Sohbetler – Tevfik İzmirli Sat, 17 Jan 2015 01:05:03 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.5.3 Tevfik İzmirli – Erol Kadiroğlu ile Sohbet – 2 – (üçüncü bölüm) – “İrtica sorunu ve çözüm önerim” /2010/09/erol-kadiroglu-ile-sohbet-%e2%80%93-2-ucuncu-bolum-irtica-sorunu-ve-cozum-onerim/ Wed, 29 Sep 2010 01:55:19 +0000 /?p=1033 2. İrtica Sorunu

Bu soruna, Kürt sorununun yanında, sorun bile dememek gerekir. Zira bu, sanal bir sorun. sadece Kemalistlerin zihninde mevcut. Bir kere irtica tehlikesi diye bir tehlike bizim ülkemiz için mevcut değildir ve mevcut olmamıştır..  Yalnız lütfen dikkat.. “İslam şeriatı ile idare edilmemizi isteyen marjinal – radikal guruplar yoktur ve var olmamıştır”, demiyorum. “Bunların idareyi ele geçirme tehlikesi yoktur ve var olmamıştır”, diyorum..

İrtica da, İttihat ve Terakki devrinde, “31 Mart Vakası” ile kullanıma sokulmuş bir tabir. Bu konunun arka perdesi için TARAF – Neşe Düzel – Cemil Koçak Röportajı (1/3) : ‘En sivil, Abdülhamit dönemiydi a bakılabilir.

Atatürk devrinde bu öcü iyice büyütülmüş, zihinlere pompalanmış, rejim lehine kullanılan bir silaha dönüşmüştür. Örneğin, bizim çocukluğumuzda her berber dükkanında bulunan, Atatürk’ün meşhur yalakalarından Yusuf Ziya Ortaç’ın 1972’deki vefatına kadar çıkardığı, haftalık mizah dergisi Akbaba bile bu şablonların halka benimsetilmesinde alet olmuştur. Bu derginin belki her sayısında, karikatürlerin birinde “mürteci” tipi vardır.. Çember sakallı, cübbeli, sarıklı, tesbihli, elde odun.. bir gerici tiplemesi.. Ondan sonra sıradan vatandaş, sakallı, tesbihli insan görse, “Eyvah bir mürteci geliyor!” demez mi? Ortaç hakkında bir alıntı yapayım: “Kemalizmin, bağımsız bir devletin ve Cumhuriyetin en koyu savunucusu haline gelerek, karşıt görüşleri ve bunları dile getirenleri hicivsel bir mizahla alaya aldı.” Ne kibar bir tanıtım cümlesi olmuş..

(Yalakalığı için “Dindarlar Atatürk’ü Neden Sevmez? Bu Gerici (!) Tepkinin Temelinde Ne Var? Atatürkçü Gençlik Bunları da Bilsin!” yazıma bakabilirsin.

“İrtica” dendi mi, hala benim gözüme o karikatür tipi gelir, mesela.. Bu tehlike büyük gösterilecek ki, Atatürk’ün baskıcı laikliği haklılık kazansın. Halkı korkutarak, gözdağı vererek, sindirerek yönetme taktiklerinden biri. Bugün olsaydı adına belki psikolojik harp denebilirdi. Hollywood tarafından, Walt Disney’in unutulmaz kahramanları eliyle, milyonların beynine “Medeni beyazlar – ilkel yerliler” şablonunun kazınmasına ne kadar benziyor. Donald Duck ve sempatik yiğenleri hep bir adalara giderler.. bunlar medeni, batılı, sempatik, Amerikalı, beyaz ördekler.. adada siyahi yerliler vardır.. bunlar da geri, ilkel Asyalılar ve Afrikalılardır. Beyin yıkamanın en etkili yöntemi.. Okuyucular çocuk.. zihinleri beyaz kağıt gibi.. istediğini yaz, orada iz bıraksın.. Bizde, bu geleneği Bedri Koraman da devam ettirmiştir, Turhan Selçuk da.

DP Devrinde, derin devlet nasıl Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve bir bomba attırıp, bu haberi İstanbul’da yayarak kitleleri ayaklandırarak, 6-7 Eylül olaylarının neticesinde İstanbul’u azınlıklardan temizlediyse, bu da öyle.. Amaçlı, hesaplı, devlet eliyle uygulanan bir beyin yıkama operasyonu.. Allah’tan emekli generallerimiz hem uzun yaşıyorlar, hem damar sertliği yüzünden dillerini tutamaz oluyorlar da gerçekleri öğrenebiliyoruz. Emekli Org. Yirmibeşoğlu’nun “6-7 Eylül olayları, bir özel harp operasyonuydu.. muhteşem bir örgütlenmeydi!” dediği gibi..

Kubilay Vakası kurgulanmamış olsa bile, en azından istismar edildi

Bu irtica masalının zirve noktası olan “Kubilay Vakası” da, düzmece diyemesem bile, şişirilmiş, abartılmış, Atatürk tarafından, dindar kesimi baskı altına almak, düşman göstermek amacıyla istismar edilerek kullanılmış, yerel, tekil ve ufak bir olaydır. Derviş Mehmet adında, esrarkeş bir tarikat mensubu, yanında beş altı müridiyle, bir sabah Menemen’e gelir, kendisinin mehdi olduğunu iddia etmektedir, hilafet sancağı dediği bir sancağı açar, halka Menemen’i 70,000 Arap askerinin kuşattığını söyler. Halktan etrafına toplananlar cahiller olur.. Müdahale eden Asteğmen Kubilay ve askerlerinin tüfeklerinde eğitim mermisi vardır.. Derviş Mehmet’in vurulup ölmemesi üzerine işi iyice azıtırlar, Kubilay’ı vururlar ve vahşi bir şekide başını keserler. Ondan söyle seyreyle gümbürtüyü. Bu olayın tarihi 23 Aralık, 1930.. Serbest Fırka’nın, kurucusu Fethi Bey tarafından fesh edilmesinin tarihi ise 17 Kasım, 1930. Serbest Fırka özellikle Ege’de, İzmir ve Manisa’da halkın büyük ilgisine mazhar olmuş, özellikle İzmir’de o güne kadar görülmeyen kalabalıklar toplanmış, “Kurtar bizi Kemal’den” diye bağıranlar görülmüştür. Atatürk, danışıklı dövüş ile Fethi Bey’e kurdurduğu, kızkardeşini bile üye yaptırdığı partinin, göstermelik bir vitrin düzenlemesinden ibaret kalmayacağını görmüş, kapattırmış.. Ne desin? “Halk, kendisine söz hakkı verilirse, bizim halkı düşünmeyen, baskıcı, keyfi diktamızı ilk fırsatta sırtından atacağını göstermiştir” diyemez.. “Bu parti, memleket çapında gerici kalkışmaya yol açıyor” tarzında bir bahane ile kapattırıyor.. Hemen ardından de, sanki, bu yaşanan ortamın kimlere, nasıl cesaret vermiş olduğunu ispat edecek bir olay çıksa, hiç de fena olmaz derken.. Kubilay olayı patlıyor.. Hem de nerede? Ege’de ve İzmir ile Manisa’nın tam ortalarında Menemen’de.. Tesadüfe bak.. Gelsin sıkıyönetimler, tutuklamalar, vs. Nerede? Yine Ege’de tabii.. Eee, kalkışma orada oldu ya! Olan gencecik Kubilay’a olmuş. Allah ona rahmet eylesin. Amaç ne, Atatürk diktasına karşı çıkanların üzerine “mürteci” yaftasını yapıştırmak. Allah için bu işi pek iyi becermişler.

28 Şubat dönemindeki Acz-i Mendi soytarılığının arkasında kimlerin olduğu anlaşıldı.. Kubilay zamanında bu tip operasyonlardan kimin sorumlu olduğu ise hala karanlıkta. Birgün o da çıkar belki.

İlericilik giyimle olsa birinciliği Saddam Hüseyin ile İmelda Markos kazanırdı

Atatürkçü rejimin Goebels’i aratmayan beyin yıkama operasyonları, halkımızın gerçekten kafasını karıştırmış. Bir çok kavram anlam kaymasına uğramış durumda. Bu karışıklığın bazen tuhaf, bazen gülümseten sonuçları ortada. Atatürkçü zihniyet gözüyle bakarsak, başı bağlı bir kadın gericidir, çünkü Atatürk’ün istediği gibi giyinmek yerine, onun mürteci diye tanımladığı insanların giyimini tercih etmektedir. Modern giyimli bir kadın da ilericidir, çünkü Atatürk’ün normlarına uygun giyimlidir. Halbuki, Türkiye’ye gelen, bu konularla ilgili, ve yabancı olduğu için kafası Atatürkçü düşünce tarafından esir alınmamış ve Türkçe bilen bir araştırmacı, bunun böyle olmadığını bir iki gün içinde tesbit edebilir. Bir, Emin Çölaşan’ın eşi emekli Danıştay Başkanı Tansel Çölaşan’ı dinler, bir de Habertürk TV ekranında yorumculuk yapan türbanlı Nihal Bengisu’yu. Hangisinin siyasi ve sosyal konulardaki fikirleri daha tutucu, hangisinin fikirleri Avrupa normlarında, o an belli olur. Geçen gün, sosyoloji Profesörü Nur Vergin, TV’de anlatmaya çalışıyordu: Çarşaflı bir kadın tenis oynamaz ama son derece laik olabilir, modern giyimli, tenis oynayan bir kadın ise gerici ve tutucu siyasi fikirlere sahip olabilir. Çarşaflı ve mini etekli olmak “yaşam tarzı farklılığı”dır. Diğeri “fikir farklılığı” dır, diye. İzmir’de BDP konvoyuna taş atarken fotoğraflanan, göbeği açık, sarışın, modern giyimli genç kadını ilerici olarak algılamak, beş vakit namaz kılan kitleyi muhafazakar yaşam tarzlarına bakarak gerici diye damgalamak, halkımıza Kemalist rejim tarafından benimsetilmiş bir çarpık paradigmadır. En kısa zamanda kurtulmamızda sayısız fayda vardır.

İrtica sorununa çözüm önerim:

Sorun sanal olduğu için, çözüm önerim de zihinlere yönelik olacak. En ufak bütçe, operasyon, fiziki icraat gerektirmeyen bir çözüm paketi sunuyorum:

Zihinlerde “irtica” kelimesi yeniden tanımlanır. Silah, şiddet, ayaklanma içeren,  ve bunları örgütleme, teşvik etme, propagandasını yapmak gibi eylemleri de kapsayan, kapsamına Hızbullah, El-Kaide, gibi örgütleri mutlaka alan bir “irtica” tanımı yapılır. Nüfusumuzun çoğunluğu Müslüman olduğu ve dünyada da şeriatla yönetilen bazı devletler mevcut olduğundan, bir tedbir olarak, AB’nin, şiddete başvurmasa da, ırkçı partilere izin vermemesi tarzında, “Şeriatçı – Laiklik karşıtı” parti kurmak da bu kapsamda yasak olarak kabul edilir.

Bunun dışında, çağdaş laikliğin, liberal laikliğin, demokratik laikliğin, (nasıl ad verirseniz verin ama dayatmacı, neredeyse dinsizleştirme gayretlerinde bulunmuş olduğu bilinen, sabıkalı ve toplumun büyük kısmınca zaten benimsenmediği görülen ve milletimizi iki düşman kamp halinde birbirine düşman eden Kemalist laikliğin değil) gereği olarak tüm dini faaliyetler serbest bırakılır. Tarikatlar, ayinler, zikirler, dini propagandalar, kuran kursları, giyim kuşam, başörtüsü, türban vs. gibi tüm konular, devletin ilgi alanı dışına çıkmıştır. Bunları, her devlette olduğu gibi, ABD’nin FBI’ı, Almanya’nın Anayasayı Koruma Teşkilatı gibi, bizde de Milli İstihbarat Teşkilatı, kendilerine bir rahatsızlık vermeden izler. Bu faaliyetlerin içinde, çocuk istismarı, vergi kaçırma, milli güvenliği tehlikeye düşürme vs. gibi kanunlarımızı ihlal eden durumlar tesbit edildiğinde, savcılarımız devreye girerek, suç işleyenleri kulaklarından tutar mahkemeye çıkarır. Bir dernek ya da sendika nasıl takip ediliyorsa, aynı standartlar uygulanır. Nokta. Bu prensipler bir gecede zihinlerce benimsenir ve ertesi sabah TBMM’de yasalaşırsa, Türkiye’nin irtica sorunu 24 saatten daha kısa bir sürede bitmiş olur. Buradan ve Kürt sorunundan geri kazanacağımız enerji , huzur ve barış ortamı Türkiye’yi kanatlandırır. Bu çözümün önünde maddi bir engel yoktur. Mevcut olan tek engel Kemalist şartlanmalardır. Beyaz Türkler, evlerindeki hizmetçide yadırgamadıkları başörtüsünü, örneğin dişçilerinde de yadırgamamayı öğrendiklerinde bu konu da kapanmış olur.

Selamlar, sevgiler,

Tevfik izmirli

– s o n –

]]>
Tevfik İzmirli – Erol Kadiroğlu ile Sohbet – 2 – (ikinci bölüm) – “Kürt sorunu ve çözüm önerim” /2010/09/erol-kadiroglu-ile-sohbet-%e2%80%93-2-ikinci-bolum-kurt-sorunu-ve-cozum-onerim/ Wed, 29 Sep 2010 01:54:31 +0000 /?p=1026 Üç tarihi sorun..

İdealimizdeki ülke, benim yaklaşımım, elimizdeki malzeme, kültürel yapımız.. gelelim bugüne..Türkiye olarak önümüzde üç büyük mesele olduğu söylenir.. nesilden nesile geçen.. Geri kalmışlık.. Kürt sorunu ve irtica dedikleri, dindar kesimlerin idareye ağırlık koyması.. Bunlardan geri kalmışlık sorununu bir kenara bırakıyorum.. daha gidecek çok yolumuz var ama bu konuda zincirleri kırdık sayılır.. on yıllar boyunca uğraştık.. özellikle Özal ile birlikte koşmaya başladık..  (Bkz. Ek Yorum 3)

Diğer iki konunun, Kürt konusunun ve bu irtica denen konunun tarihi kökleri var…

1. Kürt Sorunu

Kürdistan, Osmanlı idaresine girdikten sonra da, muhtemelen dağlık ve izole bir coğrafyaya sahip olmasının da etkisiyle, Osmanlı toprak düzeni dışında bırakılmış bir bölge..  Osmanlı bu bölgeyi, içine nüfuz etmeden, dışardan ve Kürt beyleri, aşiret reisleri eliyle idare etme yoluna gitmiş. Bunun da etkisi ile bölgenin feodal yapısı zedelenmeden 20. Yüzyıla kadar ulaşabilmiş. Bu açıdan bölge, şu günkü topraklarımız içinde başka benzeri olmayan tarihi bir arka plana sahip. Kürtler, Osmanlı’nın tüm etnik ve dini unsurları (Osmanlı bunları millet olarak adlandırıyor) kapsayan şemsiyesi altında ve dindar müslüman kimlikleri ile fazla bir siyasi sıkıntı yaratmadan 19. Yüzyılın sonlarına kadar gelmişler. Ortodoks Rus Çarlığı’nın, Osmanlı üzerindeki tarihi emelleri malum. 19. Yüzyılın başında hızını arttıran Rus yayılması, bu yüzyılın ikinci yarısında, bir yandan kendi askeri gücüyle, diğer yandan Balkan Ortodoks’larını destekleyip kışkırtarak, Balkanların elimizden çıkmasına yol açarken, eş zamanlı olarak aynı genişlemeci siyasetini, Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu üzerine baskı yaparak da uygulamış. Doğu Anadolu’daki müttefiki de Ermeni unsuru olmuş. Doğu Anadolu’da taşları yerinden oynatan ‘93 Harbi (Hicri 1293 / Miladi 1878), Osmanlı’nın belinin kırıldığı harp. Meşhur Plevne Savunması (Şerefli Yenilgisi) ‘93 harbinin Balkan cephesinde yaşandı.. Rus orduları Balkan cephesinde Ayetafenos’a (bugünkü Yeşilköy) kadar geldiler, Doğu Anadolu’da Erzurum bile kısa bir süre Ruş İşgaline girdi ve Osmanlı Ayestafenos Anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.. Rusların, Osmanlı aleyhine bu kadar büyük kazançlar elde etmesi, İngiltere ve Avusturya – Macaristan İmparatorluklarının stratejik menfaatlerini zedelediğinden, bunların isteği üzerine yapılan Berlin Anlaşması ile Osmanlı’nın Balkanlar’daki ömrü bir miktar uzatıldığını.. Bu geri kazanım karşılığında, Osmanlı’nın Kıbrıs adasını İngiltere’ye kiraladığını görüyoruz.. Gidiş o gidiş.. Kıbrıs da böylece gitmiş oluyor.. Berlin Anlaşması’nın Balkanlar’daki sonuçları konumuz dışında.. Doğu Anadolu’da ise, Ruslar bir miktar toprağı bize terketmekle birlikte, Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancaklarını alıyorlar.. taa 1918’de, o da Çarlık çöktüğü için girebildiğimiz mesela Kars’ı, bu defa Osmanlı yenilince tekrar Ruslar’a terkedeceğiz.. 1920’de Karabekir gelene kadar.. Batum hariç.. ‘93 Harbinde, Rus Ordusunda Ermeni komutanlar ve askerler olduğunu da hatırlayalım..

Hamidiye Alayları

Bu zamanlardan itibaren, işlerin artık iyiye gitmeyeceğini gören II. Abdülhamid’in 1890’lardan itibaren Kürt aşiretlerini silahlandırdığını, Kürt’lerden, Hamidiye Alayları olarak anılan süvari birlikleri oluşturduğunu görüyoruz.. Kürt aşiretleri Osmanlı’nın yanında hem Ruslar’a karşı savaşabilirler, hem İran’a karşı, hem de olası Ermeni isyanlarında işe yararlar, plan bu..  Zaman ilerliyor, Ermeni ayaklanmaları başlıyor..

I. Dünya Savaşı

1914’de I.Dünya Savaşı patlıyor.. Tekrar Ermeni ayaklanmaları, isyanları….Tekrar Rus ilerlemesi. Rus ordusunda Ermeni generaller ve Ermeni alayları var.. 1915’de tehcir geliyor.. 1916 yılının Temmuz ayında, Erzurum’dan vazgeçtim, Ruslar artık Erzincan’ı da işgal etmişler ama Sivas istikametini fazla zorlamıyorlar.. Orta Anadolu’da bir işleri yok.. Stratejik hedefleri olan Musul’a öncelik verdiklerinden, Van – Bitlis – Muş’u almışlar ve bu hat üzerinden Diyarbakır yönünü zorlamaya hazırlanıyorlar.. bu istikamette dekovil hattı döşeyerek yığınak yapmaktalar.. Zaten İngilizler de, güneyden, Basra – Bağdat hattı üzerinden Musul’a ilerlemeye çalışıyorlar. Osmanlı da, savaşın kaderini belirleyecek en hayati cephe burası olmadığından, hem coğrafi derinlik, hem topografik engel bol olduğundan, önceliği buraya değil, İstanbul’u tutan Çanakkale cephesine vermiş durumda.. Burada karşılarında 16. Kolordu Komutanı olarak Mustafa Kemal çıkıyor.. Muş’u ve Bitlis’I Rus’lardan geriye alıyoruz.. Mustafa Kemal bir ara burada kolordusunun bağlı olduğu II. Ordu Komutanlığı’na vekalet de ediyor. Allah’tan devrimin eli kulağında, Rusya sıkıntıda, kendi Batı cephesinde başı sıkışık, Rus ordusunda gevşemeler başlıyor.. bizim de Çanakkale’den kaydırılan iyi eğitimli, teçhizatlı, tecrübeli birliklerimiz Doğu Cephesine yetişiyor.. Ruslar daha ileri gidemiyorlar.. bütün bu sıkıntılı zamanlarda Kürtler yanımızda.. Mustafa Kemal bu Muş – Bitlis’de geçirdiği zaman içinde Kürt’lerin ileri gelenleri ile iyi ilişkiler kuruyor. Zamanı geldiğinde, Sıvas Kongresi’nden, Ankara’dan bunlara iltifatlar içeren mektuplar yazacak, yardımlarını isteyecektir..

Mütareke Dönemi

Peki, bu Kürtler’le Türk’lerin arasına kara kedi ne zaman giriyor? Şöyle: Ne zaman ki, Osmanlı Devleti yeniliyor, Mondros Mütarekesi ile silah bırakıyoruz.. Mütareke devri denilen, düşman işgali yaşadığımız devir başlıyor.. Kürtlerin de siyasi olarak hareketlendiğini, İngiliz’lerin konuya artık açıktan müdahil olduklarına, Kürt’lerin de kendi istikballeri hakkında arayışa girdiklerine şahit oluyoruz..

Kürtler de, Türk’ler gibi.. bu konuda homojen değiller.. Halife yanlıları var, Milli Mücadeleye destek verenleri var.. İngilizler’le işbirliği yaparak bağımsızlık ya da özerklik peşinde olanları var.. İngiliz kışkırtmasıyla isyan edenleri oluyor.. Kurtuluş Savaşı sırasında yurdun pek çok yerinde etnik temelli, padişah yanlısı, İngiliz destekli isyanlar çıkarken, Kürt’lerin de bazı isyanlarda rol aldığını görüyoruz.. ama Erzurum kongresi’ndeki 56 delegenin 32 tanesinin Kürt olduğunu da biliyoruz..

Kurtuluş Savaşı

Kürtleri kendi bölgelerinde işgalcilerle savaşırken görüyoruz. Okullarda pek öğretmiyoruz ama, tehcir ile Suriye’ye sürülen Ermenilerin ciddi bir bölümü Fransız ordusuna gönüllü yazılmış olarak, geri dönmüştü. Kahramanmaraş, Şanlıurfa ve Gaziantep ve Adana cephelerinde savaştığımız Fransız ve İngilizlerin saflarında gerek yerli gerek bu geri dönen Ermeniler yer alıyordu. Güney Cephesi denen bu alanda vatanseverlik destanları  yazılırken kan döken vatandaşlarımızın içinde Kürtler’de vardır. Bu konuda Atılgan Bayar’ın 24 Haziran, 2010 tarihli Akşam’daki yazısı bile yeterli olur. Meclis kuruluyor.. Mesela Dersim’li Diyap Ağa mebus.. Bu adam, Sakarya Savaşı esnasında Yunan, Polatlı – Haymana’ya dayanıp, top sesleri Ankara’dan duyulmaya başladığında, Meclis Kayseri’ye taşınsın mı konusu görüşülürken söz alıp, “Ben buraya karı gibi kaçmaya gelmedim, erkek gibi dövüşerek ölmeye geldim.. Giden gitsin, ben gitmiyorum” diyen ve bu konuşması ile herkesi bir yandan ağlatıp, bir yandan moralini yükselterek, taşınma konusunu kapattıran adam.. Dağ gibi heybetli, cesur, vatansever bir Kürt.. Atatürk’le üstü açık otomobildeki şu fotoğrafı da gayet meşhurdur:

Said-i Nursi’nin Mustafa Kemal’in daveti ile Ankara’ya geldiğini, 1. Meclis kürsüsünden milletvekillerine hitaben bir konuşma yaptığını biliyoruz. Diğer unsurlar gibi Kürtlerin içinde de Milli Mücadele’ye omuz vermiş olanlar da vardır, düşmanla işbrliği yapmış olanlar da. Aynı Türklerde olduğu gibi.

Lozan ve sonrası

Memleket düşmandan temizlenir temizlenmez, Atatürk’ün İzmit’de gazetecilerle yaptığı bir konuşma var.. 16 Ocak gecesi oturuluyor, 17 Ocak sabahına kadar Atatürk devrin en önemli gazetecileri ile sohbet ediyor. Meclis zabıt katiplerinden dört tanesi de aynı salonda.. tüm konuşmaları kayda alıyorlar.  Bu konuşmaların yayınlanmaması kararlaştırılıyor.. ama ucundan, kenarından basında yer alıyorlar.. daha sonra sansürlü olarak Atatürk Devrimleri Ensitüsü tarafından yayınlanıyor.. Ardından, devir değişince tamamı yayınlanıyor, vs.. Tam 64 başlık var görüşülen.. Kürtlerin durumu da içinde.. Nutuk’da, pek çok konuda yaptığı çarpıtmayı bu konuda da tekrarlıyor, Atatürk.. Bu konuşmanın sadece ufak bir bölümünden bahsediyor, Nutuk’da.. Hilafet ve laiklik kısımlarından..

Atatürk Kürtleri aldattı mı?

Bu konuşmalar kitap halinde de yayınlandı.. İsteyen alır, okur.. Atatürk’ün Kürt’lere neler vaad etmiş olduğunu öğrenir.. Atatürk, zaman tam Lozan görüşmeleri sırası olduğu için, Kürtlerden Lozan’a gidebilecek, “Bizi de azınlık sayın” taleplerine mani olmak amacıyla, yine yalan söylüyor.. Yerel özerklik, her konuda Türk unsur ile eşitlik, vs.. Ardından Lozan imzalanıyor.. Zaten I. Meclis’in, Musul verildiği için Lozan’ı tasdiki konusunda sıkıntı çıkardığı malum.. meclis fesh edilip, 2. Meclis kuruluyor. Bu meclis 1924 Anayasası’nı yapıyor. Ara ki bulasın Kürt haklarını.. Hadi bakalım.. Ondan sonra Atatürk’ün vefatına kadar 15 – 16 Kürt isyanı var. Devamlı baskı, inkar, imha, sürgün politikaları.. Irkçı – faşist bir Kürt politikası.. Kasten okulsuz, yolsuz bırakmak, hizmet götürmemek..  Sadece askeri tedbirler düşünmek.. Kendi Başbakanı İnönü’nün, Atatürk’ün emri ile yaptığı Doğu gezisini anlattığı Kürt Raporu basıldı. (Bkz: “İsmet Paşa’nın Kürt Raporu”..1935 Yılında Atatürk’e Sunulan Gizli Rapor )  Tavsiye ederim.. herkes okusun.. Okuyanın o parlak Atatürk devri hakkında gözü açılır.. Bir sene sonra da, Celal Bayar’ı yolluyor, Atatürk.. O zaman Bayar, Atatürk’ün İktisat Vekili.. O da yayınlandı..(Bkz: “Celal Bayar – Şark Raporu”..1936 Yılında Atatürk’e Sunulan Gizli Rapor” ama o çok daha akıllı, konulara medeni bir sivil olarak bakabilen, kafalı bir insan.. Onun raporunu da okumak lazım.. O da ibretlik..

1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında, “Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye”dir, samimi bir mecmuadır” diye konuşarak Kürtlerin gönlüne girmeye çalışan Mustafa Kemal’in, dizginler eline geçtikten sonra Kürtlerin hakkını, hukukunu hatırlamaz olduğunu görüyoruz.

Sıkıntının kaynağı Atatürkçü düşünce sisteminde

Şimdi biraz yukardan bakarsak.. Atatürk başa geçinceye kadar bu konuda büyük bir sıkıntı yok.. Tüm önemli isyanlar onun devrinde.. En önemlisi, bugün pek çok Kürt’ün neredeyse bilinçaltına yerleşmiş olan hınç, Atatürk döneminde başlatılan ve Kemalist devlet tarafından son yıllara kadar sürdürülen Atatürkçü devlet politikalarına yöneliktir. Atatürk döneminden önce iki halk arasında bir gerilim söz konusu bile değil. Atatürk, İnönü, Cemal Gürsel, Evren dönemleri herhalde Kürtçede zulüm, baskı  ve sürgün anlamına geliyordur. Ben hiç Türklerden nefret eden Kürt duymadım.. Düşmanlık, nefret, Kemalist devletin zihniyeti ve uygulamaları ile Kürt halkı arasında. Ortada, Kürt sorunu değil, bir “Atatürkçü düşünce sisteminin kör ve sakat bıraktığı bir Türk zihniyeti sorunu” var. Bugün devlet olarak, bu akılsız dayatma politikalarını tamamen terkedebilsek, ama sadece hükümet olarak değil, devletin her kademesi ile, samimi bir şekilde terketsek.. devletimizin yanlış politikaları için Kürt vatandaşlarımızdan samimi bir özür dilesek, aniden halkımızın Türk asıllı kısmı da Kürt vatandaşlarımızın bu vatanda en az kendileri kadar hak sahibi olduklarını içlerine sindirmiş olarak uyansalar, tüm ırkçı reflekslerimizden arınabilsek, Kürt sorunu denen sıkıntının aynı anda buhar olup gittiğini, geriye sadece  “Kürt ayrılıkçılığı sorunu”nun kaldığını görürüz.

Çok partili dönem

II. Dünya Savaşı yıllarını saymayalım, o yıllarda herkes zaten silah altında.. Arkadan DP devri başlıyor.. İsyan sayısı sıfır, isyanı bırakalım Kürtlerin arasında mırıldanma dahi yok. Hatta Yassıada’da, Menderes’e soruluyor, nasıl oldu da sizin devrinizde hiç isyan etmediler, diye.. Cevap çok manidar: “Biz onları insan yerine koyduk..”  Tersten okursan, “Tek parti dönemi hayvan yerine koymuştu”.. Ayrıca, zaten demokrasinin nimeti odur ki, DP Kürtlerden oy almak zorundaydı.. Olayın 1984’de Eruk ve Şemdinli baskınları ile başlamadığı, Atatürk ile başladığı açık.  Arkadan de, bir Atatürk karikatürü olan Evren Paşa devrinde uygulanan işkenceler, insanlık dışı muameleler, “Kürt yoktur, dağ Türkleri karda yürürken ayaklarından kart – kurt sesi çıkardı, onun için bunlara Kürt denmiş” tarzındaki akıl hastası saçmalamaları.. işi iyice azdırdı.. O kadar yanlışlar yaptık ki, Kemalist devlet olarak.. “Acaba Kürtlere dış yardımı kim sağlıyor?” sorusu bile bana anlamlı gelmiyor.. Ben de Kürt olsaydım, şeytan yardım etse kabul ederdim, tek bu ırkçı Türk devletinden kurtulmak için.. Bunlar yine de sabırlı ve bilge bir halk, diye düşünüyorum.. Atatürk ve Evren gibi iki sosyal dehanın arasında geçen diğer Kemalist devlet adamları da bu konuda daha az parlak değildiler.. İnönü’nün politikaları malum.. Cemal Gürsel ayrı bir dangalaklık zirvesi idi.. YKB yayınlarından, “27 Mayıs’ın Kabine Zabıtları” yayınlandı.. komedi kitabı gibi.. Bu Paşa da, Kürt yoktur, kart – kurt vardır.. fikrinde.. lafın kısası.. sıkıntının PKK ile başlamadığını, Atatürk devrinde, bizim tarafımızdan başlatıldığını söyleyebilirim..  Bu Atatürkçü kafayı değiştiremezsek de, göz göre göre bölünürüz.. çünkü Atatürkçülük denen şablonlar seti, gerçekleri görmemizi, çare üretmemizi engelliyor.. kaç yıldır dağda silahlı adamlarla boğuşuyoruz.. Milletimiz ancak yeni yeni Kürt’lerin bir halk olarak varlığını kabul etmeye başladı.. Bir zihin devrimi yapamazsak, bu Atatürkçü kafalar makul bir çözüm bulma aşamasına gelinceye kadar memleket bölünmüş olacak.. bu kafadaki vatandaşlarımızı uyarmak da bize bir görevdir.

Devlet olarak hem akılsızlık, hem haksızlık yaptık

Kendini koy Kürtlerin yerine.. Sana, “Sen Türk değilsin, Kürt’sün aslında” diyen bir devletin vatandaşı olarak kalmak ister misin? Ya devletin seni olduğu gibi kabul etmesi için mücadele edersin.. ya da, baktın olmuyor, “Bırakın beni gideyim” demezmisin?

Arada bir söylerim, insan haksız olmaktan korkmalı, diye.. Bu davada bizim taraf haksız.  Zalim olan, hak yiyen taraf biziz.. Maalesef, burnumuzu sürte sürte haklarını alıyorlar şimdi.. Yazık akan kanlara.. boşuna akıyorlar.. Halbuki hangi hakları vermemiz hukuka, vicdana uygunsa, onları zamanında kendimiz verebilseydik, Atatürkçü ideolojiye kapılıp, olaya ırkçı gözlükle bakmamayı becerebilseydik, bugün hem bu düşmanlık yoktu, hem Türkiyemiz kimbilir kaç basamak daha yukardaydı.. Hem de savunulabilir bir hukuki mevzimiz olurdu.. o hattı savunurken dökülebilecek kanlar için de kimse, “Boşa akıyor” diyemezdi..

Devletimiz hak arayana şahin dağda silahla gezene karga

Devletimiz ne yazık ki, konuşana toplantı yapana, protesto edene, gösteri yapana, şahin gibi saldırgan iken dağda gezen silahlı külahlı örgüt üyelerine karşı bir türlü arzu edilen etkinliği gösterememektedir. Neredeyde dağda silahlı siyaset yapmanın maliyeti, Diyarbakır’da sivil siyaset yapmaktan düşük hale gelmiş bulunuyor. Halbuki çağdaş devlet, konuşanı, talep edeni, bu talepler aykırı da olsa dövmeyecek, ezmeyecek, belediye başkanlarını, ayrılıkçı fikirde dahi olsalar, silaha başvurmadıkça birbirine kelepçeleyip hayvan sürüsü muamelesi yaparak aşağılamayacak, ama eline silah alanı aldığına pişman edebilecek devlettir. Bizim bol yıldızlı generallerimizin kimbilir kaç tanesi, “PKK can çekişiyor, bunlar son çırpınışları” diyerek emekli olmuştur ama hala karakollar perişandır, helikopter sayısı yetersizdir, gece görüş cihazı arızalıydı, gibi mavalları dinlemeye devam ediyoruz. Kemalist devletin sivil yüzü, yanlış politikalarla Kürt halkını deyim yerindeyse kudurtmuş, askeri yüzü ise yetersizliği ile bizi “üç beş çapulcu” tarafından madara edilen bir devlet konumuna getirmiştir. Her iki cephenin de Kemalist kafada olmayan sivillerin yönetimine şiddetle ihtiyacı var.

Kürt sorununa çözüm önerim:

“Haklarımızı dağdakilerin zoruyla veriyorlar, derler” Kompleksinden bu günden tezi yok arınıyoruz. Tüm Türk kökenli vatandaşlarımız, Kemalist şartlanmanın benimsettiği, “Hepimiz Türküz” sloganından vazgeçiyorlar ve Kürt kökenli vatandaşlarımızın da en az kendileri kadar bu vatanda pay sahibi olduklarını içlerine sindiriyorlar. Yurdumuzun,  kendilerine babadan miras kalmış bir arsa, Kürtlerin de bu arsa üzerinde haksız yere hak talep eden bir gurup ilkel ve hain insan olmadığının bilincine varıyorlar. Bunu gerçekten söz ve fiileri ile ifade ediyorlar. Kürtlere eşit vatandaş gözüyle bakmayanı ayıplar hale geliyorlar ve hak hukuk konularında bir öz kardeşe karşı takınılması gereken tavrı takınıyorlar. TBMM, en kısa sürede, yepyeni, özgürlükçü, AB normunda, içinde hiçbir azınlığın adı geçmeyen, yerinden yönetime öncelik tanıyan, kısa ve öz bir anayasa yapıyor. Bu anayasada, ayrılıkçı parti kurmanın önünde bir yasak bulunmuyor. Yeni anayasanın mecliste büyük çoğunlukla kabulünden hemen sonra, Cumhurbaşkanı, önceden haber vererek, Diyarbakır meydanında, tarihi özür konuşmasını yapıyor. Devlet olarak Kürt asıllı vatandaşlarımıza karşı yapmış olduğumuz ayrımcılık, haksızlık ve zulümler için, tüm vatandaşlar ve devletimiz adına özür diliyor. Bu konuşmayı yaparken yanında Meclis Başkanı, Başbakan ve ve özellikle de Genel Kurmay Başkanı bulunuyorlar. Kısa süre içinde Kemalist Cumhuriyet’in yanlışlarını silme kampanyası ile, Kürtçe yer isimlerinin iadesi gibi, anında yapılabilecek, zamana muhtaç olmayan uygulamalara başlıyoruz. TBMM, Hükümetin hazırladığı af yasasını kabul ediyor. Dağdakilerin tümüne ve Abdullah Öcalan’a af çıkıyor. Yapılan hukuki düzenlemelerle, Öcalan’ın serbest bırakılması ve elebaşlarının affı, üç  beş yıl gibi bir süreye bağlanıyor. Dağdan inmeyenlere verilen birkaç aylık süre dolduğunda, komutan gibi komutanların komutasında, askeri harekata benzer askeri harekatlara, askeri birlik gibi askeri birlikleri kullanarak,  başlıyoruz. Bizim taraf bunları yaparken, karşı taraf da, belli bir uyum içinde Türk tarafının hassasiyetlerini azaltacak, gönlünü alacak adımlar atıyor. Karşılıklı taziye ziyaretleri, şehit ailelerine başsağlığı dilemek gibi jestlerde bulunuyorlar. Bu hareketlere tam katılım beklemiyoruz. Çünkü PKK hala etkili olabilir. “Onlar şunu yapmadılar, bunu eksik yaptılar” gibi bahaneler aramadan, biz devlet olarak uygun gördüğümüz adımları atıyoruz. Bu süreçte ortaya çıkabilecek provokatif eylemler dahi bizi durdurmuyor. Bunları yaparak, son derece haklı, hukuka ve en önemlisi vicdana uygun, iç rahatlığı ile ve gerçekten canla başla savunulmaya değer bir savunma hattına kavuşuyoruz.  O noktadan sonra, PKK bitmese de, vereceğimiz şehitler, gerçekten ayrılıkçılarla dövüşürken şehit düşmüş, bu vatanın hukuku için şehit düşmüş oluyorlar.. Kimsenin aklında da, “Acaba şöyle mi olsaydı, bu kanlar akmazdı?” sorusu kalmıyor. Bu tarihi maceranın sonu, ilerde, şu veya bu şekilde, belki dünyadaki büyük oyunun etkisi ile, belki şu anda öngöremediğimiz ama önüne geçemeyeceğimiz gelişmeler sonucunda, istenmeyen bir noktaya varır ve ülkemiz bölünürse de, “Biz elimizden geleni yaptık, ne yapalım birliğimizi muhafaza edemedik” deme hakkımız olur. Bu durum, “Ne akılsızmışız, bir adamın şartlandırmalarını, hem de doksan yıl uygulayıp bir netice alamadığımız apaçık görüldüğü halde, sırf ona ait oldukları için, tek doğru diye benimsedik, koskoca bir millet olarak kendi aklımızı kullanmayı düşünemedik. Keşke şöyle yapsaydık, keşke böyle etseydik” diyerek dövünmeye nazaran, daha tercih edilir bir durumdur.  Bence büyük ve akıl sahibi bir millete en uygun çözüm budur. Yanlışta inat etmek övünülecek bir tutum değildir.

Ek Yorum 3: Artık geri kalmış ülke değiliz.. Bunu idrak edemeyenlerimiz de bir an önce anlasınlar.

Kemalist kamp, bu ekonomik işlerden anlamadığı için, sanayileşmeyi önce montaj sanayi diye küçük gördü, bir ara özelleştirmenin faydalarını anlama zorluğuna düştü, devletin milletin malları peşkeş çekiliyor şeklinde algıladı.. Daha önceki devirlerde altyapı yatırımlarına karşı çıktı.. Demirel’in Boğaziçi Köprüsü’ne nasıl muhalefet ettiklerine bizim nesil şahit.. ondan önce.. Menderes, 50’li yılların başında, bugünün ölçekleri ile bit kadar olan Sarıyar ve Hirfanlı barajlarını yaptırırken, Kemalist! CHP muhalefeti mecliste, “Bu kadar elektriği ne yapacağız? Toprağa mı vereceğiz?” söylemiyle karşı çıkmıştı.. İş hayatının tamamen dışından, memur – subay  geleneğinden geldikleri için, kafaları almadı.. Cahil halkımız(!).. hükümetlere fabrika yapın, yol getirin.. diye baskı yaparken, yalvarırken, araya torpil koymaya çalışırken, bu kamp, halkın bu sanayileşme, zenginleşme taleplerini duymazdan geldi. Atatürk devrinde de, Gen. Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın evhamları yüzünden, Atatürk’ün de onayıyla, sahillerden içerilere yol yapılmaması bir hükümet politikasıydı..

Atatürk döneminde, kendi içlerindeki, Sovyet’lerin sanayileşme deneyini tanıyan, Şevket Süreyya gibi “Kadro” cuların, “Hazır dünyada büyük buhran varken, yurt dışından kelepir fiyatına fabrikalar almamız mümkün, büyük bir sanayileşme hamlesi yapabiliriz” şeklindeki teklifi de reddedilmiştir. Kemalist modelde, köylüler köylerinde kalır, köy ensitüleri eliyle, yine kendi köylerinde çalışmak üzere eğitilirler.. Amaç, kendine yeterli, dışa kapalı, ama, keman çalan, Yunan klasiklerini sahneye koyan, çok sesli koroda şarkı söyleyen bir Cumhuriyet köylüsü (!:)) yaratmaktır.. Çetin Altan’ın “Tenis oynayan köylüler” dediği gibi.. Bu modeli bir iki nesile marifet gibi benimsetmişlerdir. Hala bunu savunan Cumhuriyet Gazetesi yazarları bile vardır. Hoş bunu da becerememişler, açtıkları Köy Ensitüsü sayısı 21’I geçememiştir..

Kemalist rejim bu köylülerin şehirlere inmesinden, iş istemesinden, hak aramasından korkar.. sosyal dinamiklerle yüzleşmektense onu dondurma ve bastırma yoluna gider. Sanayileşmeyi erteler de erteler.. Zaten bu adamlar kazara Ankara’ya geldiklerinde, Ulus Meydanı’na, Kızılay’a çıkmalarını polis engeller.. Ta ki..1950’de, DP 14 Mayıs seçimlerini kazanıp iktidara gelene kadar.. İç göç de o zaman başlar, köye traktör de o zaman girer, köylü karasabandan ve öküz çiftinden kurtulmaya başlar.. çarıktan kurtulur, ayağı lastik ayakkabı görür, jandarma dayağı biter.. adam yerine konulmaya başlar.. işte demokrasinin ekmekle olan ilgisi budur.. O köylü oy hakkını alınca ekmekten payını talep edebilmektedir.. Artık Çankaya’da oturanların insafına muhtaç değildir.. Türk halkı bu yüzden sandığı, kutsal bir emanet gibi benimsemiştir.. DP ile birlikte, Çukurova’da, Gediz, Menderes ovalarında sulama başlar, ekilen toprak miktarı patlar.. sanki milletin üstünden bir kabus kalkmış, duran saatler birden bire çalışmaya başlamış gibidir.

Şehirlerin durumu da böyledir.. Atatürk’ün cenazesinin Dolmahbahçe Sarayı’ndan alınarak, Karaköy istikametine, top arabası üzerinde taşınmasını gösteren belgesel filmi dikkatle izleyenler görürler. İstanbul dökülmektedir. Bir çivi çakılmamıştır. Halbuki istanbul konumunda bir şehri fakir bırakmak için özel tebirler uygulamak gerekir. İşçinin durumu belki acıklı denecek haldedir. Gaddar Kemalist dikta, II. Abdülhamit devrini, İttihad Terakki devrini aratacak bir baskı inşa etmiştir.. Sendikayı bırakın, dernek kurmayı yasaklamıştır.  Zonguldak kömür işçilerinin hiç bir hakları tanınmadan, nasıl angaryaya maruz bırakıldığını nereye sığdırabiliriz? Bu milletin hafızası, o yüzden hala 14 Mayıs’ı bayram bilir.. Kemalist diktadan kurtulmaya başladığı gün olarak benimsemiştir.. Ne zaman sandığı görse, o bilinçle Kemalist zorbalardan intikam bilinci içinde oy kullanır.. Kemal Kılıçdaroğlu değil, Kemal Atatürk gelse, kafasını değiştirmemiş ise,  sandıktan çıkamaz..

Özal’a kadar, yabancı sermaye gelirse bizi ham yapar diyerek tipik içe kapanmacı, dünyadan korkan (autarkist – otarşik) tavırlarını sergilediler.. onlara kalsa hala Ankara’dan döviz tahsisi çıkarmaya, ithalat için kota kapmaya, ihracat lisansı müracaatı kovalamaya çalışıyor, yurt dışına yılda sayıyla çıkıyor olacaktık.. İzmir limanında elleçlenen yıllık mal miktarı, I. Dünya Savaşı öncesindeki miktara ancak ’70’lerde ulaşabilmiştir.

24 Ocak kararları açıklandığında, Kemalist ekonomist Prof. Gülten Kazgan’ın “İhracat artarsa, yurt içinde kıtlık başlar” mealindeki makalesini net olarak hatırlıyorum.. Kafa bu, ufuk bu..

Prof. Kafaoğlu’nun..(dövlet, dövlet diye konuşurdu), “Kambiyo serbestisi gelirse, döviz kıtlığı başlar”, dediğini net olarak hatırlıyorum.. Bir de bilimsel hava içinde açıklama yapıyordu neymiş, “Kalkınmakta olan ülkelerde döviz talebi sonsuz kabul edildiğinden, bu talebi karşılayacak arz miktarı temin edilemezmiş”. Bugün kulaklarımızdan döviz fışkırıyor.

Bu memur kafası.. Özal’ın serbestleşme politikasını genel olarak şöyle eleştiriyordu: “Efendim, önce hukuki altyapısı hazırlanmalı.. hazırlıklar bitmeden.. mevzuat hazır olmadan zamansız olur, yanlışlıklar çıkar, vs..” Tabi kafa bu, tayin kararnamesi çıkacak zannediyor.. Önce tayin olduğun şehre gidip bir ev tutacaksın, sonra izin alıp, çoluk çocuğunu taşıyacaksın.. önce hazırlık, sonra icraat.. komisyonlar kurulsun, hayatında borsa görmemiş bürokratlar, borsa mevzuatı hazırlasınlar.. borsa onların mükemmel mevzuatının hazır olacağı yılları beklesin.. hayatında ihracat – ithalatı sadece kararnamelerde görmüş bürokratlar kafalarına göre kısıtlamalı bir mevzuat hazırlasınlar..

Özal az mı uğraştı bu kafayla.. Allah rahmet eylesin..

Bu konu artık ince ayarlar ile yürüyecek hale geldi.. Öyle kalın çizgileri olan bir yanlış yolda değiliz.. Konunun yeteri kadar uzmanı, takipçisi var.. insanımız yetişti.. Benim parlak fikirlerime bu konuda ihtiyaç yok)).

Türkiye’nin ekonomide geldiği şu nokta, Kemalist kafaya karşı yapılmış bir ekonomik karşı devrimin başarıya ulaşmış halidir.. Hem tek partinin merkeziyetci, memur kafasını yendik, hem on yıllarca devam eden, paçamızdan tutan CHP’nin engelleyici zihniyetini yendik.. Prangalarımızı çözene kadar canımız çıktı, ama sonunda ekonomideki bürokrat vesayetini kırdık.. Artık memurlar, bu konuda gerçekten “toplumun hizmetçisi” rolündeler. Çalışan da miletin kendisi, kazanan da , tüketen de.. mühür bizde.. Onlar şimdi kendi sendikal hakları için mücadele veriyorlar.. nereden nereye!!

Kemalist Kılıçdaroğlu’nun da ne sepetinde ne ağzında ciddi bir alternatif önerisi yok.. ekonomik politikalar konusunda mağlubiyeti kabul etmiş ve susmuş durumda Kemalist kamp.. Çünkü vatandaşımız en azından ekonomik konularda Kemalist kafayı tanımış ve onu gömmüştür. Ekonomi, diğer konulara göre daha somut, günlük hayatı doğrudan etkileyen, elle tutulur, gözle görülür, ceple hissedilir bir alan olduğu için, halkımız Kemalizm’in yanlışlığını ilk defa bu konuda farketmiş ve hayatının dışına süpürmüştür.. Sosyal ve politik konular daha soyut bir düzlemde cereyan ettiklerinden, halkımızın özellikle batılılaşmış / şehirli kesimleri, Kemalizm’in uygulamalarıni hala normal kabul etmekte.. ve zihinlerindeki mercekleri tam net ayarına getirmekte gecikmekteler.. Buna karşılık Kemalist rejimin itip kaktığı, dindar kesimler ile Kürt kökenli vatandaşlarda bu bilinçlenme, yedikleri dayakların etkisiyle daha erken başlamış durumda..

Bize düşen, sabırla, bu seçkin, insan sermayesi bakımından en nitelikli, üzerine en büyük eğitim yatırımını yapmış olduğumuz kesimi gerek anlatarak, dil dökerek, gerek icraatlarımızla güven vererek kazanmaktır. Toplumumuzun bu nitelikli kesimi, aradaki bu yarık kapatılır da, demokrasiyi içine sindirmiş olarak arabanın önüne koşulursa Türkiye kanatlanır.. bu bilince ulaşmakta gecikecek olursa, Türkiye yine varacağı demokrasi duraklarına, refah duraklarına varır ama gereksiz bir vakit kaybıyla.. rötarla varır.. yoksa zamanın getirdiği ilerlemenin önünde durabilecek engel yoktur. Sadece gecikmeye sebep olabililer..

]]>
Tevfik İzmirli – Erol Kadiroğlu ile Sohbet – 2 – (birinci bölüm) – “Paris’de yaşamak” /2010/09/erol-kadiroglu-ile-sohbet-%e2%80%93-2-birinci-bolum-parisde-yasamak/ Wed, 29 Sep 2010 01:50:34 +0000 /?p=1014 Sevgili Erol Bey Kardeşim,

Şu noktayı anlatamadığımı düşünüyorum: “Yapılması gerekenler şunlardır” diye düşündüklerim, yani “Faydalı olarak gördüklerim”, yani “Bunlar yapılırsa hepimiz için iyi olur” diye düşündüklerim, yani “İşlerin, hayatın, ülkenin, kendi hayatımızın, ya da çocuklarımızın hayatlarının, memleketin toplam halinin daha düzgün olması için takip etmemiz gereken rota nedir?” konusu başka, “Şu anda keşke şöyle olsaymış” dediklerimiz başka.. Şu söyleyeceklerimi, sadece “doğru oldukları”, “demokrasi icabı oldukları” için de savunabilirdim.. ama öyle değil.. bu savunduklarımı ayrıca hepimiz için faydalı gördüğümden de savunuyorum.. Tam burada, “Nasıl yani?” demen lazım:)) Şöyle:

Paris’de yaşasak..
Senin idealindeki yaşanacak ülke, yaşanacak şehir şablonu muhtemelen benim zihnimdeki ile aynıdır.. mesela keşke bizim şehirlerimiz de Paris gibi olsa, halkımızın seviyesi de en azından İtalyanlar kadar olsa, deriz.. Altyapısıyla, üniversiteleri, kütüphaneleri, müzeleri, parkları, şehirciliği, estetiği, özgürlükleri ile.. Burada herhalde mutabıkız.. Atatürk de herhalde bunu isterdi.. bunu hayal ederdi.. kimse Kahire, Tahran, Şam gibi yerleri hayal etmiyor (Bkz. Ek Yorum 1) Hatta oraların halkları da bizimle aynı hayalleri paylaşıyordur.. Kimsenin ideali ter kokan, hırpani, eğitimsiz bir kara kalabalık içinde yaşamak, çocuk yetiştirmek değildir, herhalde..

Ben Başbakan olsam..

Bu yazıları, olaya sürekli “Başbakan ben olsam” gözüyle bakan Tevfik’in ağzından yazıyorum.. daha doğrusu ben aşağı yukarı her olaya çocukluğumdan beri bir de bu gözle bakıyorum.. Orta okul ikide ya da üçte, Türkiye’deki fabrikaları ezbere sayardık.. BAL Lise 1’de, çalışkan bir öğrenci olmadığım halde beni sınıfın bilgi yarışması takımına almışlardı.. diğer üçü şimdi profesör olan 10’luk öğrenciler.. birisi şimdiki Boğaziçi Rektörü Kadri Özçaldıran’dı, hatta.. Her soruyu onlar zaten anında çözüyorlar.. hop doğru cevap.. bir soruyu sadece ben bilmiştim: “Türkiye’nin tek sülfirik asit fabrikası nerededir?” – Bandırma..:)) yani o yaşlardan beri bu makro konular ilgimi çekiyor.

Harp gemisinin boyası paslı olsa bana derttir.. halbuki, ben bahriyeli değilim.. tren vagonları yenilenemiyorsa bana derttir.. halbuki ben yıllardır trene binmedim, Türkiye’nin dönüm başına buğday verimi hala 225 kg. ise ben üzülürüm, halbuki benim bir dönüm tarlam yoktur.. Ali Sami Yen’in tuvaletleri pis ise bana derttir, halbuki benim Ali Sami Yen’e girmişliğim yoktur..

Hastalar ambulans uçakla taşınınca sevinirim, Gaziantep’in ihracatı artınca sevinirim, elektrik üretimi 200 milyar Kw/saat’I geçti diye sevinirim, TV’de orman yangını seyrederken, müdahele eden araçların bolluğunu görür sevinirim.. Kendimi pek çok yıldır.. bir sorumlu, bu durumda bir gölge başbakan gibi hissediyorum..:))

“Sigaraya bayılırım.. ama yetkili olsam şimdiki yasak lehinde oy kullanırdım” tavrım da böyle.. Sendikalı, asgari ücretli işçi değilim ki, hayat zorlukları karşısında, midemle oy kullanayım.. Onun mazareti var.. Biz neye sığınacağız? Ya da, bize üst düzey bir hayat vaad etseler, Amerikan mandasına mı taraftar olacağız? Doğruyu aramamız, desteklememiz gerekmez mi? Laik ahlak da, dini ahlak da bunu gerektirmez mi? “İlke temelli insan” diye bir kavram yok mu? Prof. Doğan Cüceloğlu kaç yıldır anlatmaya çalışıyor..

Haydi Türkiye!

Belki bu yüzden, hayattan aldığım keyif bile azalıyor, diyebilirim.. Sanki Türkiye yarış atı, ben de sahibiyim.. kazanırsa ödülü bana vereceklermiş.. kaybederse ben de yanmışım.. devamlı “Haydi Türkiye!”, “Bastır Türkiye!” havasındayım. Allah ömür verse de, dünyada ilk on büyük ekonomi arasına girdiğimizi gösterse bana, diyorum.. Ondan önce inşaallah, 1.- Trilyon dolarlık ekonomi oluşumuzu kutlayacağız.. Şu anda GSMH’mizin binde biri kadar, yılda 700 milyon dolarlık dış yardım yapıyor olmamıza bayılıyorum.. çok şükür bunu gördüm, diyorum..

Belki, belki değil hatta kuvvetle muhtemeldir ki, bizden önceki nesillerin yaşadığı “öğretilmiş acizlik” den bizlere miras kalmış olan psikolojik bir komplekstir bu.. Ne de olsa, “Büyük Osmanlı Ricatı”nı yaşamış, ülkeler kaybetmiş nesillerin torunlarıyız.. Bu ricat, askeri olarak Sakarya’da durdurulduysa, ekonomik olarak da Özal devrinde, 1980’lerin başlarında durduruldu. Belki de 24 Ocak 1980 kararlarıyla demek lazım.. Özal daha Demirel’in Müsteşarı iken.. O günlere kadar yaklaşık 200 sene boyunca iş hayatında, ekonomide dayak yemiş bir milletiz. Ben de şans eseri, “Türk’ün Büyük Ekonomik Karşı Taaruzu”nun başladığı 1980’lerin başında yeni mezun olarak, rekabetten korkmayan, kendini yabancılardan eksik görmeyen, ruhen dayak yememiş ilk neslin mensubuyum.. o günlerden beri milletçe “hücum” oynuyoruz..

”Hayır biz geri değiliz, biz herkesden iyisini yapabiliriz, biz Osmanlı’yız” hissi bende çok kuvvetli.. (Bkz. Ek Yorum 2)

Ayrıca bu sohbetlerin çıkış ve varış noktası politika.. “Ülke için hangi yol doğru.. hangi yol eğri” konusunda konuşuyoruz.. “Mümkün olsa nasıl bir hayat hayal ederdin?” sorusu başka.. ”O hayat seviyesine ülkece varmak için ne yapılması gerekir?” sorusu başka.. Ben de, kapı komşum üç karılı, 12 çocuklu bir adam olsun istemem.. (Rahmetli Amcam’ın Ankara Baçelievler’deki kapı komşusu, tam böyle bir AP milletvekili idi, yıllarca, oradan aklıma geldi..) ama başbakan olsam bu konuda ne yapmam gerekir, diye de düşünürum.. iki bakış açısı yanyana..

Kendi Paris’imizi inşa etmenin yolu nereden geçiyor?

Diğer yandan elde bir gerçek var.. bu memleketin 2010 yılındaki insan kalitesi, toprak kalitesi, aldığı yağış miktarı, vs. belli.. bunları tam bir gerçekçilikle veri kabul etmemiz, düşünmeye buradan başlamamız lazım.. Yeni bir vatan bulup oraya taşınmayacaksak, yeni bir halk bulup onları ithal etmeyeceksek.. şöyle düşünmemiz lazım: Hepimizin hayalindeki şehir Paris, diyelim.. bir kere bunu kenara koyacağız.. biz Fransız değiliz, burası Fransa değil, bizim tarihi serüvenimiz, bizi belki çok daha ileri bir yere taşıyabilir ama Paris’e taşıyamaz.. Adamların arkasında Fransız devrimi, rönesans, sanayi devrimi, kolonyalizm, apayrı bir birikim var.. hoş, onlar da bize özenseler farketmez, onlar da biz olamazlar.. “Fotoğrafını çek, aynısını yap” şeklinde olabilecek bir iş değil bu.. “Yap bir inkilap kanunu, giydir şapkayı, orası gibi olalım” diyerek de olmuyor.

O zaman doğru soru şu: Biz kendi Paris’imize nasıl gideceğiz? Yani, Paris’in, Paris sembolü ile anlatmak istediğimiz o ideal yaşam alanının, bizim arzuladığımız değerleri içeren, ama burada inşa edebileceğimiz Paris’e nasıl varılacak?

İstanbul, ya da Türkiye, insanıyla, taşı toprağıyla, o ileri hukuk, tam demokrasi, gelişmiş estetik, güçlü altyapı, eşsiz gusto, sağlam ve yaygın eğitim, bol protein, yüksek gelir, ileri teknoloji, tarafsız ve süratli adalet, üstün sağlık hizmeti, bileği bükülmez ordu gibi her alanda dünya standartları seviyesine nasıl taşınacak? Ama batının “şekli” bir kopyası olarak değil.. kendi rengimiz, kültürümüzle harmanlanmış, kendi değerlerimize saygılı, bizden renkler taşıyan ve aynı anda evrensel standartları tutturmuş “Türk uygarlık sentezi” ne nasıl ulaşacağız? Bu soruda da mutabık mıyız?

Kemalizm düşünmeyen insan ister..

Ben şuna içtenlikle inanıyorum.. hem aklen inanıyorum.. hem gözlemlerimle bire bir örtüşüyor, Kemalizm’in şu aşamada hala dayatılmasına itirazım da buna dayanıyor: Nerede gelişmişlik, refah, kalkınmışlık varsa, orada mutlaka önce özgürlükler sağlanmıştır.. Özgürlük ve demokrasi ile yönetilmeyen hiç bir ülke yoktur ki ekonomik ve sosyal kalkınmasını gerçekleştirmiş, halkını özgürlük ve refah içinde yaşatır olabilsin.. Bu tesadüflerle açıklanabilecek bir sonuç mudur? Özgürlük ve demokrasi sadece bir aksesuar, entellektüel hedef değil.. Ekmeğe, refaha giden yol da oradan geçiyor.. İnsanlar özgür bırakıldıkça şahlanıyorlar, coşuyorlar.. dağları deviriyorlar.. İnanç özgürlüğü, fikir özgürlüğü, girişim özgürlüğü.. bu üçü de toplumda dinamizmin, gelişmenin temel şartı.. Tam tersi de doğru.. nerede bu üç özgürlüğün biri bile kaldırılsa, orada işler sarpa sarıyor..

Bizde, – bu konuda suçu sadece Kemalizm’e atmıyorum ama Kemalizm bu kusurumuzu pekiştiren, ondan kurtulmamızı güçleştiren bir rol oynadığını düşünüyorum – tarihi ve kültürel olarak zaten bireyciliği ikinci plana atan, diğerlerinden farklı olmayı hoş görmeyen bir arka plan var.. İnsanlar cemaate uyunca rahat ediyorlar, cemaatleri de kendi adamlarının uyum içinde davranmasını bekliyorlar.. Her iki taraf da, tektip insan istiyor.. Kemalizm bunun üzerine tüy dikmiş bir sistem.. herkes aynı fikirde olacak.. herkes Atatürkçü olmak zorunda, herkes dine şu kadar inanacak, şöyle giyinecek, vs.. gibi.. Bu, yaratıcılığı, özgüveni, deneme yanılarak öğrenme, gelişme fırsatını ortadan kaldıran bir yaklaşım.. Toplum devamlı aynı tip adam yetiştirerek kendisini yeniden üretiyor.. insanımız küçüklükten beri çocuklarının ne yiyeceğine, ne kadar giyineceğine kendileri karar verip çocuklarına dayatır.. çocuk okula gider.. sıraya gir.. üniforma giy, sus.. otur, konuşma, koşma, saçını şöyle kes, vs.. askere gider aynı hesap.. bir de komutanından dayak yer gelir.. Bizim sistemimiz geleneksel olarak itaatkar, hakkını arayamayan, yaratıcılığı, farklı olma, kendi olma arzusu baskılanmış, ezik insan üretiyor..

Ha alaturka koyun, ha alafranga koyun

Bu üretim iki büyük tesiste sürdürülüyor.. bir tarafta geleneksel otoriter aile yapımız ve buna ek olarak tarikatlarla cemaatlar.. diğer tarafta Kemalist eğitim ve devlet sistemi.. ikisi de kendine koyun yetiştirme derdinde.. Ha alaturka koyun, ha alafranga koyun, ne farkeder? Ezberci, sorgulamayan.. itaatkar, biat kültürünü benimsemiş nesiller.. Bizde, bireycilik; bencillik, çıkıntılık ve ukalalık olarak algılanıyor. İlk defa rahmetli Turhan Güneş’in ağzından duymuştum: “Demokrasi bencil vatandaşlar ister” lafını.

Halbuki Anglo Sakson kültüründe tam tersi.. devletin, bireyi bir kalıba dökme hakkı olduğuna, işin başından inanmamışlar.. Hatta temel hukuk metinleri bireyi devlete karşı koruma felsefesi ile yazılmış.. Şuraya bak: 4 Temmuz, 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde tanımlanmış üç tane hak var.. “Life, Liberty and the Pursuit of Happiness.” “Yaşama hakkı, özgürlük hakkı ve mutluluğunu arama hakkı.” Bu üç hakkın yaradılışta Tanrı tarafından verilmiş olduğunu, kişinin elinden alınamıyacağını vurguluyorlar.. İki üç satır aşağıda da, bu devlet bu hakları ihlal edecek olursa, vatandaşların devlete karşı ayaklanmaya hakları olacağı yazılı.. Zihniyete bak, lütfen.. Şu “Mutluluğunun peşinden gitme hakkı”nı bizim anayasamıza ve yasalarımıza emdirilmesini bir yana bırak, biz biraz geniş düşünüp, birbirimizin bu hakkını kendi kafalarımızda tanıyabilsek, o dakikada Atatürkçülük adı altında dayatılan saçma zihniyet dayanaksız kalıverecek..

O tarafta, “Neden yapıyorsun?” sorusuna, “Canım böyle istediği için” ya da rahatlıkla “Sana ne?” cevabı verilebilen bir kültür var.. yeter ki kanunları çiğneme.. mantıksız, yasakçı kanun yapma gelenekleri zaten yok.. Bu özgürlükleri kullanan belki yüz kişinin doksandokuzu avam.. ıvır zıvır işler için kullanıyorlar bu haklarını.. ama sistem sanki bilinçli olarak bu avama sabır gösteriyor.. sanki bu avama “Höst!.. Ne yapıyorsun sen? Otur yerine”, dersem.. yarın öbürgün ortaya çıkabilecek Einstein’ları.. ya da Bill Gates’leri, Steve Jobs’ları pıstırırım.. onlar da sıraya girip başkaları gibi düşünmeye başlarlar, diyerek sabır gösteriyor..

Halbuki bizim sistemimiz, ne bileyim saçını uzattığı için Bill Gates’I okuldan atabilirdi.. yazdığı dini kitapları da meşhur olan Einstein’ı, sırf bu sebeple TÜBİTAK’dan uzaklaştırabilirdi..

Ek Yorum 1: Burası Osmanlı toprağı.. Dün devlet olabilmiş kabile – aşiret toprağı değil
Bizim şehirli insanımız.. Orta Doğu’nun halini görüp, oralara benzeyeceğiz, diye korkuyor.. bu bilgisizlikten kaynaklanan bir vehim.. son belki 500 yıldır.. bu coğrafyada örnek olan biziz.. Araplar’da, “İstanbulin” diye bir deyim var.. “Parizyen” kelimesi bizde nasıl, kalite, zerafet, şıklık ifadesi ise.. aynı anlamda kullanıyorlar.. Türk dizilerinin gördüğü ilginin temelinde de bu algı
var.. aslında onların yönetimleri korksun, halkları bize benzemek isteyecekleri için.. Burası öyle bir ülke.. Osmanlı da kendi zamanında böyleydi.. Bize demiryolunu getiren Fransızlar, sonra Almanlar, biz onlardan görmüşüz.. Rumeli Demiryolları, Anadolu Demiryolları, Bağdat Hattı, vs.. Hicaz hattı ile demiryolunu Şam’dan aşağıya götüren ise biziz.. oralara götüren II. Abdülhamit.. kumlara gömülü rayların üzerinde hala “Emir- Müminin (Müminlerin Emiri) Gazi Sultan Abdülhamit Han’ın hayratındandır.. Allah onu aziz ve ona yardım eylesin” yazılı.. 1450 km. Büyük savaş esnasında inşaata devam ediyoruz. 1918’de toplam hat 1900 km. oluyor.. Oraları da demiryolunu bizden görmüş.. (Google’a “hicaz hattı” yaz bak neler çıkıyor. Şu linki okumanı öneririm: (http://www.gazeten.com/hicaz-demiryolu-osmanlinin-yarida-kalmis-olan-hulyasi/)

Hala bu boy bir altyapı projesi yapılmamış olabilir oralarda.. şimdi yenileme projesi gündemde.. bizim TCDD, Çinlilerle ortak katılacak ihaleye..

Bağdat’da bir müşterimizin genel müdürü vardı..o zaman benden belki 25 yaş ilerde.. Moskova’da ekonomi okumuş.. Sene 82 – 83.. bir gece yemekte sohbet ediyoruz.. bir iki Avrupalı da var.. işte ben.. ”Biz kalkınmakta olan ülkeyiz” filan tarzında konuşunca, “Hop hop..” dedi.. ”Saçmalama.. Bundan yüz sene önce sizin Mithat Paşa Bağdat Valisi iken, Irak’ın ilk teknik okulunu, ilk şehir suyu ve sulama tesislerini ve ilk askeri okulunu siz kurmuştunuz.. biz bunları hala kendimiz yapamıyoruz.. yapmaları için yabancıları çağırmak zorundayız.. hangi kalkınmakta olan ülke.. bırak bu abuk subuk sloganları”  şeklinde beni susturmuştu.. o geceyi, hatta Bağdat’daki bahçeyi bile, hiç unutmam.. gözümdeki perdelerden biri o gece kalktı diyebilirim..

Bu, belki Avrupa’ya en yakın olan biz olduğumuz için, belki imparatorluk burada ve bizim olduğu için böyle.. orası ayrı konu şimdi girmeyelim..

Özet: Araplaşma tehlikesi yoktur.. Şeriat tehlikesi yoktur.. Biz Abdülhamit devrinde de, Tıbbıyesi, Harbiyesi, Tersanesi, Demiryolları, Telgraf sistemi, Postası ile zamanın Avrupa’sını yakalamaya çalışan, hiçbir zaman Arap’ların sosyal ve siyasi geriliği içinde olmamış bir ülkeyiz..1960 yılına kadar ülkeyi yöneten kadronun tümü ya II. Abdülhamit döneminde doğmuş, ya da aynı dönemde okumuş, yetişmiş insanlardır..

Celal Bayar ve Cemal Gürsel dahil.. Adnan Menderes bile 1899 doğumludur.. İzmir Kızılçullu’daki Amerikan okulundan mezun.. I.Dünya savaşında yedeksubay. Bildiğin Osmanlı.. Sonra İstiklal Harbi’ne katılıyor. İstiklal Madalyası sahibi. Sonra yarım kalan tahsilini tamamlamak için Cumhuriyet devrinde hukuk okuyor. Cumhuriyet doğumlu ilk başbakanımız herhalde Demirel’dir.. 1924 Doğumlu.

Cumhuriyet ilk dönemde, sürekli Osmanlı’yı karaladığı için, halkın kafasında Osmanlı, hele son dönemleri, tam bir karanlık devir, ortaçağ olarak algılanmaktadır. Bu tamamen haksız propogandadır.. Mesela 1914 Türkiyesi’nin İstanbul’u ya da Erzurum’un bir köyü ile aynı iki yerin 1934 yılındaki hali arasında, halkın yaşamı, ekonomik faaliyeti, yaşam standartları arasında bir fark yoktur.. Ortada halkı etkileyecek, gerçek bir devrim olmadığından, ekonomik bir fikir dahi elde mevcut bulunmadığından, sadece üstyapı devrimleri söz konusu olduğundan, “yaptım kanun, oldu devrim” tarzı değişikliklerden ibaret olduğundan, “Neden benim halimde düzelme yok?” diyen insanlar bu yeni sultanları benimsesin diye, eski dönem sürekli kötülenmiş.. öcü gibi gösterilmiş.. ”Sizi o gerilikten kurtardık ya daha ne” diyebilmek için bu öcünün varlığı gerekli görülmüş.. bu algı bugünlere kadar yaşayıp gelmiş.. insanımızın kafasında, “Eskiye döneriz, Arap’a çoraba benzeriz” korkusu kalmıştır.. Ne Beyrut, ne Şam, ne Kahire, Atatürk devrimlerinden nasiplenmedikleri halde, şeriatla ilgileri olmamış.. bambaşka istikametlerde yaşayıp gelmişlerdir halbuki..

Ek Yorum 2: Eskiden yapmışlığımız var, yine yapabiliriz.

Tam dokuz ay sonra, Prut savaşının 300. Yıldönümü geliyor.. Prut şimdiki Romanya’da.. Moldova’ya doğru.. işin cengaverlik, hamaset yönünü söylemek istemiyorum.. o seferdeki, Osmanlı Lojistiği hakkında yazılmış bir doktora tezi var.. ”Haydi Osmanlı Sefere – Prut Seferinde Organizasyon ve Lojistik” adıyla yayınlandı.. (Bkz: Osmanlı Gücünün Ardındaki Sır Neydi? – Dr. Hakan Yıldız’ın Kitabı – “Haydi Osmanlı Sefere – Prut Savaşında Organizasyon ve Lojistik” –) TV’de İlber Ortaylı tavsiye edince almıştım.. hem de İş Bankası Kültür yayınları’ndan.. bir alıp okuyun.. Askeri detaylar, hazırlıklar bir yana, Osmanlı, ordusunun nerede, ne gün mola vereceğini bir mevsim önceden planlıyor, orada tam o gün soğuk şerbet hazır bulunsun diye, daha kıştan dağlardan kar indirtip, kuyulara doldurtup, üstüne keçe basarak muhafaza ettiriyor, bunun için gereken ödeneği kuruşuna kadar önceden yolluyor, personel tahsis ediyor, sonradan denetliyor, hesap tutuyor ve bu işleri düzenli şekilde arşivliyor ki, kitabın yazarı bunları bulup, yazabiliyor. Ve askerine soğuk şerbet içirebiliyor.. zaten bu sağlanamazsa, Yeniçeri homurdanmaya başlıyor.. al sana US Army standardı..

Harp alanında, Rus ordusu su kaybından halsiz.. bizde organize saka teşkilatı var.. harbedenlere düzenli su takviyesi yapılıyor.. Rus ordusu, tuvalet ihtiyacını ordugahının içinde gördüğünden.. dizanteriden kırılıyor.. tedbiri bilemiyor, alamıyor.. Osmanlı hijyen ve koruyucu tıp kurallarını biliyor, uyguluyor.. tuvaletler ayrı yerde ve üstüne toprak atılıyor. Asker turp gibi.. dizanteri hak getire..

Osmanlı’nın devşirme düzeni dahiyane.. güçlü zamanlarındaki devlet düzeni desen ha keza. Adamlar Arnavutluğa, Arnavutça bilen kadı tayin ediyorlar, Şafi’lerin bulunduğu yerlere Şafi mezhebinden kadı yolluyorlar.. 600 yıl boyunca höt zötle hüküm sürülür mü? Yahu biz Kutt-ül Amare’de, İngiliz Generali Towsend’i esir alalı daha yüz yıl olmadı.. Çandarlı’nın torunları şu anda aramızda yaşıyor.. (Çengiz Çandar o aileden). Köprülü ailesi devam ediyor (Arı gurubunun kurucusu Kemal Köprülü o aileden).. daha kimbilir hangi aileler nerelerdedir?

Kemalizm istediği kadar kötülesin, unutturmaya çalıssın, Nutuk’da onları suçlasın.. kendi Yunan Zaferini büyük göstermek için, onları küçültmeye çalışsın.. Kurtuluş savaşının toplam şehit sayısı genelkurmay rakamlarında 15,055 kişi.. Sadece Osmanlı’nın Çanakkale savaşında, sadece cephedeki şehit sayısı, hem de sadece 7 – 8 ayda, 48,000.. sonradan ölen yaralılarla 60 küsur bin oluyor.. daha cepheye sevk sırasında İngiliz – Fransız denizaltıları tarafından Marmara’da, İstanbul önünde batırılan vapurlarda ölenleri hariç..

I. Dünya Savaşı’ndaki toplam şehit sayımız 325,000, esir sayımız 250,000, yaralımız 400,000, kayıp 250,000 gibi.. aradaki ölçek farkına bak..

Enver Paşayı kötülemek için Sarıkamış’daki şehit sayısını, seksen sene boyunca, 80,000 olarak öğret.. sonunda 21,000 şehit olduğu açıklanınca işi pişkinliğe vur.. Kemalist tarihçilik böyle bir şey.. Çanakkaleyi, iki yıl önceden tahkim etmeye başlayan da aynı Enver Paşa, orduyu dünya harbine girmeden, gençleştiren, alaylı bunak subayları emekli edip Mustafa Kemal neslinin önünü açan da Enver Paşa, Çanakkale Zaferi sırasında başkomutan da Enver Paşa.. halbuki..

Bu millet Kemalizm’in dar, kısır, içe kapanmacı, kendine yetmeye zar zor uğraşan kalıplarına sığmaz, bizim sosyal genlerimizde büyük düşünme, düzen kurma, adalet sağlama, yönetme mevcut.. bu kabiliyette olan 4 – 5 milletin biri biziz.. Pax Romana (Roma Barışı), Pax Ottomana, Pax Britannica, şimdi de Pax Americana  var.. Ama hiçbir zaman Pax Çekoslovakia var olmamış.. Pax Bulgaria olmamış.. Pax Arabicana yaşanmamış.. Irkçı açıdan bakmıyorum.. belki coğrafyamız, belki tarihi serüvenimiz, bize bu hasleti kazandırmış.. zaten “Osmanlı” dediğinde her ırktan insan var içinde..

– d e v a m  e d e c e k –

]]>
Tevfik İzmirli – Erol Kadiroğlu ile Sohbet /2010/09/erol-kadiroglu-ile-sohbet/ Thu, 16 Sep 2010 17:36:10 +0000 /?p=194 16 Eylül, 2010’da, Sayın Erol Kadiroğlu’ndan,

“Buyrun Buradan Yakın Tevfik Abi”

başlığı taşıyan, aşağıdaki mesajı aldım, cevabımla birlikte sunuyorum:

“Vakit Gazetesinin haberine göre Devlet Bakanımız Sayın Özak, Dünya Basketbol Şampiyonası’nın madalya töreninde yaşanan yuhalama olayı ile ilgili olarak,

‘Seviyesiz ve terbiyesizler büyük ayıp işledi’

diyerek terbiyesiz güruha ceza geleceğini açıklamış. Ayrıca kendilerini yuhalayanların bölücü olduklarının altını çizmiş.

‘Artık kralların değil, kuralların olduğu bir ülkedeyiz. Üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü olduğu bir ülkedeyiz’

şeklinde de konuşmuş.
Yani kral veya padişahımız olsaydı onu yuhalama özgürlüğümüz olurmuş.
Başbakanı yuhalama özgürlüğü ise yokmuş.
Başbakanı yuhaladılar diye bölücü ilan edilerek mahkemelerde süründürülecek olan vatandaşlarımız konusunda Taraf Gazetesinin ne yapacağını çok merak ediyorum.
301. madde şampiyonluğu yaparak millete, devlete, Atatürk’e sövme özgürlüğünü savunanların ne yapacağını merak ediyorum.
Kendine bile ‘hayır’ı dokunmayan muhalefetimizin ne yapacağını merak ediyorum.
Gene de işin iyi tarafı da var tabii.
Yuhalayanların bölücü oldukları devletin sayın bakanı tarafından tespit edildiğine göre artık onları mahkeme koridorlarında süründürmez, evlerine özel portatif mahkeme gönderirler, davul zurna eşliğinde.

– Behçet Kemal Çağlar / Atatürk’e Sesleniş –

Adın besmeledir her işimizde,

– Behçet Kemal Çağlar / Nöbetçi Millet –

Yaradan hey Yaradan !
./……
Milletin alın yazısını yeniden yazardın..

– Orhan Seyfi Orhon / Ölmez –

Kalbimizdeki tunç heykeli gök çatlasa bölmez,
İnsanlar ölür, Türk’e ilâh olmuş er ölmez!

– Behçet Kemal Çağlar / Atatürk’ü Dinlerken –

Dünya imtihanını veren tek fert geliyor;
Kürsüye her çıkışta, Türk daha yükselecek…
Dinle: Her cümlesinde doğuyor bir “gelecek”;
Aslan, insan ve Tanrı bir arada bu başta…

– Faruk Nafiz Çamlıbel / Çankaya –

Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa hepsi ondan şeklaldı.

Bu tarafta yobazlar varsa.. karşı tarafta da var..
Mesela, Bush manyağının seçmenlerinin ciddi bir bölümü Evangilist.. Basbayağı, Allah’ın kitabında emrettiği dış politikanın, Israil’e destek çıkmak olduğuna inanan cemaatlar var bunların içinde.. Bu politikaya da “God’s Foreign Policy” “Tanrı’nın Dış Politikası) gibi bir isim vermişler.. akıllı adam işi mi? Değil..tabii.. mani olabilir misin? ya da mani olmaya hakkın var mıdır?

Senin rejimin, bu dindar kesimi devamlı iteklerse, tekmelerse, köpek muamelesi çekerse, sonuç bugünkü gibi oluyor..
Ders: Toplum mühendisliğine kalkışmayacaksın, gömeyim dediğin adamlar seksen sene sonra karşına,
hem de mutasyona uğramış olarak, zombi gibi çıkıyorlar.. (Bkz. Lenin / Stalin ve bugünkü Rus insanı).. çare yasaklamak değil.. adam yerine koymak lazım, halka ekmek / iş / eğitim / sanat / spor / sağlık / protein vereceksin, gerisine karışmayacaksın.. Hem hakkın yok, hem toplum yararına bir politika değil.. hayata karışsınlar, okusunlar.. bak şehirleşme / sanayileşme / orta sınıflaşma / zenginleşme sonucunda Kayseri’ye.. Evet hala çok muhafazakar ama ne kadar modern muhafazakar.. Artık Erbakan fikirlerine onlar da gülebiliyorlar.. Çocuklarını yurt dışında okutuyorlar.. böyle yapmak lazım.. bunlar trenin arka vagonları.. onlarsız bu tren yarım.. işin komiği çok hızlı öğreniyorlar.. ilerliyorlar.. CHP seçmeni yerinde sayıyor.. Hiç korkacak bir durum yok.. kitleler hiçbir zaman radikalizme kaymaz bizim memleketimizde.. her iki kesimde de tartışmayı bile kabul etmeyecek, fanatik çekirdek bulunabilir.. çoğunluk her zaman gereken kıvamı tutturur.. sosyal olayların da kanunu var.. fazla büyüyen taraf mutlaka parçalanır.. diyalektik (marksist açıdan).. yaradılıştaki zıtların birlikteliği (islami açıdan) hükmünü icra eder.. bu çok dinamik bir toplumsal süreç.. herkes tek tek zaman tünelinde on yıl geriye gidip, o zaman
hangi konuda nasıl düşündüğünü görebilse.. küçük dilini yutar.. sen de yutarsın, ben de yutarım, RTE’de yutar..
hepimiz o kadar hızla ilerleyip, yaşayarak, görerek, ders çıkararak, öğrenerek değişiyoruz ki..
Vurgulamaya çalıştığım nokta şu: Nasıl on sene önce savunduğumuz, ama bugün bizi gülümseten fikirlerimiz varsa, mutlaka bugün savunduklarımızın içinde de, on sene sonra bizi gülümsetecek fikirlerimiz de vardır.. sıradan insanlarsak, oturup geçen zamanın bunları bize apaçık göstermesini bekleriz.. aydınsak, ki ben hiç tevazu yapmadan söyleyeyim.. kendimi aydın olarak görüyorum.. bu zamanı beklemeden, bugünden onları görelim, Yunanlı bize gülmeden, kendimiz ayıklayalım, bu şablonları kıralım.. kıranlara destek olalım.. hatta Yunanlı’nın bize gıpta edeceği rotalara girelim, diyorum.. AMIN:))

Selamlar, saygılar,

Tevfik İzmirli

Not:
Dün gece HT TV’de, Balçiçek Pamir’in Karşıt Görüş programında Etyen Mahçupyan vardı.. Karşısında Cüneyt Ülsever.. Etyen o kadar sakin sakin.. anlattı ki.. keşke imkan olsa internette bulunsa, indirip sizlere yollasam.. yazmaktan da kurtulsam, dedim:))
Bu gece 02:15’de tekrarı var.. tavsiye ederim..

]]>
Tevfik İzmirli – Burak Ozan Koç ile Sohbet /2010/09/burak-ozan-kocla-sohbet/ Tue, 14 Sep 2010 22:37:34 +0000 /?p=147

Tevfik Abi Merhaba,

Merhaba Sevgili Burak,
Bir kere benimle zıtlaşma.. valizin hala bende duruyor.. ona göre:)) Bu arada valizi diktirdim, haberin olsun:))

Yazılarınızı büyük bir dikkatle takip ediyorum

Sağol..

ancak; Bu Kemalist düzen ve onun zihniyetinde olanlar tu-kaka, hatta onun gibi düşünenler bir numaralı vatan haini

Vatan haini demiyorum.. hatta kendilerine sorsan vatansever olduklarından yapıyorlar bu salaklıkları,

darbeci

doğru,

faşist

Doğru.. kendileri bilincinde olmasa da çoğu sivil faşişt,

cahil

Burası da doğru, bu kesimin en entellektüel sözcüleri bile bilgili olsalar da arif değiller,

beş para etmez insan

İnsan olarak sevdiklerim var aralarında birkaç tane.. şeriatcılar Kemalistleri kesmeye başlayınca onları kurtaracağım.. tabi bu arada bana iyi davranmışlarsa:))

olabilirler. Bu imam hatip takımı inanılmaz ileri görüşlü ve yapılan her şeyi demokrasi için yapıyorlar

(Ne için yapıyorlarsa yapıyorlar, belki kendi durumlarını sağlama almak amacıyla yapıyorlardır..)

ve her şeyi dedikleri gibi vatan millet sevgisi için yapıyorlar.

Sen ben hepimiz, kendimizce doğru olanları neden yapıyorsak onlar da aynı şekilde yapıyordur. Herkes istediği kaynaktan motive olsun.. bize ne? Samimiyet testi mi yapacağız? Bu, siyasi bir soru değil..

Ancak hala bu imam hatipli demokrat görüşlüler beni bazı konularda tatmin edemediler;

Sadece seni değil, daha milyonlarca insanı ikna edemediler.. ve hala neden ikna edemediklerini tam anlamış değiller.. Bu konuda son derece başarısızlar.. ”HAYIR diyenlerin çoğu, mesela bizim İzmir’liler, “Kardeşim ben hepsinin karısının başı bağlı bir siyasi ekibin niyetinden korkuyorum.. bana ne Anayasa maddelerinden, al sana “HAYIR” diyor. Burada AKP’liler başarısız.. bu guruba güven vermenin yolunu bulamıyorlar.. ama bu gurupta da ciddi beyin yıkanması olmuş.. “Resmen dindar = cahildir = gericidir = kötüdür” şartlanması yerleşmiş.. bu gurupla diyalog kurmak, o kadar da kolay değil..

Bu adamlar bu kadar demokrat neden hala kendi partilerinin iç işleyişine demokrasiyi getirmek icin çaba göstermiyorlar? Neden hala seçimlere bir ay kala bu imam hatipli demokrat takımı bir odaya kapanıp miletvekillerini belirliyorlar ve millete kendi seçtikleri adayları dayatıyorlar. Bu mudur bu adamların demokrasi anlayışları? Bunu şu an icin yapmalariını engelleyen bir kanun mu var? Neden halkın kendi belirleyeceği adamları değil de bu adamların belirlediği adamları seçmek zorundayız?

Bu konuda tüm partilerin dibi kara.. çünkü bir siyasi partinin adaylarını ön seçimle belirlemesinin önünde yasal bir engel yok.. hangisi istese yapabilir. Bence de yasal değişiklik yapılarak önseçimin zorunlu olarak, tüm üyeler arasında ve hakim denetiminde yapılması gerekir..

Neden hala 1980′ lerden kalma (yanılıyorsam düzeltin) %10 seçim barajını aşagı çekmek için adım atmıyorlar. Mecliste çok seslilik demokrasinin gerekliliklerinden değil midir?

Bu baraj işi enteresan.. şu anda %10 bence de aşırı yüksek bi baraj.. AKP de, işine geldiği için hiç ellemiyor.. Kürt partisini de inatlaşarak bağımsız girmeye zorluyor.. “Temsilde adalet” ilkesine aykırı.. ama diğer yandan, 60’lı yıllardaki “milli bakiye” sistemini de yaşadı, Türkiye.. temsilde adalet derken bu defa “yönetimde istikrar” elden kaçıyor.. Herhalde böyle % 5 – 6 gibi bir yerlerde olması uygundur.. Ama kalkınmış, işleri yoluna koymuş bir Kuzey Avrupa ülkesi gibi, “Yahu, biz koalisyonlarla da idare edilsek fark etmiyor, baraj sıfır olsun demek bizim için optimal seçenek değil.. biz henüz koalisyonları verimli çalıştıramıyoruz..

Üniversitelerde türbanın serbest bırakılması demokratik bir acilimsa, bunun bir sonraki adımı üniversitelerde kızların aynı sınfta ayrı oturması da bir demokratik açılım mıdır?

Değildir.. abukluk olur, ama bunun olacağının hatta deneneceğinin en ufak bir işareti bile yok. Üniversite öğrencileri kendiliklerinden öyle davranmaz.. İran usulu devlet lazım onları ayrı oturtmak için..

Hatta bir adım ötesi kız ve erkeklerin ayrı sınıflarda eğitim görmesi midir?

Değildir.. bu da saçmalıktır.. ama benim değindiğim paranoya burada ortaya çıkıyor.. siz neredeyse, Suudi Arabistan’a doğru gideceğimizden korkuyorsunuz.. dindarların üstündeki baskı kalkacak gibi olunca şeriat mı geliyor, diye korkuyorsunuz.. Irak’da böyle değil, Suriye’de böyle değil, Mısır’da böyle değil.. nereden çıkıyor bu korkular.. biz bu ülkelerden, toplumsal olarak belki 100 – 150 sene öndeyiz.. burası Osmanlı toprağı..

Bunun olmayacağını, ben tu kaka Kemalist zihniyette biri olarak garanti edemiyorum siz bunun olmayacagını garanti edebiliyor musunuz ve bunu neye dayandırıyorsunuz?

Ulan ben yarın sabaha çıkacağımı garanti edemem.. bunu nasıl edeyim?:)) O zaman sokağa da çıkmayalım, kafamıza saksı düşebilir.. bu ihtimal de bu kadar zayıf..))

Ne olucak canım ayri sınıfta okusunlar diyorsanız

Demiyorum..

böyle bir ortamda çocuklarınızı bu tür bir eğitim sistemi içinde yer almasını ister misiniz?

Istemem.

Ben kesinlikle böyle bir şey istemem.

Yalnız, bu konuda bazı incelikler var.. Sen, ben, biz, kendi çocuklarımız için istemeyiz ama, bir iki kişiden okudum, bir iki tane de bu tip insan tanıyorum.. özellikle Doğu’da, kızların okula yollanmasına direnç gösteren ailelerin belli bir kısmı, ilk öğretimi bitiren, ergenlik çağına ulaşmış kızlarını, taassup yüzünden, kız-erkek karışık liselere göndermek istemiyorlar.. tam bir erkek egemen toplum baskısı yüzünden bu kızlar evde oturtuluyor.. Benim okuduğum yazılardan birisinde, şu görüş vardı, bana da akla yakın görünmüştü: Kardeşim, şurada 10 –20 yıl önceye kadar kız lisesi, erkek lisesi diye bir ayrım vardı.. Sonradan bu ayrım kaldırıldı.. iyi de oldu.. fakat bazı bölgelerde, bu bir hassasiyet yaratıyorsa (biz onlara gerici diyebiliriz) neden oralarda bu erkek – kız lisesi ayrımı bir 10 – 20 yıl ertelenmesin? Çünkü bu örümcek kafalı anne babaların (aslında belki onların da suçu yok, sosyal çevreleri böyle toplumsal bir baskı yaratıyor herhalde) hatasını kızları okuyamayarak ödüyorlar.. Cahil kalıp, cahil anne olarak, cahil çocuklar yetiştiriyorlar.. Böyle olacağına.. karışık okuyacaksınız diye israr etmeyelim, tek bu kız çocukları da okusunlar.. Zihinleri ana babalarından farklı çalışmaya başlasın.. Bir de bunun örneği Hristiyan dünyada bol bol var.. Mesela NY’da yaşayan yakın bir arkadaşımın karısı orada doğmuş bir Türk kızıydı.. Babası NY’da doktor.. Adam, kızını, lise çağına gelince yatılı Katolik lisesine vermiş.. Paralı, özel okul.. Kız erkek ayrı.. Hiç olmazsa, diğer Amerikan okulları kadar çılgın bir ortam olmaz, diyerek.. Yani normal devlet okulları bildiğin gibi olur.. ama vakıflar eliyle, özel kuruluşlar eliyle böyle kız – erkek ayrı okullar açılabilir Türkiye’de, bence.. ben çocuğumu yollamam.. ama isteyen yollasın.. derim.. Başka bir tanıdığım var.. Oldukça varlıklı bir insan.. tam Erbakan’cı.. adam kızını mümkün olabilen en iyi okulda okutuyor.. müzikse müzik, enstrümansa enstrüman.. tek rahatsız olduğu konu, kızının bu çalıştığı enstrümanla ilgili olarak sahneye çıkarılması.. adam bundan çok rahatsız oluyor ve izin vermiyor.. kız (ne çaldığını unuttum) bütün yıl öğreniyor.. ama sene sonu konserinde sahnede çalmıyor.. Bunlar ince konular.. Dünyada, ana babanın, reşit olmayan çocuklarını yönlendirme hakları tanınıyor.. sen nasıl çocuğunu Kemalist değerlerle yetiştirme hakkına sahipsen, bu vatandaş da muhafazakar değerlerle yetiştirme hakkına sahip olmalı.. o da vatandaş.. o da baba.. biz karışmayalım. Hakkımız da yok zaten.. buna Mao karıştı, Lenin karıştı.. sonuçta rezil oldular.. bizimki de karıştı da.. neyse:))
Bir de Türkiye’de açılmış yabancı okullar bu tipe iyi örnek.. Örneğin Burcu’nun okuduğu Üsküdar Amerikan, bizim zamanımızda kız okuluydu.. sonradan değişti de İlhan da orada okudu.. Türkiye’deki tüm Fransız okulları ha keza.. ya kız okulu, ya erkek okulu.. İzmir Amerikan da kız kolejiydi.. şimdi karışık.. yani bu, bizim gibi eğitim açığı olan bir ülkede, elinin tersiyle çöpe atılacak bir yaklaşım, değil.. okuyacaksa, aman okusun, durumu var, bence..

Tabi, konumuzun dışında ama, bir de tamamen pratik konular var.. mesela Tokyo metrosunda, aşırı sıkışıklık olduğundan, erkeklerin tacizinden korumak için, kadınlara mahsus vagonlar var… Bu tip olayları da salt kadın – erkek eşitliğine..ya da laiklik hassasiyetine kurban etmemek lazım..

Bu Kemalistlerin hepsi yalancı bu Imam hatiplilerin hepsi doğrucu mu?

Yalancı mı, doğrucu mu sorusu, siyasi bir soru değil.. her zümrede şerefsiz insanlar da bulunabilir, evliya gibi adamlar da bulunur.. ayrıca ben Kemalistlere yalancı demiyorum ki.. buradan puan alamazsın.. Kemalistler çok iyi insanlar olabilirler, hatta ben o kimbilir kaç tane Kemalist subay ve generalin de, bütün o saçmalıkları yaparken, temiz niyetle, kendilerine öyle öğretilmiş olduğu için, vatanseverlik dolu olarak yaptıklarına eminim.. Sıkıntı insanların niyetlerinde değil.. mesela Çetin Doğan’ın suçlu olduğu ispatlansa bile ben en fazla onun başa geçme hırsı ile yaptığını düşünürüm.. mutlaka başa geçtiklerinde vatanı kurtaracaklarına inanıyordur. Dürüst olmak, salak olmaya mani değil.. Sıkıntı Kemalistlerden çok Kemalizmin kendisinde.. Kemalizm, miadını doldurmuş, 1930’larda kalmış, modası, çağı geçmiş, bugünümüze faydası kalmamış, raftaki yerine kaldırılacak, okullarda, akademik olarak okutulabilecek, bir dünya görüşü.. nasıl Salazar’ı okuturlar, Franco’yu okuturlar.. onun gibi.. Franco, az mı katkı yapmış Ispanya’ya? Şaka değil.. Mussolini zamanı da trenlerin dakikliği ile meşhur.. (bu son örnek haksız oldu.. amacını aştı.. ama centilmenlik yapıyorum.. silmiyorum:))

Hiç mi bu adamların gizli planları yok?

Gizli planı ne için yapacaklar? Devleti ele geçirmek için.. Bu adamlar nerenin vatandaşı? Bu devlet nerenin devleti? Kendi devletinde önemli mevkilere gelme talebi gayri meşru bir talep mi? Kemalistler, ölümden kurtardıkları genç kıza tecavüz eden harami gibiler.. Memleketi düşmandan kurtarıp kendi cariyeleri yapmışlar.. devleti ele geçirmek diye bir suç varsa eğer, yahu Kemalistler bu suçu işlemişler zaten.. Kemalistlerin planları gizli bile değil.. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, e-muhturalar, YAŞ’lar, MGK’lar.. saymaya vakit yetmez.. adamlar zaten devlete el koymuş, milli iradenin ırzına defalarca geçmişler.. hem de ele geçirme yolları demokratik değil.. tekme tokatla, tankla, topla.. bunlara çüş deyince.. ”Ulan kimbilir bunların ne planları vardır, diyorsunuz.. varsa bunların gizli planları, bunlar da demokrasi dışı yollarla idareye çöreklenmeye kalkarlarsa, sapık sapık işlere dalarlarsa, o zaman bunlarla uğraşırız.. bunların topu tüfeği mi var? Sandıkla geldiler, sandıkla da giderler.. hırsızlıktan gidebilirler, yolsuzluktan gidebilirler, iktidar yıpranmasından gidebilirler.. muhalefet düzgün bir kadro çıkarır onlar kovalar bunları sandıkta, öyle giderler..
Yeterki, boynumuzu, senin benim oyumu hiçe sayan şu vesayet rejiminden bir kurtaralım.. generaller haddini bilir olsun.. yüksek yargı en geniş kaynaklardan beslenerek oluşsun, toplum kendi hukukuna sahip çıkabilsin..kim tutar ondan sonra Türkiye’yi? Şu tarihi kapandan gerçekten kurtulabilirsek, generaller de karikatür olur, şeriatçı bozuntuları da karikatür olur..bu türbanlı kızlar mı şeriat taraftarı olacak? Oğlum onlar sevgilileri ile elele parklarda, kafelerde, sinemalarda.. o varoş kızları için türban modernleşmenin yolu.. kim istiyor bu şeriatı?)

Ben çocukluğumdan ergenliğe geçiş dönemini doğuda yaşamış bir insan olarak, Kürt bir kapı komşum olmasından tedirgin olurum, keza mutaassıp bir aile ile de mümkünse kapı komşusu olmayı çok tercih etmem. Siz tercih eder misiniz?

Ben de etmem.. hatta bizim alt katımızda Kore’li bir aile oturuyor.. biz aslında onları da tercih etmezdik, sorsalardı..:)) kahvaltıda galiba balık yiyorlar:)) hafif sarmısaklı bir sos kokusu oluyor:)) Mutaassıp komşu derken ayakkabılarını kapı önünde çıkartan şehirli olamamış kıroları kastediyorsan orada sıkıntı mutaassıplık değil, şehirli olup olamamak.. Müslümanlığın şartları arasında kıroluk yok:)) ayakkabı ile eve girmek istemiyorsan kapıda çıkardığın ayakkabıyı, kapının önünde bırakmazsın, hemen alıp, kapının dibindeki bir ayakkabı dolabına koyarsın.. Mesela, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Prof. Ekmeleddin Ihsanoğlu bizim yanımıza taşınsa, bizi yeteri kadar entellektüel ve rafine bulmayabilir.. Kendimizi onun yanında eksik, ezik hissedebiliriz.. Sıkıntı bizim dindarların köylülüğünde.. onu da rahmetli Atatürk’e sormak lazım.. şehirli elit dindar sınıfını neden sindirdin, tasfiye ettin de bizi bu köylülerle başbaşa bıraktın, diye.. Onlar dağıtılmasaydı, bugünkü dindarlarımız işe en baştan başlamak zorunda kalmazlar, daha rafine müslümanlar haline gelmiş olurlardı.. belki biz onların yaşam tarzını örnek alırdık.. İstanbul usulu buymuş, diyerekten.. Ya da mesela karşı komşum, üst düzey bir Kürt entellektüeli olsa.. Rahatsız olur muyum? Belki öyle bir adam, benimle sohbet etmeyi vakit israfı olarak görecektir.. Yani, konu seviye meselesi, sınıfsal.. Müslüman’ın da, Kürt’ün de, seni rahatsız edecek olanı var.. gıpta edilecek olanı var.. Biz yeni evliyken, alt kat komşumuz, son derece modern bir insandı.. herhalde alkoliklik derecesinde laikti:)) her akşam içer, bazen nara atmaya başlardı.. bir gece balkondan benimle şakalaşmaya başladı.. sonunda eşi hanım onun namına özür dilemek zorunda kaldı.. yani hayatta rahatsız olduğumuzu hatırladığım tek komşum.. sıkı bir laikti.. Yabancı okul mezunu, bir Avrupa ülkesinin ticaret ateşesi olarak çalışıyordu, hem de.. Ayrıca, buradaki konu şu: kişisel tercih ile ilkesel duruş birbirinden değişik kavramlar.. ben sigara tiryakisiyim ama, sigara yasağından yanayım..)) Biz bu tip fikir tartışmaları yaparken, kişisel sıkıntılarımızı dile getirmek amacında değiliz.. bir nev’i sanki yarın biz iktidara gelecek olsak ne yaparız, sorusuna cevap arıyoruz.. Bu konu da öyle.. ben de tüm komşularım üst düzey, görgülü, bilgili insanlar olsun isterim.. kızım onların çocukları ile görüşecek, vs.. bu konu başka, siyasi düzlemde Kürt’lerin var olma haklarını, kültürlerini yaşama – yaşatma haklarını tanıma, onları eşit vatandaş olarak içimize sindirme konusu başka.. Kemalist refleks.. kendi vatandaşlarına ırkçı gözlükle bakıyor.. bakmış.. Atatürk devrinde kasten, eğitimden mahrum bırakmış.. okurlarsa gözleri açılır mantığıyla..(Bkz. hem Inönü’nün, hem Bayar’ın Doğu Raporları) Bu tutum karşı tarafı da bilemiş, bilemiş.. geldiğimiz noktaya bak..ayıkla bakalım pirincin taşını şimdi.. ayıklayabilirsen.. Sizin verdiğiniz tepkileri bir kız çocuğu, ya da yaşlı bir nine de verebilir.. ”Ay! Bu Kürtler kokuyor!!”, “Şekerim, bunlar da hayvan gibiler..lagara lugara diye bi konuşmaları var!”, “Kuyruklu Kürtler!”, vs.. böyle yaklaşırsan, en hafifinden onları yok farzedersin, uğraşmak istersen asimile etmeye çalışırsın, olmadı imha etmeye kalkarsın.. zaten Kemalist rejim de böyle yapmış.. konuyu kangren etmiş..

Bu onları yok saydğım anlamı ya da onları aşağıladığım anlamı çıkarılmasın ama birebir içlerinde yaşamış bir insan olarak bu tür insanların gerek yaşam tarzları, gerekse hayata bakışı benden cok ayrı. Bu tür düşüncelere saygım sonsuz ancak onların bana tahammülü maalasef yok.

Sen bir subay çocuğu olarak, etraftaki ilkel ve cahil Kürtler’den hoşlanmamışsın.. olabilir.. muhtemelen o yıllarını Erzurum kırsalındaki Türk köylerine yakın geçirmiş olsan, onları da pek beğenmiş olmayacaktın, yahut New York’lu bir avukatın çocuğu da ABD’nin güney eyaletlerinin kırsalındaki siyah nüfus içinde zaman geçirseydi.. o da böyle düşünürdü.. sevip beğenmek, hoşlanmamak..bunlar kişisel duygular, kanaatlar.. kimse kimseyi sevmeye mecbur değil.. Kürtler de, zenciler de, bizi sevin demiyorlar.. hakkımızı, hukukumuzu tanıyın, diyorlar.. bizim konumuz da o.. Amerikalı’lar kendi zencilerinden ilk başkanı çıkardılar.. bu gelişim için ABD 40 – 50 yıl uğraş verdi.. Başkanları, Yüksek Mahkemeleri, tüm sistem bu hedefe yürüdü.. bizim kemalist devletin yapması gereken de bu..Bir de, bu bakış açısını bu yaşa kadar taşıman doğru mu? Yarın zengin, eğitimli, yakışıklı bir Kürt de Tokat’a gidip oradaki Türk’leri beğenmezse ve bunu genelleyerek Türkleri aşağılarsa, ne diyeceğiz? Bu bakış ırkcılık içeriyor.. Arap deriz, çorap deriz.. ABD’nin ilk başta Irak’a yolladığı en üst yetkili de, adamın adını hatırlıyamıyorum, Arap’dı.. al bakalım bir randevu.. alabilirsen.. senin gördüğün Kürt’ler de, belli bir yılda, Doğu’nun belli bir şehrinde bulundukları için, orada birikmiş tarihi şartların sonucunda o hale girmiş Kürt’ler.. o şartlar da ben de, sen de doğsaydık öyle olacaktık.. sen devlet adamıysan, yahut en azından bu meselelere kafa yoruyorsan.. ”Ben onları sevmem.. onlar beni sevmez..” diye çocukca bakamazsın.. bunlar neden Isveç’e göçünce adama benziyorlar da, bu topraklarda yabani kalıyorlar? Ne yapsak da bunları kazansak? Bunların gönlüne nasıl girsek de, bunlar da bu ülkeye sadakat duysalar? Enerjilerini kendilerinin ve bu ülkenin lehine kullansalar, diye düşünmek lazım.. Sende de, Kemalistlerde de bu yaklaşımı görmüyorum.. seninki biraz çocukca geliyor kulağa da, derin Kemalistlerin ki, iyice tuhaf.. Beyaz adam kölesine özgürlük bağışlar havasındalar..Kürt konusunda..
(Prensip 1):
Kendine yapılmasını istemediğin muameleyi sen de karşındakine yapmayacaksın..
(Prensip 2):
Adalete, hukuka ve vicdana aykırı işin içinde, önünde, arkasında olmayacaksın.. yapan baban da olsa, Atatürk de olsa itiraz edeceksin.. Haklı kalmaya bakacaksın..
(Prensip 3):
Hoşumuza gitmese de gerçekle yüzleşmemiz ve ne yapacağımıza aklımızla karar vermemiz lazım, şablonlarla değil..
Kürt konusuna bunları uygularsak;
(Prensip 1) + (Prensip 2)
Sana her sabah “Kürdüm, çalışkanım” diye bağıracaksın, deseler ne yaparsın? Bulgarlar, çocuklara Türkçe isim koymayı yasakladıklarında biz ne hissetmiştik? Senin babanın doğduğu yerin adını size sormadan başka bir dile çevirseler? Senin doğduğun yerdeki kışlaya, inadına dedeni kesmiş generalin adını verseler? Şu son bilmem kaç yıla kadar.. sokakta, açıkta Türkçe konuşman yasaklanmış olsa? Türkçe şarkı dinlemen serbest olmasa? Radyo – TV’yi başka dilde seyretme zorunluluğun olsa? Ana dilin yoktur, dense? Arkadaşların silahlanıp dağa çıkana kadar, tek bir toplumsal hakkın bile tanınmamış olsa? Senden sadakat beklenebilir mi? O zaman karşımızdakine de, kendimize istediğimiz saygıyı göstereceğiz. O da insan, o da vatandaş.. ya da yakasını bırakacaksın.. asker ve vergi istemeyeceksin..
Ayrıca, sen, ben kimiz ki, diğer bazı vatandaş kategorilerinin hakkını hukukunu tartışıyoruz? Bu hakkı bize hangi kanun verebilir? Biz bu ülkenin asıl sahibi pozunda racon kesme tavrını neye dayanarak sürdürüyoruz, Kemalist şartlanmalarımız dışında? Adamlara sanki babamızın tapulu malını bağışlıyoruz.. şu hak diye verdiklerimizi zaten uluslararası bir mahkemeye gitseler alırlar.. adamların kendisini bize beğendirme mecburiyeti var, bizim kendimizi kimseye beğendirme mecburiyetimiz yok.. Bu rüyadan uyanın artık..
(Prensip 3)
Bir kere kabul edeceğiz ki bu adamlar Türk değiller.. bunların ayrı bir mensubiyetleri var, dilleri ayrı.. dinimiz bir.. tarihimizde ortaklık var ama bunlar TÜRK DEĞIL.. en azından kendilerini Türk olarak kabul etmiyorlar.. bir kere biz bunu veri kabul edeceğiz.. buna kızmayacağız.. Atatürk’ün bize yutturduğu dolmalara aykırı da olsa, biz yetişkin insanlar olarak bununla yüzleşeceğiz.. Bu ülkeyi elde tutmak, düzgün yaşamak istiyorsak, tabii.. Kendi doksan yıllık salaklığımıza kızamadığımız için bunlara kızmayacağız.. Belki de, gerekirse, çıkıp, adamları yok farzetmiş olduğumuz için resmen, devlet olarak özür dileyeceğiz.. nasıl Özal zamanında Cezayir’den özür dilemiştik.. öyle.. Kemalist rejim bu konuda halkına yalan söylemiş, yanlış öğretmiştir.. sıkıntının başı burada.. “Kusura bakmayın, bizim hükümetlerimiz, liderlerimiz bizi aldatmış.. af diliyoruz..sizden” diyeceğiz.. belki..
Bu gerçekleri kabul ettikten sonradır ki.. sağlıklı bir şekilde oturup tartışmaya başlayabiliriz.. o saate kadar kör dövüşü.. yoksa hem kaybeden taraf oluruz, hem komik duruma gireriz.. bugün bu noktadayız.. Allah’tan bu iktidar, konuyla kısmen yüzleşebildi de, (Çünkü akılları Kemalist ipotek altında değil.. akla aykırı uygulamalara, hadi oradan, diyebiliyorlar), lisan yasağı kalktı, TV yayını başladı, naklen Kürtçe maç yayını yapıldı, Dil Ensitüleri kuruluyor, müzik serbest, Milli Eğitim Bakanlığı Kürt yazarların eserlerini derlemeye başladı, bastıracak.., Kürtçe Festivaller yapılabiliyor, vs.. şimdi pozisyonumuz, geçmişe göre çok daha savunulabilir.. bu tip her adım dağdakilerin meşruiyetini azaltacaktır..

Ramazan da sigara içtiği için darp edilen insanların bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz, bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır? Yoksa her iktidarin ya da her kisinin kendine gore demokrasisi farklı mı?

Bunu savunan mı var? Eskiden sağcılar, solcular yolda diğerini çevirip döverdi.. bu milletimizin ilkelliğinden kaynaklanıyor. Diğer taraftan, Cıngıllı’da iken, koca holding binasında, işe aldığım bir çocuğa, bir seccadelik namaz yeri bulamadığım bir ülkede de yaşıyoruz, Ramazanda değil, tüm yıl boyunca, türbanlı kızların eğitim haklarının elinden alındığı bir ülkede yaşamıyor muyuz? Ben kendimi bildim bileli, Anadolu’da, Ramazanlarda bu tip olaylar olur.. bunun AKP ile bir ilgisi yok.. hatta belki bunlar, aman, sakın, ufacık bir olay üzerimize yapışır, diye uyarıyor bile olabilirler.. kendini bilmez, çiğ softalar olabilir.. sadece dengesiz bir lümpen olabilir, diğer taraftan, biz çocukken, Izmir’de bile, Ramazan’da göstere göstere sokakta yemek yemek, sigara içmek saygısız bir davranıştı.. geçen gün bir arkadaş anlatıyor.. belki 40 yıl öncesi.. İstanbul.. ustası gayri müslim.. ustanın oğlu işçilerin göreceği şekilde sigara içiyor.. adam kendi oğlunu Ramazan’da sigara içilir mi, oruçlu insanların önünde diyerek azarlıyor.. biraz da terbiye meselesi, saygı meselesi.. hem sokakta sigara içen için, hem hıyar gibi müdahale eden için.. yani laik devlet, özgür vatandaş demek, toplumun kutsal değerlerine açıkça saygısızlık yapmak mı demek ille de?

Demokrasi de tutanların yanında tumayanlara da sayg göstermek değil midir?

Tutmayana kim ne demiş? Saldırıya uğrayan tutmadığı için değil, sigarasını sokakta içtiği için saldırıya uğramıştır..

Demokrasiler de ozgurce telefonda konusmak yasak midir?

Bir kere, istihbarat teşkilatlarının, istihbari dinleme yapmadığı bir ülke olmadığını düşünüyorum.. hele 11 Eylül’den sonra.. bizde, kimin kimi dinlediği tam belli değil.. Emniyet Istihbarat, Genelkurmay Istihbarat, belki iç siyasetimizi dizayn etmek isteyen yabancı ülke servisleri, bazen Uzan gibi azgın özel kişiler.. daha kimbilir kimler.. Ulaştırma bakanı, resmen teknolojik açıdan acz içinde olunduğunu itiraf ediyor.. Olay şu, dört dörtlük bir hukuk devleti olsak, neyi önleyebiliriz? Ancak, hakim kararı olmadan devlet güçlerinin dinleme yapmasını engelleyebiliriz.. Yani polis veya savcılık, düzgün hakim kararı olmadan dinleme yapamaz.. TSK zaten kanunen vatandaşı dinleyemez.. Buraya kadar tamam.. kanun bu resmi güçlere işler.. CIA veya Mossad’a işler mi? Bu işe 50,000.- dolar, belki 500,000.- harcayabilen Uzanvari teşkilatları engelleyebilir mi? Ortam dinlemesi yapan cihazlar neredeyse Tahtakale’de satılacak hale düştü.. veya Baykal’ın komplosu gibi, muhtemelen yakın çevresine sızmış insanların faaliyetlerini kim önleyecek? Biz emin miyiz ki, birilerinin elinde mesela Başbakan’ın kaseti olmadığına? Bizim insanımız da tuhaf.. mahalle bakkalı bile dinlenebilirim havasında, sanki muhalefet gazetesinin genel yayın yönetmeni.. ayrıca bir yön daha var: Ben sade vatandaş olarak bu dinleme işinin, bizim demokrasimiz, yargımız, silahlı kuvvetlerimiz, AB normlarına yaklaşana kadar, hatta tamamen serbest olmasından yanayım:)) Tüm konuşmalar kayıt edilsin, sonra binlerce uzman tek tek bu kayıtları dinlesin:)) cinsel hayat ve aile içi konuşmalar dışında tümü YouTube’a konulsun diyorum:)) Ulan, kim kimi dinlese mutlaka dişe dokunur bir skandal var.. ya rüşvettir, ya şantajdır, ya darbe planlamasıdır, ya ihaleye fesat karıştırıyorlardır.. ya Yargıtay hakimi mafyaya yazlık ev tadilatı yaptırıyordur.. böyle pislikler savaşı bizim gibi sade vatandaşın lehine oluyor, bence)) Bu dinlemeleri yapan sanki AKP’miş gibi soruyorsun.. veya bunları savunan varmış gibi… kaç tane de iktidar aleyhine dinleme düştü ortalığa, ben mesela başbakanın, Remzi Gür’le, kızına para yollama konuşmasını dinlemiştim..ortada tek bir dinleme cihazı var, o da hükümetin elinde gibi bir durum mu var?

Sonuc olarak benim gordugum Turkiye bir korku ve ve tek adamli bir sisteme dogru gidiyor.

Benim gördüğüm Türkiye korku imparatorluğunu parçalamaya gidiyor.. Bu sizdeki korkuyu yayanlar, (1) Alıştıkları “king maker” konumlarını elden kaçıran Doğan Medyası başta, diğer ona benzeyen kendini doğuştan imtiyazlı sayan çevreler.. (2) Mecburen, ama bugün ama yarın, mutlaka sivil idarenin tam emrine girip topuk selamı vereceği günlerin yaklaştığını gören Genel Kurmay, (3) Genel Kurmay destekli, psikolojik harp amaçlı, kara propoganda amaçlı internet siteleri, (4) Al gülüm ver gülümle son otuz yılı hukuk yerine guguk üreterek geçirmiş damar sertliğinden muzdarip, yaşlı, sinirli, lisan bilmedikleri için hukuk literatürünü izlemekten aciz, Atatürkçü bozuntusu, vesayetci hakimler, (5) Köylüleri polis zoruyla Ankara’nın merkezinden uzak tutan bürokratlardan üremiş, sabit gelirli, hayatla mücadeleyi kıvıramayan, memur maaşına talim etmekten gözü dönmüş, kendi fildişi kulesinde yaşamaya alışmış, hep küçük görmeye alıştığı insanlar adam yerine geçip de, sınıfsal olarak kendilerini solladıkları için ifrit olan memur takımı… (6) Sizi bu tip korkular yoluyla kontrol edilebilir halde tutabilmek için, böyle tırsak hale getirmek için, ama bilerek ama bilmeyerek, toplumsal kendine güvenimizi zedelemiş, başımızda bir ulu önder olmazsa, onun yolundan ayrılırsak hapı yutarız, anlayışını kökleştirmiş Kemalist beyin yıkama prosesi.. (7) “Loser”lar partisinin tüm konuşmacıları, sözcüleri.. (8) Irkçı faşişt partisinin tüm konuşmacıları, sözcüleri..

Umarim bir gun karsilastigimiz da Tevfik Abi cok yanilmissiniz demek zorun da kalmayiz ve her sey sizin yazilariniz da yazdiginiz gibi olumlu ve daha iyi bir demokrasiye dogru gidiyordur.

Bir referandumda evet dedik diye zırt diye bir yere ulaşacağımız yok.. ama tarihi bir adım olarak görüyorum.. birisi yazmış, “Seçimden çok önemli, seçim dört yılda bir geliveriyor, bu fırsat otuz yılda bir zor gelir” diye.. bence de seçimden daha önemli bir oylamaydı.. Bu toplumsal ilerleme, maddi kalkınmadan da yavaş bir süreç.. fabrikayı yaptın, ertesi sabah çelik üretimi başlıyor.. bunda böyle bölük pörçük, iki ileri bir geri.. önyargılar kırılacak, bakış açıları değişecek, zihniyetler ayarlanacak, herkes karşılıklı birbirinden öğrenecek.. dün Fatih Altaylı konuşuyordu.. bunlar arabalarına “Hakimiyet Allah’ın” yazarlardı, epeydir bakıyorum, “Hakimiyet milletin” yazdırıyorlar.. buraya kadar geldiler.. değişim göstermekte başarılılar, diyor.. bence de, Erdoğan ve AKP yönetimi kendi tabanını eğitip dönüştürme konusunda mucize yaratıyor.. bunlar 15 sene önce bildiğin cami cemaatiydılar.. Milli Görüşçü.. AB Karşıtı.. faiz karşıtı.. mecburiyetten demokrat.. laikliği dinsizlik zanneden.. bildiğin varoş cahili bir kadroydu.. aradan geçen zaman içinde partinin bırak yönetimini, seçmeninin geldiği yere bak.. Partinin konuştuğu konulara bir bak: AB standartları, evrensel hukuk normları, insan hakları, azınlık hakları, katılımcı demokrasi, çoğulcu toplum.. sürdürülebilir büyüme.. kamu finansman dengesi.. bütçe disiplini..vs. Bir de Baykal’ın CHP seçmenine yaptığı kötülüğe bak.. adam o tabanı, resmen mutsuz, negatif, tutucu bir ruh hali içinde, sanki 1979 yılında siyah beyaz televizyon gibi çaktı bıraktı.. toplumun sosyolojik olarak en geri kanadı nereden nereye uçtu.. değişime en açık olmasını beklediğin kanadı nerede otluyor.. rezil bir liderlik yapmış oldu.. CHP seçmeni de yönetimi de Küba vatandaşlarına döndü.. dünyadan koptular.. akılları ermiyor.. öneri getirmeyi bırak gündemi takip edemiyorlar.. abondone oldular.. bir de bu arsanın üzerinde bunlar bina yapmış diye, başka sosyal demokrat oluşumlar da ortaya çıkamadı.. tek kanatlı kuş gibi olduk milletçe.. Erdoğan çalıyor biz oynuyoruz.. gerçi ben çalan müziği seviyorum ama.. akıllı, bilgili, yapıcı ama gaddar, esaslı bir muhalefetin yokluğu büyük eksiklik..

Selamlar,
Burak

Selamlar,sevgiler,
Tevfik İzmirli

On 9/14/2010 2:14 PM, Tevfik Izmirli wrote:

Aşağıdaki yazı, TARAF’tan, Yasemin Çongar’ın:

“Tarihi bir nitelik taşıdığını daha yaşarken hissettiğimiz olaylar, bugünümüzü değiştirirken, aynı zamanda, hem geçmiş hem gelecekle çok kuvvetli bir ilişkiyi ima ederler. 12 Eylül 2010 referandumunda alınan EVET sonucu da, sadece hayatımızı değiştirecek reformları onaylamakla kalmadı. Bu sonuç, Cumhuriyet tarihinde bir dönüm noktasıdır.

EVET oyunun geçmişle ilişkisini, 1924’te Mustafa Kemal’in “vatan hainliği” ile suçladığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşuna kadar götürebiliriz bence; referandumda alınan sonucu, Kemalizmin ideolojik bekçiliğindeki vesayet rejimine indirilmiş en büyük halk darbelerinden biri sayabiliriz.

Bu sonucun, gelecekle ilişkisini ise yarattığı derin “kırılma”da görüyorum ben. Referandum ortaya koydu ki, bu memlekette toplumsal çoğunluk artık sahiden “iktidar” olmak istiyor; Cumhuriyet’in kurumlarına hükmeden küçük bir azınlığın kolladığı rejimin tasfiyesi talebi ve bu yöndeki ittifak ise hiç olmadığı kadar güçlü.

“Kemalizm,” Batı’daki kıyı kentlerine sıkışmış, İslamofobik ve Kürt düşmanı, neo-faşizan bir azınlığın zamana ve topluma aykırı ideolojisi olarak son demlerini yaşıyor. Sovyet rejiminin yıkılmasına direnen Stalinistler gibi, bizim Kemalistler de vesayet rejiminin yıkılmasına direniyorlar ve Sovyetler’de olduğu gibi, burada da, rejimin doğal bekçisi sayılan “elit” kendi içinde büyük bir kırılma yaşıyor. Referandumda EVET oylarının yüzde 58’i bulmasında, rejimin kendilerine reva gördüğü “ikinci sınıf vatandaş” muamelesine başkaldıran geniş toplum kesimleri kadar,

    bu “birinci sınıf” elitin içinden kopan değişim yanlılarının da payı büyük.

Türkiye’nin demokratik yarınlarını omuzlayacak olan bu ittifak, referandumun geleceğe dönük en önemli sonucu belki.”

Yukardaki bloklanmış satırda, benden bahsediyor:)))
Tevfik İzmirli

]]>