tecümana sordum, cevap çok ilginçti: “Hocam, o albay okuma yazma bilmez” Sordum: “Peki o zaman kursta ne işi var?” “General olacak da, onun için” cevabını verdi. ve izah etti: “O, …… kabilesinin reisidir. Cengaver ve devlete yardımcı bir kişidir.” Düşündüğümü görünce hemen anladı. “Siz de nasıl not alacağını düşünüyorsunuz, değil mi? diye soruyor ve kendisi cevaplıyordu: “okul komutanı, belki de genelkurmay başkanı sizden özellikle rica edecekler.” Dediği gibi oldu…. komutan beni çağırdı, durumu anlattı ve yardım rica etti. Ayrıca ekledi: “Size çok ters geldiğini biliyorum, fakat biz bu tür bazı şeylere mecburuz. Üstelik, bu ilk de değildir ve ordumuzda hiç de yadırganmaz. Birşey daha belirtmek istiyorum. Bu sonuç sizin tavrınıza bağlı olmayacaktır. O kişi mutlaka general olacaktır. Lütfen bize yardımcı olun ve bir sorun çıkmasın.”…… Uzun konuşmalardan sonra anlaşmıştık. Onlar benden not istemeyecekler ve kurs bitirme belgesi ve derecesi aramayacaklardı. Ben de ‘Albay ……, Harp Okulu’nda açılan …… dönem tekamül kursuna devam etmiştir’ şeklinde bir belgeyi imzalayacaktım..

Ecevit’in naifliği…
Yıl 1974. 15 Temmuz sabahı, Rumlar Kıbrıs’da darbe yapmışlar. Türkiye’nin müdahalesi yaklaşmakta. Başbakan Ecevit, bir heyetle Londra’ya gidiyor. İngiltere’ye, “Her ikimiz de garantör devletiz. müştereken müdahale edelim” tezini iletecek. İngiltere red eder. Türkiye’nin tek başına müdahalesi kesinlik kazanmıştır. Dönüş yolunda, Ecevit, Özel Harp Dairesi Başkanı olarak heyette bulunan Tuğgeneral Yamak’ı yanına çağırır.. Sayfa 325..

“Gayri ihtiyari sayın başbakanı gözle takip ediyordum. Bir ara elinde küçük bir kağıt olduğu halde, bazı arkadaşlarıyla konuştular. Sonra beni çağırdılar. “Yamak Paşa, acaba uçaklar hava taarruzu için Kıbrıs semalarına gittiklerinde, bombardımandan evvel, önce çiçek, sonra beyanname atsalar, eğer aşağıdan ateş açılırsa, o zaman hava taarruzuna geçseler, olabilir mi?” sorusunu sordular. Sayın başbakanın kafasında kesinleşen müdahale kararı, insancıl yapısı ve yaklaşımıyla çarpışıyor ve hangi taraftan olursa olsun insanların zarar göreceği düşüncesi kendisini rahatsız ediyordu. Bu ulvi düşünce ve insani yaklaşımın karşı tarafa ne kadar yabancı ve uzak olduğunu düşünerek, savaş uçaklarından çiçek atmanın teknik olarak çok zor hatta mümkün olmadığını, bir iki uçaktan bir iki şehir meydanına çiçek atma ile çok farklı koşulların yaşandığı bir harekatta atılsa bile, eli tetikte bekleyen kimselere bu haber ve mesajın ulaşamayacağını, o haleti ruhiye içiersinde algılanamayacağını arz ettim. O zaman, “Peki” dedi ve elindeki kağıdı uzattı. “Öyle ise, şu tarz ifadeler taşıyan beyannameler basalım ve onlara atalım” dediler. Kağıdı aldım. Daha evvel Abbas Efendi ile hazırladığımız genelkurmay beyannamelerine benzer ifadeler taşıyorlardı. Atılacağını arz ettim. Ama yeniden basılıp, çoğaltılıp, hazırlanıp, ulaştırılmasının bu kısa süre içersinde mümkün olamayacağını ancak, bu konuda bir boşluk da yaratılmayacağını düşünüyordum. Zira Ankara’ya indikten kısa bir süre sonra harekat ve erken saatlerde de hava harekatı başlamış olacaktı…”

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan’ın ibretlik sorumsuzluğu ve gevşek görev anlayışı.
İnsana, “Bu mu TSK’nın kırk elekten geçirerek oramiral rütbesine yükseltip kuvvet komutanı yaptığı adam?” dedirten bir anı.
Ecevit ve beraberindeki heyet Esenboğa’ya iner. Sayfa 326..

“18 Temmuz, 1974 günü akşam satlerinde, uçağımız Esenboğa havaalanına indi. Alanda karşılamalardan sonra, yanıma Deniz Kuvvetleri Komutanı rahmetli Oramiral Kemal Kayacan geldiler ve “Kemal Paşa, Kıbrıs’a gözümüz bağlı gidiyoruz. Elimizde doğru düzgün hiçbir bilgi yok” dediler. Kıbrıs kıyı ve plajları, kıyılardaki savunma tesis ve hedefleriyle ilgili, çok teferruatlı çalışmalar yapılmış, bunlar birer bilgi kartı ve albüm haline getirilerek ilgili komutanlıklara ‘çok gizli’ kaydıyla dağıtılmıştı. Bu meyanda, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na da yeteri kadar gönderilmişti. Kendilerine bu hususu arz ettim. “Ben bilmem paşam, bana intikal eden bilgiler böyle” dediler. Ben kendilerine dairede bulunan bu dökümanlardan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na hemen gönderilmesi için emir vereceğimizi, bunların ilgili komutanlıklara intikali için tertip alınmasını arz ve teklif ettim. Biz kendilerine bu tertibi yeniden yaptık. Gönderildiğini de ifade ettiler. Sonucu bilmiyorum.”

Barış Harekatı’ndan bir yıl sonra, Kemal Yamak, Tümgeneral rütbesi ile, Kıbrıs harekatına katılmış ve harekat bittikten sonra adada konuşlanmış olan 28. Tümen Komutanlığı’na atanır. Tümenin arşivi hala Ankara’dadır. Tümenin artık Kıbrıs’ta kalacağı anlaşıldığından, arşiv de Ankara’dan Kıbrıs’a nakledilir. Zamanında, Kemal Yamak’ın başında bulunduğu Özel Harp Dairesi tarafından, yıllarca emek verilerek, Kıbrıs’daki gizli elemanları vasıtasıyla hazırlanıp birliklere ‘çok gizli’ ibaresiyle dağıtılan belgelerin bir takımı da 28. Tümen arşivinden çıkar.. Kemal Yamak, bundan ders çıkarılması gerektiğini, ‘çok gizli’ ibaresi taşıyan dosyaların bu gizli olma halinin hangi şartlar oluştuğunda kalkacağının bilinmesi ve o gün geldiğinde açılarak hizmete verilmesi gerektiğini, aksi halde kasalarda kilitli tutulan planlardan, bilgilerden kimseye fayda gelmeyeceğini anlatıyor. Aynı hatanın Amerikalılar tarafından Pearl Harbour baskını öncesinde de yapıldığını hatırlatıyor.
Benim takıldığım yer burası değil. Olabilir, unutulabilir, kaybolabilir, yangında yanabilir.. insanlık hali.. Ancak deniz kuvvetleri komutanının sorumsuzluğunu anlayamıyorum.. 1974 Senesinde zaten tamamı eski ABD gemilerinden oluşan hurda harabe bir deniz kuvvetinin komutanısın. Yapman istenilebilecek tek vazife bir Kıbrıs çıkartması. Senden önce iki defa kalkışılıp, yarı yoldan dönülmüş. Yani aniden ortaya çıkan sürpriz bir görev değil. Kedi olalı yakalayacağın tek fare bu.. Diyelim ki zarflar kayboldu.. hatta diyelim ki özel harp dairesi böyle bir çalışmayı yapmadı bile.. Sen deniz kuvvetleri komutanısın, insan bu harekatın kırk çeşit planını yaptırır, onlarla yatar onlarla kalkmaz mı? Son gece mi aklına geldi? O güne kadar daha önemli hangi işin vardı? Deniz kuvvetleri’nin organizasyon şemasına baksak kimbilir bu işlerle görevli kaç subay – amiral vardır o karargahta, birisinin de mi aklına gelmiyor? Lafa bakın: “Kıbrıs’a gözümüz bağlı gidiyoruz.” Bizim kuzu gibi halkımız da sanıyor ki komutanlar yatmaz, uyumaz, yemez, içmez harbe hazırlanır.. Zaten aynı komutanlığa bağlı üç muhribimiz, bu konuşmadan üç dört gün sonra kendi hava kuvvetlerimize hedef olacak, Kocatepe muhribi saatlerce süren taarruzlardan sonra sulara gömülecek, canlar kaybedilecek, diğer iki muhrip yaralı olarak kendilerini zor kurtaracaklar, bu muhterem komutan da Ağustos ayında emekli edilecekti.. İşte anı kitabı okumayı bunun için seviyorum..

Kemal Yamak, tabiki bu kelimelerle ifade etmiyor ama, Ecevit’in humanist yaradılışta, ancak, iktidara gelebilmek için yalan bile söyleyebilecek bir siyasetçi olduğunu söylüyor. Aslında bizim gibi sade vatadaşlardan yaşı müsait olanların hayret edeceği bir laf değil bu. Rahmetli Ecevit ‘Güneş Motel – 11 transfer – 11 bakan’ olayıyla, siyasi rakiplerinden daha prensipli bir siyasetçi olmadığını hepimize ispat etmişti. Yamak, Ecevit’i hiç affedememiş. Ecevit’in Özel Harp Dairesi hakkında brifing alırken hayranlığını ifade ettiğini, daha sonradan ise, etrafa, ‘bu brifingi tüyleri diken diken olarak dinlemiştik’ şeklinde konuştuğunu, söylüyor. Sayfa 472:

Daha önce söylememiş olsam bile yazdıklarımdan anlaşılacağı üzere ben, ‘Başbakan Sayın Ecevit’ ile, ‘muhalefetteki parti başkanı Sayın Ecevit’i ayrı ayrı tanıyordum. Başbakan Ecevit’i sorumlu ve birleştirici bir devlet adamı, idealist bir demokrasi aşığı ve dürüst bir insan olarak tanıyor ve haddime düşmese de kendilerini takdir ediyordum. Bu hislerimi hala da muhafaza ediyorum. Ancak, muhalefetteki parti başkanı Ecevit’i tanımakta güçlük çekiyorum. bunun en büyük misalini de, Özel harp Dairesi ile ilgili olarak, hiçbir başbakana o güne kadar verilmemiş bilgilerin açıklıkla verilmesine, bu bilgilerin en yüksek askeri yetkilinin ve konuyla ilgili milli Savunma bakanı’nın huzurunda, resmen kendilerine takdim edilm,ş olmasına rağmen, kuşkulara, zanlara, yanıltmalara dayanan ifedelerinde ve davranışlarında görüyordum.”

Meğerse generaller üst rütbeli generallerin elini öpermiş.. Bir yaşıma daha girdim.. Sayfa: 408:

Ordu komutanımız Ankara’dan döndüler, beni Erzincan’a emrettiler. Kendilerini ziyaret edip elini öptüm ve şükranlarımı arz ettim..

Yıl 1975. Elini öptüğü komutan, o günkü 3. Ordu Komutanı, 1915 doğumlu, Orgeneral Namık Kemal Ersun. O anda Tuğgeneral Ersun 60 yaşında. Yamak 51 yaşında. Yaş farkları sadece dokuz. Yani öyle, askeri lisede okurken kendisine öğretmenlik yapmış, 70 – 80 yaşında emekli bir generale rastladığında, o babası yaşındaki eski hocasının elini öpmekten çok farklı bir durum. Bir de ‘şükranlarını arz etme’ durumu var.. O da acıklı. Çünkü tuğgenerallikten tümgeneralliğe, YAŞ’ya katılan kendi ordu komutanının teklifi ile getirildiğini biliyor.

sene 1979. Bu da ikinci el öpme vakası. Bu defa tümgenerallikten korgeneralliğe terfi etme zamanı. Ama Tümgeneral Yamak Kayseri’deki Yurtiçi Doğu Bölge Komutanlığı görevinde. Nispeten pasif bir görev. Terfi şansı az. Bu defa 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mahmut Ülker, YAŞ’ta kendisine destek olacağını ifade edince, Tümgeneral Yamak, Bu komutanının da elini öpüyor. Tümgeneral Yamak 55 yaşında, Orgeneral Ülker 64. yaş farkı yine sadece dokuz.,Sayfa 461:

Kalkıp elini öptüm ve “Sağolunuz komutanım dedim”.

Bu askerlerin işi sivillerden zor. Sivil hayatta da patrona /amire / müşteriye yaltanmak var.. ama hiç olmazsa başka patron / başka amir / başka müşteri seçenekleri de mevcut.. askerler için bu kapı kapalı.. tek bir TSK var.. Bir de, Yamak bu el öpme olaylarını bu kadar rahat ve yadırganacağını düşünmeden yazabildiğine göre, acaba bu bizim orduda bir gelenek mi? Hani şehire inmiş köy delikanlıları el ele tutuşup yürüdüklerinde, yabancılar bunları gay zannetmesi gibi, acaba dışarıdan bakan bizler mi yadırgıyoruz?

Korgeneral olarak bir yıl Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri komutanlığından sonra, 12 Eylül darbesinden tam yirmi gün önce ‘7. Kolordu ve Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’ na atanır. Kitabın burasında Yamak’ın burnu uzamaya başlıyor. “Mamak – Metris – Diyarbakır” üçlüsü olarak tarihe geçen, TSK’nın üç işkence merkezi tutukevinden birisi iki yıl boyunca Yamak’ın komutası altındadır. Yamak, burada tutuklulara spor yaptırıldığını, Atatürkçülük eğitimi verildiğini, bazı mahkumların “burası bize okul gibi oldu” diyerek kendilerine teşekkür bile ettiğini anlatıyor.işkence iddialarına şöyle bir dokunup geçiyor. Sayfa 507:

Alınan bu tedbirler bu yönüyle talihsiz ve kontrol dışı kalmış bir uygulamaya dönüşmüş olabilir…

Sayfa 508:

Ben bunları ifade ederken, Sayın ……..’na cezaevinde yapılanları savunmuyorum. Bazılarının hatalı, bazılarının aşırı, bazılarının tamamen gereksiz ve yersiz, hatta maksatsız, anlamsız, haksız ve mantık dışı olduğunu belirtmek istiyorum..

Sonuç: “Herkese tavsiye ederim” diyebileceğim bir kitap değil. Yamak, Özel Harp Dairesine sahip çıkarken, kendi görev süresi ile sınırlı kalmıyor. Burası ilginç.. Halbuki bu daireyi, 1952 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kuranlar, finanse edenler Amerikalılar.. kimbilir zaman içinde neler olmuştur?.. Yamak ise hiç istisnasız, oranın sütten çıkmış ak kaşık olduğunu savunuyor. Diyarbakır Cezaevi hakkında doğruları sakladığını bilmesek belki daha rahat ikna olabilirdik..

Askerlerimizin mesleki yeterliliği konusundaki şüphelerim, bu kitapla biraz daha arttı. Mesela, Kara Kuvvetleri Kurmay başkanı olarak ABD’ye bir inceleme gezisine katılıyor. O yaşta ve ABD’ye daha ilk gidişi. ABD Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’nın teşkilatlanma ve çalışma prensiplerine hayran kalıyor. Anlattıklarından anlıyoruz ki, NATO üyesi olmamıza rağmen, sistemli bir bilgi ve know- how akışı yok. Bunu şuradan da anlıyoruz, gitmeden uğradığı Genel Kurmay Başkanı da, kendisinden “yeni birşeyler bulup gelmelerini, kara kuvvetlerine yenilikler getirmelerini” istiyor. Sanki pazara çıkıyorlar. Pazarda yeni birşey varsa onu alıp gelecekler. Daha abone olmak istedikleri yayınları nasıl elde edeceklerini bilmeyen üst generaller bunlar. Bunu da onlara koskoca bir Amerikalı general anlatıyor da, öyle anlıyorlar. Siz o Amerikalı generalin yerinde olsanız, heyet gittikten sonra arkalarından ne düşünürsünüz? Bir davet, bizimkilerin kabul etmesi. Gidip gezmeleri. Beğendikleri hususları not alıp geri geldiklerinde uygulamaya çalışmaları.. Sistematik bir çalışma yok. Tesadüflere, o koltuğa oturan komutanın düşüncelerine bağlı bir uygulama yöntemleri var. Gidip gezen komutan bir sonraki dönemde emekli ediliverse, o izlenimler, kendisiyle beraber emekli olacaklar. Geride kuru bir dosya kalacak. Halbuki, anlattığına göre, Amerikalıların yaklaşımları gayet olumlu. Bu tip bilgilere ambargo söz konusu değil. Ne sorsalar, öğretmen gibi anlatıp gösteriyorlar. Bizimkiler için yurt dışı gezileri hala bir imtiyaz.. Ancak yüksek komutanlar gidebiliyor. Halbuki inceledikleri teşkilatlanma modelini ABD’deki askeri ataşemizden de, Ankara’da görevli ABD’li askeri personelden de öğrenebilirler.

. . . . . /

]]>
Tevfik İzmirli’den bir kaç yorum ile, Em. Koramiral Atilla Kıyat’ın Anıları : “Üç Yıldız Bir Penaltı” /2010/10/em-koramiral-atilla-kiyatin-anilari-uc-yildiz-bir-penalti-ve-tevfik-izmirlinin-bir-kac-yorumu/ Thu, 14 Oct 2010 04:19:46 +0000 /?p=1819
Yapı Kredi Yayınları. 434 Sayfa. 1. baskı: Mayıs, 2010

“Savarona’yı yakan şerefsizlerin deniz kuvetleri personeli olduğunu, yurt dışına eğitim ya da görev için çıkan, ya da yurt dışından teslim alarak getirilen harp gemilerimizin nasıl kaçakçı gemisi gibi kaçak malla döndüğünü.. Koskoca amirallerin nasıl iki karton Amerikan sigarasını, iki şişe viskiyi hediye olarak beklediklerini, bir NATO tatbikatında muhribimizi denizde yakıt alacağı tankere yanaştırmaktan aciz muhrip komutanını.. açık açık yazmış.. Bu muhribimizin hareket halindeki tankerden yakıt alamayacağı anlaşılınca, bu defa tanker demirletilir. Ancak Türk muhribi bu defa demirli duran tankere dahi yanaşma başarını gösteremez. Son çare olarak muhrip demirletilir ve yabancı tanker yanaşma manevrasını yaparak yakıtı verir.. Bu yakıt ikmal konusu kitabın 121 ve 122. sayfalarında anlatılmış.”

İnsan bunları okudukça, Kıbrıs harekatında kendi uçaklarımızın Kocatepe muhribini saatlerce uğraşarak göz göre göre nasıl batırdığını daha iyi anlıyor… “Allah korumuş bu askerlerle harbe girmemişiz” diyen Bülent Arınç’a hak veriyor..

“Zaten Atilla Kıyat, sıra dışı bir amiral olduğunu geçtiğimiz günlerde de gösterdi. TV Kanallarının birinde, pat diye, generallere hitaben, “Faili meçhul cinayetler emir ile işlendi, emri veren komutanlar dışarda, emri yerine getiren genç subaylar – şimdi albay rütbesindeler – hapiste, buna vicdanlarınız nasıl müsaade ediyor?” deyiverdi. Bir kaç gün sonra, İstanbul Özel Yetkili Mahkemesi’nde savcıya ifade veriyordu, tanık olarak, tabii.”

“Eee, artık koskoca emekli koramiral açıkladığına göre ben de ufak bir anımı anlatabilirim. 1970’lerin ortalarında, Heybeliada’da yaşayan arkadaşlarımdan bilirdim. Tüm ada ahalisi, bahriyelilerin düzenli ve periyodik olarak kaçakçılık yaptıklarını bilirdi. Savarona dahil, her yaz hangi gemi eğitim ya da görev amacıyla yurt dışına gidecekse, önceden verilen siparişlerle ambarları dolu olarak gelirdi. Sadece viski – sigara değil, mobilyadan mutfak aletlerine kadar, hem de. Şerefli Türk bahriyelileri bunları halka ve önceden anlaştıkları esnaflara satarak “yollarını bulurlardı!” Savarona yakıldığı zaman da, adalar halkı hangi pisliklerin örtülmesi için yakıldığını gayet iyi biliyordu. Kıyat amiral bunları da anlatmış, kitabında.”

“En trajik kısmı ise, Atilla Kıyat’ın, emekli edilmenin burukluğu ile katılmadığı tören gecesinde, Gölcük Donanma Komutanlığı’nın 17 Ağustos, 1999 depremiyle yerle bir olması.”

Herkese tavsiye ediyorum, gayet zevkle okunan, dili akıcı, hem eğlenceli, hem öğretici bir kitap.

Merhabalar,
“Bugün gazetelerde bir haber çıktı. Türkiye’nin deniz haydutluğuyla mücadele kapsamında dahil olduğu Birleşik Görev Kuvvetleri’nde (CTF 151), Amerika, İngiltere ve Kanada’nın da katıldığı; Aden, Somali Açıkları ve Arap Denizi’ndeki korsanlıkla mücadele operasyonlarının karargâh gemisi TCG Gökçeada’nın, Kenya’nın Mombassa limanından çıkarken karaya oturduğu, Kenya’lı görevliler tarafından kurtarıldığı, batma tehlikesi geçirdiği, görev yapamayacak durumda olduğundan, yedeklenerek Türkiye’ye doğru çekilmekte olduğu.. İçim cız etti. Bizim ‘Barbaros’un torunları’ yine mahçup olmuşlardı. Haberin yanlış çıkmasını diliyorum.”

“Bu haber beni 1996 yılına götürdü. 13 Ağustos, 1996 gecesi, bu defa Yavuz fırkateynimiz, dümdüz bir yaz havasında, İstanköy Kanalı denilen, Bodrum kıyıları ile Yunanistan’a ait İstanköy Adası (Kos) arasında seyir halinde iken, “yanlış mevki koyma sonucu” karaya oturmuştu. Yavuz Fırkateyni’nden bahsediyoruz.. bir mavnadan değil. Sözüm ona aynı anda bilmem kaç hedefi takip edebilen, yeryüzünün hangi noktasında olduğunu her an görebilen, teknoloji harikası, 3,000 tonluk, 280 personelli, Alman teknolojisi ile inşa edilmiş, kaza gününde sadece dokuz yaşında olan Türk Donanmasının en modern gemilerinden birisiydi, karaya oturtulan.. Beni asıl inciten, geminin yüzdürülmesine yardımcı olan Yunan tarafındaki Komodor’un çektiği şu geçmiş olsun mesajının son cümlesi olmuştu: “Böyle iddialı isimler taşıyan harp gemileri o isimlere layık komutanlar ister”. Yunanlı resmen ama haklı olarak dalgasını geçiyordu. İşin acıklı bir tarafı da kaza anında gemi komutanı odasında istirahatte olmasıydı. Kanal geçişinde tenezzül edip köprü üstünde bulunmayı gerekli görmemişti.”
İçimden, komutan ben olsam, gemi komutanını hemen emekli ederim, diye düşünmüştüm. Deniz Kuvvetleri de buna yakın bir işlem yaptı. Ağustos tayinlerinde gemi komutanını kara görevine çekti. Komutan karşı dava açtı. Kaybetti. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin (AYİM) kararının linkini veriyorum:
http://www.msb.gov.tr/ayim/Ayim_karar_detay.asp?IDNO=274&ctg=000002000001000026

“Bu iki çağrışım, aklıma bir üçüncüyü getirdi. 12 Mayıs, 2010 gününden başka bir gazete haberi:
Erdek’te bulunan Mayın Filo Komutanlığı’na bağlı Edremit gemisi, NATO görevi gereğince bulunduğu İspanya’dan döner. Alınan bir ihbarla, Sahil Güvenlik ekipleri, savcı nezaretinde yaptıkları aramada, gemide 5,000 paket kaçak sigara ile 300 şişe kaçak viski ele geçirir. “Eyvah” dedim, “bizim bahriyeliler kaçakçılık huylarından vazgeçmemişler.. Atilla Kıyat amiralimin emekleri boşa gitmiş..”
İşte bu düşünceler, bana, zaten aklımda olan Atilla Kıyat’ın kitabını öne aldırdı.”

Komutanlarımızın yazdıklarını, özellikle anılarını okumaya bayılıyorum. Bu sözüm Sayın Kıyat amiralimize değil, öyle tatlı tatlı anlatıyorlarki sersemliklerini, hatalarını, eksikliklerini, farkında bile değiller. Okudukça, “siz değilmiydiniz bize devamlı akıl öğreten.. siz daha kendi mesleğinizi doğru dürüst icra edemiyorsunuz” diye düşünerek, keyif alıyorum. Belki bu keyfin adı ‘bir sivilin gizli intikamı’ bile olabilir. Bu sözlerim, gerçekten Kıyat amiralimize yönelik değil. O bizim, daha kendi mesleğini doğru dürüst icra etmekten acizken, topluma şekil vermeye yeltenen komutanlarımızdan değil. Okudukça görüyoruz, hem nice sivillerden daha sivil bir insan hem de denizciliğe aşık, tertemiz bir Türk bahriyelisi. Deniz Kuvvetlerimizin iliklerine işlemiş olan hırsızlık, kaçakçılık, adam kayırma gibi illetlerle nasıl mücadele ettiğini.. Kitabında anlatmış.. Kıyat amiral de utanmış, gördüklerinden, yaşadıklarından..

Savarona’yı yakan şerefsizlerin deniz kuvetleri personeli olduğunu, yurt dışına eğitim ya da görev için çıkan, ya da yurt dışından teslim alarak getirilen harp gemilerimizin nasıl kaçakçı gemisi gibi kaçak malla döndüğünü.. Koskoca amirallerin nasıl iki karton Amerikan sigarasını, iki şişe viskiyi hediye olarak beklediklerini, bir NATO tatbikatında muhribimizi denizde yakıt alacağı tankere yanaştırmaktan aciz muhrip komutanını.. açık açık yazmış.. Bu muhribimizin hareket halindeki tankerden yakıt alamayacağı anlaşılınca, bu defa tanker demirletilir. Ancak Türk muhribi bu defa demirli duran tankere dahi yanaşma başarını gösteremez. Son çare olarak muhrip demirletilir ve yabancı tanker yanaşma manevrasını yaparak yakıtı verir.. Bu yakıt ikmal konusu kitabın 121 ve 122. sayfalarında anlatılmış.

İnsan bunları okudukça, Kıbrıs harekatında kendi uçaklarımızın Kocatepe muhribini saatlerce uğraşarak göz göre göre nasıl batırdığını daha iyi anlıyor… “Allah korumuş bu askerlerle harbe girmemişiz” diyen Bülent Arınç’a hak veriyor..

Zaten Atilla Kıyat, sıra dışı bir amiral olduğunu geçtiğimiz günlerde de gösterdi. TV Kanallarının birinde, generallere hitaben, pat diye, “faili meçhul cinayetler emir ile işlendi, emri veren komutanlar dışarda, emri yerine getiren genç subaylar – şimdi albay rütbesindeler – hapiste, buna vicdanlarınız nasıl müsaade ediyor?” deyiverdi. Bir kaç gün sonra, İstanbul Özel Yetkili Mahkemesi’nde savcıya ifade veriyordu, tanık olarak, tabii.

Eee, artık koskoca emekli koramiral açıkladığına göre ben de ufak bir anımı anlatabilirim. 1970’lerin ortalarında, Heybeliada’da yaşayan arkadaşlarımdan bilirdim. Tüm ada ahalisi, bahriyelilerin düzenli ve periyodik olarak kaçakçılık yaptıklarını bilirdi. Savarona dahil, her yaz hangi gemi eğitim ya da görev amacıyla yurt dışına gidecekse, önceden verilen siparişlerle ambarları dolu olarak gelirdi. Sadece viski – sigara değil, mobilyadan mutfak aletlerine kadar, hem de. Şerefli Türk bahriyelileri bunları halka ve önceden anlaştıkları esnaflara satarak “yollarını bulurlardı”! Savarona yakıldığı zaman da, adalar halkı hangi pisliklerin örtülmesi için yakıldığını gayet iyi biliyordu. Kıyat amiral bunları da anlatmış, kitabında.

En trajik kısmı ise, Atilla Kıyat’ın, emekli edilmenin burukluğu ile katılmadığı tören gecesinde, Gölcük Donanma Komutanlığı’nın 17 Ağustos, 1999 depremiyle yerle bir olması.

Herkese tavsiye ediyorum, gayet zevkle okunan, dili akıcı, hem eğlenceli, hem öğretici bir kitap.

Aşağıda, kitaptan birkaç alıntı vererek bitiriyorum,
Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

Yıl 1963. Kıyat, teğmen olarak ilk gemisine atanmıştır. TCG Beykoz.. Bu yılın sonunda Rumlar Kıbrıs’ta katliamlara başlamıştır. Donanma’da izinler kaldırılır, gemiler Mersin ve Çanakkale’ye intikal etmeye başlarlar. TCG Beykoz’da dümen arızası çıkar.. Sayfa 74..

“Başta komutan olmak üzere geminin bütün subayları ve teknik astsubaylar, arızanın giderilmesi için çalışmaya başladık. Bir müddet sonra bize diğer gemi komutanları ve tersaneden mühendis subaylar da katıldı. Ne yapsak olmuyordu ve maalesef Mersin’e gidecek gemiler limandan ayrıldı. Gemi komutanı ve ve tabii bütün personel böyle bir göreve katılamadığımız için kahrolmuştuk. Çalışmalarımıza devam ederek sabahı ettik. Sabahleyin, tersaneden sivil bir usta geldi. Onun arızayı gidermesi sadece 10 dakika sürdü.. mahcubiyetin ağır bastığı karmakarışık duygularla ikinci gurup gemilere katıldık ve Çanakkale’ye gittik..”

Yıl 1967. Kıyat, üsteğmen olarak Giresun Muhribinde görevlidir. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, memleketi olan Çayeli’ne denizden gidecek, TCG Giresun, bir diğer muhriple beraber refakat görevi yapacaktır. Muhribin seyir harekat subayı Çayeli’ni bulamamaktan korkmaktadır.. Sayfa 103:

Seyir harekat subayımızı bir anda karalar bastı. Çayeline daha önce hiç gitmemişti. Haritaya baktığında Çayeli’ni belirgin kılan, ne bir liman, ne bir iskele ne de bir fener vardı. Resmen Çayeli’ni bulamamaktan daha da fecisi, Çayeli diye başka bir yere gitmekten korkuyordu. Eski tarihlerde yaşanmış bu tip olayların etkisindeydi herhalde…. tabi ki böyle bir korkusu olduğunu açıkça dile getiremiyordu. Ama bütün davranışları, “Ben Çayeli’ni bulamamaktan korkuyorum” diye bağırıyordu. Biz genç subaylar da yangına körükle gidiyorduk. “harekat subayım, nasıl bulacağız Çayeli’ni? Acaba belediye başkanına haber yollasak, gece çok uzaktan görülecek şekilde, neon lambalarla “Çayeli” yazsa mı? Bu korku tansiyon düşüklüğü ile noktalandı ve harekat subayımız seyirden bir gün önce Gölcük Deniz Hastanesi’ne yatırıldı. Gerçekten hasta mıydı, yoksa seyirden mi kaçıyordu bilmiyorum”

Yıl 1970. Hava yolu ile, Pasifik’in ortasındaki Hawai adasına, ABD tarafından devredilecek TCG Akın gemisini teslim almaya giderler. İki aya yakın adanın Pearl Harbour limanında kalarak eğitim çalışmalarını tamamlarlar. Önlerinde iki ay sürecek bir seyir vardır. İki okyanus aşılarak yurda dönülecektir. Varılacak ilk liman ABD’nin batı kıyısındaki San Diego deniz üssüdür. Sayfa: 133.

“Yolu kolaylıkla bulacağımıza Amerikalılar inanmıştı da, galiba kendi komutanımız pek inanmamıştı. Bana devamlı, “Seyir subayım, Amerika sahilini bir bulalım, radarda mevki belirleriz, San Diego kuzeyde kaldıysa kuzeye, güneyde kaldıysa güneye giderek buluruz” diyordu. Bana mı güveni yoktu, yoksa astronomik seyre mi aşina değildi bilmiyorum. Daha doğrusu biliyorum da söylemiyorum.”

Atilla Kıyat, sadece eksiklikleri, olumsuzlukları anlatmıyor kitabında. Zaten en başında söylemiş. İsmi anılmaya değmeyenleri isimsiz anlatacağım diye. Ama hayranlıkla bahsettiği, kendisine örnek aldığı komutanlarını da şükranla anıyor. Kurmay olmak için son Akademi giriş sınavı hakkını kullanmaya karar verir. İlk beş hakkını kullanmamıştır. Önünde sadece üç ay vardır. bu kadar kısa zamanda kazanamaz, şov yapıyor diyenlere şu cevabı veriyor. Sayfa:139.

Evet girilirdi, hem de üçüncülükle deyişime, “Amma kendini beğenmiş ukalanın tekisin” diye tepki göstermekte acele etmeyin.. Öyle olsaydı, yalnızca, Atilla Kıyat girer, derdim. O kurmay subayın değerlendiremediği bir şey vardı. Donanmaya çıktığınızda, ilk gemi komutanınız Orhan Serim’se, ilk muhrip komutanınız Doğan Toktamış’sa, komodorlarımız Nejat Serim, faruk Yorulmaz, Emin Göksan’sa, Donanma komutanı Oramiral Kemal kayacan’ın rahle-i tedrisinden geçmişseniz, üç aylık bir hazırlık çok bile gelebilirdi.

Yıl 1974. Kıbrıs Barış Harekatı yapılmış. Atilla Kıyat da yüzbaşı rütbesi ile Kıbrıs’ta görev yapıyor. Sayfa 171:

“…diğer tarafta savaş ganimetlerini, devletin demirbaşına geçmeden, kendi malı haline getirmeye çalışan subay ve astsubaylar.. üç olaya gözlerimle şahit oldum. bunlardan yalnızca birini sizlerle paylaşacağım.. Birinci ve ikinci harekat bitmiş, ağustosun son haftasıydı, galiba, bir çıkarma gemisi daha geldi. Bütün gemileri olduğu gibi bu gemiyi de karşıladım. Kapak attıktan sonra, gemi komutanı, yanında muhabere subayıyla birlikte sahile çıktı… lafı hiç uzatmadan, “Atilla, şuradan gemiye bir otomobil atsak da, Mersin’de kullanırken sana dua etsem” dedi….. “komutanım, tabi olur ama, bu bu iş dua ile olmaz” dedim. o kadar hazırlıklı ki.. “Beşbin kağıt veririm” dedi…. benim Toyota’yı göstererek, “Bu kaça olur?” dedi. “O biraz pahalı, yüzyirmibeşbin lira” deyince, “Oha be! satın mı alıyoruz?” demez mi? Bir anda tepem attı…. “Albayım, siz manyak mısınız? Böyle bir şeyi nasıl düşünürsünüz? …….. ” diye bağırdım. … “Yahu sana da hiç şaka yapılmıyormuş” diye kıvırtmak bile aklına gelmedi. Sinirlenerek, konuşma tarzıma değil, aracı alamayışına sinirlenerek, söylene söylene gemisine bindi.”

Kıyat, bizdeki rütbe enflasyonundan da şikayet ediyor. Sayfa 197:

“Donanma Harekat Gurup Başkanlığı’nın görüşü, halihazırda Harp Filosu Komutanlığı bünyesindeki hücümbotların, ayrı bir filo komutanlığı bünyesinde toplanmasıydı. Ayrıca bu güçte bir filonun başına geçecek komutan için Koramiral rütbesi telaffuz ediliyordu. Ben bu fikirde değildim. Alman bahriyesinde, bu hücümbotlara benzer elli hücümbotun, bir albayın komutasında olduğunu söyledim…. Bence hiç mantığı olmayan, “burası Türkiye” cevabına tepkim, “O zaman niye ‘kor’, ‘oramiral’ yapalım” oldu. Toplantı bir sonuç alınamadan bitti. Yıllar sonra hayat benimle dalga geçecek, yalnızca sekiz Doğan ve sekiz de Kartal sınıfı hücümbottan oluşan bir filoya tümamiral rütbesi ile komuta edecektim.”

Kıyat, emrindeki hücumbotlarla İzmir Limanı’ndadır. Hakkınızda şikayet var, denilerek, Güney Deniz Saha Komutanı’nın makamına çağrılır. Sayfa 202:

“Hemen karargaha gittim ve makam odasına girdim. Oturmam bile söylenmeden, “Sizin bu disiplinsizliklerinizi Donanma Komutanı’na arz edeceğim… Yetti artık” – bir üsteğmenin adını vererek -, “şimdi de subaylarınız gemiye” – onun tabiri ile söylüyorum – “kadın atmış” diye bağırdı amiral. (aynı amiral bir gün önce bu kadar düşük maaşla deniz kuvvetlerinde niye duruyorsunuz, diyerek Kıyat’ın bot komutanlarının morallerini bozmuştu. T.İ.) Tepem attı. “4,500 lira maaşla Efes oteli’ne mi atacaklardı? Tabi gemiye atacaklar” dedim ve odayı terkettim.”

Atilla Kıyat, 205. sayfada, Deniz Kuvvetleri’nde yapılagelen, normal kabul edilen kaçakçılığı ve bunu önlemek için neler yaptığını anlatıyor:Yıl 1979. Kıyat TCG Gayret’in komutanı. Gemi Ekim ayında NATO Çağrı kuvveti içinde dört İtalyan ve bir Fransız limanını ziyaret edecektir.

“Personel ben gemiye katılmadan önce ‘üç almak üzere bir koymamalıydı.’ …… Geminin halihazır komutanı olan sınıf arkadaşımı aradım. Personelin yurt dışından mal getirmek için hiçbir bağlantıya girmemesini, böyle bir şeye müsaade etmeyeceğimi söyledim. ….. Gemide göreve başlayınca, sırasıyla subaylar, kıdemli astsubaylar ve kıdemsiz astsubaylarla toplantılar yaptım. .. yakınlarımıza alacağımız mütevazi hediyeler dışında, yurtdışından hiçbir malzeme almayacağımızı, kesin bir dille ama gerekçeleri ile anlattım. …. Türkiye’deki komutanlarımız adına gemiye verilmek istenecek bütün koliler de dahil, gemiye hiçbir boyda hiçbir paket kabul edilmeyeceği konusunda kesin emir verdim….. O güne kadar bahriyede bu konuda yaşananları size aktarmadığım için, ne yaptığımı pek de değerlendiremeyebilirsiniz. O günkü Harp filosu komutanı’nın tabiri ile söyleyeyim: yüzseksen kilometre hızla giden aracın aniden frenine basıyordum… İzmir’e intikal ettik.. İzmir’e gittiğimize göre ilk işimiz ne olacak? Güney Deniz Saha Komutanı ziyaret edilecek… Yanıma ikinci komutanımı ve başçarkçımı alarak karargaha gittim… komutan istirahat odasından çıkıp, makam odasına geçerken bizler de ayağa kalktık. bana hitaben, “Bunları niye getirdin?” dedi. “Sayın komutanım, bunlar değil, Kurmay Binbaşı…. ikinci komutanım, Binbaşı ……. çarkçıbaşım” dedim. “Ben kendimi seninle yalnız konuşmaya programladım” diyerek, sadece beni makamına aldı. İlk sözü, maalesef, “Yurt dışına gidiyorsunuz, kiminle anlaştınız, neler getireceksiniz?” oldu. “Hiçkimseyle anlaşmadık, hiçbir şey getirmeyeceğiz” cevabımı inandırıcı bulmadı. “Nasıl yani, mesela, Napoli’de görevli amiralimiz, gemiye bazı paketler yollayıp, ‘bunları filan komutanlara ulaştırın’ dese almayacak mısınız?” diyerek sözüne devam etti. Bu seferki cevabım onu iyice şaşırttı. “Almayacağım sayın komutanım. İki ay evlerinden uzak, fırtınalı denizlerde bu işin meşakkatini çeken personelime birşey aldırmazken, Türkiye’de rahat odalarında oturanlara, kim olurlarsa olsunlar, hiçbir şey almayacağım, alanlarınkini de getirmeyeceğim.”
Hiddetle emir subayını çağırarak, “Alın o binbaşıları içeri” dedi. İkinci komutanım ve çarkçıbaşım içeri girdiklerinde, yüzümdeki ifadeden, içerideki gerginliği hemen anlamışlardı.. Amiral, onlara hitaben ve oldukça kızgın bir ifade ile “Arkadaşlar komutanınız bir karar almış, siz buna ne diyorsunuz” diye sormaz mı? Binbaşılarım, çekingen bir ifade ile, “ne kararı?” dercesine ikimizin yüzüne baktılar. Tepem attı. Koskoca komutan, personelimi bu konuda bana başkaldırmaya davet ediyordu. “Amiralimize kaçakçılık yapmayacağımızı söyledim, sizlere bu konudaki fikrinizi soruyor” dedim. Herşeyi göze almıştım ve sesim iyice yükselmişti. Çarkçıbaşım Binbaşı Kaya Arat, “Komutanımızın bu konuda bir karar almasına gerek yok, kaçakçılık zaten kanunla yasaklanmıştır. TCG Gayret personeli de bu kanunlara uyacaktır” dedi. …. Amiral, konuyu kapatacağına, zırva tevil götürmez misali, “Ben kaçakçılıktan söz etmiyorum, ufak tefek hediyeleri kastediyorum, komutanınız, TCG Doğan’ı getirdiği zaman da bana birşey vermedi” demez mi. Artık ne acıdır ama ne astlık kalmıştı, ne üstlük. “Yanılıyorsunuz komutanım, ben size birşey vermiştim, hem de çok değerli bir şey, geminin şiltini.” dedim ve hızımı alamayarak devam ettim: “Ayrıca gemi komutanı Yüzbaşı Ahmet Turşucu da size bir şişe viski ile bir karton Amerikan sigarası vermişti. Siz sigaranın markasını beğenmemiş ama gene de alakoymuştunuz.”.. konuşma daha da çirkinleştiği için ayrıntısını vermeyeceğim… koridordaki tersane komutanına dönerek, “…… ne isterse hepsini dört dörtlük yap” diye emir verdi. Bu sırada tersane komutanına göz atışı dikkatimden kaçmadı.. tersanede hiçbir işimiz yapılmadı..”

Atilla Kıyat, Savarona’nın yakılışını anlatıyor. Sayfa: 219.

“TCG Gayret komutanlığından, TCG Savarona komutanlığına atanmıştım. Atatürk’ün yatı Savarona. Gelin o günün Savarona’sına bir bakalım. 1979 yılının Ekim ayında büyük bir yangın felaketi geçirmiş. Daha doğrusu gemi Heybeliada önlerinde bir sabotaj sonunda yakılmış. Bir gece önce ihbar alınmasına rağmen tehdit içeriden değil dışarıdan beklendiği için yangın önlenememiş. Evet. Düşündüğünüz gibi. Savarona’yı kendi personeli yakmış. Şüpheliler var, kanıt yok. Nedense hiç belli değil. 1980 Öncesinin sağ – sol çatışmasının bir parçası olarak değerlendiriliyor. Şüpheliler gittikleri yerde yakın takibe alınmak üzere başka görevlere atanıyorlar. Şimdi tek amaç, “teröristler hedeflerine ulaşamadılar” diye haykırmak üzere, gemiyi büyük bir hızla tekrar hizmet verebilecek hale getirmek.
Gemi Gölcük Tersanesi’ne çekilmiş. Onarım etkinlikleri başlamış. Ama maalesef gemide hala sabotörler var. Geminin bir daha kullanılamayacak hale gelmesi için her şeyi yapmaya hazırlar. Gemiyi kalbinden vurmaya kalkıyorlar ve türbin devrini pervane devrine indiren dişlilere çelik saplamalar koyuyorlar…..”

]]>
Dışişleri Bakanı Prof. Dr.Ahmet Davutoğlu kitabı: “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu” /2010/10/disisleri-bakani-prof-dr-ahmet-davutoglu-kitabi-stratejik-derinlik-turkiyenin-uluslararasi-konumu/ Fri, 08 Oct 2010 17:35:48 +0000 /?p=1388 “Modernite Avrupa-merkezli bir tarihî sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihî birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye Tarihî derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.”

Küre Yayınları. 1. Baskı 2001. 584 Sayfa. 50. baskısı satışta.

Merhabalar,

Ahmet Davutoğlu, 1959 Taşkent, Konya doğumlu. Orta öğretimini İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamlamış. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve Siyaset Bilimi Bölümünü bitirdikten sonra, aynı üniversitenin Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktorasını tamamlamış. 1990 – 1995 Arasında Marmara Üniversitesi’nde çalışmış. 1993’de Doçent, 1999’da Profesör olmuş. Davutoğlu, bu yönüyle tam bir ‘Türk Malı’ aydınımız.

Kitabın, onu benim için farklı kılan, iki önemli özelliği var:

Birincisi, bendeki kopyanın, Davutoğlu tarafından ‘..bu kadar derinlemesine okunmuş bir kitabı imzalamanın verdiği mutluluk ile..’ yazılarak imzalanmış olması. Gerçi neredeyse her kitabı elde kalem, önemli gördüğüm yerlerinin altını çizerek okurum ama bu kitapta neredeyse altı çizilmemiş satırlar azınlıkta. Gerçekten çok dikkat sarfederek okumuştum. Bu hoş bir anım.

İkincisi, bu kitap benim için bir gurur ve gıpta kaynağı oldu. Neden mi?
Gurur duydum, çünkü bu kitabı okuyuncaya kadar, beğenerek okuduğum, strateji / jeopolitik alanında yazılmış hiçbir kitabın yazarı Türk değildi. Burası, genellikle Anglo – Sakson dünyasının beyinleri tarafından parsellenmiş bir alan olarak görünüyordu. Genelkurmay Başkanlarının yaptığı gibi ben de bu kitapların ve yazarlarının isimlerini saymayayım ama çoğu ya Amerikalı ya İngiliz olurdu. Tek tük de Fransız, Rus.. Bu durum beni hep rahatsız ederdi. “Tamam, aya gidemedik, nükleer denizaltı inşa edemiyoruz, lakin bunları açıklayan pek çok mazaretimiz var.. Ülkemizin imkanları, dünyadaki yerimiz, vs. Peki ama neden bizim içimizden şunlar gibi bir strateji kitabı yazabilecek bir isim çıkamıyor? Bunun hangi mazareti var? Acaba Cumhuriyet’le başlayan “biz ufak bir devletiz, rakibimiz Yunanistan” öğretisi mi sorumlu bundan?” derdim. Ta ki, Stratejik Derinlik’i okuyuncaya kadar.. Davutoğlu, bu kitabı sanki benim soruma karşılık olarak yazmıştı. O kadar etkilendim, mutlu oldum. Gurur duydum. Şimdi de yeni bir sorum var: “Acaba Stratejik Derinlik’in tüm komşularımızın dillerine tercüme edilmesi düşünülüyor mu?” Benim ilk sorumu biraz da komşularımız sorsunlar kendilerine.

Gıpta ettim, çünkü düşündüklerini tatbik edecek imkana kavuşma şansını Allah pek az kuluna nasip eder. Davutoğlu bu şanslı kullardan.. Yazmış, yazdıklarını hayata geçirebilecek mevkiye gelebilmiş.. Şimdi bu yönde çalışıyor. Ne mutlu! Birinci AKP hükümetindeki dış politika danışmanlığı, ikinci hükümetle beraber Dışişleri Bakanlığı’na dönüştü. Davutoğlu kadar konusuna hakim bir bakanı ben hatırlamıyorum. İsim vermeden söylemeye çalışayım, bazı eski dışişleri bakanlarımız, artık gözüme iyice ‘korkuluk’ gibi görünmeye başladılar. Varlıkları ile yoklukları arasında hiç fark olmayan kimbilir kaç dışişleri bakanı görmüşüzdür. Davutoğlu çıtayı yükseltti. Kamuoyu ardından gelecek bakanlarda da aynı performansı arayacaktır.

Elimizdeki kitap, bir Türk akademisyen / dışişleri bakanı (bu yönüyle Davutoğlu’nu Kissinger’a benzetiyorum) tarafından, Türkiye merkeze alınarak, Türkiye’nin stratejik çıkarları düşünülerek, Türk okuru için kaleme alınmış bir eser. Kendisini NATO’nun, AB’nin, ABD’nin diplomatı zanneden pek çok ’emekli monşer’ tarafından aykırı bulunan yönleri olabilir. Eleştirsinler.. çıkacak tartışmalardan milletçe faydalanırız.
Davutoğlu’nun dış politikamıza damgasını vurmaya başladığı ilk günlerde, pek çok kulaktan dolma TV – gazete yorumcusu ne olup bittiğini anlamakta zorlandılar. Bunların ‘Stratejik Derinlik’i okumadan programa çıktıkları ilk sorularından itibaren sırıtıyordu. Neden sonra bu papağan yorumcular, okumasalar bile kitabın anahatlarından haberdar oldular da içi boş dış politika eleştirileri azaldı.
Ayrıca Davutoğlu sakin, sabırlı, çelebi mizaçlı bir adam. Üniversite hocası olmanın verdiği ‘sabırla tekrarlayabilme’ özelliğine sahip. Kibir yanına uğramamış. Karşısına oturup ilgisiz sorular soran ‘boş tenekeler’e bir gün bile sinirlendiğini görmedim. Bazen benim içimden, “kardeşim karşındaki adam eser vermiş bir profesör, dış işleri bakanı koltuğunda oturuyor ve yeni bir perspektif getirmeye çalıştığı için karşınıza alıp program yapmaya çıkarmışsınız, insan şu adamın yazdıklarından bu kadar habersiz olur mu, nedir bu saygısızlık bu cahil cesareti? Eleştiri hakkınız sonsuz ama bihaber olma hakkınız var mı?” demek gelmişken, Davutoğlu’nun en ufak bir gerilme hissetmeden, karşısındaki kazık kadar gazeteci sanki üniversitede öğrencisiymiş gibi, en baştan başlayarak sabırla anlatmaya başladığını gördüm. Bu da her profesörde bulunmayan, Anadolu bilgelerine has, ince bir alim ve arif tevazuu.

Kitaptan alıntı yapmak pek anlamlı gözükmüyor. Seçmek zor. Bendeki 11. baskının arka kapak yazısını koyarak bitiriyorum.
Herkese tavsiye ediyorum, hem öğretici hem düşündürücü, ufuk açıcı bir kitap..
Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

Arka kapak yazısı:

Türkiye’yi çevreleyen yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzaları, coğrafi olarak dünya anakıtasının merkezini, tarihî olarak da insanlık tarihinin ana damarının şekillendiği alanları kapsamaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemin getirdiği dinamik uluslararası ve bölgesel konjonktürde en yakın havzasından başlayarak dışa açılması kaçınılmaz olan Türkiye’nin stratejik derinliğinin yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta bağlantıları ile yeniden tanımlanması ve bu derinliğin jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel boyutlarının dış politika parametreleri olarak kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

Modernite Avrupa-merkezli bir tarihî sürecin eseriydi; küreselleşme ise kaçınılmaz bir şekilde başta Asya olmak üzere bütün insanlık birikimini tarihin akış seyrinde tekrar devreye sokacak unsurlar taşımaktadır. Tarihî birikimi etkin bir açılıma temel sağlayacak toplumların öne çıkacağı bu süreçte Türkiye Tarihî derinliği ile stratejik derinliği arasında yeni ve anlamlı bir bütün oluşturma ve bu bütünü coğrafî derinlik içinde hayata geçirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Stratejik açıdan mihver bir ülke olan Türkiye, bu sorumluluklarının gereğini yerine getirmesi durumunda, yeni dengelerin oluşacağı daha istikrarlı uluslararası konjoktürlere daha uygun şartlarda giren merkez bir ülke konumu kazanacaktır.

]]>
“İstiklal Harbimiz” – Kazım Karabekir’in Atatürk tarafından 1933’de yaktırılan ama yok edilemeyen bir kaynak eseri /2010/10/istiklal-harbimiz-kazim-karabekirin-ataturk-tarafindan-1933de-yaktirilan-ama-yok-edilemeyen-bir-temel-eseri/ Mon, 04 Oct 2010 04:46:11 +0000 /?p=1133 Sivas – 26 Kasım, 1919. İleride Atatürk’ün değişmez Genel Kurmay Başkanı olacak Fevzi Paşa, yine ileride Atatürk tarafından iftiralar ile devlet hayatının dışına atılacak Kazım Karabekir’e söylüyor. İbret alınacak bir konuşma:

Fevzi Çakmak: “Yegane istinadgahları (dayanakları) sen olan Mustafa Kemal Paşa muhteris ve menfaat düşkünüdür. Maksadı, şekl-i hükümeti (yönetim şeklini) değiştirmek, diktatör olmaktır. Ahlakı herkesce fena tanınan bu zatın milletin başına belalar getireceğini seni seven bütün arkadaşlarımız ve ben yakınen biliyoruz. Ali Fuat Paşa da (Ankara’daki 20. Kolordu’nun komutanı. T.İ.) muhterisin (aşırı hırslı) biridir. En itimat ettiğin İsmet de aynı fikirdedir. Ve benim gibi o da seni ikaz etmek fikrindedir. Bunların hiçbir kuvveti olmadığı halde sen bunlara kuvvet veriyorsun. Atinin (geleceğin) vahim (tehlikeli, korkutucu) vaziyetlerinde omuzlarına büyük mesuliyet alıyorsun. Kendisinin (Mustafa Kemal Paşa’nın) İstanbul’a celbine (getirtilmesine) sen mani oluyorsun. Buna zahir (yardımcı) olma. Bunu milletin, memleketin selameti için sana benim ve birçok arkadaşlarımızın samimi olduğundan ve senin bu vatana olan namuskarane fedakarlıklarını herkes bildiğinden söylemeyi bir vazife bildim…. ayrıca Mustafa Kemal Paşa kendi yaverlerini de mebus yaptırıyormuş. (İstanbul’daki Meclis-i Mebusan için yapılan seçimleri kastediyor. T.İ.) ”

 

sc00166ac0

 

 

 

 

 

 

 

 

Yapı Kredi Yayınları. Karton kutu içinde 2 Cilt, 1341 Sayfa, Ocak, 2008

Merhabalar,

Kazım Karabekir, en fedakar subay neslimizin seçkin örneklerinden. Gençlik yıllarını cepheden cepheye koşarak geçirmiş bir Osmanlı subayı. Mağlubiyetleri de yaşamış, zaferi de. Hem büyük bir asker ve kahraman, hem insan olarak üstün vasıflara sahip. “Nefs terbiyesi” denen zor savaşı da kendi benliğinde vermiş bir kişilik. Kıskançlık, bencillik, gurur, kibir, dedikodu, kin, intikam gibi insani denebilecek kişilik kusurlarından arınmış yüksek bir karakteri var.

Sadece asker değil. Diğer komutanlarda şahit olmadığımız özellikleri var. Bugün için bile ileri düşüncelere sahip. Bir kere doğuştan eğitimci. Yıllarını geçirdiği Erzurum’da bunu her fırsatta gösteriyor. Gerek kolordusunun himayesine aldığı binlerce yetimin eğitilmesi, gerekse halkın irfan seviyesini yükseltebilmek için çalışıyor. O hengamenin içinde vakit ve enerji ayırarak çocuklar için ayrı, yetişkinler için ayrı piyesler yazıyor, bunları sahneye koyduruyor, şiirler yazıyor, bazılarını marş olarak besteliyor. Ruslardan kalma hurda bir motor bulsa çocuklara motor sınıfı kuruyor, eline hurda bir telefon santralı geçse telefon kursu açtırıyor. Meslek sahibi yapmaya çalıştığı yetimleri akşam yemeklerinde sofrasına oturtarak onların görgüsünü arttırmaya çalışıyor. Erzurum halkını spor ve beden eğitimine teşvik ediyor. Pedogoji konusunda yazılmış Amerikan kitaplarını tercüme ettirerek kendi açtırdığı okullarda burada anlatılan yöntemleri uygulatıyor. Şu yıllarda yapılan bir uygulamanın dünyadaki ilk örneğini veriyor: Sarıkamış’da bir ‘çocuk köyü” kurdurmuş. Aynı anda, mahiyetindeki kurmay adayı subayları arazide bizzat eğitime çıkararak yetiştiriyor. Edirne’de görev yaptığı 1912 yılında da Karabekir’in yetiştirdiği adayların sınavı birincilikle kazandığını biliyoruz.

Askerliğine laf eden zaten yok. Ancak, sıradan bir generalden fazlalıkları var.. Nereye gitse kuvvetli bir radyo alıcısı diktirerek, Londra, Moskova gibi radyoların haberlerini dinletiyor. Sürekli olarak birinci elden dünyadaki askeri gidişatı izliyor. Stratejisini buna göre güncelliyor. Doğu Cephe’sindeki ileri harekatımızın zamanlaması hakkında Mustafa Kemal ile, telgraf üzerinden yaptıkları tartışmaları ve gelişmelerin Karabekir’i nasıl haklı çıkardığını, o günlere meraklı olanlar bilirler.

Anadolu’ya ilk geçen komutanımız Karabekir. Mondros Mütarekesi Karabekir’i Kafkas Kolordusu Komutanı olarak Tebriz önlerinde bulur. O gün itibarı ile Bakü’de bile Osmanlı birlikleri vardır ve etrafta tehdit oluşturabilecek düşman kuvveti bulunmamaktadır. Teslim olmuş bir devletin generali olarak karargahı ile birlikte Batum üzerinden Trabzon’a geçer. 28 Aralık 1918’de İstanbul’a döner. Gemi Büyükdere önlerinde iken dürbün ile kıyıyı seyretmektedir. Bir İngiliz mangasının Büyükdere’deki Türk bayrağını indirerek İngiliz bayrağını göndere çektiğine şahit olur. O anda “Tek dağ başı mezar olana kadar savaşmalı” kararını verir. “Bu kararı verdikten sonra İstanbul önlerinde demirlemiş müttefik donanması gözüme bostan korkuluğu gibi göründü” der. Bu laf size de bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

İstanbul’da iken İsmet İnönü ve Mustafa Kemal ile de görüşür. İsmet Paşa tam bir yılgınlık içindedir.. Çiftçilik yapıp at yetiştirmeyi teklif eder.. Mustafa Kemal ise,  Anadolu’ya geçme fikrine “Olabilir, bu da bir fikir” cevabını verir. O sırada kendisine Osmanlı kabinesinde “Savaş Bakanlığı” ayarlamakla ve saraya damat girerek siyasi güç elde etmek amacıyla kulis yapmakla meşguldür. Bu yolların kurtuluşa varmayacağını, bir an önce Anadolu’ya geçerek silaha sarılmanın tek yol olduğunu ilk söyleyen Kazım Karabekir’dir.

İstanbul’dan, 12 Nisan, 1919’da mücadeleye başlamak üzere ayrılır. 17 Nisan 1919’da Samsun’a çıkarak buradan kendisini 15. Kolordu Komutanı olarak tayin ettirdiği Erzurum’a geçer. Milli mücadeleye başlamak üzere Samsun’a ilk çıkan komutan, resmi tarihin nesillerimize yalan yere öğrettiği gibi Mustafa Kemal Paşa değil, Kazım Karabekir Paşa’dır.

19 Mayıs, 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’in hiç oyalanmadan Erzurum’a gelmesi için israrcı olur. Mustafa Kemal Erzurum’da iken İstanbul tarafından görevinden alınır. (Bu olay da Atatürk devrinde kendisi istifa etti şeklinde çarpıtılarak anlatıla gelir, halbuki Karabekir, İstanbul tarafından görevden alınmadan kendisinin istifa etmesinin daha uygun olacağı konusunda Mustafa Kemal’i uyarmış ama Mustafa Kemal üniformasız haliyle halkın peşinden gelmeyeceğinden çekindiği için tereddüt etmiş ve ancak görevden alındıktan sonra istifa etmiştir. T.İ.)

Karabekir, artık askerlikle ilişkisi kesilmiş Mustafa Kemal’e, en zayıf olduğu o anda, “Ben ve kolordum emrinizdeyim” demiş insandır. Mustafa Kemal’in, kendisini tutuklamak için yanında getiriyor zannetiği askerleri, Karabekir, Mustafa Kemal’in emrinde muhafız birliği olarak bırakmak üzere getirmiştir. Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ne katılmasına karşı çıkılınca, kendisine kefil olarak kabul edilmesini sağlayan da Karabekir’dir.

Tüm İstiklal Savaşı boyunca kahramanca hizmet etmiş, savaşın zafere ulaşan ilk cephesi Doğu Cephesi olduktan sonra buradan kaydırılan askeri birlikler Batı Cephemizdeki zaferde rol oynamışlardır.

İstiklal Savaşı kazanılıp, yurdumuz düşmandan temizlendikten sonra, sıranın ekonomik, sosyal, siyasi cephelerde yapılacak mücadeleye geldiğini düşünür. Mustafa Kemal ile fikir ayrılığına düşerler. 17 Kasım, 1924’de kurulan Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’nın kurucuları arasnda yer alır. Genç Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal’in keyfi tek adam idaresine dönüşmekte olduğunu görmektedir. “Bağımsızlığımızı kazandık, hürriyetimizi kaybettik, şimdi bu uğurda siyasi mücadeleye girmemiz gerekmektedir” der.

Karabekir, karşısındakilerden kendi düzgün karakterine uygun davranış beklemekle aldanmış, belki hayatının en büyük hatasını yapmıştır. Mustafa Kemal’in tırpanı inmekte gecikmez. Şeyh Said isyanı bahane edilerek Takrir-i Sükun kanunu çıkartılır ve 3 Haziran 1925 tarihinde bakanlar kurulu kararıyla parti kapatılır. Diktatörlük devrine girilmiştir artık. Parti ve kurucuları, gericilikle, ‘irtica’yı kışkırtmakla suçlanırlar. Ardından Atatürk kendisine yönelik olarak planlanan fakat gerçekleşmeyen İzmir Suikasti’ni bahane ederek, diğer pek çok siyasi rakibini, İstiklal mahkemesi eliyle tasviye etmeye girişir. Bu aşamada Karabekir gibi bir komutan zindanlara atılır, idamla ve Atatürk’e suikast düzenlemekle suçlanır. Sonunda subayların tepkisinden çekinen rejim Karabekir’i idam etmez.

Karabekir, Atatürk’ün ölümüne kadar göz hapsinde tutulur. Yürüyüşe çıksa peşinde sivil polisler vardır. Evi basılır, kitapları, evrakları alınır.  Geçim zorluğu çeker. Hastalanan kızının doktor parasını karşılamak için, eşinin annesinden kalma mücevherini sattırdığı günleri olur. Artık devamlı yazmakta, yazmaktadır. Elimizdeki eserlerini biraz da o yıllara borçluyuz. Atatürk hayatını kaybeder etmez, tekrar itibarı iade edilir. 1939’da İstanbul Milletvekili, 1946’da TBMM başkanı seçilir. Ölümüne kadar bu görevde kalır.

İftiracı diktatör ölmüş, Karabekir’in itibarı iade edilmiştir. Atatürk’ün tepeden inmeci, eğitime, iknaya, örnek olmaya, önem vermeyen ‘modernleştirme’ yöntemlerine karşıydı.  “Bu şekilde yapılan devrimlerin geri tepmesi kaçınılmazdır, korkarım ki elli sene sonra sokaklarda kara çarşaflılar görürsünüz” dediğini, hayatta olan kızı aktarmaktadır. Zaman Karabekir’i haklı çıkarmıştır.

Karabekir’in göz hapsinde geçirdiği yıllarda, Atatürk’ün demirbaş genel kurmay başkanı Mareşal Çakmak’tır. Son bir yılı hariç sürekli başbakanı da İsmet İnönü’dür. Bu iki tarihi kişilikten, Kazım Karabekir tarafından “İstiklal Harbimiz” kitabının bir çok yerinde bahsedilmektedir. Ben bunlardan ikisini alarak bitireyim, tarih kimleri yükseltiyor, kimleri gölgede bırakıyor, düşünmeye değer:

1. Alıntı

Sivas Kongresi 1919’un Eylül ayında yapılmıştır. Mustafa Kemal Paşa henüz Sivas’tadır. Ankara’ya gitmesine daha bir ay vardır. Milli Mücadele’ye en geç katılan komutanlardan Fevzi Çakmak, ki sonradan Atatürk döneminin tek genel kurmay başkanı olacaktır, 1919 yılının Kasım ayında İstanbul Hükümeti tarafından, 1. Ordu Müfettişi olarak Doğu Anadolu’ya gönderilmiştir. Beraberindeki heyetle birlikte, önce deniz yoluyla Samsun’a, oradan 24 Kasım’da Sivas’a ulaşır.  Kazım Karabekir tarafından tören kıtası ile şehrin girişinde karşılanır. Bir gün istirahat ettikten sonra, 26 Kasım 1919 günü, Kazım Karabekir tarafından Atatürk ve beraberindekilerin  yanına götürülmeden  önce aralarında bir sohbet geçer:
Fevzi Çakmak: “Yegane istinadgahları (dayanakları) sen olan Mustafa Kemal Paşa muhteris ve menfaat düşkünüdür. Maksadı, şekl-i hükümeti (yönetim şeklini) değiştirmek, diktatör olmaktır. Ahlakı herkesce fena tanınan bu zatın milletin başına belalar getireceğini seni seven bütün arkadaşlarımız ve ben yakınen biliyoruz. Ali Fuat Paşa da (Ankara’daki 20. Kolordu’nun komutanı) muhterisin (aşırı hırslı) biridir. En itimat ettiğin İsmet de aynı fikirdedir. Ve benim gibi o da seni ikaz etmek fikrindedir. Bunların hiçbir kuvveti olmadığı halde sen bunlara kuvvet veriyorsun. Atinin (geleceğin) vahim (tehlikeli, korkutucu) vaziyetlerinde omuzlarına büyük mesuliyet alıyorsun. Kendisinin (Mustafa Kemal Paşa’nın) İstanbul’a celbine (çekilmesine) sen mani oluyorsun. Buna zahir (yardımcı) olma. Bunu milletin, memleketin selameti için sana benim ve birçok arkadaşlarımızın samimi olduğundan ve senin bu vatana olan namuskarane fedakarlıklarını herkes bildiğinden, söylemeyi bir vazife bildim….ayrıca Mustafa Kemal Paşa kendi yaverlerini de mebus yaptırıyormuş. (İstanbul’daki Meclis-i Mebusan için yapılan seçimleri kastediyor. T.İ.)”

– Kazım Karabekir: “Paşam, Mustafa Kemal Paşa’ya başımıza geçmesini daha İstanbul’da iken teklif eden de benim. Bugün bütün kuvvetimle tutmayı en büyük bir vazife bilirim. Ondan daha hamiyetli (milli onur sahibi) ve değerlisini İstanbul’da iken aradım, bulamadım. Pekala hatırlarsınız. Hanginiz esaret altındaki İstanbul’dan çıkıp geldiniz? Bugün de sizden rica etsem, ihtimal yine gelmezsiniz. Burada kalınız, sizi reis yapalım. Bugün benim kuvvetle tutacağım zattır ki milletin riyasetinde (başkanlığında)  durabilir. Doğrudur. Fakat bu ben olamam. Çünkü ben istinadgahsız (dayanaksız) kalırım. Siz ve emsaliniz esaret altında oturmayı tercih ediyorsunuz. Bugünkü vaziyetimiz en tabii ve meşru (haklı, yerinde) bir şekildir. Bu mütalaa (düşünce) kolordu kumandanları ve Heyet-i Temsiliye için de böyledir. Keşke milletin ilersinde ve kolordu kumandanlıklarında daha değerli zatlar bulunsaydı. İstanbul’da dedikodu yapan arkadaşlar, iş bu raddeye kadar muvafakiyetle geldikten sonra olsun Anadolu’ya gelseler ya. Ne yazık ki şarkın münevver evlatları bile İstanbul’dan çıkmazsa şarklı olmayan bizim gibiler en felaketli günlerde halka teselli ve emniyet verdik, halk da pek tabii olarak rehberlerini gördü ve onlara selahiyet (yetki) ve kuvvet verdi. Şu veya bunun mebus olması fena tesir yapar fikrine gelince, bu ana mesele değildir. Esasta bir olduktan sonra bunların samimi olarak halli gayr-i mümkün (imkansız) değildir.”

 

 

Fevzi Paşa’yı ikna ettim ki,…… milli varlık, milli birlik teessüs etmiş, milli karar verilmiştir.. Artık bu işlerle ve Mustafa Kemal Paşa ile uğraşmak yanlıştır.  Milli karara karşı harekettir, ihanettir, felakettir.

Fevzi Paşa hak verdi. “Bu suretle kendisini başı boş bırakmaz ve icabında vaziyet almayı düşünmüş olmanıza nazaran bugünkü vaziyet zaruridir” dedi.

Bu konuşmadan sonra Karabekir, Fevzi Paşa’yı Mustafa Kemal ve çalışma arkadaşlarıyla buluşmaya götürür. Onların Fevzi Paşa hakkında ileri geri konuşmakta olduklarından, bunu kendisinin men ettiğinden, hiç söz etmez. Tarafları bir araya getirir. Karabekir’in bu kişisel hesaplara yer vermeyen, memleketin kurtuluşuna odaklanmış yaklaşımı, Fevzi Paşa gibi milli harekete şüphe ile bakan bir asker ile, Mustafa Kemal ve Rauf Orbay gibi Fevzi Paşa hakkında ileri geri konuşan,  “Sivas’a sokmayalım, öldürelim, vurduralım” diyenleri bir araya getirir, aynı mücadelenin saflarında buluşturmayı becerir.

2. Alıntı

 

Trabzon üzerinden İstanbul’a döndükten bir gün sonra, ilk görüştüğü kişi eski ve samimi arkadaşı İsmet (İnönü) olur. 29 Aralık, 1918’de Kazım Karabekir’in kalmakta olduğu, kardeşinin Zeyrek’deki evinde görüşürler.

-Gördün mü Kazım? Her şey mahvoldu. Vaktiyle gördüğün gibi sürüklediler ve bitirdiler. Derdin ki batıracaklar ve hayatımızla biz didişeceğiz. Fakat benim hiçbir ümidim kalmadı. Ben kararımı sana söyleyeyim mi, Kazım? Köylü olalım. Askerlikten istifa edelim. Senin kaç liran var? Birleşelim. Kazım Ağa, İsmet Ağa olalım. Çiftçilikle hayatımızı sürükleyelim.

-İsmet ne söylüyorsun, dedim. Zannediyor musun ki bizi yaşatacaklar? Ermeni, Rumlar, şarktan, garptan Türk’ü boğacaklar. Bırak ki benim bir tarla alacak param yok. Fakat olsa da ayaklar altında zelilane ölmektense, milletimizin bu kadar senelik yediğimiz ekmeğini namuskarane ölmekle ödemek daha çok yakışmaz mı?

– Kazım ne diyorsun? Sen vaziyeti henüz bilmiyorsun. Ordularımız mahvoldu. Boğazlara itilaf hakim, bütün cenup hudutları açık bir halde. Asıl felaket bizim içimizden Kazım. Tasfiye yapacaklar tasfiye. Anlıyor musun? Bugün harpte kazandığın paşalığı alacaklar, bir belki de iki rütbe kaybedeceksin. Artık bize herşey düşman. Ben çok düşündüm. Nemiz varsa birleştiririz ne mümkünse alırız. Kazım Ağa, İsmet Ağa, ben başka türlüsünü göremiyorum Kazım. Sen de bir iyi düşün.

– İsmet ben kararımı vermiş bulunuyorum. Bütün bu şeyleri vaktiyle Çanakkale’den içeri sokmamıştık. Nazarımda bostan korkuluğu gibi duruyorlar. Biz ölümü göze alınca yine hepsini dışarı atarız. Milletin mahvolduğunu görmek zilletindense, yaşadığını görerek ölmek daha Türkçe olur. Ben dün Boğaz’dan gelirken ahdımı verdim. Tek kalsam bile veya tek dağ başı kalsa bile uğraşmak. Silahımı, üniformamı kimseye vermeyeceğim. Azim ve tedbir her ümide yol açar.

– Kazım, millete karşı mümkün olanı yapalım, fakat yapılamayacaktan fayda yoktur. Vaziyeti sen de anlarsın.

– İsmet acele etme. Daha görüşürüz. Yalnız hepimizin İstanbul’da toplanması feci. Beni getirtmemeliydiniz. Yapılacak ilk iş ordularımızın başına gitmektir. Ne yap yap beni bir kolorduya tayin ettir. Anadolu’da olsun. Mümkünse kendi kolorduma.  Hepimiz buralardan uzaklaşalım.  Yoksa günün birinde toptan bir ihanete kurban gidersek her ümit mahvolur…

Evet, benden bu kadar.. Tamamını merak eden kendisi okusun. Tavsiye ederim. Çoğunluğu telgraf metinlerinden oluşan bir kaynak eser. YKB Kültür Yayınlarına teşekkürler..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Osmanlı Gücünün Ardındaki Sır Neydi? – Dr. Hakan Yıldız’ın Kitabı – “Haydi Osmanlı Sefere – Prut Savaşında Organizasyon ve Lojistik” – /2010/09/osmanli-gucunun-ardindaki-sir-neydi-dr-hakan-yildizin-kitabi-haydi-osmanli-sefere-prut-savasinda-organizasyon-ve-lojistik/ Sat, 25 Sep 2010 08:07:14 +0000 /?p=528
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları – I. Baskı – Kasım, 2006

Merhabalar,

Elimizdeki kitap hamaset alanının dışında bir eser. Savaş heyecanı, coşkusu, korkaklık, cesaret, cengaverlik, kahramanlık gibi insani duygu ve özellikler bu kitabın konusu dışında. Kitap, insanların değil, bir devletin, bizim devletimizin, bir sistemin, bizim kurmuş olduğumuz bir sistemin, savaşa nasıl hazırlandığını, bu zorlu süreci yürütürken, mali, hukuki, mülki, askeri teşkilatının nasıl işlediğini anlatıyor. Bu dev organizasyonu başaranların bizim atalarımız olması dışında duygulandıran değil, düşündüren ve öğreten bir kitap. Önemi de burada. Bizim elimizde BBC gibi CBS gibi tarihi belgesel hazırlayan, yayınlayan ama bunu kitleler tarafından ilgiyle izlenecek bir kıvamda yapabilen güçlü yayın kuruluşları, ya da Holywood gibi bir propaganda makinası mevcut değil. Kendi insanımıza kendi geçmişimizi dahi öğretemiyoruz.. Pek çok vatandaşımızın gözünde Osmanlı, Mehter eşliğinde yalın kılınç düşmana saldıran, pala bıyıklı bir takım savaşçılardan, yağmacılardan ibaret. Halka mal olmuş olumlu karakterler ise, bilek gücüyle meşhur Ulubatlı Hasan, Malkoçoğlu gibi savaşcılar. Halbuki bu kitapta kendi çağının Normandiya Çıkartması sayılabilecek bir lojistik planlaması ve organizasyonunu başaran bir devlet görüyoruz. Hem de bu devlet, adı ve rejimi değişmiş de olsa bizim devletimiz.

Tarihi Arka Plan

1710 yılı geldiğinde, Osmanlı’nın kuzey hudutlarındaki Rus askeri hareketlenmesi ve tacizi artmıştı. St. Petersburg’da Çar Büyük Petro hüküm sürmekte, Osmanlı tahtında  III. Ahmed oturmaktadır. Rusya yükselme ve büyüme devrinin başında, Osmanlı ise (Klasik tarihçilerimiz bu devri yanlışbir şekilde gerileme devri olarak adlandırırlar), zirve yıllarını geride bırakmış olmakla birlikte, hala hatırı sayılır bir güçtür. 1683’deki II. Viyana Kuşatması bozgun ile sonuçlanmış, 1699’daki Karlofça Anlaşmasına kadar arka arkaya yenilgiler yaşanmıştı. Karlofça ile Ukrayna, Dalmaçya, Mora, Podolya (Ukrayna’da, Himelnitsky şehrinin bulunduğu bölge), Erdel (Batı Romanya) ve Macaristan elimizden çıkmıştır. Osmanlı, Karlofça’dan beri Avrupa devletleri arasındaki çatışmalara taraf olmaktan kaçınarak, gücünü toparlamaya çalışmaktadır. Bu barış dönemi arzu edilen sonucu sağlamış, imparatorlukta huzur ve güven yeniden yerleşmiş, tarımsal üretimde canlanma görülmüş, bütçe tekrar sağlıklı bir hale kavuşmuştur. Osmanlı’da hem halkın hem devletin morali yerindedir.

İsveç Kıralı XII. Karl (Demirbaş Şarl), 1709 yılındaki Poltova (Ukrayna) Savaşı’nda Büyük Petro’ya mağlup olunca, kendine sadık kalan az sayıda askeri ile birlikte, Osmanlı’ya iltica etmiş ve bugükü Moldovya’daki Bender Kale’mizde ikamet etmektedir. Rusya bu zaferle, Baltık Denizi hakimiyetini sağlamış, deniz gücü kurabileceği bir çıkışa kavuşmuştur. Şimdi sıra Karadeniz, Boğazlar üzerinden sıcak deniz çıkışına doğru ilerlemesine gelmiştir.

Sefer Kararı – Savaş İlanı

Bir zamandır kendisine yağmur gibi rapor gelmekte olan Padişah  III. Ahmed, Rusya’nın bu niyet ve hareketlerini değerlendirmek ve gereken tedbirleri kararlaştırmak üzere, 1710 yılında büyük bir danışma kurulu toplar. Kırım Hanı Devlet Han ve Osmanlı’nın kuzey bölgesindeki tüm üst düzey askeri yetkililer ve kale komutanları İstanbul’a çağrılır. 20 Kasım, 1710 tarihinde yapılan bu toplantının sonunda Padişah sefere karar verir. Bu karar Osmanlı devlet geleneğinde savaş ilanı anlamına gelmektedir. 28 Kasım günü, Rusya’nın Osmanlı elçisi olan Tolstoy ve yetmiş adamı, Rusya dahilindeki Osmanlı tüccarlarının sağ salim dönüşünü garanti altına almak amacıyla tutuklanır. Sadrazam Baltacı Mehmet Paşa Başkomutanlığa atanır. Sefer hazırlıkları başlatılır. Kitapta, o andan itibaren Osmanlı’nın muazzam organizasyon ve lojistik gücüne şahit oluyoruz.

Kapıkulu Ordusu Hazırlanıyor

Avrupa yönüne yapılacak seferlerin başlangıç noktası Davutpaşa ordugahıdır. Bir çadır şehir şeklinde düzenlenmiş ordugahın o gün için bir eşi yoktur. Ordugaha çıkan ilk askeri kuvvet olan Yeniçeri Ocağı , 12 Mart, 1711 günü,  75 ortasıyla (bölük) ordugaha giriş yapar. Mevcudu süvariler dahil 97,000′ dir. Onları Kapıkulu Ordusu’nun 15,000 mevcutlu Cebeci Ocakları (bugünkü ordonat / istihkam) , 7,000 mevcut ile Topçu Ocakları , 3 -4,000 mevcut ile Top Arabacı Ocakları, Sipahi Ocakları (süvari) ve diğer sınıfları takip eder. Osmanlı’nın Kapıkulu Ordusu denen bu merkez gücü, Davutpaşa’dan  9 Nisan, 1711 günü yürüyüşe geçer. Osmanlı Ordusu, Davutpaşa’dan Falçı Geçidi’ne kadar olan 930 km.’lik mesafeyi 37’si yürüyüş günü olan 100 günde aşacaktır.

Altyapı ve Lojistik Çalışmaları

Bu andan itibaren, bu ordunun hangi sefer yolunu takip edeceği (Bkz. Harita. No:1), kaç saat yürüyüşle hangi konağa ulaşacağı, o konakta hangi kuvvet ile birleşeceği, bu toplam kuvvet için orada kaç fırında kaç fırıncı tarafından kaç ekmek pişirileceği, kaç ton pirinç, kaç ton et tüketileceği, ordunun hayvan mevcudunun arpa ve ot tayını dahi  bellidir. Bu malzeme daha kıştan yollanan ödeneklerle satın alınmış, depolanmış, ayrıca muhasebesi tutulmuş ve bu muhasebe değişik yetkililere denetletilmiş durumdadır. Örnek olarak bu sefer esnasında satın alınan arpa ve unun hangi menzilde hangi fiyatla mübaya edildiğini gösteren bir çizelgeyi en alta koyuyorum. (Bkz. Çizelge No: 1) Sadece Kapıkulu ordusunun tükettiği günlük et miktarının 19 tonu bulduğu, 29 Haziran günü tüketilen pirinçin 80 ton olduğu bir ordu düzenli besleniyor. Geleneksel olarak, düşman arazisine girilip savaş nizmında yürüyüş başlayıncaya kadar hergün taze ekmek ve yemek dağıtılıyor. 1711 yılının bu standardı herhalde günümüzün ABD’si ile kıyaslanabilir. Ayrıca, ordu ile birlikte ilerleyen sayısı belli, izinli esnaflar var ve bunlar molalarda “Ordu Pazarları” açıyorlar.  asker buradan da ilave gıda alabiliyor. Bu masrafın bir kısmı da askere ödeniyor.

Ordu sefere çıkmadan önce, güzergah üzerinde bulunan yolların düzeltilmesi, genişletilmesi, dikenlerden, yangın tehlikesi taşıyan otlardan arıtılması,  asker ve özellikle topların geçebileceği hale getirilmesi, köprülerin elden geçirilmesi işleri, ayrıca sınır kalelerinin onarılması, güçlendirilmesi, askerce takviye edilmesi, malzeme naklinde kullanılan akarsuların temizletilerek ulaşıma açık tutulması ve daha pek çok altyapı güçlendirme faaliyeti için binlerce usta, işçi, mimar çalışıyor. Bunların kullanacağı ve yerinden temin edilmesi şüpheli bulunan el aletleri dahi bu lojistik zincir tarafından yerine ulaştırılıyor ki, en ufak bir detay bile aksamasın.

Eyalet Askerleri ve Yabancı Askerler

İlerleyen bu orduya çeşitli aşamalarda Eyalet askerleri belli bir plan dahilinde katılacaklardır. (Bkz. Harita No:2) Bunlardan Adana, Halep Şam eyaletlerinden gelenler, Osmanlının “Anadolu Sağ Kolu” güzergahındaki menziller üzerinden, Karaman, Anadolu, Sıvas, Maraş ve Diyarbakır eyaletlerinden gelenler, “Anadolu Orta Kolu” güzergahındaki menziller üzerinden gelirken, Mısır’dan getirilen 3,000 Yeniçeri deniz yoluyla Gelibolu’ya taşınmıştır. Ayrıca Trabzon ve Erzurum Eyalet askerleri, Karadeniz kıyısındaki bir çok iskeleden gemilerle Kırım Hanlığı’nın Taman yarımadasına taşınmışlar ve burada önceden Ruslara terk edilmiş olan Azak Kalesi’ni kontrol altına almışlardır. Bunlara ilave olarak sayısı 40 – 70,000 olarak tahmin edilen Kırım Tatar Hanlığı ordusu da Osmanlı’nın yanında Prut Savaşına katılmıştır. Bu savaşa Osmanlı ordusunda bulunan toplam 35,000 yabancı asker de katılıyor. Bunların 15,000’i fiilen savaşmış, 20,000’i ise Bender’de bırakılmıştı. Bu kuvvetlerin içinde ücretli askerler kadar Rusya’ya düşmanlıkları sebebiyle Osmanlı’nın yanında katılan kuvvetler de var. Bunların arasında, Ruslar’ın yendiği İsveç Ordusu’nun bazı birlikler, Ukrayna’lı Kazak lideri Orlik’in emrindeki 10,000 Ukrayna’lı Kazak, Bucak ve Nogay Tatarları, Kiev Paladini Joseph Pototsky’nin komutasındaki Leh askerleri sayılabilir.

Donanma

Haliç’deki ‘Tersane-i Amire’den hareket ederek Osmanlı Donanması, Beşiktaş’a uğrayarak 8 Nisan, 1711 günü denize açıldı. Bu Donanma’da 360 parça irili ufaklı gemi ve 34,700 mürettabat ve savaşcı olduğunu görüyoruz. Gemi inşası süresince yapılan planlama ve organizasyon da etkileyici. Kullanılan kereste, yelken, zift, üstüpü, kenevir, sicim, demir döküm, çivi gibi malzemenin, en kalitelisinin, memleketin hangi köşesindeki hangi ormandan, imalathanelerden ya da madenden temin edileceği belli. Yelken dokunan vilayet başka, sicim gönderen başka. Arada aksaklıklar görülse de Osmanlı’nın sistemi düzgün işliyor. Herşey belli bir takvime göre hazırlanıyor. Karadeniz’e açılan Büyük Donanma’ya ek olarak bir de başta Tuna olmak üzere diğer nehirlerde görev yapan Tuna Donanması mevcut. Osmanlı buna “İnce Donanma” demiş. İrili ufaklı 600 tekneden oluşuyor.

Teknik – Teçhizat

Osmanlı Ordusu’nu zafere taşıyan unsurlardan biri de o devre göre ileri teçhizatı ve bunları kullanma teknikleri. Örneğin orduyu Tuna gibi büyük nehirlerden geçirebilmek için 550 – 600 metre uzunluğunda yüzer köprü kurabiliyorlar. Bu köprüler, “Donbaz” Adı verilen kayık – duba benzeri ahşap teknelerin yanyana dizilip bağlanması ve üzerlerine ahşap platformların döşenmesi ile oluşuyor. Donbazlar Bosna’da, donbazları taşıyan arabalar ise Belgrad’da yapılıyor. Bu bölgeden cepheye yollanan donbazların nakliyesinde de ilginç bir yöntem kullanıyorlar. Karada at arabası donbazı taşıyor, nehir geçmek gerekince donbazı suya indirip, arabayı ona taşıttırıyorlar. Bu şekilde Bosna’dan Tuna’ya kadar 150 donbaz getiriyorlar.

Sağlık Hizmetleri – Temiz Su – Beslenme

Kitapta, Osmanlı’nın koruyucu hekimlik, düzgün beslenme gibi konularda çağdaşı Rusya’nın kat kat ilerisinde olduğunu görüyoruz. Rus ordusu dizanteriden kırılırken, Osmanlı Ordu’su tuvaletlerini ordugah dışında kurduğu ve bunların hijyenini sağladığı için hastalık yüzünden zayiat vermiyor. Savaş alanında terleyerek su kaybına uğrayan Osmanlı askeri, saka teşkilatının düzenli olarak dağıttığı içme suyu sayesinde gücünü korurken, konunun önemini henüz kavramamış olan Rus ordusunda askerler bir kaç saat içinde halsiz düşüyorlar. Ayrıca Rus Ordusu, yiyeceğini gittiği yerden temin etme gibi, bir ucu şansa bağlı bir yönteme sahip. Prut Savaşı’nda hem Ukrayna’lı Kazakların, hem Kırım Tatarları’nın gıda kaynaklarına yönelik sabotajları ve yazarın ifadesi ile “Ukrayna’lı köylülerin hayvan ve yiyeceklerini saklamadaki becerileri” yüzünden gıda kıtlığı çekiyor. Hatta Osmanlı tarafından kuşatıldıklarında, ağaç kabuklarını bile yemek zorunda kalıyorlar.

Kitapta, burada değinilemiyecek kadar detay ve rakam var. Osmanlı her gün ne kadar yüründüğünden, hayvanlara kaç araba saman verildiğine, kaç cerrahın kaç ameliyat yaptığına, kaç top kaç tüfek kullanıldığına, kaç okka barut taşındığına kadar pek çok detayı kayıt etmiş.  Kitap bu detayları kayifle okunacak şekilde sunuyor.

Konuya ilgi duyanlara bu kitabı tavsiye ederim. Dr. Hakan Yıldız’a teşekkür ederek, top, tüfek, cephane imalatına , nakliyesine, hatta savaşın kendisine hiç girmeden bitiriyorum. Çünkü bu bir harp kitabı değil, o harbin lojistik ve organizasyon yönüne odaklanmış bir kitap. Farkı da burada.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

Arka Kapak Yazısı:

Hakan Yıldız (1965) Ankara Üniversitesi DTCF genel Türk Tarihi Bölümünü bitirdi. Mezuniyetinden sonra TRT’de çalışmaya başladı. Buna paralel olarak Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Ensitüsü’nde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. 1993’de TRT Başarı Ödülü’nü aldı. Haydi Osmanlı Sefere, Osmanlı tarihi alanında çalışmalarını sürdüren Yıldız’ın ilk kitabı.


Osmanlıların üç kıtaya yayılmasını sağlayan seferlerin başarı sırrının kahramanlık ve gözü peklikte olduğu kadar; her ayrıntısıyla düşünülmüş, planlanmış ve hayata geçirilmiş organizasyonlarda yattığının ne kadar farkındayız?


Haydi Osmanlı Sefere seferlerin işte bu daha az bilinen yönüne, Prut Seferi örneğinde ışık tutmayı amaçlayan bir çalışma. Yıllar süren arşiv çalışmaları, 1711’deki bu sefer neredeyse her ayrıntısıyla gözümüzde canlandıracak pek çok bilgiyi bize sunuyor:


Padişahın bir dizi fikir sorma toplantısından sonra savaşı resmen ilanından, sefer güzergahı üzerindeki hazırlıkların başlatılması için gönderilen emirlere…

Ordunun duraklayacağı her menzilde askere taze ekmek sunabilmek için inşa edilen fırınlardan, yiyecek ve içecekleri soğutmak için kış sonunda faaliyete geçen buzculara..

Yeniçeri ordusunun İstanbul’dan şenkiklerle uğurlanışından, pek çok eyaletten gelen askerlerin belirlenen buluşma noktalarına ulaşılmasına..

Kısacası Haydi Osmanlı Sefere, döneme ait özgün belgeler, rengarenk minyatürler ve resimler eşliğinde, unutulmuş bir dünyanın canlı bir panoramasını sunuyor.

Harita No: 1. Prut Seferi’nde Osmanlı ordusunun sefer yürüyüş güzergahı ve menziller.

Harita No: 2. Prut Seferi’nde kapıkulu ordusu ile eyalet kuvvetlerinin seferberlik harekatı ve sefer yürüyüşü.
Harita No: 3 Prut Seferi’nde nakil araçlarıyla kara ve su yollarından yapılan tahıl ve hazır gıda sevkiyatı.

Harita No: 4. Prut Seferi’nde büyük miktarda silah hammaddesi ile cephane temini ve kara ve su yoluyla silah ve cephane sevkiyatı.

Harita No: 5. Prut seferinde kullanılan yollar ve köpülerin yerleri, önemli madenler, stratejik kaleler ile gemi ve köprü yapımı için gerekli malzemelerin sağlandığı merkezler.

Çizelge No: 1

]]>
Prof. Dr. Cemil Koçak’tan Bir Kitap: “Geçmişiniz İtina İle Temizlenir” ve Bir Röportaj: “Kemalistler Nutuk’u Sansürledi” /2010/09/prof-dr-cemil-kocaktan-bir-kitap-gecmisiniz-itina-ile-temizlenir-ve-bir-roportaj-kemalistler-nutuku-sansurledi/ Wed, 22 Sep 2010 19:12:19 +0000 /?p=377 Merhabalar,
“Ülkemizde henüz tam bir demokrasi kurulamadı” diye hepimiz zaman zaman şikayetçi oluruz, ama diğer yandan da bu yönde milletçe ciddi adımlar atıyoruz. Bu sevindirici bir gelişme. Özellikle soğuk savaşın bitişinden sonra başlayan nispi bir rahatlama var. Devletin on yıllar boyunca zihinler üzerinde kurduğu hegamonya günden güne kırılıyor. Fikir hayatımız zenginleşiyor. Çok sesli bir toplum olma yolundayız. Demokrasinin gereklerinden biri de bu.
Bu olumlu süreci, yayınlanan kitaplarda, gazete yazılarında, siyaset tartışmalarında, elle tutulur şekilde görüyoruz. Tarih alanı da bundan payını alıyor. Tarihin hatalardan arındırılması, gerçek olanın ortaya çıkarılması yönünde çalışmalar, çabalar artıyor.
Tabi ki bu yönde atılan adımların içinde de kalite sorunları var. “Resmi tarih tezine karşı çıkıyorum” diyerek, başka hurafelere savrulan isimler de ortalarda. Resmi tarihin yalanlarla, çarpıtmalarla, gizlemelerle dolu olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama onun yerine konacak gerçekler nelerdir? İşte ciddi araştırmacıların, Cemil Koçak gibi akademisyenlerin önemi burada.
Sabancı Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Cemil Koçak, yeni nesil tarihçiler içinde ayrı bir yere sahip. Koçak ciddi, çalışkan bir tarihçi.. Belgelerle çalışıyor.. Sürekli üretiyor. Sadece bu kitabını değil, tüm eserlerini tavsiye ediyorum ama kitap sayısı az değil. “27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları” nı da gün ışığına Koçak çıkarmıştı.

Aşağıda, basında yer almış bir röportajını okuyabilirsiniz..
Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

Murat Tokay’ın Röportajı – ZAMAN – 19 Nisan, 2009

Cemil Koçak: Kemalistler Nutuk’u sansürledi
Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak, ‘ezber bozan’ bir tarihçi. Uzmanlık alanı erken cumhuriyet dönemi siyasi tarihi olan Koçak, Atatürkçülüğü anlattı…

Koçak, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Geçmişiniz İtinayla Temizlenir’ kitabında resmî tarih içerisinde karanlıkta bırakılan, unutturulmaya çalışılan bir çok konuya ışık tutuyor. Cemil Koçak ile, resmî tarih, Atatürk ve Atatürkçülük üzerine konuştuk.

‘Geçmişiniz İtinayla Temizlenir’ derken neyi kastediyorsunuz?

Bu kitap benim daha önce değişik dergilerde yayınlanmış olan makalelerimin bir derlemesi. Kitaptaki makalelerin çoğu mevcut paradigmaları sorgulayan yazılardan oluşuyor. Yazıların ortak paydası bizim geçmişimize ilişkin bilgilerimizi test etmekti. Dolayısıyla her yazı daha önce söylenmiş, yazılmış, inanılmış olan geçmişe ait bilgileri basit bir şekilde test ediyor ve genellikle de bilinenin doğru olmadığını söylüyor.

Doğru olmayan resmî tarih mi?

İster resmî tarih deyin isterse resmî ideolojinin kamuoyu üzerinde etkin bilgisi deyin. Ortalama bir tarih bilgisinin yetersiz olduğunu söylüyorum. Yetersiz olduğu için eksik olduğunu, eksik olduğu için de yanlış olduğunu söylüyorum. Kitaba neden böyle bir başlık koyduğuma gelince; çok basit. Resmî ideoloji geçmişe ait bilgiyi ya hiç söylemiyor ya da çarpıtarak söylüyor. Karanlık noktalardan bahsetmemeyi tercih ediyor. Bazı noktaları bilmiyoruz. Bu karanlık noktalar da geçmişimizle övüneceğimiz noktalar değil. Onlardan hiç söz etmiyor. Uzun yıllar boyunca hiç yazılıp çizilmezse ortalama tarih bilgisine sahip insanlar haberdar olmazsa bu konular bilinmiyor.

Bu karanlık noktaya örnek verebilir misiniz?

1915 tipik karanlık noktalardan biridir. Kamuoyunun çok uzun yıllar boyunca 1915 hakkında hiçbir fikri yoktu. Şimdi şimdi konuşuluyor. Atatürk’ün herhangi bir konudaki fikri nedir meselesinde de aynı şey geçerli. Atatürk’ün belirli bir zamanda söylemiş olduğu söz eğer bizim tezimizi destekliyorsa onu alıyoruz, diğerini dışarıda bırakıyoruz. Oysa Atatürk’ün değişik zamanlarda dile getirilmiş birbiriyle zıt görüşleri de var. Benim çarpıtma dediğim işlem bununla ilgili. İşimize geleni söylüyoruz, diğerini dışarıda tutuyoruz. Bir diğer nokta da işimize gelen noktada yeterince argüman bulamazsak uyduruyoruz. Herkes olmamış olanı olmuş gibi gösterince olmamış olanı olmuş gibi kabul ediyoruz.

Atatürk’e ait söz mü uyduruluyor?

Evet. Son zamanlarda Atatürk’e mal edilen bir söz var: ‘Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır’. Atatürk’ün böyle bir laf ettiğine dair hiçbir yerde kayıt yok. Ama hoşumuza gitmiş kullanıyoruz. Oysa birisi bunu uydurmuş. Uydurmaya bir örnek de ‘Anadolu Ajansı Türkiye’nin sesini dünyaya duyuracaktır’ sözüdür. Bu sözün Mustafa Kemal Atatürk’e ait olmadığı ve dönemin genel müdürünce uydurulduğu ortaya çıkmıştı.

Peki resmî tarih nasıl ortaya çıktı?

Resmî tarih dediğimiz şey iktidarın konjonktürel olarak ortaya koyduğu geçmişe ilişkin toplumun kabul etmesini istediği bilgiler toplamıdır. Bunun en bariz örneğini ders kitaplarında görürüz. Her iktidar değişikliğinde genellikle ders kitapları da değişir. Ders kitaplarının içeriği amacı o kadar ideolojiktir ki bütün geçmişi var olan nokta açısından yeniden görürüz. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra yeni rejimin kendini meşrulaştırmak için okuttuğu kitap farklıdır. 27 Mayıs’ın ardından okullarda okutulan kitap farklıdır. Bu hep böyle gider.

Ders kitaplarında okuduğumuz Milli Mücadele’nin tarihini kim yazdı?

Atatürk 1927’de kendi nutkunu okuyana kadar Milli Mücadele’nin bir tarihi yoktu. Bu, zaman içinde oluştu. Atatürk’ün gözünden ve bakışından Milli Mücadele tarihi Nutuk’ta kristalize olduktan sonra Milli Mücadele tarihinin resmî anlatımı söz konusudur. O zamana kadar Milli Mücadele’nin farklı anlatım tarzları vardı. Onlar silindiler, yok oldular. Nutuk bu tarihten sonra Milli Mücadele’nin anlatımını belirledi. Nutuk, Milli Mücadele’nin bütün damarlarını, o dönemde olmuş olan her şeyi bize anlatmaz.

Resmî tarih, gayri resmi tarihi de üretti…

Buna karşı psikolojik bir tepki oluyor. Fakat psikolojik tepkiyle tarihçiliği karıştırmamak lazım. Resmî tarihte bilginin kendisinde problem var. Bilgi temiz değil, kirletilmiş. Öncelikle bilgiyi sahih hale getirmek lazım.

Kirli bilgi derken…

Bilginin bir kısmını alıp diğer kısmını bırakmak, hiç almamak ya da aleyhimize çalışabilecek bir bilgiyi hiç kimsenin görmemesini sağlamak..

Bunlar yapıldı mı?

Atatürk’ün 1923’te Kürtlere özerklik verilmesi ile ilgili söylediği sözler sansür edilmiş, Atatürk’ün sözleri arasından çıkarılmıştır. Atatürk’ün böyle bir şeyi söylemiş olması sizin tezinizin aleyhinde kullanılır diye çıkarıp atıyorsunuz. Ancak o dönemin gazetelerinde bu görüşleri aynen duruyor.

Doğru bilgiye ulaşmanın yolu yok mu?

Bunun kolay bir yolu yok. Gerçekten vicdani bir kanaate ulaşmak istiyorsanız bir tarihçinin yapacağı kadar araştırma yapmanız gerekir. Karşıt kitaplar okuyarak bu tezlerin ne ölçüde güvenilir olduğunu yakalamak ortalama bir okuyucu açısından çok zordur. Adamlar belge koyuyor. Belgeye atıfta da bulunuyor. Ortalama bir tarih meraklısının o belgeyi okuması mümkün değil. O belgelere bakıyorsunuz söylenenle belgeler birbirini tutmuyor. Resmen sahtecilik yapılıyor. Ya da belgede yazılanın bir kısmını almış. Bir kısmını hiç almamış.

Nutuk okuyarak tarih öğrenebilir miyiz?

Nutuk 1927 yılının çok özel koşullarında yazılmış. Milli Mücadele’nin başından 1927’ye kadar olan tarihsel dönemi ele alır, değerlendirir ve hesaplaşır. 1927’de iktidarda kalabilmiş olan grup Nutuk’ta alkışlanır, iktidardan tasfiye edilmiş olan grupla da şiddetli bir biçimde siyasi ve ideolojik hesaplaşmanın içine girilir. Nutuk esas itibarıyla Atatürk’ün bir hesaplaşmasıdır.

Kimlerle hesaplaşması?

İktidardan tasfiye edilmiş olan iktidar grubunun başından Milli Mücadele’ye katkısının olmadığını, hatta negatif etkisi olduğunu anlatmak üzere yazılmıştır Nutuk. Ana felsefesinden biri budur. Nutuk’la ilgili gözden kaçan bir nokta var. Nutuk CHP’nin kongresinde okunmuş olan siyasi bir metindir. Tarih kitabı olarak piyasa çıkmamıştır. Nutuk parti kongresinin kararıyla onaylanmıştır. Yani bu CHP’nin kendi tarihini nasıl gördüğünün ve değerlendirdiğinin onaylı bir nüshasıdır. Eğer Nutuk’ta yazılan söylenen her şey doğru kabul edilirse 1927’den sonra yaşananları açıklamak imkansızdır. Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Nutuk, okunduktan birkaç sene sonra Atatürk’le barışarak CHP milletvekili oldular. Eğer bu arkadaşlar Atatürk’ün söylediği gibi Cumhuriyet karşıtı hilafetçi, saltanatçı, gerici falansalar nasıl oluyor da bu paşaları yeniden içinize alabiliyorsunuz? Bunun izahı yok. Atatürk’ün ölümünden sonra Ali Fuat Cebesoy meclis başkanı oldu. Kazım Karabekir ömründe Atatürk’le konuşmadı. Fakat İnönü’nün cumhurbaşkanlığında milletvekili oldu ve meclis başkanlığı yaptı. CHP, Nutuk’ta yazılanlara rağmen Karabekir’i kucakladı. Rauf Orbay da İnönü zamanında milletvekili oldu. Halide Edip Adıvar ve kocası da İnönü zamanında önemli mevkilerde bulundular.Kemalizm tutarlı bir ideloji değil

Atatürk bir dönem birlikte olduğu yol arkadaşlarını niye çevresinden uzaklaştırmıştı?

İktidar mücadelesi bir gerçek. İkinci gerçek Atatürk’ün modernleşme ütopyası ve yürünmesi gereken yolla bu isimlerin modernleşme ütopyasının yolları tamamen farklıydı. Bu paşalar için hakimiyet-i milliye kavramı cumhuriyetten de önde geliyordu. Modernleşmeyi zamana yayma taraftarıydılar. Atatürk için ise yukarıdan aşağıya zoraki bir modernleşmenin dışında gidilebilecek bir yol yoktu. Ana fark budur. Atatürk’ün tek adam yönetim eğilimine karşı diğerlerinin endişe duyması da bir diğer faktör. Atatürk’ün İstiklal Savaşı’na ilk katılan grubu uzaklaştırıp sonradan katılanlarla yakınlık kurması da sorun çıkardı. İlk katılanlar kendilerine haksızlık yapıldığını ve haklarının yendiğini düşündü.

Bugün çok farklı Atatürkçülük algıları var…

Siyasette meşruluk çizgisi olarak sadece Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü bırakırsanız ve bunun dışında herhangi bir tanımlamanın meşru olmadığını baştan deklare ederseniz bu tablo ortaya çıkar. Her türlü siyasi akım buradan hareketle kendisine bir Atatürk ve Atatürkçülük yaratır.

Neden böyle oluyor?

Atatürkçülük içi doldurulmuş, tutarlı olan bir şey değil. Birisi çıkar Atatürk’ün dinle ilgili sözlerini toplar, bunlar birbirinden çok farklıdır. Değişik zamanlarda değişik amaçlarla söylenmiştir. 20’lerde söylenenlerle 30’larda söylenenler birbirini hiç tutmaz. Hangisi doğrudur derseniz ikisi de doğrudur. Belirli politik amaçlarla söylenmiştir. Artık sizin işinize hangisi yarayacaksa siz oradan bir Atatürkçülük yaratırsınız. Meclisi Atatürk besmeleyle cuma günü açtı, niye şimdi
açmıyorsunuz diyebilirsiniz. Atatürk zamana ve zemine göre konuşurdu

Atatürk zamamında Atatürkçülük var mıydı?

Atatürk’ün hayatta olduğu dönemdie 1930’larda Kemalizm diye formülize edilmiş olan altı oktan ibaret bir şey var. Diğer ideolojilerle karşılaştırıldığında işlenmiş değil. Marksizm, her tarafı sıkı bir şekilde işlenmiş. Yorumlanması, farklı noktaya çekilmesi mümkün değildir. Kemalizm için bunu söylemek mümkün değil. Son derece ham, birbirleriyle tutarsız görüşleri buluşturabilen eklektik bir ideoloji.

Peki Atatürk bunların hangisiydi? Darbeciler de Atatürk adına hareket ettiklerini savunuyor?

Atatürk ve Kemalizm denen şey içinde birbiriyle tutarsız birçok öğeyi birbiriyle bağdaştırıyor. Ben bunu bir ideoloji olarak görmüyorum. Atatürk bir siyasetçiydi. Onu zamana ve zemine göre farklı şeyler söyleyebilen bir politikacı olarak görüyorum. Meseleyi politika ve politikacı açısından görürseniz o zaman bütün bunlar bir anlam taşır. Her sözün nerede ve kime karşı söylenmiş olduğunu analiz etmeye başlarsınız. O söz oraya aittir. Atatürk’ün gerçek fikri olmayabilir.

]]>
“İsmet Paşa’nın Kürt Raporu”..1935 Yılında Atatürk’e Sunulan Gizli Rapor /2010/09/ismet-pasanin-kurt-raporu-1935-yilinda-ataturke-sunulan-gizli-rapor/ Wed, 22 Sep 2010 03:45:58 +0000 /?p=318 Merhabalar,
Atatürk, 1935 yılında Başvekili olan İsmet İnönü’den bir Kürt raporu ister. Belgenin orjinalini gün ışığına çıkaran Saygı Öztürk’e göre, raporun adı ‘Gizli Kürt Raporu’ dur. Bu bana ilgi çekmek için yazarın uydurduğu bir isim gibi geldi. Çünkü, İnönü bu gezisinde Doğu Karadeniz illerine de uğrar. Bu aslında bir Doğu raporu.
Bu da ibretlik bir kitap. Aydınlatıcı tarafı şu: Bir kere Atatürk dönemi, gençlere anlatıldığı gibi, düzenli, tertipli, ahenkli bir devir değil.. O devrin bir asr-ı saadet olduğuna inandırılmış zihinler için İnönü’nün kaleminden çıkmış bu gizli resmi belgeden daha geçerli kanıt mı, olur? Aksine o devir, bir laçkalık, bozuk idare devri.. Ankara’nın taşradan haberi bile yok.. Katiyen o devrin maddi imkansızlıkları yüzünden yapılamıyan hizmetlerden bahsetmiyorum.. Sadece haberdar olma noktasında bile sırıtan ilgisizliğe, bir örnek vereyim. Bakın Atatürk’ün sağ kolu, koca İsmet Paşa, Ordu’da kimbilir kaç ay ya da yıl önce kapatılmış okullardan nasıl, ‘mış’lı, ‘miş’li bahsediyor. Oraya gidince öğrenmiş. Başbakan’ın yolu tesadüfen Ordu’ya düşmemiş olsa, Ankara bu okulların kapatılmış olduğunu kimbilir ne zaman duyacak. Aşağıdaki ufak örnek bile gösteriyor. Atatürk devrindeki idare ne etkin, ne ilgili, ne başarılı. Sayfa 52:

Öğretmen maaşları verilemediği için Ordu’da okullar kapatılmış.

“Ordu’da muallimlerin maaşları ödenememiş. Bu durum Ordu’yu radikal karara sevketmiş. Kırk küsur muallimi çıkarmışlar.. Mudil (karma) mektepleri de kapamışlar. Geri kalan muallimler yine beş aylık isterler. Muallimlerin birikmiş maaşları yirmisekizbin lira. Muhit bundan pek ıstıraplı idi.
Geçen sene vilayet hususi idaresi (il özel idaresi) yüzde kırkbeş tahsil etmiş (vergi tahsilatı), belediye de böyle. Dört beş sene evvelki ilbay (vali) köprüleri borçlanmış, ondan sonra gelenler hep bu borcu ileri sürerek vazifeyi bırakmışlar. Yüzde kırkbeş tahsilat ile bütün mekteplerin kapanması lazım gelirdi. “…………” Aciz ve fena idare amirlerinin faydasız değil, çok zararlı olduğunu bir daha görmüş oldum”

İnsanın, “Bir de bunuda mı görmeyecektin” diyeceği geliyor. Bu devirde böyle başbakanımız olsa millet sandığı kafasına geçirir.

Aşağıdaki örnekte, İnönü Kürtlere uygulanan eğitim yasağı hakkındaki düşüncelerini yazıyor. O da Celal Bayar’ın bir sene sonra hazırlayacağı rapordaki gibi, dolaylı bir dil kullanmak zorunda. Açık ifadelerle yazmaktan çekiniyor. Biliyoruz ki bu Atatürk’ün uygulattığı bir siyasettir, baş destekcisi de Atatürk’ün demirbaş Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Sayfa 62:

Kürtlere okutma yapılıp yapılmayacağı şimdiye kadar bir politika olarak mütalaa edilmiştir. Bu politikayı halk biliyor. Biz bundan hiç istifade edemediğimiz halde yalnız mahzurunu çekiyoruz. Daha Türk köylerindeki mektepleri yapamamışken ve en nihayet yüzde ona varmayan okutmada bir hususi siyasayı halkın diline düşürmekte hiçbir fayda yoktur. Sonra ilk tahsil için okutmakta faydamızın daha siyasi olduğu görüşündeyim. Kürtleşmiş ve kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak, hatta Kürtlere Türkçe öğreterek Türklüğe çekmek için ilk tahsil ve onun iyi hocası çok etkili vasıtadır. Sonuçta ilk tahsil için ayırma siyaseti yapılamaz

Demek ki o güne kadar bu bile yapılıyordu. “Kürt Türk kardeştir, etle tırnak gibiyiz” diye yalan söyleyen Türk ırkçılarının, hem de Atatürk zamanındaki zihniyeti buymuş..

Zaten sınırlı olan vasıtalarımızı daha çok Türk köylerinde kullanmak elimizdedir. Memur yetiştirecek büyük müesseseler Güneyde yoktur. Orta mektebe girecekler içerisinde Kürtlerden müracaat eden olursa onları da reddetmemeliyiz.

Burada ne demiş oldu? İlk okulu okuyanlardan müracaat eden çıkarsa orta okula da alalım, zaten devam etme imkanı bulamayacaklar, çünkü buralarda ciddi bir okul bulunmuyor. Bitirip adam olanı çıkmayacaktır. Haince bir kurnazlık. O “Altın devir” için olağan..

Bu görüşlerimi hükümet kabul ederse, ayrıntısını yalnız Genel Enspektörler (Genel Müfettişler) bilmek üzere, açık şekilde ayrılık siyasetinin kaldırıldığını tebliğ etmeliyiz. Van böyle bir tebliği daha acele bekliyor.

Yani, “Devlet olarak yalan söyleyelim, yasak kalktı diye ilan edelim. Ama Enspektörler eli ile imkanları Türk köylerine kullanmak elimizdedir. Göstermelik serbesti.. El altından ayrımcılığa devam.. Kemalist devletin yalancı yüzü.

Bu örnekler çoğaltılabilir ama o zaman iş kitabı özetlemeye varacak.. Burada bırakıyorum..
Merak eden okur. Tavsiye ederim.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli


Doğan Kitap – 128 Sayfa – 1. Baskı Aralık 2007

]]>
“Celal Bayar – Şark Raporu”..1936 Yılında Atatürk’e Sunulan Gizli Rapor /2010/09/celal-bayar-sark-raporu-1936-yilinda-ataturke-sunulan-rapor/ Tue, 21 Sep 2010 18:32:13 +0000 /?p=275 Merhabalar,
Yıl 1936, Celal Bayar İktisat Vekili. Atatürk’ün talimatı ile Doğu’da bir inceleme gezisi yapar. İzlenim ve çözüm önerilerini bir rapor haline getirir. Raporunda değindiği konuların büyük çoğunluğu ekonomik ağırlıklıdır. Atatürk’ün bölgeye bir yıl önce Başvekil İsmet İnönü’yü gönderdiğini biliyoruz. İsmet İnönü’nün raporu, yetişme tarzına ve mesleğine uygun olarak güvenlik ve asayiş ağırlıklıdır. Atatürk’ün bu defa bölgeyi ekonomiden anlayan bir bakanına inceletmek istediğini anlıyoruz. Bayar dönüşünde, üzerinde “Gayet Mahrem ve Zata Mahsustur” yazan bu raporu, Başvekil İnönü kanalıyla Atatürk’e sunuyor.
Bir raporun, kitabın, anıların yazarı, onları yazarken neler düşünür, amacı nedir? Aynı eseri, belki yıllar sonra eline alacak okuyucu bunlardan ne anlar, neler düşünür? Bu ikisi bazen taban tabana zıt da olabilir.. ama tarih okumanın keyfi da burada.. Bazen yazarın, kendi çağı, o zamanın kafa yapısı, bakış açısı bakımından önemsiz gibi gözüken bir detay, yıllar sonraki okuyucunun zihninde, gider kendi yerini bulur.. sanki bir ‘puzzle’ parçasının kendisini bekleyen boşluğa oturması gibi.. Öyle olur ki, bazen kitabın tek bir cümlesi, kitaba harcadığı zamanı helal ettirir okuyucuya.. Derler ya, “Bazen bir kitap tek bir cümle için yazılır”, diye.. Ben de, “Bazen bir kitap tek bir cümle için okunur” diyorum. Bu kitabın benim için eksik ‘puzzle’ parçası tadında olan paragrafı şu olmuştu.. 64. Sayfadan alıntı:
“….. bu yurttaşları anavatana bağlamak için devamlı çalışmak ister. Kendilerine, yabancı bir unsur oldukları resmi ağızlardan da ifade edildiği takdirde, bizim için elde edilecek netice, bir tepkiden ibaret olabilir. Bugün, Kürt diye, bir kısım vatandaşlar okutturulmamak ve devlet işlerine karıştırılmamak isteniliyor…..”

Atatürk devrinin Kürtlere yönelik polikasının ne kadar yanlış, zararlı ve uzun vadede tehlikeli sonuçlar yaratabilecek bir yol olduğunu, Atatürk’e hitaben başka nasıl ifade etsin? (1950 Yılında başlayan DP İktidarında, üçüncü Cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkınca, bu politikaları ters yüz etmeye, Kürtleri kazanmaya çaba gösterecektir ama daha öndört yıl vardır o günlere).. Ancak bu kadar kibar ve üçüncü şahış kullanan cümlelerle söyleyebilirdi.. O da öyle yapmış zaten.. Peki tamamlanan ‘puzzle’da hangi resmi görüyor günümüzde okuyucu?
Ortada neredeyse bir Kürt sorunu değil, bir ‘Atatürk ve Atatürkçü kafadaki Türkler’ sorunu olduğu, Atatürk devrinin ırkçı – faşişt uygulamalarının bu problemi başlattığı, Kürtleri ayaklandıran, Türklere düşman edenin Atatürkçü tavırlar ve politikalar olduğu“, tamamlanmış bir resim gibi durmuyor mu, karşımızda?
Bir de sorum var: “İlk günden içimize İngiliz ajanları sızmış olsaydı, bize Cumhuriyet tarihi boyunca daha zararlı, daha ahmakça bir Kürt politikası uygulatabilirler miydi?”
Düşünmeye değmez mi?
Türkiye, neredeyse doksan yıldır git gide büyüyen bu yaradan kan kaybediyor da..
Bari ölümü buradan olmasa..
O bakımdan sordum..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli


“Gayet Mahrem ve Zata Mahsustur” Damgalı raporun kapağı:

Arka Kapak Yazısı:

Cumhuriyet’in Gözüyle Kürt Meselesi dizisi, Kemalist Devrim’in Doğu’ya ve Kürt meselesine bakışını tarihi belgelere dayanarak aktarmayı amaçlıyor. Dizinin ilk kitabı olarak, eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Şark Raporu’nu sadeleştirerek yayınlıyoruz. Celal Bayar İktisat Bakanı olduğu dönemde hazırladığı raporda, bölgenin gelişmesi, İstanbul’a ve Türkiye’nin diğer yerlerindeki pazarlara bağlanması için yapılması gerekenleri büyük bir titizlikle inceliyor.

Şark Raporu’nda bölgeyi ve ülkeyi geliştirmek için zamanla yarışan Kemalist Devrim’in, Kürt Meselesi’ne bakışı ile ilgili de son derece önemli ipuçları yer alıyor.

Bayar raporunda, Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından sonra bölgede yaşayan Kürtlere karşı ayrımcı politikalar izlenmemesi gerektiğini ifade ediyor. Şark Raporu’nun bir başka önemli yanı ise, Doğu’da Toprak Reformu’nun öneminin üzerinde ısrarla durmasıdır.

Celal Bayar’ın kızı Dr. Nilüfer Gürsoy’un açıklayıcı sunuşu ile birlikte yayınladığımız Şark Raporu, Kemalist Devrim’in Doğu’ya ve Kürt meselesine bakışını anlamak için son derece önemlidir.

]]>
Tevfik İzmirli – Hanefi Avcı’nın Kitabı Kitabı Hakkında Birkaç Söz – “Haliç’te Yaşayan Simonlar – Dün Devlet Bugün Cemaat” /2010/09/hanefi-avcinin-kitabi-%e2%80%9chalic%e2%80%99te-yasayan-simonlar-%e2%80%93dun-devlet-bugun-cemaat%e2%80%9d/ Sat, 04 Sep 2010 16:16:44 +0000 /?p=90

Herkese Merhaba,

Hanefi Avcı’nın, “Haliç’te Yaşayan Simonlar –Dün Devlet Bugün Cemaat” kitabını, genel eğilimin dışında kalmamak için ben de okudum.. Hatta elimdeki diğer kitapları bırakıp buna öncelik vererek okudum ki, sağda solda çıkan yazıları daha rahat değerlendirebileyim..

Konusu bakımından, benim ve benim gibi sıradan vatandaşların üzerinde ahkam kesebileceği bir kitap değil.. İstihbarat dünyası.. İstihbaratcılar.. Benim, bu güne kadar, istihbaratcı bir yana, sıradan bir emniyet amiriyle çay içmişliğim bile yok.:))

Fatih Altaylı’nın şu yazısı da hoşuma gitmişti:

Avcı’nın kitabı

Bazı okurlar soruyor, “Neden Hanefi Avcı’nın iddialarını köşende değerlendirmiyorsun” diye. Hemen söyleyeyim: “Korkuyorum.” Yok yok Hanefi Avcı’dan veya onun suçladığı Gülen Cemaati’nden değil. “Kullanılmaktan” korkuyorum. Olan biteni anlamlandıramadığım için çekiniyorum. Çünkü Avcı’nın yazdıkları aslında hepimizin uzun süredir konuştuğu, söylediği, yazdığı, dedikodusunu yaptığı konular. Avcı bunları “içeriden” biri olarak dillendirmiş ama “Şaşırdık. Allah Allah böyle miymiş” diyen kimse yok. Bu yüzden de korkuyorum. Çünkü Hanefi Avcı yıllardır bildiğimiz bir isim. Geçmişte “illegal dinlemeler” yapmış, yaptırmış, telekulağı Genelkurmay Başkanı’na kadar uzatmış bir isim. Cemaatlere çok da uzak değil. Hatta dün cemaatlere yakın birinin yazdığına göre “cemaatler” tarafından kollanmış, üst görevlere atansın diye torpil yapılmış bir emniyetçi. Şimdi birdenbire böyle bir kitapla karşımızda. Bakan Çelik’in, “Fethullah Gülen evete destek verince bu kitap çıktı” sözüne katılmıyorum. Kitap dediğin boyacı küpü değil ki, sokup çıkarasın bir anda. Belli ki, bir hazırlık var önceden. Ama niye şimdi? Bu yüzden bu kitapla ilgili bir yorum yapmaya korkuyorum. 30 yıldır bu meslekteyim. Çok şey gördüm. Özellikle emniyet ve istihbarat camiaları ilginçtir. Avcı her ikisi de. Onlar bir şey yaptığı zaman biz sıradan insanlar buna bir anlam yüklemeye, bir hedef görmeye çalışırız. Biraz daha akıllı olanlarımız, hedefin arkasındaki hedefi görmeye uğraşırlar.
Ama bu gibilerin yaptığı her şey, söylediği her söz üç bant bilardo gibidir. Ben topun o üç bantta nerelere çarparak sonunda nereye varacağını bilemiyorum. O yüzden de yazmıyorum.”

Bu durumda, bana hiç laf düşmez..

Sadece kendi izlenimlerimi yazayım.. Kim yazdırmış, neden yazmış, hangi amaca hizmet etmek istiyor,
arkasında kimler olabilir, tarzındaki sorular bi yana, benim notlarım şöyle:
• Bir kere kitap 588 sayfa. İki bölümden oluşuyor. İlk bölümün adı “Devlet”, ikinci bölümün adı “Cemaat”.
İkinci bölüm 395. sayfada başlıyor.
• İlk bölümde, Avcı, çocukluğunu, tüm tahsil hayatını, dünya görüşünü, bu görüşün nasıl oluştuğunu, meslek hayatını, bulunduğu görevleri, makamları, katıldığı ya da yönettiği belli başlı operasyonları, emniyet teşkilatının durumunu, bana kalırsa gayet samimi bir şekilde, içinden geldiği gibi anlatmış.. Zaman içinde nasıl olgunlaştığını
görebiliyoruz.. Gençliğindeki tipik “dangalak” polisten, tecrübesi arttıkça nasıl olgun bir emniyetçi haline geldiğini, değişen görüşlerinden takip etmek mümkün.. Atatürkçülük hakkında, ayrılıkcılık hakkında, devlet politikalarımız hakkında, demokrasimiz hakkında gayet çağdaş görüşleri var.. İlk yıllarındaki ham polis, zaman içinde olgun müdüre doğru evrime uğruyor. Kendi ifadesi ile “devletin ne kadar kof bir yapılanması olduğunu” anlatıyor.. Yakalanan militanların bilgi ve analiz yeteneğine hayranlık duymuşluğu bile var.. Sadece bu ilk bölümünü bile “Hatıralarım” diyerek yayınlasaydı okumaya değermiş.. herkese öneririm..
• Ikinci bölüm, tamamen “Fethullah Hoca Cemaati’nin” gizli / ard niyetli / zararlı faaliyetlerine ve bu cemaatin yargı ve emniyet içindeki yapılanmasına ayrılmış.. Bana sanki, zaten ilk bölümünü sakin sakin yazıyormuş da, cemaat operasyonları hızlanıp, kendisinin yakından tanıdığı isimler de hedef olmaya başlayınca, resmi makamlara yaptığı başvurular, suç duyuruları, soruşturma talepleri karşılık bulmayınca, bu ikinci bölümü, biraz hızla, acele ile biraz da hırsla kaleme alıp, kitabı yayına yetiştirme gayretine girmiş gibi geldi.. Tabi tam referandum arifesinde yayınlanması da manidar..
• Aslında, yazdıklarını samimi kabul edersek, benim sık sık dile getirdiğim “talihsizliğimiz dallama askerlerle ilkel cemaatciler arasında kalmış olmak.. Yoksa al birini vur ötekine” analizime paralel görüşleri var.. Örneğin, 554. sayfada diyor ki:
“Başbakan ve diğer hükümet yetkilileri, Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın tüm ordu içersindeki müdahele çalışmalarını anlattığı günlükleri, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un darbe hazırlık planlarının belgeleri, Sarıkız ve Ayışığı gibi darbe planları hakkında, çok önceden bilgi sahibiydiler. Bu gizli tehditlere karşı tedbir alarak bu sayede ayakta kaldılar. Şimdi de bu belgeler gibi ordu içersindeki cuntalaşma, müdahale hazırlığı gibi hususlarda, bizim bilmediğimiz, belki de ilerde yayınlanacak birçok bilgiye sahip olabilirler ve ellerinde bu oluşumları kanıtlayan belgeler bulunabilir. Bu şekilde tedbir alıp bu badireleri atlatıyor olabilirler. Başbakan ve diğer yetkililerin okuyup bilgi sahibi olduğu ama daha yayınlanmayan ne kadar çok belge var acaba? Dolayısı ile, ordu içersinde cuntalar olduğu müddetçe mevcut veya gelecek başbakanlar ve hükümetler, belgeleri temin eden cemaate muhtaçtırlar ve onlara karşı tavır alamazlar. Belki biz de olsak mecburiyet duyarız. Yani cemaati ordudaki cuntalar, cuntaları ise orduya sızmak isteyen cemaat var ediyor” ……. “ tek yol açık, şeffaf ve legal bir yapıya sahip olmaktır, herkes boş hayallerden vazgeçmelidir.. Türkiye’nin bu açıdan huzura kavuşabilmesi için ordu demokrasiye karışmayı bırakıp Avrupa ülkelerindeki batı modeli ordu yapısına ve anlayışına sahip olmalıdır..O zaman ordu içindeki bu cuntacı unsurlar zayıflar..”

Burada, cemaatci yapılanma ile cuntacı zihniyet arasındaki birbirini besleyen ilişkiyi iyi tespit etmiş ama, “Asker 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaptığında karşısında cemaat mi vardı?” sorusu boşlukta kalıyor. Yani, sanki cemaatin faaliyetleri olmasa, askerin devlet idaresine müdahalesi gündeme gelmezmiş gibi bir yanlışa düşüyor.. Halbuki standart Türk generalinin yönetime müdahale etmesi için ne cemaate gerek var, ne başka bir dürtüye.. Kendilerine göre bu onların en doğal hakları, varoluş sebepleri.. Kürt politikasına takabilirler, Kıbrıs politikasına takabilirler, AB politikasına takabilirler, eğitim politikasına takabilirler, dış politikaya takabilirler, laiklik uygulamalarına takabilirler.. Onların kafaları çapari gibi.. Her yere takılabilir..

Sonuç olarak diyorum ki;

1.
Okunmaya değer bir kitap. Güç mücadelesi denen anaforun tam gözünü konu ediyor.. Sıkmıyor..

2.
Altaylı’nın dediği gibi, bilinmedik, duyulmadık konular değil.. Askerin cuntacı yapılar barındırdığını da cümle alem biliyor, cemaatin devleti ele geçirmeye çalıştığını da.. Ama bu defa yazan üst düzey bir istihbaratçı.. Detaylar ilginç.. Zaten kitap şu haliyle açık bir suç duyurusu.. Savcılık da sözüm ona soruşturma başlattı.

3.
Anlattıkları doğruysa, bu cemaat devlet içinde devlet, hükümet üstünde hükümet haline gelmiş durumda..
Yaptıkları rezillikleri, attıkları iftiraları isim isim anlatıyor.. Üstüne üstlük Hanefi Avcı, gençliğinde Işık Evleri’nde kalmış, çocuklarını cemaat okullarında okutmuş, muhafazakar bir isim.. o bile “No’luyoruz?” demiş..

4
Bu kitapta yazanların tümü doğru olsa bile, referandumda EVET deme kararım etkilenmedi..
Çünkü bu iki beladan cemaatin hakkından, bir iktidar değişikliği ile gelinebilir… Sonuçta bürokratik yapının içinde yuvalanmış kişilerden ibaret.. Başka bir iktidar tek tek kulaklarından tutup atabilir, ya da etkisiz görevlere vererek dişlerini sökebilir.. Ama asker – yargı vesayeti öyle değil.. Bir hükümet değişikliği ile, kanun çıkarmakla hallolacak bir iş değil.. Tarihimizde kökleri olan çarpık bir zihniyetin yıkılması maalesef o kadar kolay değil..
Halkın belki yarısı bile bu vesayeti normal karşılıyor.. Yakalamak lazım, teşhir etmek lazım, halkın kafasında bunları Güney Amerika askerlerinin düştüğü duruma düşürmek lazım ki yeni gelenler sivil otoriteye tabi olmayı kabul etsin.. Demokratikleşmenin buna faydası olacak, AB normlarının faydası olacak, uzun vadeli bir konu..
Bugün için, hem asker – yargı vesayetinden kurtulmuş, hem cemaat etkisinden arınmış tam demokratik, gerçekten laik, çağdaş bir devlet yapısına tek hamlede ulaşma imkanımız yok.. Bu belaları hukuki ve demokratik yollardan tek tek tepeleyerek ilerleyeceğiz.. İlk tekme en yakındaki köpeğe atılır.. O da bu vesayet illeti.. Cemaatçılığa sırası gelince bakarız.. Önce dizginler sivillerin ve seçilmişlerin eline geçsin.. Sandık herşeye çare..

Selamlar, saygılar,

Tevfik İzmirli

Not:
Taraf’dan bir röportaj..”Avcı işkence yaparken ezan okununca mola veriyor, namaza gidiyor”:
http://www.taraf.com.tr/haber/iskenceyi-birakip-namaza-giderdi.htm

]]>