Yazılarım – Tevfik İzmirli Sat, 17 Jan 2015 01:05:03 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.6.3 Erdoğan’ın oğlu ve damadı ile Yasin El Kadı.. Yakıştı mı? /2014/01/erdoganin-oglu-ve-damadi-ile-yasin-el-kadi-yakisti-mi/ Mon, 06 Jan 2014 00:21:58 +0000 /?p=17450 Merhaba,

Başbakan Erdoğan Dolmabahçe ofisinde elliye yakın basın mensubu ile bir sohbet toplantısı yaptı.

Konuşulanların satır başlarını birçok gazeteciden okuduk.

Basında pek dikkat çekmeyen bir detay, kulağımı fena halde tırmaladı.

Başbakan, oğlu ve damadının Yasin El Kadı ile bir iş ilişkisi içinde görüştüklerini kabul ediyor, bunu eleştirmek isteyenleri haksız bulduğunu söylüyordu.

Başbakan’ın bu konuda dediklerini toplantıya katılan Avni Özgürel’in Radikal’deki köşesinden okuyalım:
”Yasin El Kadı’yı belediye başkanlığım döneminde tanıdım. Aile dostumdur. Daha ötesi Türkiye’yi seven Türk dostu önemli bir iş adamıdır. Ve Amerika’da da Avrupa’da da kendisine yönelik hiçbir kısıtlama yoktur, suçlamalar geri alınmıştır. Şimdi Bilal’le oturdu konuştu diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar… Bilal çalışmasın, iş yapmasın; neden,Tayyip Erdoğan’ın oğlu. Böyle bir mantık olabilir mi? Damadım CEO’su olduğu şirketten ayrıldı…”

Bu lafın son kısmını tam anlayamadım. Başbakan ‘Damadım CEO’su olduğu şirketten ayrıldı…’ derken neyi kastediyor? ‘Bu gibi söylentilerden bıktı, bezdi, ayrılmaya mecbur kaldı…’ mı demek istiyor, yoksa ‘Ayrıldı, dolayısı ile şu anda serbest.. Yeni bir işe girişmesinde yadırganacak ne var?’ anlamında mı söylüyor, bilmiyorum..

İnsan neresinden tutacağını şaşırıyor.
Tayyip Erdoğan bir başbakan olarak bu kadar hukuk kulağından yoksun olabilir mi? Yoksa işi tamamen pişkinliğe mi vurmuş durumda? Her iki ihtimal de birbirinden feci..

Neden mi?

Yasin El Kadı, hakkındaki tüm iddialerı bir kenara koyalım, masumiyeti konusunda Başbakan’ın dediklerini doğru kabul edelim, uluslararası işler yapan önemli bir işadamı ise; bu çapta bir iş adamı ile bir başbakanın oğlu ve damadının ne tür bir iş ilişkisi olabilir?

1. Ortaklık ilişkisi olabilir.

Bu ihtimalde, Yasin El Kadı’nın koyacağı sermayeye karşılık bizimkiler ne koyacaklardır? Böyle bir ortaklıkta azınlık hissesi bile bu gençler tarafından karşılanacaksa.. Ortaya ‘nereden buldun?’ sorusu gelmeyecek midir?
Koyacakları sermaye bir özel ya da kamu bankası tarafından kredi yoluyla sağlanacaksa bu kredinin teminatı olarak hangi varlıklar gösterilecektir?
İster kredi yoluyla, ister özkaynaklardan karşılansın böyle bir sermaye konulması halinde Başbakan bunun açıklamasını nasıl yapacaktır?

2. Kurulacak şirkette danışmanlık ya da profesyonel yöneticilik yapacak olabilirler.

Bu durumda akla gelecek ilk laf ‘Burada nüfuz ticareti yapılıyor’ olacaktır. Yani memlekette yatırım yapmak isteyen bir yabancı milyarder aramış taramış en akıllı, en bilgili, en çalışkan, en güvenilir, en yetenekli iki genç olarak bizim başbakanımızın oğlu ve damadını mı bulmuştur?
Buna evet demek şu koskoca milleti aptal yerine koymak olur.

Kamu gücünü kullanan devlet adamları karşı tavır koymazlarsa, işin prensipini en baştan çizmezlerse onların çoluğuna çocuğuna yaklaşan çok olur. Hele aile üyelerinin yapıları uygunsa. En taze örnek rahmetli Özal’ın ailesi değil miydi?

Bir başbakan izin verirse, yeşil ışık yakarsa, oğluna, kızına, damadına, diğer yakınlarına, hatta eşine ne ballı teklifler yapılır kim bilir.

Bunun çaresi önce yakınlarının göstereceği sorumlu, dikkatli, haysiyetli tutum… Ardından da başbakanın koyacağı kesin kurallar değil midir?

Diyelim ki çocuklar beklenen hassasiyeti göstermediler, böyle işlere kalkıştılar. Tayyip Erdoğan’ın kesin bir tavırla mani olması, hiç olmazsa mani olmaya çalışması gerekmez mi?

Bilal Erdoğan okumuş bir genç. Hem kendisine uygun hem babasına gölge düşürmeyecek işlere kıtlık mı girdi?

İnsanlar ülkelerinin Başbakan’ından özellikle akçeli konularda asil bir duruş beklerken, Başbakanımız ‘Ne var bunda?’ diyerek işin içinden çıkabilir mi?

Hukuken yasak olmayan pek çok işlem vardır.. Vicdana sığmayan, namusa sığmayan, edebe sığmayan, terbiyeye sığmayan..

Ayrıca aynı aileden aynı yıllar içinde bir politik lider ile bir genç zengin çıkacak olursa bunun adı her lisanda aynıdır..

Bunları hatırlatacak kimse de mi kalmadı mı Başbakan’ın yakınında? Biz mi hatırlatalım?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Takdir ve ödüllendirmede daha cömert olmalıyız.. Sivillere de madalya istiyoruz.. /2011/11/takdir-ve-odullendirmede-daha-comert-olmaliyiz-sivillere-de-madalya-istiyoruz/ Mon, 28 Nov 2011 13:53:19 +0000 /?p=17261 Merhaba,

Van Depremi’ne bağlı olarak ‘Takdir ve iltifattaki cimriliğimiz’i gündeme getirmek istiyorum..

Hem devlet olarak hem toplum olarak bizlere, mecbur olmadığı halde, gönüllü olarak hizmet edenlere ya da görevli iken de olsa üstün bir görev aşkıyla hizmet edenlere karşı nankörlük içindeyiz..

Toplum olarak bu insanlarımıza şöyle içten gönülden bir ”Allah sizlerden razı olsun!” diyemiyoruz.. Onları hak ettikleri şekilde onore edemiyoruz.. Ödüllendiremiyoruz..

Bunun ezikliğini duyuyorum..

Madalya dağıtımını fiiliyatta neredeyse sadece askeri personelle sınırlamışız..
Özellikle emekli olan generallerle.. Hele, şu son iktidar taş koyuncaya kadar.. Süresini doldurup emekli olan tek general yok ki.. TSK Üstün Hizmet Madalyası verilmiş olmasın..

Şehit yakınlarına ve gencecik gazilere verilen TSK Kıvanç Madalyaları için valilikler düzeyinde kimsenin ilgilenmediği basit törenler yapılırken bu general madalya törenleri neredeyse TV’lerden naklen yayınlanırdı..

TSK’nın madalya listesine ve madalyaların kimlere verileceğine dair açıklamalara Genekurmay’ın kendi sitesinden bakabilirsiniz..

TSK Şeref Madalyası barış zamanından bakın kimlere veriliyor: ‘Barışta bir yıl başarı ile Kuvvet Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı görevi yapanlara verilir.’ Şaka gibi ama gerçek..
Sen kalk devletin en üst makamlarından birisinde.. eldeki imkanların azamisi emrine verilmiş olarak görev yap.. Ne yaptığına nasıl yaptığına bakılmaksızın otomatik olarak madalyaya hak kazan.. Halbuki bu durumda asıl o şahsın kendisini bulunduğu makama getiren millete bu seçimi için teşekkür etmesi gerekmez mi?


Aslında devletimizin bir ‘Devlet Madalya ve Nişanları Yönetmeliği’ mevcut.. Ama uygulaması halkın vicdanında bir karşılık bulamadığından olsa gerek, olan madalya kavramına oldu. Kamuoyunun gündeminden kayboldu..

Bizde madalya, ya ‘Generalin generale taktığı sıradan, göstermelik bir yağcılık nişanı’ olarak algılanmaya başladı.. Ya da ancak vatan hizmetinde hayatını veren şehitlerimizle vücudunun bir kısmını kaybeden gazilerimizin hak kazanabileceği bir şeref nişanı olarak algılandı.. Yani madalyaya hak kazanmak için sanki ya general olacaksın ya şehit ile gazi..

Halbuki bu iki uç arasında kocaman bir boş alan var.. Karşılığı maddiyat ile para ile verilemeyecek.. Verilmeye kalkılsa alan tarafından kabul edilmeyecek ne fedakarlıklara, başarılara şahit oluyoruz…. Tam madalyalık..

Hem de bunları hak eden insanlarımız generallerimiz gibi maaş, makam, fors, rütbe, ayrıcalık almadan.. aksine tamamen kendi yüksek insanlıkları ve üstün vasıfları ile fedakarlık, cesaret, başarı göstermiş gerçek kahramanlarımız.. İlle hayatlarını kaybetmeleri ya da gazi olmaları mı gerekiyor?

Örnek mi?
Buyurun ilk aklıma gelen kahramanlarımız ve madalya türleri.. Bunları özlemime örnek olarak veriyorum..
Milletin ‘Helal olsun size’ dediği insanlara devlet de iltifat etsin.. demek istiyorum..
İstenirse madalya çeşitleri.. uygulanacak kriterler.. tabi ki esaslara bağlanır.. Ben sadece gönlümden geçtiği gibi yazıyorum:

– Van depremindeki arama kurtarma çalışmalarına, yurdumuzun dört tarafından hızır gibi yetişerek katılıp, yüzlerce insanımızı enkaz altından canlı kurtaran o binlerce gönüllü – görevli, yerli – yabancı kahramanımızın her birisine ‘Ulusal Hızır Madalyası ve Beratı’.. ile ‘Ulusal Şükran Belgesi’..

– Bu güne kadar arama kurtarma konusunda topluma yapmış olduğu öncülük sebebi ile, Nasuh Mahruki’ye ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Örnek Toplum Önderi Madalyası ve Beratı’..

– Mesela Nuri Bilge Ceylan, Fazıl Say, Burhan Öcal, Orhan Pamuk ve Tarkan’a ‘Ulusal Kültür Elçisi’ ünvanı ve beratı.. (Orhan Pamuk’a itiraz edenler De Gaulle’ün Sarte’ın muhalefetini hatırlatanlara.. ‘Dokunmayın. Sarte Fransa’dır.’ dediğini hatırlasın..)

– Beşiktaş’ın Çarşı gurubuna sembolik jestleri ve yardım toplama kampanyası için ‘Ulusal Duyarlılık ve Gönüllü Yardım Madalyası ve Beratı’..

– Her maden göçüğünün ardından toprak altında çalışarak arkadaşlarını kurtarmaya çalışan o kahraman madenci ekiplerimize ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’..

– Karaya oturmuş bir gemide mahsur kalmış mürettabatı azgın dalgaların içinden canı pahasına kurtaran o kahraman Kıyı Kurtarma Ekiplerimize.. ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’

– Her büyük yangında kendi evi yanıyormuşcasına canla başla alevlerle boğuşan itfaiyeci kahramanlarımıza da ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’..

– Kış şartlarında dağlarda, yollarda mahsur kalan çoluk çocuğumuzu kurtarmak için hayatı pahasına ve insan üstü bir gayretle çabalayan karayolları ekiplerindeki kahramanlarımıza da ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’..

– Zorunlu olmadığı halde uygun gördüğü öğrencilerini karşılık beklemeden fazladan eğiten, onları başarılı kılmak uğruna mesai saatleri dışında emek sarfeden öğretmenlerimize.. Hipokrat yeminine bağlı kalarak hastalarını maddi karşılık beklemeden tedavi etmeyi borcu bilerek ter döken doktorlarımıza, ülkemizi kazandıkları bir dava ile dev boyutta tazminatlardan kurtarmış hukukçularımıza ve bunun gibi kendi mesleğindeki performansı ile çocuklarımıza örnek göstermek isteyeceğimiz tüm insanlarımıza.. ‘Ulusal Üstün Hizmet Madalyası ve Beratı’..

– Kendi hayatını tehlikeye atarak, tanımadığı, akrabası, arkadaşı bile olmayan bir insanımızı boğulmaktan, yanmaktan, ölmekten kurtaran kocaman yürekli, büyük gönüllü, şövalye ruhlu her kahramanımıza ‘Ulusal Cesaret ve Fedakarlık Madalyası ve Beratı’..

– Bir yazarımızın Türkçe eserini yabancı bir dile çeviren yabancılara ve belli başlı yabancı eserleri dilimize kazandıran insanlarımıza ‘Ulusal Kültür ve Sanat Madalyası ve Beratı’..

– Yılmaz Büyükerşen gibi belediye başkanlığını yaptığı şehrin çehresini değiştirmeyi başaran yerel yöneticilerimize ‘Ulusal Yerel Yönetimde Üstün Başarı Madalyası ve Beratı’..

– Bunlara ilave edebileceğimiz o kadar başarılı, fedakar, idealist insanımız var ki..

Evet.. askeri vesayet devri gerçekten bitti ise.. Madalya tekelini de operet generali kılıklı, altıyüzbin liralık OYAK ikramiyeli ihtiyarların elinden alalım..
”Bugüne kadar bu emekli generallere madalya yetiştirmekten size sıra gelmemişti” diye özür dileyerek.. Gerçek hayatın içindeki gerçek kahramanlarımızın göğüslerine en cömert şekilde takmaya başlayalım..

Devlet böyle yapsın derken toplum olarak bizler de kıskançlığı bir tarafa bırakmayı öğrenelim.. ‘Bana yaramayacaksa kimseye yaramasın’ refleksinden ne hayır gördük ki?

İngiltere Kraliçesinin dağıttığı ünvan ve madalyalar örnek alınabilir..
Bazı başarılı futbol adamlarının isimlerinin önünde ‘Sir’ ünvanı yok mu?
Putin’in üç Türk aydınına verdiği Puşkin madalyalarından da ders alabiliriz..

Bizden başka her aklı başında millet böyle yapıyor..
Kendi ecdadımız da böyle yapıyordu..

Kıymet bilmek, takdir etmek erdemdir..
Ayrıca ‘Marifet iltifata tabidir’..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
”Beton binalar mezardır” demiştik.. ODTÜ’nün açıkladığı Van raporu doğruluyor.. /2011/11/beton-binalar-mezardir-demistik-odtunun-acikladigi-van-raporu-dogruluyor/ Sun, 27 Nov 2011 01:00:08 +0000 /?p=17325 Merhaba,

ODTÜ’nün Van raporu açıklandı.
Rapor, bir önceki yazımda değindiğim hususları doğruluyor.

Raporu basından okumak isteyenler Habertürk’ten okuyabilirler..

Ben buraya dört kısa alıntı yapıyorum:

-İncelenen binaların pek çoğunda tasarım ve detay yetersizliği mevcut. Pek çok yapıda kirişlerin düz donatılarının kolonlardan sıyrıldığı tespit edildi. Bunlar arasında birleşim bölgelerinde etriye sıklaştırması yapılmaması, etriye kollarının serbest uçlarının sadece 90 derece bükülerek kabuk betonu içerisinde bırakılması, düz donatı bindirme boyu yetersizlikleri ve tüm donatıların kat hizasında bindirilmesi gibi hususlar, yıllardır gözlemlenen, önemleri defalarca vurgulanan, ancak uygulamada değiştirilemeyen hususlar.

– Yapılardaki tasarım ve imalat kalitesizliği, yapı denetim mekanizmasının işleyişindeki aksaklıklar, deprem tarafından bir kez daha ortaya çıkarılan önemli unsurlar. Denetlenemeyen ortamlarda yapılan tasarım ve imalat, yapısal hasarın artmasında önemli rol oynamıştır.

– Sonuçların, geçmişte yapılan hataların yapılmaya devam ettiğini gösterdiği belirtilen raporda, ”Türkiye’de depreme dayanıklı yapı tasarımı ve imalatından sorumlu mühendis, müteahhit ve kontrol teşkilatlarının deprem gerçeği ve deprem mühendisliği konusunda çok temel bilgi eksikliklerinin bulunduğu” öne sürüldü.

– Raporda, ”pek çok can ve mal kaybına neden olan Van Depremi’nin ülkede deprem afetini azaltıcı mekanizmalardaki bilinç, eğitim ve yeterlilik seviyesinin istenilen düzeye gelmediğini, acı bir şekilde kamuoyunun gündemine taşıdığı” ifade edildi.

Bu rapor, anlayana.. ‘Türkiye’nin tamamında inşaat sektörü teknik bilgi ve iş ahlakı bakımından.. mesela en ciddi inşaat şirketlerimizin seviyesine gelinceye kadar.. ve Türk insanı beton yapılarda oturmaya devam ettiği sürece.. her büyük depremde yüzlerce binlerce vatandaşımız ölecektir.. diyor..

O bakımdan, hemen yarın arzulanan seviyeye gelemiyeceğimize göre.. yapılacak tek iş betonu şehirlerimizden çıkartmak..

Yoksa ‘donatı’, ‘etriye’ diye diye ölüme gidiyoruz..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – Binalarımız mezar gibi.. Betonu terk edip çeliğe dönmemiz şart.. /2011/11/binalarimiz-mezar-gibi-betonu-terk-edip-celige-donmemiz-sart/ Mon, 14 Nov 2011 11:32:25 +0000 /?p=17113 Merhabalar,

1999 depreminden beri milletçe deprem uzmanı olduk.. TV kanallarında deprem sohbeti dinlemekten yorulduk.. Memlekette ne kadar jeoloji, sismoloji uzmanı varsa tükenmez bir iştahla dönüp dönüp aynı bilgileri tekrarlıyorlar.. Depremin merkezi yerin ne kadar altında? Şiddeti ne kadar? Gücü ne kadar? Yıkıcı etkisi ne kadar? Fayın ne kadarı kırıldı? Açığa çıkan enerji kaç Hiroşima’ya denktir?

Halbuki bu bilimsel analiz yağmurunun insanımıza pratik bir yararı yok.. Şu boyda ve derinlikte bir kırılmanın oluşması için gereken enerji yüz Hiroşima kuvvetinde veya iki yüz Hiroşima kuvvetinde olsa ne fark edecek? Kırılma yerin on kilometre altında ya da yirmi kilometre altında oluşmuş.. Bize ne? Tüm bu detaylar olup bitmiş bir deprem hakkında veriliyor..

Bir ilginç konu da şu ki, hala her depremde milletçe, devletce yeni bilgiler ediniyoruz.. Mesela son Erciş depreminde öğrendiğimize göre.. enkaz altında uzun süre kalmış bir insan, enkaz altından belli bir tıbbı müdahale yapılmadan çıkartılırsa büyük ihtimalle hayatını böbrek, akciğer veya kalp yetmezliğinden kaybedebiliyor.. Onun için artık kurtarma ekipleri kurtarılacak kişiye ulaştığında devreye tıbbi yardım ekipleri giriyor.. depremzede ancak bunlar gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra ambulansa taşınıyor.. Bu öğrenme hızıyla gidersek, biz deprem diplomasını alıncaya kadar memlekette canlı insanımız kalmayacak..

On iki yıllık deprem kursları boyunca öğrendiklerimizden en çok şu ikisini önemsiyorum:

1.
Ülkemizin büyük bölümü ciddi bir deprem riski altında..

Her an her neredeyse her bölgemizde yıkıcı bir deprem olma ihtimali var..
Biz sadece olacak bu depremlerin yerini, zamanını ve şiddetini bilemiyoruz..

2.
Ciddi bir deprem ülkemizin hangi şehrini ne zaman vurursa orada ciddi hasar ve can kaybı olacak..

Halkımızın büyük bir kısmı sanki mezar olarak inşa edilmiş binalarda yaşamakta.
Özellikle kamu binalarımız yolsuzluk ve rüşvet kültürümüz yüzünden daha da beter durumda..
Bu açıdan bölgeler arası eşitliği sağlamış bulunuyoruz..
Düzce, Gölcük, Yalova batıdaydı, Van ile Erciş doğuda..

Çare nedir?
Tek çare bugünden tezi yok büyük bir zihniyet değişikliğine giderek.. özellikle belli bir katın üzerinde olan ve içinde çok sayıda can barındıran çok daireli konutlar, hastahaneler, öğrenci ve yaşlı yurtları, okullar, oteller, iş merkezleri, sinemalar, tiyatrolar, konser salonları gibi binaların betonarme olarak inşaatını yasaklamak ve çelik konstrüksiyon inşaatları zorunlu hale getirmektir..

Çeliğin betona üstünlüğü hele yıllar içinde tekrarlayan depremlere dayanma konusunda tartışılmaz.. Çelik bina hafiftir, esnektir.. Tek kusuru %5 – 7 gibi maliyet farkı.. Beton maliyetini hesaplarken üzerine cenaze masraflarını koymadıkları için beton daha ucuz görünüyor.. Bir de kaybolan canların bedelini ekleseler zaten kağıda kaleme gerek kalmayacak..

Konunun teknik kısmına girmeye gerek bile yok.. ‘San Francisco’da, Tokyo’da hatta beğenmediğimiz Tahran’da yüksek binalar neden çelik kullanılarak yapılıyor?’ sorusunu soralım yeter. Bunun cevabı yeteri kadar aydınlatıcı olacaktır.. Amerikalılar, Japonlar beton dökmeyi mi bilmiyorlar?

Betonarme binaların, tüm standartlara uyularak yapılmaları halinde bile.. depremler karşısında çelik binaların üstünlüğü var..

Ayrıca, betonarme son derece hileye açık, kötü niyetle yapılmasa bile hataya müsait, ancak tüm şartlar eksiksiz yerine getirildiğinde düzgün sonuç verecek bir inşaat tipi.

Ülkemizdeki ortalama inşaat ustasının teknik bilgi seviyesini, ortalama müteahhitimizin iş ahlakını, yerel idare bürokratlarımızın görev anlayışlarını ve mal sahibinin ya da müşterinin bilinç düzeyini göz önüne alırsak.. betonarme binalarımıza güvenmek iyice zorlaşıyor..

Bir kere betonarme binalar yerinde yapılıyor.. Yani her inşaat şantiyesi bir fabrika gibi.. Bu binlerece şantiyeyi her gün her aşamada denetlemek, ayrıca bir de denetleyenleri denetlemek fiilen imkansız.. Lafta kalmaya mahkum.. Halbuki çelik konstrüksiyonda ana taşıyıcı olan çelik putreller belli sayıda fabrika tarafından imal edilebilecek elemanlar.. Şantiyede yapılan iş sadece bunları birbirine vidalamaktan ibaret.. Hileye de dikkatsizliğe de cehalete de kalan pay son derece küçük.. Belli sayıda standart üretim yapan fabrikayı denetlemekle, binlerce şantiyeyi denetlemek aynı iş değil..

‘Bir betonarme yapının inşaatında – hiç hile yapılmadan – hangi yanlışlar yapılırsa o binada risk oluşur?’ sorusunu kaba inşaat işini iyi bilen bir inşaat mühendisine sorsak.. Cevaplarını da can kulağıyla dinleyip anlasak.. hepimiz betondan korkmaya başlarız..
Beton kalitesini etkileyen unsurların bazıları şunlar:

– Uygulanan statik projesinin doğruluğu..
– Kullanılan çimentonun standardı, kalitesi..
– Birim betona katılan çimentonun miktarı..
– Birim betona katılan suyun miktarı..
– Betona katılan kırık taşların (agrega) boyutları, evsafı ve miktarı..
– Betonun karıştırıcı kamyonlarda geçirdiği süre..
– Beton pompadan düşey olarak akarken düştüğü yükseklik..
– Kullanılan inşaat demirinin kalitesi, cinsi, çapı ve miktarı..
– Demirlerin birbirine bağlanma yöntemi ve işçilik kalitesi..
– Beton kururken ortam ısısı ve nem oranı..
– Demirlerle dış yüzey arasında kalması şart olan ‘pas payı’nın ölçüsü..

Bütün bunların ve daha kimbilir kaç şartın tamamen ve standartlara uygun şekilde yerine getirildiğinden eminseniz.. Dökülen her parti betondan bir numune alınıp.. Yetkili ve tarafsız bir laboratuara yollanarak mukavemet testi yaptırıldığından.. ve bu test olumsuz sonuç verdiğinde o parti betonun kullanıldığı kısmın yıkılıp tekrar yapılmış olduğundan şüpheniz yoksa.. O betonarme binada iç rahatlığıyla oturabilirsiniz demektir..

Acaba binalarımızın kaçta kaçı bu kalitede inşa edilmiştir? Yüzde doksanı desek, geride kalan yüzde on ülke çapında kaç bina eder? O binalarda kaç can yaşamaktadır? Alınacak risk midir bu?

Yarından tezi yok üç aylık bir yeni inşaata başlama yasağı getirelim..
Şehirlerimize beton kamyonu girişini devam eden inşaatlarla sınırlandıralım..
Bu süre içinde arzu eden tüm inşaat mühendislerimize, teknisyenlerimize, kalfalarımıza çelik konstrüksiyonun statik hesabından uygulamasına kadar ne gerekiyorsa onun dersini – kursunu üniversitelerimizde verelim..
Bu eğitim esnasındaki ücretlerini hazineden karşılayalım..
Bu üç ay zarfında çelik yapı elemanlarının imalatını organize edelim.. Ortaya açık çıkıyorsa bir yandan gerekli yatırımları planlayalım, öte yandan ithalat bağlantılarını yapalım..
Hazır hükümetin başbakanın ağzından ortaya koyduğu ‘çürük binaları yıkıp sağlamlarını yapma’ seferberliği de başlamak üzereyken bu işi beton çağından çelik çağına geçişin vesilesi kılalım..
Artık beton sadece uçak pistleri, limanlar, barajlar, viyadükler gibi altyapı inşaatlarında kullanılır olsun..
Her gece tepemizde binlerce tonluk beton ve tuğla ağırlığı ile uyumaktan kurtulalım..
Deprem olduğunda bizler de Japonlar gibi sadece sağa sola kayan masaları zaptetmeye çalışalım..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – “Savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.” Sir Winston Churchill” /2011/10/savas-askerlere-birakilamayacak-kadar-ciddi-bir-istir/ Mon, 24 Oct 2011 00:33:15 +0000 /?p=16985 Merhaba,

Geçen yıllar içinde toplum olarak olgunlaştık.. Olaylara daha gerçekçi bakabiliyoruz.

‘Kürt sorunu’ denen sıkıntının, sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini hepimiz anladık, öğrendik..

Konunun tarihi, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, kültürel pek çok yönü var. Kabul..

İşin içinde, arkasında değişik yabancı güçler, dış parmaklar var. Kabul..

PKK bazı devletlerin taşeronluğu karşılığında onların teknik ve askeri desteklerini alıyor olabilir. Kabul..

Kürt vatandaşlarımızı PKK ile özdeşleştirmeyelim.. Bu, PKK’nın ekmeğine yağ sürer.. Bizi iç savaşa kadar götürür. Kabul..

Bu yüzden, Kürt haklarının iadesi yolunda atmakta olduğumuz adımlarda geri kalmayalım. Demokratik hakları en geniş anlamıyla tanımaya devam edelim. Silahlı külahlı bir takım adamların eylemleri yüzünden, doğru bildiğimiz yoldan sapmak büyük hata olur. Reaktif politika tuzağına düşmüş oluruz. Dizginleri karşı tarafın eline vermek anlamına gelir. Kabul..

Kendi vatandaşlarımızın hakkını hukukunu silahlı örgütün karşısında rehin olarak tutmayalım. Kabul..

Millet olarak konunun siyasi bilinç tarafında ciddi mesafe kat ettik. Artık daha akılcı düşünebiliyoruz.


‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ dedirtmenin tepki yaratacağına ilk olarak rahmetli Erbakan değinmişti. Şimdi çoğunluk olarak o noktaya geldik.

‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun!’ diyerek and içmeyi zorunlu tutmanın saçmalığını hatta komikliğini anladık.

‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, tarih dersinde ‘Biz buraya Orta Asya’dan göçerek geldik’ demenin kara mizah olduğunun farkına vardık.

Nüfusumuz içinde belki de en kadim yerleşik gurubu oluşturan Kürt kitlesine, Türk ırkçılığı gözlüğüyle bakmanın ülkemizi ne belalara savurduğunu yaşayarak öğrendik.

Bizlere, nesiller boyunca, Kürtlerin bu topraklarda eşit yurttaş gibi yaşama hakları, sanki biz Türklerin insafıyla bahşedilecek bir imtiyazmış gibi düşünmemiz öğretildi.
‘Atatürk milliyetçiliği’ denilen bu zararlı görüşün 1925 – 2003 arasındaki askeri vesayet eliyle uygulaya geldiği, dışlamacı, zorba, ayrımcı, asimilasyoncu, redçi, zaman zaman işkenceci politikaların ülkeyi getirdiği nokta meydanda. Halkımızın bir bölümünü devletine düşman hale getirdik..

Neyse ki, pek çok vatandaşımız adını koyma konusunda hala utangaç davransa da, adını telaffuz edemese de, kendi kendine itiraf edemese de, fiiliyatta Atatürkçü milliyetçiliğin aslında bölücü bir görüş olduğunu anlamış, sezmiş durumda.. Önemli olan da bu. Varsın yanlış şartlanmaları ile cesurca yüzleşip açıkca söyleyemesin. Zaten sokaktaki adamdan böyle bir fikri sıçrama bekleyemeyiz. Ama halkımızın Kürt kökenli olmayan kısmı da artık Kürtlerin yıllarca en temel bazı haklarından mahkum bırakılmış olmasının ne kadar yanlış, ahlaksız ve üstüne ne kadar tehlikeli bir yaklaşım olduğunu anlamış, kabul etmiş durumda. Bu, ülke bütünlüğümüz açısından hayırlı bir gelişme. AKP’nin attığı adımların ardında da bu sessiz onay var zaten. Vatandaşımız, hükümetin PKK ile gizli görüşmeler yapıldığı ortaya çıktığında dahi ulusalcı cephenin umduğu tepkiyi vermedi. Olgunlukla karşıladı.

İşin siyasi cephesi bakımından bütün bunlar az kazanımlar değil.. Ülkemizin bütünlüğünü ancak bu şekilde koruyabiliriz. Aksi halde, yani Atatürkçü – ulusalcı general kafasıyla devam edilseydi bölünmemiz kaçınılmaz olurdu.

Bu cephede, özellikle toplumun sivil kesimi büyük gelişme gösterdi. Ezberci şablonu parçalayıp akıl rotasına girdi..

Ancak işin askeri cephesinde hala aksaklıklar, eksiklikler var.. Asker kendi reformunu yapamıyor. İşin bu cephesi de sivil aklın el atmasını bekliyor..

Kürt vatandaşlarımız siyasi terchleri bakımından yeknesak bir blok oluşturmuyorlar. Dindar kimlikleri ağır basanı var.. Ayrılıkçı olanı var.. Hakları tanınmış olarak birlikte yaşamayı tercih edenleri var.. Ayrıca her görüş içinde farklı yöntemleri tercih edenleri görüyoruz. Silahlı mücadele yanlıları.. Demokratik mücadeleye inananlar, vs.. Bunların içinde devletimizin ne yaparsa yapsın bir ortak çözüm konusunda buluşamayacağı, konuşamayacağı hatta konuşmaması gereken tek kesim şiddet yanlısı olanlar.. Ayrı bir devlet hedefleyenlerin içinde olsun, özerklik isteyenlerin içinde olsun.. şiddet ile sonuç almak isteyenlerin karşısına silahlı güç çıkarmaktan başka yol yoktur. Ve bu gücün mücadeleden galip çıkması şarttır.

Bu silahlı gücün kolu kanadı kırılmadıkça ne üzerinde baskı uyguladıkları Kürt nüfus ne de her gün şehit cenazesi kaldıran büyük halk çoğunluğumuz sağduyu yönünde bir ilerleme kaydedemez.

Toplum olarak diğer alanlarda ulaştığımız yakaladığımız seviye ile askeri performansımız arasında uçurum oluşmaya başladı.

Mehmet Ali Birant’ın ‘Emret Komutanım’ kitabında, subaylarımızın eğitim seviyesi bakımından sivillerin ne kadar önünde olduğu örneklerle vurgulanıyordu. Ama dikkat! Bu kitap yazıldığında yıl 1986’ydı.. Aradan tam yirmibeş yıl geçti. Bu zaman zarfında pek çok alanda yeniden yapılandık. Pek çok alanda dünya ile yarışabiliyoruz. Sivil kesimimiz rekabete açık olduğu için kendi eksik yönlerini görünce hiç komplekse kapılmadan üzerine gidebiliyor. Bilmediklerini öğrenmeye çalışıyor. Öğrendiklerini başarıyla uygulayabiliyor. Halbuki askeriyemiz, herhalde toplumsal şartlanmalarımızın sonucu olarak, eleştiriye ve dış denetime kapalı. Bir takım böbürlenmeler, pohpohlamalar, içi boş sloganlar içinde şu andaki haline gelmiş.

Kendimizi aldatmayalım. Kendisine bu kadar kaynak tahsis edip bu kadar kötü sonuç aldığımız başka bir kuruluşumuz var mı?

Adliyemizin performansı şikayete sebep olur. Son yıllara kadar bütçeden aldığı pay sadece yüzde 0,8’di. Şimdilerde yüzde 1,7’ye çıktı. Şikayete hakkımız yok. Ne vermişiz ki ne bekliyoruz? Böyle bakınca askerimize her türlü hesap sorma hakkımız var. Milletçe yemeyip yedirdiğimiz, boğazımızdan kesip donattığımız bir kuruluştan bahsediyoruz.

Halkımızın siyasi tercihlerine karşı yaptığı saygısızlıkları, kendini bilmezlikleri bir yana bırakalım. Konumuz bunlar değil. Sadece askerlik açısından sorgulasak acaba sonuç ne çıkar?

– Neden general sayımız 350 civarında? Bu sayıyı generaller tayin ettiği için mi, yoksa askerlik mesleğinin bir gereği mi bu? İleri ordulardaki sayı, oran nedir? TSK için optimal general sayısı kaçtır?

– 2011 yılı gelmiş.. PKK ile silahlı mücadelenin 27. yılındayız. İHA kıtlığı çekiliyor, mayına dayanıklı araç kıtlığı çekiliyor, taarruz helikopteri kıtlığı çekiliyor.. Bunun sorumlusu asker değilse kimdir? Hangi planlamayı yapmışlar ve hangi hükümet bu silahların, sistemlerin tedarik projelerini reddetmiş ya da geciktirmiş veya ihmal etmiş? Bunları bilmek hakkımız. Bu şehit anaları kimin yakasına yapışacak? İhmalkar hükümetlerin mi, birbirine her sene üstün hizmet madalyası takan lüks makam arabalı yaşlı generallerin mi?

– 2011 yılı gelmiş. Soğuk savaş biteli yirmi yıl geçmiş. Kara Kuvvetlerinin birlik konuşlanmasında hangi değişikliklere gidilmiş? Üç tugayın ilga edilmesinden ve altı komando tugayımızın profesyonel askerlerden oluşturulmasından başka hangi yeniden yapılanma hayata geçmiş? Sivil otorite tarafından onaylanmış bir yeniden yapılanma planı neden ortada yok? Neden hala Fevzi Çakmak’tan kalma birlik konuşlanmaları ile yaşıyoruz.
Orduda topları katanaların çektiği zamanlardan kalma konuşlanma aynen korunuyor. Buyurun size bir örnek: Yunan İzmir’e çıkarsa iç bölgelere nereden ilerleyecek? Ya Menemen üzerinden ya Kemalpaşa üzerinden ya da Sabuncubeli’ni aşarak. O zaman Manisa’ya bir piyade tümeni koyarız.. Bunun bir alayı ile Menemen Boğazı’nı tutarız. Yunan’ın çıkardığı askeri daha içerilere girmeden karşılarız.. Bakış bu.. Kimbilir memleketteki askeri birlikler tek tek incelense daha neler bulunacaktır?

Bu bakımdan ülkemizin risk değerlendirmeleri ve bunun gerektirdiği savunma konsepti ve bunun gerektirdiği kuvvet boyutu ve yapısı tamamen parayı ödeyen ve evlatlarını şehit veren biz sivillerin onayıyla karara bağlanmalıdır.

– 2011 yılı gelmiş. Biz tedbir olarak kaçakçılıkla mücadele amaçlı Jandarma karakollarının yerine betonarme karakollar yaptırıyoruz.. Ondan sonra gelsin Dağlıca türü baskınlar. Bir tabur Mehmetçiği bir dağın tepesine yerleştirmişler. Dört tarafı dik yamaç. Etrafında derin vadiler. Bu coğrafyada taburun üssünden çıkıp etraftaki dağlarda ileri harekatta bulunarak alan hakimiyeti sağlama imkanı yok. Karakoldan uzaklaşan unsurun geri dönmeme ihtimali büyük. Saldırıya uğradığında karadan takviye alma imkanı da yok, çünkü yaklaşma yollarının saldırıdan önce mayınlanmış olacağı şüphesiz.
Tabur bir bölüğüyle ilerideki hakim tepede bir ileri güvenlik karakolu oluşturmuş. Taburdan inip bu karakola gündüz ve sırtta yük olmadan – tabur komutanının ifadesi ile ‘tavşan gibi’ – tırmanma süresi bile üç saat. Yani bir hücuma maruz kalındığında taburun bu bölüğü takviye etme imkanı yok. Bu bölük de sabit ve takviye alma imkanı bulunmayan bir hedef halinde. Bir saldırıya uğradığında cephanesi yettiği kadar direnmekten başka çaresi yok.
Tam fıkradaki gibi. – Baba hırsızı tuttum. – Getir oğlum. -Gelmiyor. -Bırak o zaman. – Gitmiyor.
Tabur araziye açılıp alan hakimiyeti sağlayamıyor. Geri çekilmek istese çekilemiyor. Takviye gerektiği anda alamıyor. O zaman bu tabur neden orada? Sadece ayak bastığı alanı korumak için mi? Bu doğru bir strateji midir? Biz asker değiliz. Belki de doğrusu budur. Ama doğru değil, tamamen yanlıştır, diyen emekli generaller var.

Bu tip konuşlanma neye yarıyor? Koskoca birlikler bulundukları yerde sabit duruyorlar. Saldırı insiyatifi tamamen PKK’nin elinde. Saldıracağı birliği PKK seçiyor. Zamanı PKK seçiyor. En uygun gördüğü hedeflere en uygun gördüğü hava şartlarında saldırabiliyor. Milletimize şehitlerimizi saymak, cenazelerden sonra verilen içi boş demeçleri dinlemek kalıyor.

Hangi ordu yüzlerce binlerce karakolunda, nöbet noktasında yıllar boyunca, 365 gün 24 saat aynı dikkatle nöbet tutabilir, bir saldırıya karşı en üst düzeyde hazır kalabilir? Bu insan doğasına aykırı bir beklenti. Saldıran taraf, insiyatif kendisinde kaldıkça, mutlaka nisbeten yumuşak hedefleri tesbit edip onları vuracaktır. Bunun tek çaresi karşı tarafı sürekli ve hareketli şekilde taciz edip baskı altına almak, kaçmaktan kovalamaya fırsat bulamaz halde tutmak değil midir? Şu anda uygulamada olan konsept bu imkanı veriyor mu?

Milletimiz konduramıyor ama askeriyemiz sadece siyasi alanda değil kendi mesleğinde de yanlışlar içinde. ‘Mış gibi’ yaparak yasak savıyorlar.

27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş tayin – terfi sistemini devam ettiriyorlar. Bu sistemde her subayın her rütbede kaç yıl geçireceği ve o rütbede iken bir görevde kaç yıl kalacağı belli. Başarının, başarısızlığın, liyakatın terfiye tayine etkisi sıfır. Örneğin o bölgedeki bir tugay komutanı sadece iki yıl görev yaptıktan sonra tuğgenerallikte kalan iki yılı için karargah görevine alınıyor. En başarılı bir generalin bile aynı göreve devam etmesi ya da başarısız olanın hemen görevden alınması söz konusu değil. Halbuki ABD ordusunda böyle değil. Şu andaki Afganistan komutanları olan orgeneral, bir önceki görevinde, Afganistan Komutanlığı’nın bağlı olduğu makamda oturuyordu. Şimdi sivil otoritenin en faydalı olacağına inandığı yerde görev yapıyor. ”Ben bir önceki görevimde daha üst makamdaydım. Şimdi benim önceki makamıma benden sonra getirilen daha kıdemsiz bir orgeneralin altında görev yapamam” dememiş.

27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş askere alma sistemini yürürlükte tutuyorlar. Askerlik yapmış her vatandaşımız ‘tezkereye şafak sayma’ ruh halini bilir. Bu ruh halindeki, nişanlısını özleyen, annesi ile telefonda konuşamayınca morali bozulan, askerliğe kanun zoruyla gelmiş körpe personelin kaşarlanmış bir gerilla gücünü alt etmesi ne kadar mümkündür?
Bu çocuklar bir seferberlik halinde, klasik bir muharebede, silah arkadaşları ile omuz omuza harikalar yaratabilirler. Nitekim anadolu askeri Mehmetçik savaş azmi, cesareti ve dayanıklılığı ile ünlüdür. Ama karşı taraf gerilla harbi yapıyorsa çare gerilla harbinin daha beterini yapan gerilla avcısı personel değil midir?

Altı komando tugayı profesyonelleşti. Harekat insiyatifi TSK’da iken bu tugaylar kullanılıyor. Ama PKK deli değil ki bu birliklere saldırsın. Onlar eratı şafak sayan birlikleri seçiyor. Bölgede böyle birlik kıtlığı da yok.

27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş birlik konuşlandırması ile işi idare ediyorlar. Güney Doğu’daki askerler hala emektar G-3’lerle, Rus malı tenekeden BTR’ler ile göreve giderken diğer bölgelerde belki yüzbinlerce asker her sabah mıntıka temizliği ile vakit geçirip, ‘Yaylalar, yaylalar’ diye bağırarak sabah koşusu yapıyorlar. Hepsine üç öğün karavana çıkıyor. Kaloriferleri yanıyor. Başlarında subayları. Şafak sayıyorlar. Bu birlikler iskelet kadroya indirilip tasarruf edilen tüm maddi imkanlar mücadele bölgesinde yoğunlaştıralamaz mı, acaba?

27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş bürokratik bir karar alma mekanizması ile çalışıyorlar. Disiplinden anladıkları, bir alt rütbelinin tuvalete bile giderken komutanından izin ve emir alması. Bu baskıcı, insiyatife yer vermeyen çağdışı yönetim biçimi sonunda silahlı helikopter kaldırılacaksa dört kademe komutandan emir alınması gerekiyor. Heron yollanması talep ediliyorsa beş kademe komutandan.. Heronlardan gelen bilginin değerlendirildiği komutanlık başka, bu bilgiye dayanarak operasyon kararı verecek komutanlık başka. Aşağıda ateş altında kalmış birliğin bağlı olduğu komutanlık başka. Bu çok başlı ve çok katmanlı yapılanma konusunda neler yapılmış?
1974 yılında Kocatepe muhribimizi de bu yüzden kaybetmiştik. Muhrip Deniz Kuvvetleri’nin, saldıran uçaklarımız Hava Kuvvetleri’nin emrindeydi. İki karargah biri diğerindenden habersiz saatlerce harp etmişlerdi.
Neden ABD ordusu ‘Cephe Komutanı’ olarak tek komutan atıyor ve ister kara, ister deniz, ister hava, ister deniz, ister deniz piyadesi olsun o cephedeki tüm kuvvetleri bu tek komutanın karargahına bağlıyor? Bizde Güney Doğu’daki mücadeleden sorumlu olan komutan kimdir? Böyle bir komutan var mıdır? Acaba kuvvet komutanlarımız, bir ast komutanın sivrilmesinden, kendilerinden rol çalmasından mı çekiniyorlar? Son saldırılardan sonra başlatılan operasyonlar sebebiyle Genel Kurmay Başkanımız ve Kuvvet Komutanları bölgede kalmışlar, evlerine dönmemişler. Sağ olsunlar. Ama ne farkeder? Yarın, öbürgün nasıl olsa dönmeyecekler mi? Böyle taşıma suyla değirme döner mi? Onlar döndüğünde Güney Doğu’daki mücadeleden sorumlu olacak tek bir karargah göreve başlayacak mı, yoksa eski hamam eski tas, her iş için Ankara’ya mı sorulacak? Yerdeki birlik şu tugaydan, heronlar şu komutanlıktan, helikopterler şu komutanlıktan, F-16’lar bambaşka bir komutanlıktan emir beklemeye devam edecekler mi, etmeyecekler mi? Asıl soru bu.

27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi birliklerin yanındaki lojmanlarda ailece yaşamaya çalışıyorlar. Sabah çocukları okula gidecek, eşleri örneğin öğretmense işine, değilse belki çarşı pazara, belki komşusuna çay içmeye.. Ondan sonra lojman duvarlarındaki mermi delikleri TV’lerde. Polislerimiz de farklı değil. Özel harekatçılar yanı başından dere geçen, şehirin en kenarındaki bir çim sahada futbol maçı yapıyorlar. Bundan cazip hedef olur mu? Bunlar, her birinin görevi PKK’lı öldürmek olan, bu iş için yetiştirilmiş seçkin elemanlar. Açık konuşalım. Aynı polisler PKK’nın en seçkin elemanlarını futbol oynarken yakalasalar farklı mı davranırlardı?
Orası ya cephedir.. ya değildir. Cephe ise güvenlik personelinin hamile hanımının, okul çağındaki çocuğunun birliğin dibinde ne işi var? Lojmanların bu konumu bile askeriyenin zihnen savaşta olmadığının bir işareti değil mi?

Sonuç:
Millet olarak rahmetli Özal ile birlikte adeta dünya sahnesine yeniden çıktık.
Artık gündemine aldığı konuyu çözebilen etkin bir devletimiz var.
Çoğunluğu köylü – rençber – çoban – memur – esnaftan oluşan dünyadan kopuk, içine kapanmış, masallarla uyutulmuş, akıl fukarası ve edilgen Türk milleti tarihte kaldı.
Şehirleştik, sanayileştik, okuduk, çalıştık, dünyaya açıldık..
Hemen her alanda büyük adımlarla ilerliyoruz.
Elektrik üretimi, demir çelik üretimi, sanayi malı üretimi ve ihracatı, turizm, bankacılık, yurt dışı müteahhitlik, denizcilik, havacılık, karayolları, demir yolları, üniversite sayısı, her yaş dilimindeki okullaşma oranları, sağlık sistemi, toplam tarımsal üretim, haberleşme, kamu maliyesi, AR-GE, savunma sanayi, askeri vesayeti sonlandırma.. akla gelen her alanda doğru yoldayız.
Daha yapacak çok işimiz var ama artık doğru yörüngedeyiz..
TV dizileri bile çevre halkları etkileyen, siyasi modeli bölgesinde örnek teşkil eden bir millet olduk..
Hem ekonomik hem kültürel ve siyasi gücümüzle artık bölgesel bir gücüz.
Ve bütün bunları kendi alın terimizle, kendi aklımızla başardık. Ne petrol çıktı topraklarımızdan ne doğalgaz..
Toplam gelirde dünya 17.’liğine tırmanmak için az çalışmadık milletçe..
2023 hedefine dünyada ilk 10’a girmeyi koyduk..
Bu gelişmeler kendimize güvenimizi her gün arttırıyor..
Bugünkü seviyemizle, milletimizin ve devletimizin sivil kanadı olarak askeriyemizi de kendi seviyemize çekip çıkaracak organizasyon gücüne, akıl birikimine sahibiz.
Yapılacak iş sorunun adını siyasi seviyede koyup cesaretle üzerine gitmek.
Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması artık sadece ifade ettiği siyasi anlam bakımından önemli değil. Aynı zamanda askeriyeyi içinde bulunduğu durumdan çekip çıkarmanın ön şartı.
Tam yetkili sivil otoritenin gözetiminde yapılacak tepeden tırnağa bir reform artık askerin kendisi için de acil bir ihtiyaca dönüşmüş durumda.
Neticede ordumuz bu milletin kendisini koruması için kurduğu, donattığı, beslediği, yaşattığı, milletimizin bekasında en hayati role sahip olan bir teşkilattır.
Olabilir, zaman içinde, farklı sebeplerle de olsa geri kalmış, çağın zihniyetini yakalayamamış olabilir.
Ordumuzun tökezlemesine göz yumamayız.
Türkiye güçlü olacaksa ordusu da güçlü olmak zorundadır.
Milletin sahip olduğu imkanların bu güçten esirgenmesi söz konusu olamaz.
Akıl da bu imkanlardan biridir..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – Işık Koşaner’e teşekkür edesim geliyor! /2011/09/isik-kosanere-tesekkur-edesim-geliyor/ Sun, 04 Sep 2011 01:59:12 +0000 /?p=16857 Merhabalar,

Işık Koşaner’e cevap vermeye kalksak lafın sonu gelmez.

Neresinden tutacaksın? Yıllardır gördüğümüz, anlatmaya çalıştığımız ‘Büyük kepazeliği, büyük zafiyeti, büyük çürümeyi’ anlatıyor.

Aslında söylediklerinin içinde bilinmedik, hayret edilecek herhangi bir detay yok. Ben de içeriğine hayret etmedim.

Hatta savunma konularına meraklı sivil bir vatandaş olarak, yıllardan beri yaptığım tesbitlerin bir genelkurmay başkanı tarafından doğrulanması gururumu bile okşadı.

Söyledikleri beni hiç mi üzmedi? Üzmedi.. çünkü askerimizin bu durumu beni uzun yıllardan beri zaten yeteri kadar üzüp duruyordu.

Ses kayıtlarını dinlerken, okurken içimden teşekkür etmek geldi. “Hay Allah senden razı olsun!” dedim.

Yıllardır bu zihniyeti, bu yetersizliği, bu kepazeliği göstermeye çalışanların haklılığını iki dakikada ispat ediverdi.

“Allah söyletiyor” derler ya.. tam o hesap.


Devletimizin on yıllar boyunca uyguladığı beyin yıkama operasyonu ile hipnotize edilmiş pek çok vatandaşımız var.
Özellikle okur yazar şehirliler arasında.
Son yıllarda bu okur yazar yapılmış ama kendi tarihi hakkında cahil bırakılmış zümrenin de gözü açılmaya, içlerinde, “Yahu bu işler galiba bize anlatıldığı gibi değil” şüphesi uyanmaya başlamıştı.
Ama, bugünkü bilinç düzeyine ulaşmaları kim bilir kaç yıl alacaktı.
İşte Işık Koşaner en büyük hizmeti bu kesime yaptı.
Gözlerdeki perdeleri kaldırıveren bu açıklamaları ile sağladığı ani ve kitlesel zihin açılması başlı başına bir milli eğitim hamlesi sayılabilir.

Kimbilir kaç yazarın, tarihçinin, gazetecinin yıllardır yaratamadığı etkiyi tek konuşmasıyla yarattı.
Çünkü bu defa ‘karşı taraf’ konuşmuyor.. Konuşan bir ‘yandaş’, ‘liboş’, ‘II. Cumhuriyetçi’, ‘TSK düşmanı!’, ‘bölücü’, ‘Atatürk düşmanı’, ‘cemaat mensubu’ değil..
Bu defa çürük düzenin kağıttan kaplan bekçisi konuşuyor..

Sanki savunmanın en güvenilir baş tanığı mahkemede aniden itiraflara başlamış gibi.. birdenbire savcıya iş kalmıyor.. mağdur tarafı derin bir nefes alıyor.. artık hakimlerin işi çok kolay.. bu itiraflardan sonra hüküm vermek çocuk oyuncağı..
Kamuoyunu yıllardır meşgul eden ‘büyük dava’ vicdanlarda aniden sonuçlanıverdi..

Koşaner’in itiraflarını üç katmanlı okumak lazım..
İlk katman, kendisinin de kusur olarak gördükleri..
İkinci katman, kendilerini haklı gördükleri zırvalar.. 35. madde gibi, OYAK’ın vergi muafiyeti gibi..
Üçüncü katman da konuşmanın tümüne damga vuran hastalıklı zihin yapısı..

Kendisini sivillerin, seçilmişlerin üzerinde gören, Cumhuriyet’in tek bekçisinin TSK olduğuna inanan, ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ dedikleri ‘muska’nın her derde deva olduğuna inanan ya da inanıyor gibi yapan bir subay – general zümresi ile bunlara inanmış bir toplum kesimi var elimizde..
Asıl sorun burada.. Koşaner bu hastalığa yakalanmışların sadece bir örneği.

İlk iki katmanın çaresi nisbeten kolay bulunabilir..
TSK’de tepeden tırnağa bir yeniden yapılanma yapılır.. İşe akıllı uslu sivillerin eli değer.. Gereken yasalar çıkarılır.. İş yoluna girer..
Ama son katman öyle reformla, kanunla hal edilecek bir konu değil.
Ortada hastalıklı bir zihin yapısı ve bu zihniyetin şekillendirdiği sivil ve asker nesilleri var..
Ne yapacağız?
Sağlıklı bir demokrasi ve güçlü bir TSK için bu Ağustos’da mezun olan teğmenlerin bile emekli olmalarını mı bekleyecek bu millet?
Zamana havale etmek ve sabırla beklemekten başka çaremiz yok mudur?
Bu soruya düzgün bir cevap bulmuş olsam şuraya yazardım..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – Libya’da fena çuvalladık.. Küçük düştük.. /2011/03/libyada-fena-cuvalladik/ Wed, 23 Mar 2011 02:34:04 +0000 /?p=16586 Merhabalar,

Ne kadar üstünü örtmeye çalışsalar da, maalesef hükümetin Libya politikası en azından şu an itibarı ile karaya oturmuş bulunuyor..

Hatta, sadece Libya politikası değil, genel olarak dış politikada yaratmak istedikleri ‘bölgesinde oyun kurucu aktör’ imajı bile yara almış olabilir. Zamanla anlayacağız..

İşe başarılı tahliye operasyonları ile başladılar ama bu operasyonel başarıyı uluslararası stratejik düzlemde sürdüremediler.

Hükümetin uyguladığı Libya politikasının tahliyeler sonrasında yürütülen kısmını en sıradan – aptal dememek için sıradan diyorum – bir insan bile uygulayabilirdi. Çünkü ortada içi boş bir kardeşlik söyleminden başka elle tutulur bir eylem bir yana, bir politika, söylem, girişim, duruş, görüş bile yok..

Bir yerde büyük bir körlük / değerlendirme hatası / boş bulunma veya basiretsizlik yaşanmış olduğu belli. Ama ne yaşandı, neden yaşandı? Bunu şimdilik bilemiyoruz.

İki gündür hem Başbakanımızın, hem Dış İşleri Bakanımızın ağzından Libya hakkında çıkan her sözü dikkatle izliyorum.

Özet olarak şunu söyleyebilirim: Her ikisi de boş konuşuyorlar.. Hem de bomboş..

Söyledikleri laflar dönüyor dolaşıyor şunların tekrarını geçemiyor:
“Olaylar buraya varmadan, kan dökülmeden çözülsün isterdik” – Ben de isterdim..
“Libyalı kardeşlerimize silah doğrultmayacağız..” – Ben de doğrultmak istemem..
“Bizim için Libya’nın yer altı zenginlikleri değil, insanların hayatları önemlidir..” – Benim için de öyle..
“Hangi taraftan olursa olsun, her Libyalı kardeşimizin canı bizim için azizdir..” – Benim için de azizdir..

İyi.. Aferin.. İnsanın “Bu kadar anlamlı konuşmasaydınız.. Biraz da boş konuşun..” diyesi geliyor..

Benim gözüme takılanlar şunlar oldu:

1.
Meğer Başbakanımız Mart başından beri Kaddafi’ye, oğluna ve Başbakan’ına telefonda defalarca “Bırakın, çekilin, yapmayın, etmeyin..” dermiş. Bunu bombardıman başlamadan açıkladın mı? Hayır.. Ne zaman söylüyorsun? 21 Mart akşamında.. Geçmiş olsun..

Halbuki resmi – ya da gerçek diyelim – görüşümüz bu idiyse, bunu dünya kamuoyu önünde yüksek sesle söyleyebilirdin.. ‘Bu işin sonu kötüye gidiyor, kan dökülecek, sizi oradan zorla atacaklar, bunu fırsat bilip Libya’yı parçalamak isteyenler dahi çıkabilir, gelin bu inattan vaz geçin.. Size şerefli bir çıkış ayarlamaya çalışalım.. Bakın bu son ikazımdır.. Yoksa olacaklardan biz sorumlu olmayız..” gibi demeçlerin olurdu.. Şu anda da lafı çiğnenmiş durumda değil, tam tersine en akıllı uyarıyı yapmış ama lafı dinlenmemiş devlet durumunda olurduk..
Ya da asıl görüşün bu yönde değildi.. O takdirde şimdi konuştuklarının bir hükmü yoktur. Hiç söyleme o zaman..
Kısaca söylemdeki çelişkiyi açıklamanın mantıklı bir yolu yok. Zırva tevil kaldırmıyor..

2.
Kabul, Kaddafi çatlak bir diktatör, ailece iğrençler, ama her halkı ayaklanan rejim ülkeyi bırakıp gitmek zorunda mıdır?

Eğer öyleyse, Bahreyn’i yönetenler neden gitmiyorlar? Yarın Suud’da muhalifler ayaklansa, onlara da destek verilecek mi? Hangi muhalifler haklıdır? Hangi muhalefet özgündür, hangisi dış desteklidir? Dış destek almak kimin için ayıptır, kimin için meşrudur? Bu soruların hiçbirinin objektif bir cevabı yoktur. Mahkemede değiliz. Kurtlar sofrasındayız.

Yoksa yarın aynı güçler ufak bir ayaklanma tertip edip – ki bunun ilk işaretleri görülmeye başladı bile – Suriye’nin kapısına dayandıklarında Esad’a “Haydi git artık..” diyemeyiz diye mi Kaddafi’ye sessiz kaldık?

Acaba, “Yarın, öbür gün Diyarbakır’da kitlesel gösteriler başlarsa, büyük çapta sivil itaatsizlik eylemleri sahneye konursa, bu kalabalıklar diyelim ki Vilayet Konağı’nı ateşe verirse, aynı senaryo bize de uygulanabilir” diye mi korkuyoruz? Bu yüzden mi Kaddafi’ye açıkça ‘Git artık’ diyemedik.

O zaman, evi camdan olan komşunun evine taş atmayacak. Daha halkının önemli bir kısmının haklarını tanımamış bir devletten bölgesel güç olmaz.. “Sen önce kendi haline bak” dediklerinde verecek cevabın olmalı.. Halkına Atatürkçü gibi davranıyorsan, dış politikan da Atatürkçü olacak. Tavşan pisliği gibi ne kokacaksın, ne bulaşacaksın.. Fakirliğe razı gelip içine kapanıp büzüleceksin. Hiç bir konuda Batı ile zıtlaşmayacaksın.. Ne istedilerse zaten fazlasıyla vermiş olacaksın.. Bunun adına da ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyeceksin.

Yok, kişilikli dış politikaya özeniyorsan, “Benim de sözüm geçmeli” diyorsan, buna uygun ekonomik, askeri, sosyal, siyasi alt yapın olacak. Siyasi alt yapı dendi mi, aklına Kürt hakları gelsin..

3.
CNN’de Davutoğlu’nun uzun TV sohbetini dinlerken, hem kendisinin hem de Başbakan’ın son günlerdeki seyahat trafiğinden insanın başı dönüyor.. Bizimkiler sanki aleme nizam verme çabalarından Libya’ya konsantre olamamışlar. Mesela Başbakan harekat başladığında Arabistan’da.. Bir türlü ziyareti kesip dönemiyor. Fahri doktora törenleri, vs.. Ülkeye gelip brifing alması 21 Mart akşamını buluyor.. Harekatın başlamasından kırksekiz saat sonra alınan bir brifing söz konusu..
Davutoğlu deseniz, gurur içinde uğraştığı değişik konuları sayarken insanın yine başı dönüyor ama bu arada Libya’da devre dışı kalmışız..

4.
Davutoğlu, açıkça “Çuvalladık, boş bulunduk, öngöremedik, Batı’lı güçler bizi by-pass ettiler.. Mosmor olduk..” diyemediği için, ballandıra ballandıra Bingazi Başkonsolosumuzun tahliye esnasında yaptığı kahramanca çalışmaları anlatıyor.. Mutlaka yapmıştır. Kendisi mutlaka kahraman bir diplomatımızdır. Ama Hocam, Allah aşkına, geç bunları, geç.. Karşında iki Dünya Savaşı’ndan da galip çıkmış devletler var.. Libya yanıyor. Gümbür gümbür bombalıyorlar. Bizi toplantıya davet bile etmemişler. Oldu bittiye getirmişler. Adeta “Yersen! Sen kimsin ki?” diyorlar. Sen Başkonsolosumuzun kahramanlığını anlatıyorsun.. Değirmeni sel götürmüş.. Değirmenci şaşkınlıktan değirmen taşının ‘dingildek’ denen çıngırağını ararmış.. Seninki o hesap..

5.
BM’den Güvenlik Konseyi Kararı çıktığında, olay daha NATO’ya gelmeden, senin Başbakan’ın hemen “Ne işi var NATO’nun Libya’da?” diye demeç verirse, eloğlu deli midir ki konuyu NATO’ya taşıyıp senin vetonla uğraşsın? Zaten seni devre dışı bırakıp dersini vermeye bahane arıyorlardır.. Al şimdi gör bakalım ne işi varmış NATO’nun Libya’da..
Demeçteki zamanlama hatasına bakar mısınız? Değerlendirme hatasına bakar mısınız? Bunu duyan da ‘Adamların mecburi istikameti NATO’ydu’ zanneder. Eh o gediği de Başbakan kapattı. Tehlike yok demektir. Vah, vah, vaah!

6.
Ayın 19’u.. Kaddafi’nin tankları Bingazi’nin kenar mahallelerine kadar yaklaşmış.. Bizimkiler hala hümanist söyleme devam ediyorlar.. Tavır belirliyemiyorlar. Bu durumda akla bizim gizli Kaddafi’ci olduğumuz geliyor.. Tamam Fransa’nın, Sarkozy denen palyaçonun asıl niyeti başka olabilir, dış güçlerin müdahalesi muhalifleri ‘düşmanın işbirlikçileri’ durumuna itebilir ama o tanklar bombalanmasa ne olacaktı? Böyle Ecevit tipi naif humanizmin kime faydası olur?

7.
Güvenlik Konseyi Kararı’nı etkilemeye gücün yetmez diyelim. Peki, neden karar çıkar çıkmaz dünyayı ayağa kaldırmıyorsun? Neden “Bu karardaki ifadelerin ucu açık. Kesin sınırlar çizilmemiş. Bu karara dayanarak yapılacak bir harekat her türlü istenmeyen sonucu doğurabilir. Harekatın planlaması mutlaka meşru bir zeminde ve benim katılımımla yapılmalıdır, aksi halde çok ciddi siyasi tavır alırım” demiyorsun? Senin için Libya konusu gerçekten bu kadar önemli ise, neden açık bir şekilde nelere karşı olduğunu belirtip, bunlara uyulmazsa ne tavır alabileceğini söylemiyorsun? Neden NATO’yu acilen toplantıya çağırmıyorsun? Bir de aksine “Ne işi var NATO’nun Libya’da?” diyorsun? Bu çıkışları yapmış olsaydın, seni by-pass ederek yaptıkları harekatı protesto etme hakkın olurdu..
Şimdi hem kenarda bırakıldık, hem ne dediğimiz anlaşılamadı..

8.
Şu lafı belki kırk yerde okumuşumdur, geçen hafta bir Amerikalı bakanın ağzından tekrar okudum: “Dış politikamızın en güçlü dayanağı silahlı kuvvetlerimizdir”.
Bir de şu laf var: “Arkasında güç olmayan dış politikaya blöf denir”.
Bizimkiler, sanki ‘silahların ortaya çıkma ihtimali yokmuş da güç kullanılınca büyük bir sürpriz olmuş” havasındalar.
Çok hoş gerçekten.. Eğer işin içine silahların girmeyeceği garanti ise, ben de Dış İşleri Bakanlığı’na talip olabilirim, demektir. Devamlı müzakere edeceksin, konuşacaksın, görüşeceksin.. Biraz sıkıcı ama fena bir makam değil.. Sonra silahlar patlayınca başlayacaksın Başkonsolos hikayeleri anlatmaya.. İyiymiş..
Bu olay dünyadaki güç ilişkilerine sadece “Soft Power, Türk dizilerinin etkisi, rol modeli..” penceresinden bakan, darbeci generallere kızıp neredeyse “Askeri güce ne gerek var?” diyen Avrupa’cı liberal arkadaşlara da ders olur diye ummak istiyorum.

9.
Obama ile üzerinde mutabık kalındığı söylenen şartlar züğürt tesellisi bile değil. Konya’yı NATO AWACS’larına açmamıza, Aksaz Deniz Üssü’nü kullanmaya, Türkiye’nin tahsis edeceği iki fırkateyne kimin ihtiyacı var ki? Libya adamların kapı komşusu. Bunlar tamamen göstermelik, teselli planları. Ezip geçtiler, şimdi gönlümüzü almaya, Erdoğan’ın prestijini kurtarmaya çalışıyorlar..
Aslında dış politikamızda kafamıza bir çuval geçti..

9.
Koalisyon güçleri sanki Kaddafi’nin Tripoli civarındaki şehirleri ele geçirmesine göz yumuyorlar gibi. Tripoli’ye yakın bir kaç şehire saldıran Kaddafi güçleri tank ve zırhlı araçlar kullanıyorlar ve bunlara müdahale edildiği yönünde haberler duymuyoruz. Bu doğru ise Koalisyon’un amacı Libya’yı bölmek olabilir.
Kaddafi’ye, ya da onun yerine geçecek olanlara kalacak olan batı bölgesinde yapılan harekata müdahale etmiyorlar demektir. Çünkü hava sahasını kontrol eden, karşı tarafın hava savunma sistemini çökertmiş modern bir hava gücü için, arazideki tank demek bir kartal için yerdeki kuzu demektir. Bunlar elli tonluk çelik yığınları. Yer hedeflerine karşı ejderha gibiler ama havaya karşı acizler. Elektronik izleme uçaklarının ekranlarında tek tek yeşil noktalar halinde görünüyorlar. Uzaktan basılacak bir düğmelik canları var. Tabi, istenirse..

10.
Libya olayı NATO ile olan ilişkilerimizde bir dönüm noktası veya kırılma noktası olabilir. Sovyetler buharlaştıktan sonra, Libya olayı gibi bir olayda bile by-pass edilebiliyorsa, by-pass edenler bizim gibi kendisini NATO’ya bağlı hisseden büyük boy bir üyeyi de by-pass edebiliyorlarsa, “Bu örgüt bizi kimden koruyacak?” sorusu mutlaka gündeme gelecektir..
Kişiliğimiz, kimliğimiz belirginleştikçe aslında bizim ne AB’de ne NATO’da yerimizin olmadığı iyice ortaya çıkıyor.
NATO’ya Sovyetler Birliği korkusundan girmiştik. O anlaşılabilir ve doğru bir adımdı. Ama bugün? Putin’e bile ‘Haçlı Seferi’ sözünü söyleten bir Koalisyon’un başını çektiği bir NATO var.. Bizim yerimiz gerçekten burası mı?

11.
Çok çalışmamız, üretmemiz, büyümemiz, zenginleşmemiz lazım..
2023 hedeflerini tutturmamız lazım..
O günler gelene kadar büyük konuşmaktan kaçınmamız lazım..
İki trilyon dolarlık bir ekonomi haline gelinceye kadar hiç darbe yemeden, tökezlemeden ilerlememiz lazım..
Ya bunları başaracağız.. Ya da susup oturacağız..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – Prof. İlber Ortaylı’nın CNN Türk’deki sohbetinden notlar.. Ortaylı sanki Atatürk’e de ‘Kutsal Emanetler’ muamelesi yapıyor.. /2011/03/prof-ilber-ortayli/ Wed, 09 Mar 2011 23:41:23 +0000 /?p=15808 Merhabalar,

İlber Ortaylı Hocamız, 20 Şubat, 2011’de CNN’de Taha Akyol’un ‘Eğrisi Doğrusu’ programına konuk oldu.

Sohbetin genel başlığı “Türkiye, Arap ülkelerinden ve İran’dan neden farklı? Tanzimat emperyalizmin oyunu mu, yararlı bir reform mu? Osmanlı’da modernleşme süreci… Cumhuriyet’in Osmanlı’daki kökleri nelerdir?” idi.

Son derece keyifli ve öğretici bir programdı. Zaten İlber Ortaylı Hoca’nın en kuvvetli olduğu devir ve konular bunlar. Bu konuda eserleri var. Programı kayda alarak seyrettim. Daha sonra bazı kısımlarını kayıttan yazıya döktüm. Bu kısa notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Dileyen programın tamamını CNN Türk WEB sitesindeki videodan izleyebilir. Tavsiye ederim. Toplamı 90 dakika.

İlber Hoca’nın sohbetinin benim açımdan iki önemli noktası vardı:

Birincisi, “Osmanlı Modernleşmesi’ni anlatırken, “Atatürk olmasaydı bugün Afganistan seviyesinde olurduk” diye düşünen arkadaşlarımıza cevap vermiş oluyordu. O düşüncenin tamamen bilgisizlikten kaynaklandığını anlattı. (Ben bu bilgisizliğin bireysel değil kitlesel olduğunu, tesadüfen değil, Atatürkçü rejim tarafından bilinçli olarak uygulanan beyin yıkamasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum.)

İkinci konu da şu ki; İlber Ortaylı Hocamız, her zamanki gibi, Atatürk devrinde hatta bizzat Atatürk tarafından yapılmış işleri bile, eğer iş olumsuz ve yanlış ise, Atatürk adını atlayarak anlatmaya dikkat etti. Mesela, Adnan Adıvar’ın dünya çapında alimlerin hayran olduğu bir entellektüel olduğunu anlatırken, o sırada kendisinin Paris’de sürgün olduğunu da söylüyor. Ama Adnan Adıvar’ı ülkesinin dışında yaşamaya mecbur edenin, onu sürgün edenin Gazi Mustafa Kemal Paşa olduğunu ağzına bile almıyor. İlber Hoca’nın bu tavrını kamuoyumuz Kutsal Emanetler hakkındaki görüşlerinden tanır. ‘Kutsal Emanetler’e karbon testi yapılsın, gerçek yaşları ortaya çıkar’ önerisini de aynı mantıkla reddeder. ‘Milletin kutsal bellediği değerleri ellemeyin, artık o eserlerin özgün olup olmadığının önemi yok.. varsın millet hepsini kutsal saysın” şeklinde bir görüşü vardır. Bence bu bir tarihçi yaklaşımı değil.. Bulgunun sonucunun yapacağı etkiyi düşünmek tarihçinin işi midir? Yoksa politikacının mı?

Yani İlber Hoca’nın sohbeti, hem içerik olarak ‘Afganistan ile kıyaslama yapanlara bilimsel bir cevap olması bakımından benim için son derece keyifliydi. Hem de içeriğinin dışında şekil bakımından, benim haddim olmayarak yaptığım “İlber Hoca gibi alimlerimiz eleştirilerinde hiç Atatürk adını kullanmıyorlar” eleştirimi doğruladığı için keyifliydi.

Kısa alıntılar sunuyorum:

‘Hasta Adam’ Tabiri
‘Hasta Adam’ tabiri Rus Çarı I. Nikola tarafından uydurulmuş bir tabirdir.
I. Nikola’dan elli sene sonra dahi Rusya köylerinde bir köylü ailesine çeyrek at düşüyordu. XIX. YY.’da Rusya iki defa açlıkla karşılaştı. Ukrayna’nın, Kırım’ın, Kafkasya’nın daha iyi durumda olduğunu görüyoruz. Böyle bir facia Osmanlı’da söz konusu dahi olmamıştır. Hangi cemiyetin daha hasta olduğu tartışılır. Bu tabir yapıştı kaldı. Bunu benimsetenler bizim orta okul tarihçileri. Bundan daha bayat, daha yavan hatta daha kakavan bir görüş olamaz. Neresi ‘Hasta Adam? Teşkilatını modernize ediyor, hukuk sistemini Romanize etmeye çalışıyor. Maliyesini modernleştiriyor. Ordusunu yeniliyor. Kurmaylık sistemini kuruyor. Bazı mali tedbirler almaya başlıyor. XX. Yüzyılın başında birçok ülkenin hayal dahi edemeyeceği Cavit Bey’in modern maliye sistemi geliyor. Bütçesi ile filan. Kurumlar kuruyor. Galatasaray gibi okulu bir Osmanlı kurabilir, bir de Rusya. Bunu yapamaz çok ülkenin maarifi.

Fen Eğitimi
Mühendislik eğitimi veriyor. Tıp eğitimi var. Mühendisliğimiz bazılarının düşündüğü gibi 1960’larda ODTÜ ile başlamadı. İTÜ’nün iki asırlık tarihi var.

Kadro
Bir kadro vardı. Olmayan kadro, bugün de yok. Sözde hukuk devrimi yaptık. İstediğimiz hukukçu kadrolarını yetiştiremedik. Hiç övünmesinler. Bu hukukçularla bu memleketin selamete gideceğinde dair benim ciddi şüphelerim vardır. Bu sağ sol meselesi değildir. Açık konuşalım. Bizim meslek gurubumuzun, yani mülkiyeliler ve hukukçuların; hekimlerin, mühendislerin, veterinerlerin başarı düzeyinde olduğunu kimse ileri süremez. İleri süren kendini beğenmiştir. Hukukçularımız şimdi şimdi akıllanıyorlar. 15- 20 yıldır.

Türkçemizin Düştüğü Durum
Şu andaki Türkiye tabi ki XIX. Yüzyıl Türkiye’sinden çok daha mükemmel bir durumda. Ama daha geri durumda bulunduğumuz yönler de var. Mesela edebiyat, felsefe, dil. Türkçe’nin durumu. En büyük mukaddesatımız Türkçe’dir. 500 – 1000 kelimeye düşmüş durumda. Refik Halid’i, Halide Edip’i sadeleştirerek yayımlıyoruz. Ayıp. (“Dili sadeleştiriyorum” diyerek bu facianın yolunu açan devlet adamımız kimdir? İlber Hoca bir ‘es’ de burada vermiyor mu?

‘Duraklama – Gerileme Devirleri’
Bunlar sonradan indi olarak konmuş isimlerdir. Bu tasnifleri yapanlar büyük tarihçiler değildir. Bu tip dönemlemeler her zaman hata payı taşır. Ama büyük tarihçiler yapmışlarsa önemi vardır. Bizdeki bu sınıflandırma tam anlamıyla ‘çakma’. Abuk subuk bir iş. Tamamen İttihatçıların II. Meşrutiyet ve Balkan Faciası yıllarındaki kapılmaları. “Artık yeni bir yöne gidelim, dirilelim” gibisinden. Ama maalesef nesillerin tarih eğitimini ve düşüncesini dumura uğratmıştır.

Sürgün
(İlber Ortaylı burada dünyaca bilinen düşünür ve aydınların isimlerini sayıyor. İçlerinde Bernard Lewis de var.) Bunlar 1930’lu yıllarda Paris’de aynı sınıftalar. Her biri bir kaç lisan bilen gençler. Taptıkları tek bir hoca var. Kim biliyor musunuz? Adnan Adıvar. Adnan Bey o sırada bizden kovulmuş. Bernard Lewis diyor ki “Herşeyi ondan öğrendik”. “Neyi mesela?” diye sordum. “Goethe’yi, Faust’u bile ondan öğrendik” dedi. Bu sınıfdaki çocukların bazıları sonra benim hocalarım oldu. Adamı görüyor musun? 19. Yüzyıl Osmanlı aydını. (Yukarıda değindim. ‘Bizden kovulmuş’ deyip geçiyor. Kimin kovduğunu söylemeyeceksin ki millet uykusuna devam etsin.)

II. Abdülhamid
II. Abdülhamid çok önemli modernleşmeci bir otokrattır. Ruslar, “Artık okul lazım, yol lazım” dediğinde, Abdülhamid zaten o kafadaydı. Bürokrasiyi modernleştirdi. Okullar. Bütün büyük liseler onun zamanında kurulmuştur. Demiryolu. Hastaneler.. Demiryolu boyunca yerleştirilen Balkan göçmenleri. Anadolu tahılının orduyu besler hale gelmesi. Anadolu vilayetlerinde nerede önemli bir maarif müessesesi bulursanız Abdülhamid’indir. Konya Lisesi, Kastamonu Lisesi, Balıkesir Lisesi, İzmir Kız Lisesi. Onun zamanında İmparatorluğun neresine baksan birşeyler oluyor. Ama sansür denen felaket adam yetişmesini engelledi. Araplar, Bulgarlar yetişti, bizim insanımız yetişmedi.

Osmanlı – Cumhuriyet Devamlılığı
Kanunlar, Borçlar, Sayıştay, Yargıtay, Danıştay, devlet, toplum, devlet anlayışı..

Meclis Tecrübesi
23 Nisan Meclisi acemi değil. 1877 Meclisi de acemi değil. Onlar nerede öğrenmişler? Tanzimat’dan beri Vilayet İdare Meclisleri’nden biliyorlar. Usul biliyor. Tartışma biliyor. Parlamenter gelenekler de Osmanlı’dan geçmiş.. Hatta geçememiş bile..

Maarif
Maarif aynen devam eder. Taa, Dar-ül Muallimat’a kadar gider.

]]>
Tevfik İzmirli – Lozan.. Tarihimizdeki en kalın İngiliz kalemi.. Bütün telgraflarımızı okumuşlar.. – VII. Bölüm – /2011/03/lozanda-butun-telgraflarimizi-okumuslar/ Mon, 07 Mar 2011 01:09:19 +0000 /?p=15910 Merhabalar,

Kurtuluş Savaşı’mızın belli bir aşamasından, yaklaşık olarak 1921 başlarından itibaren, Sovyetler Birliği’nin ‘Batı’nın emperyalist güçlerine, özellikle İngiltere’ye dönük en büyük tehdit’ olarak dünya sahnesine çıkması bir dönüm noktası.

Bu küresel tehdit değişimine paralel olarak, dış dinamiklerin bizim üzerimizdeki etkilerinin olumluya döndüğünü söylüyordum.

Aynı etkinin Lozan sürecinde, yeni devletimizin şekillenmesinde ve Atatürk İnkilapları olarak bilinen uygulamalarda tüm ağırlığıyla kendisini gösterdiği açık.

Biz çocuklarımıza “Bütün bu yapılanlar bir dahinin eseri, onun fikirlerinin hayata yansımasıdır” diye öğretsek de, tarafsız bakıldığında pek böyle gözükmüyor.

Bu değerlendirme pek çoğumuzu rahatsız edecektir ama neredeyse büyük bir ‘İngiliz Projesi’nin bize kendi irademiz olarak uygulatıldığını düşünüyorum.

Eğer böyle değilse, gerçekten büyük bir tesadüfler serisiyle karşı karşıyayız demektir. O kadar ki, bizim kendi irademizle, ya da şöyle diyeyim, bizim büyük liderimizin iradesiyle attığımız her ‘inkilapçı adım’ nasıl olduysa her seferinde tam da İngilizlerin en işine gelecek opsiyon yönünde atılmış.

Harf Devrimi’nden, Tarih ve Dil İnkilaplarına, Şapka İnkilabı’ndan Türkçe Ezan’a, Ayasofya’nın ibadete kapatılmasından Hristiyanların kutsal gününün hafta tatili olarak kabul edilmesine, Hilafet’in kaldırılmasından dış politikaya hakim kılınan paradigmaya kadar, yapılan pek çok uygulama İngiltere’nin yararına hatta bazıları kendi kolonilerinde yapmaya cesaret edemediği uygulamalar.

Hele bu inkilapların (!) Osmanlı’nın varisi – yani İslam dünyasındaki tek potansiyel tehdit kaynağı – olan Türkiye Cumhuriyeti ve onun halkına dayatılmış olması İngiltere’nin bütün dualarının kabulü anlamına geliyor. Allah’ın İngilizler’i hiç kırmadığı anlaşılıyor.

Biz yine iyimserliği elden bırakmayalım, ya tesadüf olmuş, ya da büyük önderimiz halkımıza işin aslını söyleyememiş ama ‘hayatta kalmamızın tek yolu bu inanılmaz tavizleri vermekmiş herhalde’ diye düşünelim…

Bugün konuya Lozan ile devam ediyoruz.

1. İNGİLİZ ARŞİVLERİNDEN LOZAN KONFERANSI

Dr. Sevtap Demirci
Lozan Konferansı – Stratejiler ve Mücadeleler
İSİS Yayınları. 2005. 218 Sayfa


Dr. Sevtap Demirci, yüksek lisans derecesini Cambridge’den almış, doktorasını ise The London School of Economics and Social Sciences’dan kazanmış bir tarihçimiz.

Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nde.

Yanda görülen kitabı, Dr. Demirci’nin İngiliz devlet arşivlerindeki gizliliği kaldırılmış belgeler üzerinde yaptığı araştırmalara dayanıyor.

Bazı belgeler araştırmacılara açılmış olmakla birlikte henüz isimleri karartılmış olarak verilen belgeler de var. Zamanla onlar da açıldığında aramızdaki İngilizleri tam olarak tanıma imkanımız olabilecek.

Bu yazı çerçevesinde Lozan Konferansı’nın detaylarına girecek değilim. Bu gayet geniş ve kapsamlı bir konu. Üzerine kitaplar yazılıyor. Hala tartışılıyor. Lozan, sadece yeni Türkiye’nin kuruluş anlaşması değil. Aynı zamanda büyük güçlerin ‘Doğu Meselesi’ni kalıcı bir çözüme bağlamak amacıyla Osmanlı mirasını masaya yatırdıkları bir anlaşma. O yüzden o kadar geniş kapsamlı müzakereler cereyan etmiş.

‘Musul’u bıraktık’, ‘Boğazlar’ı Türk hakimiyetine alamadık’ gibi, tarafların karşılıklı güçlerini dikkate almayan eleştiriler yapacak da değilim.

Lozan’la ilgili olarak bugün değinmek istediğim tek nokta, Dr. Sevtap Demirci’nin kitabından önce bilmediğimiz ve onun araştırmalarından öğrendiğimiz bir gerçek:

Meğer Lozan Konferansı esnasında İsmet İnönü başkanlığındaki heyetimizin Ankara ile yaptığı tüm telgraf haberleşmesi İngiliz istihbaratı tarafından okunuyormuş!!

Lozan’ın II. Döneminde İngiliz heyetinin başkanlığını Lord Curzon’dan devralan Rumbold’un “Rakibinin elini görerek oynayan briç oyuncuları gibiydik” lafı bizim açımızdan iç acıtıcı.

İngiliz İstihbaratı Lozan’ın yerini seçme aşamasından başlayarak tüm hazırlıklarını yapmış. İster ‘Doğu Hattı’ – Eastern Line – denilen hattan yollansın, ister Köstence hattı üzerinden, Türk tarafının telgrafları okunuyor ve tercüme edilmiş olarak İngiliz heyetinin yetkililerine bir iki saat içinde sunuluyor.

Bunun dışında, İngiliz yazışmalarından anlaşılıyor ki, hem Türk Heyeti’nde, hem Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın yakın çevresinde hem de Türkiye Millet Meclisi’nde İngilizlere casusluk yapanlar var.

Ayrıca heyetimizin özel yazışmalarının da okunduğunu kaydedelim.

Bu yazıda başka detaya girmiyorum.

İsmet Paşa’nın elinde Ankara’dan verilen 25 – 30 sayfadan ibaret bir nottan başka hazırlık olmamasına, karşı tarafın ise Musul Meselesi gibi, Osmanlı Borçları gibi, Boğazlar Meselesi gibi her konu hakkında sandık sandık belgelerle geldiğine değinmiyorum. Bizim heyetimiz ihtiyaç duyduğunda yürürlükteki anlaşmaların metinlerini bile bulamıyor.

İsmet Paşa’nın duyma engeli ve lisan yetersizliği ve diplomatik tecrübe yokluğu yüzünden çekilen sıkıntılara değinmiyorum.

Heyetimizde ‘Mali Konular Uzmanı’ olarak yer alan Hasan Saka’nın her hesapladığında Osmanlı Borçları için değişik bir rakam bulduğuna değinmiyorum.

Heyetimizde, İstanbul’daki diplomatik ve mali kadrolardan destek talep etme konusundaki isteksizlik yüzünden, ‘Diplomatik Fransızca’ya yeterince vakıf kimse bulunmamasına ve bu yüzden uğranılan kayıplara değinmiyorum.

İngiliz ve Fransızların arka planda kendi aralarında ve iç politikalarında yaşadıkları zaafları yeterince analiz edememiş olmamıza değinmiyorum.

İngilizler Musul’un petrol gelirlerinden yüzde yirmibeşlik hisse vermeye dünden razı iken acemi İsmet Paşa’nın yüzde on talep edivermesine İngilizlerin ne kadar memnun olduğuna değinmiyorum.

Telgraf konusu yeterli. Hani asker “Barut bitti” deyince komutan, ‘Tamam başka sebep sayma, bu yeter ” demiş ya. O hesap.

Telgrafların okunuyor olması ve bizim en üst düzeydeki iki kahramanımızın bunu düşünmekten bile aciz bir görgü bilgi seviyesinde olmaları bile yeterince utandırıcı, üzücü ve düşündürücü.

Maalesef bu üzücü gerçekler de benim tezimi güçlendiriyor. Ülkemizin idaresini, vatanı kurtarmış olmanın prestijiyle ele geçiren bu kadronun gücü kendi halkına yetmiş. İngiliz’in önünde küçük düşen bu insanlar dönüp bize bu antlaşmayı ‘Lozan Zaferi’, vasat bir heyet başkanı olan İsmet Paşayı da ‘Lozan Kahramanı’ olarak dayatmışlar. Nesiller boyunca belletmişler.

Belgeler çıktıça pullar dökülüyor. Gerçek kapasite ortaya çıkıyor. Lozan’da karşı taraf bir imparatorluk olduğu için dünya ayarında bir arşiv bugünümüzü aydınlatabiliyor. O devirlere ait kendi belgelerimiz incelendikçe daha kimbilir hangi basiretsiz uygulamaların bize müthiş icraat adı altında pazarlandığını göreceğiz. Sırada o kadar konu var ki böyle belgelerin incelenmesini bekleyen.

Her çıkan belge o ‘Altın Devir’ hakkında bir gerçeği daha ortaya dökecek. Böyle böyle tarihimize bir yetişkin bakışı ile bakmayı öğreneceğiz.

2. LOZAN SONRASI ve HİLAFETİN KALDIRILMASI

Lozan’ın imzalanma tarihi, TMM’de onaylanma tarihi, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından onaylanarak yürürlüğe girme tarihi ile İngiltere tarafından onaylanması ve Halifeliğin kaldırılması arasındaki ilişki de ilginç.. Tesadüfler devam ediyor, diyelim..

Lozan Antlaşması’nın imza tarihi 24 Temmuz, 1923.
TBMM’de onay tarihi 23 Ağustos, 1923
Hilafetin Kaldırılması 3 Mart, 1924
Lozan’ın Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından onaylanması 31 Mart, 1924
İngiltere Avam Kamarası’nda onaylanması 10 Nisan, 2004
İngiltere’nin onay tarihi: 6 Ağustos, 1924
İngiltere’nin Musul Meselesi’ni Cemiyet-i Akvam’a müracaatı: 6 Ağustos, 1924

Pek çok kişi, bu kronoloji çerçevesinde Mustafa Kemal’in, Musul Meselesi sonuca bağlanmadan Hilafet’i kaldırmasını eleştirir. O devrin en büyük Müslüman nüfusu, başta Hindistan olmak üzere, İngiltere’nin yönettiği kolonilerdeydi. Bu Müslüman nüfusun tepkileri İngiltere üzerinde Lozan esnasında da bir baskı unsuruydu. Yeni açıklanan İngiliz belgelerinden anlaşılıyor ki, Hindistan Genel Valisi Londra’ya yolladığı raporlarda bunu vurguluyor. Vali, kendi hükümetine yazdığı raporlarda “Türklerin Lozan’dan mutlaka rencide etmeyecek bir sonuçla ayrılmasının önemini” vurguluyor. Aksi halde “Hindistan’ı idare etmekte zorlanacağını” söylüyor. Aynı baskı Cemiyet’i Akvam sürecinde de bizim lehimize çalışabilirdi. Mustafa Kemal tam bu aşamada Hilafet’i kaldırarak Hint Müslümanları’nı hayal kırıklığına uğratmış, İngilizlerin elini rahatlatmıştır. Haberi duyan Hindistan Müslümanları, o sırada orada bulunan yardım toplama heyetimizi zaten anında kapı dışarı ederler.

Şimdi, elinizi vicdanınıza koyarak ve zihninizdeki Atatürkçü şartlanmaları bir kenara koyarak cevap verin, lütfen.

Mustafa Kemal Paşa’nın baş danışmanı bir İngiliz ajanı olsaydı, Hilafet’in kaldırılması konusunda İngiltere için bundan daha avantajlı bir zamanlama önerebilir miydi?

Ben; ajan olduğu belli olmasın diye, fazla şüphe çekmemek amacıyla, biraz daha Türkiye lehine bir takvim önerirdi, diyorum..

Bence bu konudaki asıl büyük soru, Hilafet’in kaldırılması ile Musul arasındaki ilişkiden kaynaklanmıyor. Hilafetin kaldırılması ile asıl Lozan’ın İngiltere tarafından onaylanması arasındaki ilişki belki daha da önemli. Bu duruşu ile İngiltere, “Seni bağımsız devlet yapacak imzayı atarım ama önce şu Hilafet’i kaldırdığını bir göreyim bakalım…” der gibi..
İşte size bir İngiliz cetveli – kalemi daha…

]]>
Tevfik İzmirli – Bu da Fransız kalemi.. Ordumuz Büyük Taarruz’a hazırlanırken, Ankara Antlaşması ile hızır gibi yetişen Fransız yardımı.. VI. Bölüm /2011/03/tevfik-izmirli-fransiz/ Tue, 01 Mar 2011 22:49:01 +0000 /?p=16197 Merhabalar,

Soru IV
Büyük Taarruza hazırlandığımız sırada, Ankara Antlaşması ile gelen Fransız yardımını nasıl yorumlamak lazım?

Ankara Antlaşması’nın tarihi 20 Ekim, 1921..

Kazım Karabekir Doğu Cephesi’nde Ermenistan’a karşı harekete geçiyor. 29 Eylül, 1920.
Zamanlama müthiş. Kızıl Ordu’nun galibiyetini gören İngilizler Kafkasya’dan çekilmiş ama Kızıl Ordu henüz sınırımıza dayanmamış. Ne erken ne de geç. Karabekir’in bu zamanlamayı Ankara’ya kabul ettirebilmek için neler çektiğini tüm detayları ile biliyoruz.

Karabekir’in 15. Kolordu’su arka arkaya yaptığı muharebeleri kazanarak Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır’ı kurtarıyor.
Son olarak da Gümrü’ye kadar ilerleyip Gümrü Savaşı’nı da kazanınca Ermenistan barış istiyor.
Ermenistan ile barış görüşmeleri başlıyor. 22 Kasım, 1920.

Gümrü Anlaşmasını imzalıyoruz. 3 Aralık, 1920.
İmzadan bir gün sonra, henüz Gümrü Antlaşması onaylanmadan Kızıl Ordu Ermenistan’ı işgal ediyor.

Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması’nı imzalıyoruz. 16 Mart, 1921.
Bu antlaşmayla Batum’u ve Azerbaycan’ı Sovyetler’e bırakıyoruz. Bugünkü doğu sınırımız tanınıyor.
Sovyetler’in Milli Mücadelemiz’e nakit ve silah yardımı başlıyor. Aslında biz savaşı stratejik olarak bugün kazanmış oluyoruz. Bundan sonraya kalan, gereken gayreti gösterip Yunan’ı denize dökmek.

9 Haziran, 1921’de Fransa, eski dışişleri bakanlarından Henry Franklin-Bouillon’u, gayri resmi olarak, Ankara’ya yolluyor.
Bu hangi Fransa? 1920 yılında Güney Cephemizde, Ermenilerden oluşturduğu birliklerle, Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş ve Adana’da Türk kanı döken saldırgan Fransa.
İnsanın “Hay Allah senden razı olsun Lenin!” diyesi gelmiyor mu?

Ardından başlıyor Fransız yardımı. Evet Sevr’de Türkiye’yi paylaşanların arasında bulunan, Güney Cephesi’nde Türk kanı döken, Lozan’da da karşımızda oturacak Fransa Kurtuluş Savaşı’mıza yardıma başlıyor.

Fransızlar’dan lokomotif, ray, demiryolu için kömür almaya başlıyoruz.

Bu yardımın Sakarya Savaşı’ndan muzaffer ama yıpranmış olarak çıkmış, önünde Büyük Taarruz’a kadar bir yıldan az zaman kalmış ordumuz için ne kadar önemli olduğuna ‘Behiç Bey’in, Mütareke Dönemi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hizmetleri.. II. Bölüm’ başlıklı yazımda değinmiştim.
Bu yazımdan bir alıntı yapıyorum:

Trenlerde odun kullanımının sakıncaları
Bir kere odun hacmen çok yer kapladığından, trenlerde askere ve mühimmata ayrılacak yer azalıyordu. İkincisi odunun buhar verimi düşük olduğundan trenler yokuşları çıkmakta zorlanıyor, hatta bazen yokuşun ortasında kalıyorlardı. Bu da nakliyat süresini bazen üç katına kadar arttırıyordu. Üçüncüsü, bir ileri harekat yapılacaksa odunun önceden ve hat boyuna depolanması gerekecekti ki bu da düşmanın ileri harekattan haberdar olmasına yol açacaktı.
1922 yılının Mart ayı geldiğinde cephede yaşanan hareketlilik günlük odun tüketimini 250 tona yükseltti. Gerçek tarruz ve harp başladığında bu rakamın 600 ton oduna ya da 100 ton kömüre fırlayacağı hesaplandı.

Yunanlılar ve İngilizler yoldaki gemilere el koyunca Zonguldak kömürünü Fransız gemileri taşıyor..
Zonguldak kömürlerini işleten ‘Osmanlı Kömür Şirketi’ ile iki ay içinde 8,000 ton kömür almak için anlaşma yapılır. 15 Şubat, 1922′de Fransız bandralı Espuvar gemisi yola çıkar. Yunanlılar bu gemiyi Ege Denizi’nde yakalayıp Pire limanına çekerler ve kömürü oraya boşaltırlar. Bu haberi veren İstanbul’daki Fransız komutanı General Pelle idi.
Ardından 2,750 ton kömür ile ikinci gemi yola çıkar Onu da daha Boğaz’a girmeden İngilizler yakalarlar. Gemiyi İstanbul’a çekip içindeki kömürü çok düşük bir fiyatla halka satarlar.
Behiç Bey gemilerin Adana’daki Fransız demiryolu işletmesi için kömür taşıdığını gösteren belgeler düzenlenmesini talep eder. Bunun üzerine Ararat isimi bir Fransız gemisi, içinde bir Fransız subayı ile Osmanlı Bankası ve Fransız şirketi adına yola çıkarılır. Bu gemi sağ salim 1,270 ton kömürü Şubat ayının sonunda Mersin Limanı’na getirir. Bu geminin boşaltılması parasızlık yüzünden aksar. Sonunda Osmanlı Bankası’ndan borç alınarak konu halledilir.
Ardından Rusya isimli ikinci bir Fransız gemisi de aynı şekilde 2,500 ton kömürü getirince demiryollarının kömür sıkıntısı atlatılmış olur.

Behiç Bey lojistikten sorumlu olduğu için, Fransızlardan temin edilen malzelerden sadece kendi alanına girenleri sayıyor. Fransızların çekilirken teslim ettikleri silahlar ve cephane bunun dışında. Ayrıca, Fransa’ya gönderdiğimiz bir satın alma heyeti vasıtasıyla edindiğimiz silah, mühimmat ve kamyonlar var. Bunların arasında 1,500 adet hafif makineli tüfek, bunların 2,750 sandık cephanesi, 200 adet Berliet kamyonu da sayabiliriz. Bu teçhizatın bedeli Sovyet altınları ile ödeniyor.

Fransa’nın bu dönüşünün arkasında hangi sebepler vardı?
Dört tane sebep sayacağım. Her sebebi de altına, Dr. Hülya Baykal’ın ‘Kurtuluş Savaşında Türk – Fransız İlişkileri ve Türk Dostu Bir Fransız: Albay Mougin’ isimli çalışmasından bir alıntı vererek destekleyeceğim.

1.
Önce, kuşkusuz özgürlüğümüzün Güney Cephesi’nde de kanımızla ödediğimiz bedeli gelir..

“Kilikya, Antep, Urfa, Maraş direnmeleri üzerine buraları kaybedeceğini anlayan Fransa…..”

2.
Moskova Antlaşması ile başlayan Türk – Sovyet dostluğu ve Sovyet yardımı İngiltere’nin olduğu kadar Fransa’nın da gözünü açmıştır. “Türkiye sıkıştığı köşeden kurtulabilmek uğruna Bolşevikliği kabul ederse, bunun daha büyük plandaki sonuçları neler olur? sorusunun olası cevapları Fransa’yı da kendine getirmiştir.

“….Ankara’nın Moskova’da bir antlaşma imzalamasının aynı günlere rastlaması Fransa’yı endişeye itmişti. Ankara Hükümeti’ne karşı bu çekimser hava, sonraki bazı gelişmelerle ortadan kalkmış, Ankara-Moskova ilişkilerinin boyutlarının ortaya konması şüphe ve tedirginlikleri sona erdirmişti. Nitekim Bu konuda Mustafa Kemal’in 10 Mayıs 1920’de Chicago Tribune muhabirine verdiği demeç, Fransızları çok rahatlatmıştı. …. Kemalist hareketin Bolşevizm’e doğru gösterdiği gelişme kuşku yaratacak bir görünüm arzetmemektedir”.

3.
Fransa’nın İngiltere ile olan rekabeti, özellikle bu ikilinin Almanya’dan tahsil edecekleri harp tazminatı konusunda İngiltere’nin Fransa’nın işine gelmeyen bir tavır takınması.

“Bu anlaşma ile I. Dünya Savaşı öncesi kurulmuş bulunan İtilaf Bloku parçalandı. Versay’da kendisini desteklemeyen ve Almanya’ya yumuşak davranan İngiltere’ye kızan Fransa, Türkiye konusunda İngiltere’ye oyun oynuyor ve tek başına hareket ediyordu.”

“….esasta Fransızların Türk milliyetçileriyle ulusal akımın başlangıcından beri, bir anlaşmaya varmak istedikleri gözden kaçmıyordu. Bunun da birçok sebebi vardı. Bir kere Fransızlar İngilizlere, karşı bir tutum içine girmişlerdi. İngilizlerin üstünlüğünü ve gücünü kabul ediyor ve Orta Doğu’da kendi durumlarını yitirmekten korkuyorlardı. Fransızların görüşünce, İngiliz siyasasının amacı, Türkiye’yi Hindistan yolu üstünde bir kale olarak yeni bir Mısır durumuna getirmekti. İngilizlerin, İslam Dünyası anahtarı olan hilafete ihtiyaçları vardı ve Türkiye üzerinde bir koruyuculuk kurabilmek için, Türk ulusal akımının bastırılması gereğine inanıyorlardı.”

4.
Batı Anadolu’da kuvvetli bir Yunanistan Fransız çıkarlarına aykırı düşüyor.

“İşte bu gelişmeler karşısında İngilizlere karşı biricik dayanak olarak Türk ulusal akımını görmeye; Batı Anadolu’da, İngiltere’nin desteğinde kuvvetli bir Yunanistan’ın bulunmasını da kendi çıkarlarına aykırı bulmaya ve Türkiye’nin varlığını sürdürmesinin kendisi için daha yararlı olduğunu görmeye başlamışlardı..”

Şu alıntı, yine Dr. Hülya Baykal’ın aynı çalışmasından. Fransızların bizim lehimize Yunanlılar’a karşı askeri güç kullandığını anlatıyor.:

“Türklerle Fransızlar arasında yeniden doğan dostluk çerçevesinde, sözü geçen birliklerin garnizonları, Kilikya’da olduğu gibi İstanbul’da da Türk ordusuna silah, cephane, mühimmat, teçhizat teslim ettiler. Ve hatta Mayıs 1922’de “Helle” isimli bir Yunan Kurvazörünün hücumunu da, Kilikya yakasında bir Fransız harp gemisi püskürttü.”

Sonuç :

Mustafa Kemal Paşa’nın komutasında yürütülen Kurtuluş Savaşımız, öncelikle bu memleketin kendi evlatlarının döktüğü kanların sayesinde kazanılmıştır. Bu savaşı, hatta her hangi bir savaşı kazanmak amacıyla, eldeki her imkandan istifade edilecektir.  Milli Mücadele döneminde Türkiye de jeopolitik konumunun kendisine sağladığı her imkanı kullanmaya çalışmış, bunda başarılı da olmuştur. Sovyetlerle karşılıklı çıkarlarımızın uyuşması bir yakınlaşma getirmiş, bu yakınlaşma hem İngiltere’nin hem Fransa’nın  Türkiye’ye karşı olan ‘İmha, bölme ve işgal’ politikalarında kırılma yaratmıştır. Buna ek olarak İngiltere ve Fransa’nın aralarında, hem Orta Doğu politikaları, hem Anadolu üzerindeki hesapları, hem de Almanya ile olan ilişkileri yüzünden ortaya çıkan ayrışma, Ankara tarafından gayet başarılı bir şekilde kullanılmıştır.
Burada İngiltere ile Sovyetlerin karşılıklı stratejileri de önemli. Türkiye’nin varlığı, Sovyetler açısından İngiltere’yi Bakü petrolleri ve Boğazlardan uzak tutacak, İngiltere açısından ise Sovyetler’i Musul’dan uzak tutacaktır. Türkiye’nin yaşaması her ikisinin de işine gelmektedir.

Kurtuluş Savaşımızın kazanılmasında bu denge politikalarından yararlanmış olmamız, zaferimizin önemini azaltmaz. Bunların üzerini örtmek de önemini arttırmaz.

İtirazım, kendi tarihimizin kendi çocuklarımıza, – sadece çocuklarımıza da değil, yazdırılan romanlarla yetişkinlerimize de – kendi devletimiz tarafından, bir tek insanı ilahlaştırmak gibi çağdışı bir amaçla, çarpıtılarak öğretilmesine.

Anlatmaya çalıştığım gibi, Kurtuluş Savaşı’nda yendiğimiz Yunan Ordusu’nun arkasında yedi düvel mevcut değildi. Hele kati neticeyi aldığımız 1922 yılında Fransa ve İtalya açıkça bizim yanımızdaydı, İngiltere ise artık Anadolu’daki Yunan ordusuna bir tek çivi ile bir kangal dikenli tel bile vermiyordu.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

– d e v a m e d e c e k –

]]>
Tevfik İzmirli – İstanbul’un işgal yılları.. Yakın tarihimizde Batı’nın fırça darbeleri… – V. Bölüm – /2011/02/istanbulun-isgal-yillari/ Mon, 28 Feb 2011 18:41:51 +0000 /?p=16031 Merhabalar,

Bugün, yakın tarihimizde Batı’nın fırça ve kalem izleri konusuna yeni bir soruyla devam ediyorum.:

III. Soru
Mondros Mütarekesi’nin (ateşkes anlaşması) ertesinde İstanbul’un Müttefiklerce işgali nasıl bir işgaldir?

I. Dünya Harbi bitmiş. Yenilmişiz. Ateşkes anlaşması yapılacak. Anlaşmanın yeri Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda demirli bulunan İngilizlerin Agamemnon zırhlısı. – Agamemnon 18 Mart, 1915’de Çanakkale’ye saldıran ama ağır kayıplar sonucunda perişan olup çekilen müttefik donanmasında görev almış ve 18 Mart gününü aldığı ağır yaralarla hizmet dışı kalarak kapatmış bir zırhlı. Seçiminde sembolik bir intikam işareti de var. – Tarih 30 Ekim 1918. Müttefik heyetinin başında Müttefik Kuvvetler Akdeniz Donanması Komutanı Amiral Calthorp, Osmanlı heyetinin başında ise Bahriye Nazırı Rauf Bey (Orbay) var.. Detaya girmeye gerek yok. Rauf Bey sonradan pişman olacağı bu anlaşmayı, Amiral Calthorp’un sözlü garantilerini de dikkate alarak imzalıyor. – Burada Kenan Evren’in, NATO Avrupa Başkomutanı olduğu yıllarda tanıdığı General Alexandr Haig’in sözlü garantisine inanarak Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüş vetomuzu kaldırmasını hatırlamamak elde değil. Askerlerimizin dünyayı anlama konusundaki sıkıntıları nesilden nesile geçmiş –

İlk Müttefik askerleri Mondros’un imzasından bir hafta sonra, 6 – 7 Kasım 1918’de İstanbul’a çıkarlar.
Asıl işgal gücü 55 gemilik büyük bir donanma ve 3,500 asker ile 13 Kasım günü Çanakkale yoluyla İstanbul’a vararak Boğaz’a demir atar. Tam o günlerde Suriye Cephesi’ndeki görevinden İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa’nın gördüğünde “Geldikleri gibi giderler” dediği bu donanmadır.

Fiilen 1918 yılının Kasım ayında işgal altına düşen İstanbul’un bir de resmen işgal tarihi vardır: 16 Mart, 1920.
Yani resmi işgal, fiili işgalden onaltı ay sonra başlamıştır. İngiliz kuvvetlerinin Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak askerlerimizi şehit ettikleri kara gün bugündür.

İstanbul ancak 6 Ekim, 1923’de, Lozan’da kabul edilen şarta uygun olarak, yani Lozan antlaşmasının Meclis’de onaylanmasından altı hafta sonra, bu işgalden kurtulur. İşgal dönemi yaklaşık beş yıl sürmüştür.

İşgalin başladığı tarihde Rusya’da Kızıllarla Beyazlar arasındaki iç savaş, tüm cephelerde bütün şiddeti ile sürüyordu. İngilizler’in Beyaz Ordu’nun komünist ihtilali söndüreceği yönündeki ümitleri hala canlıydı. İngiliz politikasında, önceki yazılarımda değindiğim, Sovyetler Birliği korkusuna bağlı olarak ortaya çıkan Türkiye lehine kırılma henüz yaşanmamıştı. Kızıl Ordu henüz ülkeye hakim değildi. Kendi derdindeydi. Henüz Kafkasya’da Rus kuvveti yoktu.

Dolayısı ile bu dönemde İngiliz işgal kuvvetlerinin Türkiye yanlısı bir tutum izlemesi gerektiren bir sebep mevcut değildi. Zaten böyle bir icraatlarını da görmüyoruz. Ne zamana kadar? Ta ki, General Vrangel Ordusu’nun Kızıl Ordu önünde perişan olarak 1920 sonlarında Kırım üzerinden İstanbul’a sığınmasına kadar. Zaten Beyaz Ordu’nun bu büyük çöküşü, Kızıl Ordu’nun çığ gibi Kafkaslar’a inmesi İngiliz politikasını değiştirecektir. Buna değinmiştim.

Buna rağmen Müttefik işgali hakkındaki sorularım olacak:


1.
Milli kurtuluş hareketimizin ne kadar kahramanı varsa, bu işgal günlerinde İstanbul’dalar.

Başta Mustafa Kemal Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Albay İsmet Bey (İnönü) ve diğerleri. Buluşuyorlar, konuşuyorlar.. Anadolu’ya ilk geçen komutanımız Kazım Karabekir, Anadolu’ya geçtiği Nisan 1919’a kadar, Anadolu’ya ikinci geçen komutanımız Mustafa Kemal ise Anadolu’ya geçtiği 15 Mayıs, 1919’a kadar hep İstanbul’dalar.

Mustafa Kemal İstanbul’da bu şekilde altı ay geçiriyor. Harbiye Nazırı olma girişimleri, politik temasları hep bu dönemde. En kısa kalanları Karabekir. İstanbulda sadece 134 gün kalıyor. Onun kafası net. “Boşuna politik çözüm aramayın, burada İngilizlerin dibinde kalıp riske girmeyin, hemen Doğu’ya gelin mücadeleye başlayalım” diyen, Karabekir. 28 Kasım, 1918’de döndüğü İstanbul’dan, kendisini Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanlığı’na tayin ettirmiş olarak 12 Nisan, 1919’da, Gülcemal Vapuru ile, Trabzon’a doğru yola çıkıyor.

Siz müttefik işgal güçleri komutanı olsanız, bu generallere yönelik tedbir almaz mıydınız?
Bir kere ilk yapacağınız iş olarak mesela, albaydan yukarı rütbeli tüm askeri personeli emekli edip üniformadan ve rütbeden arındırmayı düşünmez misiniz? Ardından bu durumdaki tüm subayları ya ülke dışına sürgüne yollayıp, ya da – doğrudan hapse atamıyorsanız – ev hapsine alıp tecrit etmez misiniz? Bir tane tutuklama yok. Allah’dan ki yok.. Ama yok..

2.
Osmanlı’nın Genel Kurmay Başkanlığı da Savunma Bakanlığı da faaliyette.

Son zamanlara kadar tayinler, terfiler yapıyorlar. Anadolu’daki Kolordularımız ile haberleşiyorlar. Anadolu’da başlayacak olan direnişe uygun tayinleri çıkarıyorlar. İstanbuldaki askeri varlığımız, İngilizlere belli etmemeye çalışarak, Milli Mücadelemize tam destek veriyor. Karabekir’i de, Mustafa Kemal’i de Anadolu’da görevlendirilmelerini sağlayanlar bu teşkilatlarımız. Zamanı gelen Anadolu’ya geçiyor. En son geçenler İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak.

O kadar ki, İngilizler Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ne niyetle yollandığından şüphelenip hükümete nota verdiklerinde Sadrazam Vekili İngilizlere Mustafa Kemal’in geri çağrılmasını talep ettikleri için teşekkür ederken, Anadolu’daki hareketin arkasında Harbiye Nezareti’nin bulunduğunu söyleyebiliyor. Ama aynı anda Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa (Çobanlı) ise Mustafa Kemal ile şifreli telgrafla haberleşmektedir.

Siz müttefik işgal güçleri komutanı olsanız, buna yönelik tedbir almaz mıydınız?
Savunma Bakanlığı’nı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı hemen lağv edip geriye mesela cılız bir Jandarma Komutanlığı bırakmayı düşünmez miydiniz? Veya I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerimiz Almanların en üst düzeyde yaptıkları gibi doğrudan doğruya kurmay subaylarınızı Genelkurmay’ın içine sokmayı düşünmez miydiniz?

Kazım Karabekir’in günlüklerinden öğreniyoruz ki; Karabekir, Mustafa Kemal’in Samsun’a ne amaçla tayin edildiğini biliyor. Günlüğüne, ‘Mustafa Kemal Paşa bugün Samsun’a çıktı. Muvaffak olacaktır inşaallah’ yazmış. Herşeyden bilgisi olduğu açık. ‘Derin Devlet’imiz işbaşında. Zaten Mustafa Kemal Anadolu’ya Ordu Müfettişi olarak tayin edildiğinde Genel Kurmay Başkanlığı koltuğunda Fevzi Paşa (Çakmak) oturuyordu. Aynı Fevzi Paşa İstanbul’un resmen işgaline kadar ise Harbiye Nazırlığı yapacaktı.

Atatürkçü tarihçilik, son yıllara kadar Mustafa Kemal’in Anadolu’ya İngilizler’den gizli geçtiği yalanını yayardı. Belgeler ortaya çıktıkça sesleri kesiliyor. Artık kendisinin ve karargah personelinin ellerinde kapı gibi İngiliz vizesi olduğunu biliyoruz. Vizenin aslı bulundu ve yayımlandı. Bindikleri Bandırma Vapuru’nun da öyle pusulasız ve hurda bir gemi olmadığını, o anda İstanbul’da bulunan en düzgün durumdaki posta vapuru olduğunu Atatürkçü tarihçilerimiz bile artık yazıyorlar. Zamanın ve belgelerin ortaya çıkaramayacakları gerçek yok. Sadece sabır meselesi. Bizim neslimizin ömrü görmeye yetmese de bu büyük sis perdesi mutlaka kalkacak. Gelecek nesiller Atatürk’ün kendi soytarılarına yazdırdığı bu Karagöz – Hacivat tarihini okumaktan kurtulacaklar.

3.
16 Mart, 1920’deki resmi işgali tetikleyen de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Misak-ı Milli’yi onaylaması.

Kasım 1919’da tüm memlekette seçimler yapılıyor. Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin adayları pek çok vilayetimizden seçiliyorlar. Bunların çoğu Ankara’ya uğrayıp Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye üyeleri ile görüştükten sonra İstanbul’a geçiyorlar. Meclisi- Mebusan, 1920 Yılının 12 Ocak günü İstanbul’da açılıyor. Bizim Millicilerin gurubuna Felah-ı Vatan gurubu deniyor. Başlarında Ankara’dan gelen Rauf Orbay var.. Millici gurubun Anakara’nın arzusuna uygun girişimi ile ‘Misak-ı Milli’ Osmanlı’nın bu son Meclis-i Mebusan’ı tarafından 28 Şubat, 1920 günü kabul ve ilan edilince, İngilizler işgali resmi bir hale sokuyorlar. Meclis-i Mebusan’ı basarak dağıtıyorlar. Rauf Orbay dahil, bir çok kişiyi tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar.
Ne zaman? İstanbul’a asker çıkardıkları tarihten onaltı ay sonra.. Günaydın!

Bir de şu nokta var: Meclis-i Mebusan’ın Müttefiklerce dağıtılması Ankara’da sevinçle karşılanıyor. Çünkü İstanbul’da meşru bir Osmanlı meclisi faaliyet gösterirken Ankara’da yeni bir meclis açmaya cesaret edilemiyor. Halk nezdinde bu yeni meclis açma teşebbüsünün Padişah’a baş kaldırmak olarak algılanacağından korkuluyor. O sıralarda Milli Mücadele’nin halk desteği kazanmasında en önemli sebeplerden biri ‘Vatan toprakları ile birlikte, aynı zamanda Halife olan Sultan’ın kurtarılması”. Müttefiklerin bu hareketi Ankara’nın dualarının kabulu gibi. Hemen harekete geçiliyor. Kaçabilen mebuslarımız Ankara’ya geçiyorlar ve hemen 23 Nisan, 1920’de Millet Meclisimiz bu mebuslar ve Anadolu’dan yeni katılanlarla açılıyor. Ankara’da toplanan Meclis, kapatılan meclisin işgal altında olmayan bir şehrimizde toplanması. Zaten ilk görüştüğü kanun, İstanbul’daki son toplantısında görüşmesi yarıda kalan kanundan başkası değil. Bu hareketle de devamlılık ve süreklilik vurgulanmış oluyor.

Bu, I. Meclis. Milli Mücadeleyi yürüten ‘Gazi Meclisimiz’. Mustafa Kemal tarafından oluşturulan güdümlü II. Meclis’e yerini bırakıncaya kadar görev yapacak. 1950 Yılına kadar bir daha bu kadar özgür bir meclisimiz olmayacak.

4.
İstanbul’dan Anadolu’ya subay ve mühimmat akışı devam ediyor.
Önceki yazılarımda değindim. İstanbul’daki depolardan top bile alınabiliyor. Subaylara gelince, Osmanlı Ordusunda subay olup da Milli Mücadele saflarına katılmak istemiş ve Müttefiklerin engellemesiyle katılamamış tek bir subayımız yoktur. Ama İzmit üzerinden, ama Bursa üzerinden Ankara’ya geçebiliyorlar. Yollar tehlikeli. Milli Mücadele karşıtı çeteler var. Ama Müttefiklerin işgali altındaki İstanbul’da serbest oldukları için, gizlice de olsa, bir şekilde şehri terkedebiliyorlar. İstanbul’dan çıktıktan sonra, ‘Millici Çeteler’ tarafından oluşturulmuş ulaşım zinciri bunları Eskişehir’deki tren hattına kadar ulaştırıyor.

Genelkurmayımız çalışıyor, Savunma Bakanlığımız çalışıyor. Tayinler, terfiler, maaş ödemeleri yapılıyor. Komuta kademesinde bir tasviye söz konusu değil. Osmanlı’nın kurmay heyeti sanki mola almış, dinleniyor, hazırlık yapıyorlar.. Cephelerden yeni dönmüş generallerimiz serbest. Silahlar, cephaneler kaçırılıyor. Seçimler yapılıyor, meclis toplanıyor. Yapılan seçimler bu meclisteki çoğunluğun millicilerin eline geçmesine imkan verecek kadar serbest… Aslında 1950 yılına kadar göreceğimiz ilk ve son baskısız seçim bile diyebiliriz..

Allah bir daha değil işgal göstermek, işgalin adını bile duyurmasın ama “bu kadar yumuşak, bu kadar medeni, bu kadar müsamahalı, deyim yerindeyse ‘kevgir gibi’ bir işgal idaresi – hele Yunan’ın İzmir işgali ile karşılaştırınca – dostlar başına” desem, haksızlık olur mu?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

– d e v a m e d e c e k –

]]>
Tevfik İzmirli – Zihinsel sınırlarımıza devam. Kısa bir değerlendirme… – IV. Bölüm – /2011/02/zihinsel-sinirlarimiza-devam/ Sat, 26 Feb 2011 02:50:59 +0000 /?p=16087 “Atatürk’ün öncülüğünde kurduğumuz Cumhuriyetimizin batılı güçlere rağmen değil, aksine onların gizli ya da açık destek ve onaylarıyla kurulduğunu söylüyorum. O yıllarda değişen dünya dengeleri, Anadolu’da Türk varlığının devamını Batı açısından tekrar gerekli hala getirmişti. Bu yüzden dolaylı dolaysız bizi desteklediler.”

“Kurtuluş döneminden sonra da, Atatürk idaresinin kendi milletine karşı izlediği politikaları da kıs kıs gülerek ve ellerini ovuşturarak izlediklerini düşünüyorum. ‘Köre lazım bir göz, Allah verdi iki göz’ demiş olmalılar..”

“Açık söylüyorum: Atatürk’ün İngiliz menfaatlerine ters düşen tek bir icraatı yoktur. Olmamıştır. ‘İnkilap’ adı altında yaptıkları da İngilizlerin başka hiç bir yoldan elde edemiyecekleri kadar İngiliz amaçlarına uygun icraatlardır.”

“Bunları Atatürk’e İngilizler yaptırdı” demiyorum. Ama, “Kalem İngilizlerin elinde olsaydı daha başka ne yapabilirlerdi ki?” diye düşünmeden edemiyorum..”

‘Kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ Allah’ın Türk milletine bir hediyesi ise, ‘İnkilapçı Atatürk’ de Allah’ın İngilizlere bir hediyesi olmuştur..”

“Atatürkçülerin kutsal kitabı Nutuk, belki de dilimizde yazılmış olan tüm kitaplar içinde en fazla çarpıtma içeren eserdir. Bunu ciddi Atatürkçüler de itiraf ederler.. ‘Yalan söylüyor’ diyemeyecekleri için, ‘O yılların politik havası vs.’ gibi gevelemelerle geçiştirirler..”


* * *
Merhabalar,

Aslında sorularım hazır ama sormaya bir gün ara vererek aynı konuda kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum:

Yakın tarihimizin şekillenmesinde dış dinamiklerin büyük etkisi olduğunu, bu açıdan Araplardan o kadar da farklı olmadığımızı öne sürmüştüm.

İddiam, daha geniş olarak şu noktaları içeriyor:

Atatürk’ün öncülüğünde kurduğumuz Cumhuriyetimizin batılı güçlere rağmen değil, aksine onların gizli ya da açık destek ve onaylarıyla kurulduğunu söylüyorum. O yıllarda değişen dünya dengeleri, Anadolu’da Türk varlığının devamını Batı açısından tekrar gerekli hala getirmişti. Bu yüzden dolaylı dolaysız desteklediler.

Kurtuluş döneminden sonra da, Atatürk idaresinin kendi milletine karşı izlediği politikaları da kıs kıs gülerek ve ellerini ovuşturarak izlediklerini düşünüyorum. ‘Köre lazım bir göz, Allah verdi iki göz’ demiş olmalılar..

Açık söylüyorum: Atatürk’ün İngiliz menfaatlerine ters düşen tek bir icraatı yoktur. Olmamıştır. ‘İnkilap’ adı altında yaptıkları da İngilizlerin başka hiç bir yoldan elde edemiyecekleri kadar İngiliz amaçlarına uygun icraatlardır.

“Bunları Atatürk’e İngilizler yaptırdı” demiyorum. Ama, “Kalem İngilizlerin elinde olsaydı daha başka ne yapabilirlerdi ki?” diye düşünmeden edemiyorum..

‘Kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ Allah’ın Türk milletine bir hediyesi ise, ‘İnkilapçı Atatürk’ de Allah’ın İngilizlere bir hediyesi olmuştur..

‘Kurtuluş’ bize Batı’nın bir hediyesi miydi? Tabi ki hayır. Biz kanımızı döktük, canımızı verdik. Millet olarak üstümüze düşeni fazlasıyla yaptık. O yokluklar içinde Yunan Ordusu’nu dağıtıp Anadolu’dan attık. – Bu arada büyük devletlerin ne kadar kolay dönebildiğini çok geç anlayan Yunanlıların hali ibretlik bir vaka olarak tarihe geçti. – Ama kurtuluş mücadelemizin bir noktasından başlayarak, batılı güçlerin Yunanlıların arkasından çekildiklerini, bizim kefemize ağırlık attıklarını da bilelim, anlayalım, söyleyelim. Bu bizi küçültmez. Yetişkin insanlar masal dinlemek değil, gerçekleri bilmek ister. Asıl küçük düşürücü tutum, tüm dünyanın bildiği bu gerçekler yokmuş gibi davranmaktır. Atatürkçülük bizden bu boş böbürlenmeyi bekler.

Atatürkçü tarihe bakarsanız Sakarya Zaferimizden önce yapılan Kütahya – Eskişehir – Altıntaş muharebelerinde uğradığımız bozgun da önemsizdir. Sanki ordumuz Sakarya’nın doğusuna keyiften çekilmiştir. Kurtuluş Savaşımızın muharebelerini sayarken bu bozgunu atlayarak, I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ile Büyük Taarruz ve Başkumandanlık Meydan Muharebelerini saymak adetdendir. İşte Atatürk’ü yenilmez göstermek isterken kendi tarihimizi karartma utanmazlığının bir örneği daha. Hepimiz sürekli olarak oniki yaşında kalsak sakıncası olmayacak.

‘Kurtuluş’dan sonra hayata geçirilen, Atatürk Devrimlerini de içeren, çoğu gereksiz ve bir kısmı da – milletimizi boş yere bölerek dindarları devletine karşı kutuplaştırarak, ırk bazında ayrım yaratıp Kürt sorununu kronikleştirerek, Türkçeyi bozarak, Türk tarihini yaz boz tahtasına çevirip uyduruklaştırarak, dünyanın güldüğü kendi icadı akıl dışı tarih tezini okul müfredatına koyarak, kültürel ve tarihi bağlarımızı zedeleyerek, kopya yolu ile Avrupalıları taklit ederken kimlik problemleri yaratarak, fikir ve siyaset hayatımızı sansürlerle, sürgünlerle, hapislerle çölleştirerek, adliyeyi oyuncağa çevirip hukuku perişan ederek, kalkınmayı erteleyerek – zararlı olmuş uygulamaların da Batı’nın çıkarlarına uygun tasarımlar içerdiğini düşünüyorum.

Batı, Atatürk’ün şahsında – dil gibi, din gibi, tarih gibi, sosyoloji gibi, iktisat gibi, şehircilik gibi, müzik gibi, eğitim gibi – hiç bir uzmanlığı olmayan konulara bodoslama dalacak kadar cüretkar ve kendisini gerçekten her konuda dahi sanan – Askerlik Dahisi, Ziraat Dahisi, Adliye Dahisi, İdare Dahisi, vs. – bir kişilik bulmuş, Türk milletinin harsının, tarihinin, dilinin, kültürünün bu heveskar dahinin elinde oyuncak edilmesini çubuğunu yakarak seyretmiştir.

XX. Yüzyıl’ın başından beri bu tasarımları aşağı yukarı her önemli dönemeçte görmek mümkün. O bakımdan, Atatürkçülerin böbürlendikleri ‘Kurtuluş Savaşı yedi düvele karşı kazanılmıştır’ palavrasından tutun, ‘Cumhuriyetimiz ezilen ulusların Batı’ya meydan okumasının sembolüdür’ söylemlerine kadar tüm yalanlarını tek tek çürütmek gerek.

Atatürkçülerin inanmamızı istedikleri şekilde anlatılan yakın tarihimiz, çarpıtmalarla, karartmalarla, görmezden gelmelerle, eksikliklerle dolu bir uydurulmuş tarihtir. Atatürkçülerin kutsal kitabı Nutuk, belki de dilimizde yazılmış olan tüm kitaplar içinde en fazla çarpıtma içeren kitaptır. Bunu ciddi Atatürkçüler de itiraf ederler.. ‘Yalan söylüyor’ diyemeyecekleri için, ‘O yılların politik havası vs.’ gibi gevelemelerle geçiştirirler..

Bu uydurulmuş gerçekliğin milletimize nesiller boyu hipnoz yoluyla benimsetilmesi gayretlerine de Atatürkçülük denir.
Milletçe kurtuluşumuz bu Atatürkçü hipnozdan kurtulup kişiliğimize kavuşmamıza bağlı.
Nitekim; kurtuldukça kendimize geldiğimizi, kişiliğimizi bulduğumuzu, güçlendiğimizi, yavaş da olsa komik olmaktan çıktığımızı, dünyada da saygı görmeye başladığımızı görüyoruz.

Bu hipnozun farkına varmak için Atatürk öncesini, Atatürk dönemini ve Atatürk sonrası dönemi iyice anlayıp analiz edebilmemiz şart. Yoksa Atatürk öncesini ‘Karanlık Devirler’, Atatürk dönemini ‘Altın Çağ’, Atatürk sonrasını ise ‘Karşı Devrim Çağı’ olarak yaftalayan, menfaati icabı bilerek yalan söyleyen profesyonel Atatürkçülerin, emekli yüksek yargıçların, emekli generallerin martavallarına kapılmış oluruz.

Maalesef, okur yazar olup kendi mesleğinde en üst basamaklara çıkabilmiş, toplumuzun en iyi yetişmiş insanları arasında bulunan ama bu martavallardan kurtulamamış pek çok vatandaşımız mevcut. Bu insanlar ömür boyu maruz kaldıkları propaganda sonunda, ciddi ciddi “Atatürk gelmeseydi, bugün Afganistan seviyesinde olacaktık” diye düşünüyorlar.

Halbuki Irak’lı Arap gayet iyi biliyor ki, 1860’larda, Irak’ın ilk Teknik Okulu’nu kuran da, ilk Askeri Okul’unu açan da, Dicle’ye bent yaparak Bağdat’a şehir ve sulama suyunu getiren de Osmanlı’nın, hem de Abdülaziz devrindeki Bağdat Valisi Mithat Paşa’dır. Bunu Bağdat’lı Arap bilir ama 2011 yılında İstanbul’lu Türk bilmez. Bilmemesi istenmiş ve bilmemesi ‘Maaşlı Atatürkçüler’ eliyle sağlanmıştır.
Aynı Mithat Paşa, İlber Ortaylı’ya göre, Avrupa’nın XIX. Yüzyılda çıkardığı iki en büyük validen biridir. Tuna Valiliği apayrı bir başarı hikayesidir.

Bugünün Afganistan’ı bir Mithat Paşa çıkarabilmek için kaç yıla muhtaçtır? Bir de üzerine 1860’dan bugüne geçen 150 yılı koyun. İşte Afganistan’la olan farkımız. İşte Atatürkçü beyin yıkama! Atatürkü büyük gösterebilmek için kendi tarihimizi ne kadar aşağılatmışlar ve bizim insanlarımız bunu nasıl benimsemiş! Şu tahribata bakın…

Bu iyi yetişmiş, tahsilli kesim aslında insan sermayemizin en değerli kısmı. En büyük eğitim yatırımı bu kesime yapılmış. Çoğu iyi eğitimli, düzgün ahlaklı, çalışkan, temiz, yurtsever insanlar. Tek kusurları Atatürkçü hipnoz içinde yetişmiş olmaları. Bu vatandaşlarımızı ikna etmemiz, hipnozdan uyandırmamız gerek.

Bu kesimin eğitimli olması ve genellikle sadece hipnoz yüzünden Atatürkçü olmaları – daha doğrusu kendilerini Atatürkçü olarak görmeleri – bizim işimizi kolaylaştırıyor. Bu kesim profesyonel / çıkar yüzünden Atatürkçü olan ‘kaşarlanmış’ kesimden çok farklı… Gerçekten Atatürkçü düşüncenin memleketimize faydalı olduğunu sandıkları için Atatürkçülüğü savunuyorlar. Ama kendilerine akla hitap eden analizler ve tarihi gerçekler sunulduğunda düşünmeye başlıyorlar. Akılları ve vicdanları devreye giriyor. Sadece bıkmadan anlatmak lazım.

Milli güç unsurumuzun en kıymetli parçası olan bu eğitimli insanlarımızı Atatürkçülük narkozundan uyandırmak için anlatacağız.
Atatürkçülük tarafından körüklenmiş ırk ve yaşam tarzı bölünmelerini aşıp bütünleşmek için anlatacağız.
Cumhuriyetimiz, milletiyle barışmış, kucaklaşmış bir devlete dönüşsün diye anlatacağız.
İkna yolundan başka yürüyecek yolumuz yok.
İşte tarih bu noktada işe yarıyor.

Ben amatör bir okuyucuyum. Tarihçi değilim. Asıl görev milyonlarca insanın karşısına ‘Tarihçi’ etiketiyle çıkan konunun uzmanlarında. Ama bunların en tanınmışlarında bile ‘fincancı katırlarını’ ürkütmeme refleksi gelişmiş. Epey zamandır kamuoyunun önünde yazıp konuşanları bu gözle izliyorum. Tarihçi olup da Atatürk döneminin içyüzünü, gerçeklerini bilmeyen aklı başında birisine rastlamadım. Ama laf Atatürk dönemine ve Atatürk’e gelince, ne hikmetse, eleştirinin tam o noktasında ‘es’ geçiyorlar. ‘Belli bir konuda tarih kitaplarında yazanların doğru olmadığını’ söylüyorlar, o kitapların yazıldığı dönemin ‘Atatürk dönemi’ olduğunu es geçiyorlar. “Türkçe büyük darbe yemiştir” diyorlar, bu darbenin Atatürk’ün dahiyane dil devriminden geldiğini es geçiyorlar. ‘Şu alim Türkiye’den kovulmuştu’ diyorlar, kovanın adını ağza almıyorlar..

Tarihçilerimiz sanki rejimle gizli bir anlaşma yapmış gibiler. Statüko, sanki bu alimlere, “Sen bil, ama kimseye söyleme.. Profesörlük de senin, makam da, statü de…” demiş, bunlar da kabul etmişler gibi.. Tam şerefsizleri alenen yalan söylüyorlar. Kendisine biraz saygısı olanları ise yalan söylemiyorlar ama gerçekleri es geçiyorlar. Kimileri de herhalde halkın duymaya hazır olmadığını düşündüklerinden olsa gerek, özelde farklı, halka karşı farklı konuşuyorlar. Bu da ‘Benden duymasınlar’ diyerek vefat haberini aileden saklayan komşu rolü… Bu ‘alim’lerimiz adına bazen ben utanıyorum.

Marksist ve İslamcı kökenli tarihçilerin, Atatürkçülük narkozu yememiş oldukları için, konuya daha cesur yaklaşabildiklerini görüyorum.
Bunların dışında bulduğunu, gördüğünü, düşündüğünü yazan bilim ahlakı sahibi seviyeli tarihçi sayımız iki elin parmaklarını geçmiyor.

Yarın, “İstanbul’un işgal yılları. Yakın tarihimizde Batı’nın fırça darbeleri… – V. Bölüm – ” başlıklı yazıyla devam etmek üzere..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – İngiliz kalemi bu defa İstanbul’un silah depolarında.. Bir soru daha.. – III. Bölüm – /2011/02/ingiliz-kalemi-iii-bolum/ Fri, 25 Feb 2011 03:39:31 +0000 /?p=15943 Merhabalar,

Konuya devam ediyoruz. Bugün de bir sorumuz olacak.

II. Soru
Kurtuluş Savaşı esnasında gizli teşkilatımız Müttefiklerin İstanbul’daki silah depolarından, Anadolu’ya silah kaçırıyordu.. Neredeyse Ankara’nın verdiği sipariş listesine göre sevkiyat yapılıyordu. Bu nasıl mümkün oldu?

Doğru. Gerçekten kaçırmışlardı.. Bize anlatılan nasıldı? Gizlice kaçırmışlardı.. Geceleri, sandık sandık cephaneler, tüfekler.. Kayıkçılar, motorcular.. Fransız işgal bölgesinde kalmış Bakıköy’deki depolardan, İngiliz işgal bölgesindeki Haliç depolarından..

Hatıraları ve belgeleri okudukça ne öğreniyoruz? Meğer bizim teşkilat bu silahları – en azından bir kısmını – para (rüşvet) ödeyerek İngiliz ve Fransız subaylarından satın alıyormuş. Koskoca toplar dahil.. Toplar da mı motorlara sırtta taşınarak gizlice yükleniyordu?

Lozan’ın ikinci dönem toplantıları yaklaşık iki buçuk aylık bir aradan sonra, 23 Nisan, 1923 tarihinde başlar.. Masadaki, müzakerelerin ilk döneminden kalmış, halledilmeyi bekleyen konulardan biri de Yunanlılardan talep ettiğimiz harp tazminatıdır. Yunanlılar tazminat ödeme şartına direnmektedirler. Üzerimizde baskı uygulamak amacıyla Trakya’ya asker sokma tehdidinde bulunurlar. Trakya’da, o sırada yürürlükte bulunan ve Trakya’da en fazla 10,000 jandarma bulundurmamıza izin veren Mudanya Mütarekesi’ne uygun olarak, sadece 7 – 8,000 arasında jandarmamız görev yapmaktadır. Yunanlılar ise daha konferansa ara verilmeden, Ocak ayı içinde, sınıra 50,000 civarında mevcutlu sekiz tümen yığmış durumdadırlar.

– Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde tümen ve kolordu komutanlarımızın yaptıkları hatalar olmasa Yunanistan’ın Meriç boyuna yığdığı bu sekiz tümenlik gücü bir araya getiremeyeceğini de asker kökenli askeri tarihçilerimizden öğreniyoruz. Bu hatalardan faydalanan en az dört Yunan tümeni kuzeye, Bursa üzerine, çekilerek Mudanya’dan gemilerle tahliye ediliyorlar ve burunları kanamadan Yunanistan’a ulaşıyorlar.

‘Atatürkçü tarih’ ise bunları görmezden gelir, kendi vatandaşı olan ‘biz sivil koyunlar’a, kendi zaferimizi dahi çarpıtarak, bir efsane havasında anlatır. Bu da göstermeye çalıştığım ‘Atatürkçü hipnoz’un başka bir yüzüdür. Çünkü ‘Büyük Dahi’nin yönettiği bir savaşta eksik, kusurlu, yanlış harekat yapılmış olamaz!

Çeşitli hatalarımız sonucunda elimizden kurtulan bu Yunan tümenleri ‘Büyük Dahi’ (bu kitap yazarının kullandığı tabirdir) Fevzi Paşa’nın önerisi yerine İsmet Paşa’nın önerdiği hareket tarzını onayladığı için takip edilmemişlerdir. Sorumlu Büyük Dahi’yi yanıltan İsmet Paşa’dır! Çünkü ‘Büyük Dahi’ hiçbir kararında kusurlu olamaz! (1) –

İşte o sıralarda Ankara Hükümeti, Trakya’daki birliklerimizi güçlendirerek Yunan tehdidini dengelemek amacıyla, Tekirdağ Limanı’na gizlice 30 adet top sevk etmek ister. Bir İngiliz harp gemisi bu topları taşıyan gemiyi Marmara’da yakalar. İngilizler toplara el koyarlar.

Bunun üzerine İsmet Paşa, konuyu gündeme getirerek, İngiltere’nin Lozan’ın ikinci dönemindeki Baş Temsilcisi Rumbold’dan, topların iadesini talep eder. Rumbold, “Olmaz” der. İsmet Paşa ısrar eder. Rumbold köpürür ve “O toplar sizin değildir” der. İsmet Paşa “Bizimdir” der. Rumbold diplomatik sınırları geçerek der ki: “O toplar Mondros mütarekesi uyarınca tarafımızdan muhafaza altına alınmıştı. Oradan çaldınız. Siz hırsızsınız!”. İsmet Paşa çileden çıkar. Sinirden eli ayağı titremeye başlar. Kendisini zorlukla kontrol eder. Renk vermez. Konferansın yarım kalmasından çekinerek söylemek istediklerini söylemez. Kendini toparlar. Topların iadesini talep etmeye devam eder.

Bu sahneyi nakleden Lozan’daki Türk Heyeti’nin İkinci Delegesi, Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur şöyle devam ediyor:

“Rumbold’un dediğini anlatayım: Sözü doğru. Mütareke olunca, Müttefik Devletler Türkiye’nin silahlarını toplatmış, tahrip edebildiklerini etmişler, diğerlerini depolara doldurmuşlar. Bir kısmını İngiliz, bir kısmını Fransız askerleri nöbet bekleyerek muhafaza ediyorlardı. Milli hareket harpleri zamanında İstanbul’daki teşkilat İngiliz ve Fransız zabitlerine para veriyor, buradan silah aşırıyorlar, Anadolu’ya gönderiyorlar. Bu zabitler para mukabilinde bizim bütün silahlarımızı hırsızlama suretiyle bize vermişlerdi. Hatta İngiliz kumandanı General Harrington’un yaverine de para vererek onlardaki silahları aşırmıştık.

Dilimin ucuna da geldi… Hemen, “Hırsız biz değil sizsiniz. Çünkü mal bizim. Cebren eşkiya gibi malımızı müsadere ettiniz. Sonra da zabitleriniz depolardan çalıp çalıp bize sattılar. Hem de sizin hırsızlığınız katmerli” diyeyim. Fakat hiç söyler miyim? Sonra çıksın, Rumbold’un maksadı hasıl olsun. Adamın gayesi apaçık… (2)

“Müttefik depolarından aktarılan silahların tamamı bu yöntemle alınmıştır, bizim teşkilatımız riske girmeden bakkaldan peynir alır gibi bu silahları temin etmişlerdir” demiyorum. Ama top gibi ağır silahlar ve İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı’nın yaveri gibi kritik mevkideki subaylar söz konusu olduğunda işin başka yönlerinin da bulunduğu ortaya çıkmıyor mu?

Dünkü yazımda bahsettiğim ve link verdiğim Yunan belgeleri de bu silah ve cephane akışına gösterdikleri müsamaha nedeniyle Yunanlıların İngilizler’e ettiği sitemi yansıtmıyor muydu? Yunan istihbaratının haberdar olduğu bu akışdan İngiliz İstihbaratının haberdar olmaması beklenebilir mi?

Bizim gizli örgütümüz kurnaz da İngilizler mi saf? Burada açıkça bir göz yumma, bir yumuşak davranma, yol verme olduğu akla yakın değil mi? Aynı İngiliz bizi düşman gördüğü Filistin Cephesi’nde bize silah satmış mı? Ya da Kurtuluş Savaşımızda bize silah satan Yunan Subayı çıkmış mı? Çünkü onlar o anda gerçekten düşmanımız. Halbuki yukardaki örnekten de anlaşıldığı gibi, İngiltere resmen Yunanistan’ın arkasında dursa da, derin İngiltere dünya dengelerinin değiştiğini okumuş, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Türk milli direnişinin ezilmemesi için ipi gevşetiyor. Olay ortaya çıksa, “Haberimiz yok, bazı subayların kişisel kusuru, ihmali olmuş olabilir” deyip işin içinden sıyrılacak.. Hatta belki de sırf bu sebeple, yani siyasi bir kararla verildiği belli olmasın diyerek, emirle değil de kişisel rüşvetle verilmiş süsü vermek amacıyla bile para almış olamaz mı İngiliz istihbaratçıları?

Yoksa tüm silahları yurt dışına çıkartmak, hiç olmadı hepsini imha etmek, o kadar zor muydu Müttefikler için?

Burada da görünmüyor mu İngiliz’in tarihimize – hem de Yunanistan’a karşı dövüşürken bizim lehimize olacak şekilde – dokunan kalemi?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

(1)
Em. Tüm. Gen. Celal Erikan – ‘Komutan Atatürk’. T. İş Bankası Kültür Yayınları. I. Baskı: 1964

(2)
Dr. Rıza Nur, Joseph J. Grew – ‘Lozan Barış Konferansı’nın Perde Arkası’. Örgün Yayınevi. I. Baskı 1994

– d e v a m e d e c e k –

]]>
Tevfik İzmirli – Arapların siyasi sınırları, bizim zihinsel sınırlarımız… Cetvel aynı cetvel… Bizdeki adı Atatürkçülük olmuş… İlk sorumuz… – II. Bölüm – /2011/02/bizdeki-adi-ataturkculuk-olmus-ilk-sorumuz/ Thu, 24 Feb 2011 03:12:22 +0000 /?p=15825 Merhabalar,

İlk yazıyı bitirirken “Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik. Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor” demiştim.

İlk sorumuzla başlayalım..
Bugünkü sorumuz ‘Kurtuluş Dönemi’ne ait..

I. Soru
Kurtuluş Savaşı’mız devam ederken, 1921 yılının Nisan ayından başlayarak, İngiltere’nin menfaati hangi tarafın galip gelmesini gerektiriyordu? Bizim mi, Yunanlıların mı?

Resmi tarihe göre bu soruyu soran ya delidir, ya hain. Cevap bellidir: Tabi ki Yunanlıların.
Bence öyle değil.

Dünya konjektürü, Kızıl Ordu’nun 1920 yılının Aralık ayında Kafkasya’ya girmesi ile allak bullak olmuş, bu stratejik değişiklik İngiliz politikasında büyük bir kırılma yaratmıştı.

Bu konuya, “Atatürkçü tarih profesörleri, Atatürkçülük yapalım derken belgeleri nasıl çarpıtıyorlar.. “Kurtuluş Savaşı ile İlgili Yunan Belgeleri”.. başlıklı yazımda değinmiştim.

O belgelerde, Yunanistan’ın, İngiltere’nin tavrında beliren bu ikiyüzlülüğe, dönekliğe nasıl sitem ettiği apaçık görülüyordu:
“İstanbul’u işgal ettiniz, ama ne kadar Osmanlı subayı varsa Anadolu’ya geçmelerine göz yumuyorsunuz”,
“İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve cephane akışına mani olmuyorsunuz”,
“Biz işgal edelim diyoruz, izin vermiyorsunuz”,
“Bizi getirip Anadolu’nun ortasında tek başımıza bıraktınız” gibi.
Yani bizim Atatürkçü tarihçilerin bizlerden gizlediklerini Yunan belgeleri apaçık anlatıyordu.
Belgeleri derlemiş olan Atatürkçü profesörümüz ne kadar örtmeye çalışsa da mektupların kendileri konuşuyordu.

Sevr’e göre Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti, onun güneyinde bir Kürt Devleti kurdurma planı Kızıl Ordu’nun Kafkaslar’a hakim olmasıyla anlamını kaybetmişti hatta zararlı bir fantazi haline dönüşmüştü. Zaten Lozan’da İngilizlerin Ermenilere toprak verilmesi konusunda hiç israr etmediklerini göreceğiz.

Batum – Bakü arasında, Karadeniz’den Hazar Denizi’ne kadar kurulmuş olan ‘İngiliz Seddi’ apar topar gündemden kaldırılmış, İngiliz kuvvetleri Batum üzerinden hızla tahliye edilmişlerdi.

İngiltere, “Türk’ü Yunan’a boğdurayım” derken; Rusya’yı, Musul’a, hatta oradan da Basra ve Süveyş’e indireceğini farkedince, politikasını değiştirmişti.

Nasıl Çanakkale Zaferi ile Rus Çarlığı’nın çöküş yolunu biz açıp, niyetimizden bağımsız olarak komünist ihtilaline kolaylık sağlamış olduysak, şimdi de Kızıl Ordu Sovyetleri bizimle sınırdaş kılarak bizim kurtuluş yolumuzu açıyordu.

Artık Rusya ile arasında engel kalmamış bir Türkiye’yi köşeye sıkışmış kedi durumuna düşürmek akıl karı iş değildi. Böyle bir Türkiye, İngiliz – Yunan baskısı ile baş edebilmek ve hayatta kalmak amacıyla Sovyetlere ideolojik olarak yaklaşsa başka beladır, Kızıl Ordu ile işbirliğine gitse başka bela.

Zaten Doğu Cephesi’nde Ermenileri yenip, Sovyetlerle sınır ve yardım anlaşması imzaladıktan sonra Kurtuluş Savaşı’nın stratejik olarak kazanıldığı belli olmuştu. Bundan sonrası Batı Cephesi’nde gereken fedakarlığı yapıp Yunan kuvvetlerini atmaya kalmıştı. Bunu kendi Paşalarımızın birbirleriyle yazışmalarında okuyoruz. En azından arkamız sağlama dayanmıştı ve yenilme ihtimalimiz ortadan kalkmıştı. Belki zaferimiz bu kadar kesin olmaz, belki ne bileyim Edirne ya da İzmir düşman elinde kalabilirdi ama en azından Anadolu’nun hakimi olarak kalacağımız belli olmuştu.
Bunu Türk Paşaları görüyordu da İngiliz Genel Kurmayı mı görmeyecekti?

İşte İngilizlerin 1921 yılının Nisan ayında, II. İnönü Zaferi’nin hemen ardından tarafsızlık ilan edip Yunanlıları kızdırmasının altında bu politika değişikliği vardı. Venizelos’un gözünü açan da, Lozan’da İsmet Paşa’ya dert yandıran da, ardından Atatürk devrindeki Türk – Yunan dostluğunu başlatmasına yol açan da, İngiltere’nin bu çark hareketiydi. Venizelos’u, “Büyük güçler bizi sizin üzerinize saldılar, ondan sonra Anadolu’nun ortasında tek başımıza ortada bıraktılar, oyuncakları olduk” mealinde konuşturan işte bu, büyük devletlere özgü, sadece kendi menfaatini düşünme refleksi ve hatta hakkıydı..

Tabi ki bu politikayı alenen ilan etmeyeceklerdi. Bizim elimizi fazla güçlendirdikleri takdirde Musul tehlikeye girerdi. İngiliz’in işine gelen Türkiye, kendisinden Musul’u alamayacak kadar zayıf ama Rusya’ya karşı kendi topraklarını savunma azmine sahip bir Türkiye’ydi. Zaten kendi topraklarını savunan Türkiye Musul’u da savunmuş olacaktı.

Hem XIX., hem de XX. Asrın tamamında bizi hayatta tutan, zaten Rusların sıcak denizlere inmesinin önünde duvar oluşturan bu coğrafi konumumuz ve buna dayanarak güttüğümüz denge politikası değil midir?
Temelde var mıdır bunun II. Abdülhamid’in denge politikasından bir farkı?

Kafkasya’da Kızıl Ordu beklerken ortaya çıkabilecek bir Yunan zaferinin İngiltere’nin başına ne büyük ve küresel bir bela açacağını, ne muazzam kayıplara sebep olacağını düşünebiliyor musunuz?

Kimbilir bizim zaferimiz için Londra kliselerinde gizli gizli ne dualar etmişlerdir.

Atatürkçü masal yazarlarına bakarsak zafer; bir dahi komutan, kahraman Mehmetçikler ve sırtında mermi taşıyan kadınlarımız üçlemesi ile yedi düvele karşı kazanılmıştır ve bu savaş her türlü dış dinamikden azadedir.. Bu izah tarzını zihinlerimize yazdırdıran kimin kalemiydi, peki?

İngiltere Lozan öncesinde bizim coğrafyamız ile ilgili tüm stratejik isteklerini gerçekleştirmiştir. Lozan’dan sonra bunun artarak devam ettiğini de görüyoruz…

Bu İngiliz – sonradan NATO ve ABD – cetveli değil de nedir?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

– d e v a m e d e c e k –

]]>
Tevfik İzmirli – Arapların siyasi sınırlarını cetvelle çizen güçler bizim de zihinsel sınırlarımızı cetvelle çizdiler… O cetvel Atatürkçülük… Bu hipnozun bilincine vardıkça kurtulacağız… – I. Bölüm – /2011/02/siyasi-sinirlar-zihinsel-sinirlar/ Tue, 22 Feb 2011 20:52:42 +0000 /?p=15738 Arap ülkelerinin son yüz yıllık serüvenini, kaba hatlarla da olsa az çok hepimiz biliyoruz. Büyük güçlerin Arapların kaderi üzerindeki rolü o kadar açık.

Olayları, aynı kaderi biz de paylaşmamışız gibi, dışarıdan bakan bir gözle izliyoruz.

“Arapları batılılar dizayn etti, halbuki biz kendimizi kendimiz dizayn ettik” tarzında bir bakışımız var. Halbuki, bizim şu an içinde bulunduğuz halde de Arapların kaderini çizen o güçlerin rolü yok mu?

Yakın tarihimizdeki, 1946’da çok partili rejime geri dönmemizden, darbelere kadar her gelişimi ‘dış konjektür’ ile açıklamaya yatkın zihinlerimiz neden 1946 öncesini anlamaya çalışırken bu dış dinamikleri yok sayar?

Bizi ilgilendiren asıl soru şu olmalı: Peki aynı kalem bize ne yazmıştı?

Neden bu soruyu yeteri kadar irdelemiyoruz? Halbuki asıl soru bu…

Bize çizilecek sınır ile Kuveyt’e çizilecek sınırın niteliği tabi ki aynı olmayacaktı.

Kuveyt, Osmanlı’nın Irak Eyaleti’nin Basra Vilayeti’ne bağlı bir Sancak’dı. Biz İngiliz Başbakanı olsak bu iki ülke hakkında düşüneceğimiz çözüm aynı düzlemde mi olurdu?

Çöle bastonla bir çizgi çek, oldu sana Kuveyt sınırı. Halbuki tarihi ‘Doğu Roma’ gücüne sınır çizmek istiyorsan… Onlara beyin ameliyatı yapman lazım… Operasyonun zihinlerde yapılması lazım…

Bu yapıldı mı yapılmadı mı? Bence yapıldı. Atatürk eliyle ve önce ‘Atatürk Devrimleri’, Atatürk’ün ölümünden sonra da ‘Atatürkçülük’ adı altında yapılan bundan başka birşey değildi…

Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik.

Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor.


* * *
Merhabalar,

Orta Doğu kaynıyor. Kalabalıklar sokaklarda. Kukla rejimler sallanıyor. Osmanlı’nın yarım kalmış tasviye süreci hızlandı. ‘Soğuk savaşın bitmesi’, ‘demir perdenin çökmesi’ derken sıra geldi Arap kitlelerine ve Arap demir perdelerinin çökmesine.

Osmanlı bir imparatorluk olarak doğal ömrünü tamamlayalı  doksan yılı geçti. Dağılması kaçınılmazdı, dağıldı. Bu ne üzülecek, ne sevinilecek bir gelişme. Tarihi bir olgu. Tarih öyle aktı, öyle oldu. Bin tane sebebi vardır.

Devrin büyük güçleri, tabiat kanununa uygun şekilde düşen avı parçaladılar. Bu da normal. Dünya düzeni bir kurtlar sofrası. Düşen av oluyor. Bizim taraf kazansaydı biz de onların çıkarlarını sınırlayacak adımlar atacak, kendi düzenimizi kuracaktık.

Bu parçalamanın gözle en kolay görünen sonucu siyasi haritalar. Birileri eline kalemi hatta cetveli almış, çıkarları nasıl gerektiriyorsa sınırları oralardan geçirmiş. Bunu artık lise öğrencileri dahi biliyor, anlıyor.

Arap ülkelerinin son yüz yıllık serüvenini, kaba hatlarla da olsa az çok hepimiz biliyoruz. Büyük güçlerin Arapların kaderi üzerindeki rolü o kadar açık. Olayları, aynı kaderi biz de paylaşmamışız gibi, dışarıdan bakan bir gözle izliyoruz. “Arapları batılılar dizayn etti, halbuki biz kendimizi kendimiz dizayn ettik” tarzında bir bakışımız var. Halbuki, bizim şu an içinde bulunduğuz halde de Arapların kaderini çizen o güçlerin rolü yok mu?

Yakın tarihimizdeki, 1946’da çok partili rejime geri dönmemizden, darbelere kadar her gelişimi ‘dış konjektür’ ile açıklamaya yatkın zihinlerimiz neden 1946 öncesini anlamaya çalışırken bu dış dinamikleri yok sayar?

Bizi ilgilendiren asıl soru şu olmalı: Peki aynı kalem bize ne yazmış? Neden bu soruyu yeteri kadar irdelemiyoruz? Halbuki asıl soru bu..

Nasıl sınırları dışarıdan çizilmiş bir Arap ülkesinin sonraki nesillerinin gözünde o sınırlar kutsallık kazanmış durumda ise, bizim sonraki nesillerimizin gözünde de dışarıdan çizilmiş ‘zihin sınırlarımız’ kutsallık kazanmış durumda. Bunu anlamamız ve anlatmamız lazım.

Kendimizi o kalemi tutan gücün yerine koyalım ve öyle düşünelim.

Londra’da Başbakanlık ofisindeyiz – bugünün Washington D.C.’si ve Beyaz Saray’ı gibi düşünelim – duvarda dev bir harita, Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Müsteşarı, Denizaşırı Topraklar Bakanı, Birinci Deniz Lordu, Kraliyet Gizli Servisi’nin Başkanı, upuzun maun masanın etrafında oturmuşuz, elde kalem uluslara kader çiziyoruz… Toplantıya bir de isim bulalım. “Büyük Britanya Hükümeti Periyodik Dış Politika Gözden Geçirme Toplantısı” olsun. – ‘The Periodical Foreign Policy Review Meeting of the Goverment of Great Britain’ –

Yıl 1918, 1923 veya 1926… Farketmez.
Bu toplantı bir kereye mahsus değil. Şartları sürekli değerlendiriyoruz. Şartlar değiştikçe politikalarımızı gözden geçiriyoruz. Siyasi kadrolar, hatta hakim devlet değişiyor, kalıcı olan ‘adına ister Büyük Britanya ister II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD densin, dünya hakimiyet merkezinin çıkarlarını sağlama alma’ amacı.

Biz bu kararları verdikten sonra imparatorluğun o büyük uygulama mekanizması harekete geçecek. Bu kararları hayata geçirmek üzere müttefiklerimizle diplomatik müzakereler, mağluplarla anlaşmalar, askeri, siyasi operasyonlar yapılacak… Bizim amacımız Büyük Britanya’nın – bugün ABD’nin – ve derece derece onun müttefiklerinin hayat alanlarını genişletmek, çıkarlarını güvence altına almak… mevcut ya da potansiyel tehdit odaklarını etkisizleştirmek… Bu amaçları gerçekleştirecek politikaları belirlemek…

“Kuveyt’de büyük petrol rezervi var, orayı ayrı bir şeyhlik yapalım”, “Katar da öyle!”, “Kerkük’de petrol var, Musul Vilayeti’ni Irak’a dahil edelim”, “Şu aileyi şu coğrafyanın tahtına oturtalım” gibi görüşleri, raporları tartışıyoruz. İmparatorluğumuz için en optimal çözümleri arıyoruz..

Peki biz neredeyse tek tek her petrol kuyusunu, her kabileyi, her aşireti, her şeyhi hesaba katarken elimizdeki kalemle acaba bu çökmüş yapının asıl siyasi, askeri, idari ve dini merkezi olan Türkiye hakkında neler yazdık, neler çizdik?

Bizim Atatürkçülere sorsak, “Biz Kurtuluş Savaşı ile o kalemi kırdık” derler.
Buna gerçekten inanırlar. Olsa olsa Musul’u kaptırmamızı ‘o kalem’e bağlarlar. Acaba bu kadarcık mı? Musul’u verince kurtulmuş mu olduk? Yani, Musul’u alan İngiliz kalemi bunun öncesinde ve sonrasında nerededir? Musul’dan önce mesela bizim Kurtuluş Savaşı’mızda rolü sadece bize anlatıldığı gibi Yunanistan’a destek sağlamaktan mı ibarettir? Musul’dan sonra Mustafa Kemal toplumu tarihi ve kültürü ile ters yüz ederken bu ‘kalem’ nerededir? Kalemi tutan eller kalemi bir kenara mı koymuşlardır?

Yoksa kestaneyi ateşten almak Atatürk’e mi bırakılmıştır?

Bize okullarda öğretilenler işin sadece siyasi sınırları kısmını anlatır.
“Lozan Anlaşması ile sınırlarımız belirlendi. Musul gitti, Mısak-ı Milli’den başka kayıplar da verdik. Ama tanınmış sınırlara kavuştuk.” Tez budur. Halbuki bu cevap işin sadece ‘siyasi sınırlar’ kısmını açıklar. Yani ‘Diğer bölge ülkelerinin sınırları cetvel ile çizilirken bizim sınırlarımız kazanılmış bir Kurtuluş Savaşı ve onu takip eden Lozan Antlaşması ile çizilmiştir. Bu açıdan diğer ülkelerle aramızda bir nitelik farkı vardır.’
Yalan değil. Gerçekten vardır. Hem de o fark sadece Kurtuluş Savaşı ile ya da Cumhuriyet ile de başlamamıştı. Bizden kopan ya da o tarihten önce fiilen zaten kopmuş bulunan ülkeler ile hepsinin yönetim merkezi olan ‘bizim milli varlığımızın ağırlık merkezi’ arasında gerçekten bir nitelik farkı vardır… Bu dört beş asırdan beri böyledir… İşin tuhafı bunu bizim yeni nesillerimiz görmez ama ‘İngiliz Aklı’ hiç unutmaz ve göz ardı etmez. Tedbir alacağı zaman da ona göre alır…

Bize çizilecek sınır ile Kuvet’e çizilecek sınırın niteliği tabi ki aynı olmayacaktı.
Kuveyt Osmanlı’nın Irak Eyaleti’nin Basra Vilayeti’ne bağlı bir Sancak’dı. Biz İngiliz Başbakanı olsak bu iki ülke hakkında düşüneceğimiz çözüm aynı düzlemde mi olurdu? Çöle bastonla bir çizgi çek, oldu sana Kuveyt sınırı. Halbuki tarihi ‘Doğu Roma’ gücüne sınır çizmek istiyorsan… Onlara beyin ameliyatı yapman lazım… Operasyonun zihinlerde yapılması lazım… Bu yapıldı mı yapılmadı mı? Bence yapıldı. Atatürk eliyle ve önce ‘Atatürk Devrimleri’, Atatürk’ün ölümünden sonra da ‘Atatürkçülük’ adı altında yapılan bundan başka birşey değildi..

Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik.
Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor.

Saygılarımla,
Tevfik İzmirli

– d e v a m e d e c e k –

]]>
Tevfik İzmirli – “Son Balyoz tutuklamaları bir komplonun mu parçası? ‘Evet’ diyenlerin önce şu sorulara cevap vermesi gerekmez mi?..” /2011/02/balyoz-tutuklamalari/ Tue, 15 Feb 2011 02:38:41 +0000 /?p=15401 Merhabalar,

Son tutuklamaları; üzüntü, endişe hatta korku ile seyreden bir kesim vatandaşımız var. Bu kesimin kanaat önderleri ısrarla Ergenekon ve Balyoz davalarının büyük bir planın hatta komplonun parçaları olduğunu vurguluyorlar..

Onlara göre tüm yaşananlar; asıl amacı Türkiye’yi bir ‘Şeriat Devleti’ne veya ‘Ilımlı bir İslam Devleti’ne dönüştürmek olan AKP iktidarı tarafından – hatta belki de bu iktidar eliyle ABD tarafından – bu hedefe giden yoldaki engelleri teker teker ortadan kaldırmak amacıyla yapılıyor.

Yüksek yargıda yapılan değişiklikler de bu amaca yönelik, emekli ya da muvazzaf TSK mensuplarınına yönelik darbe iddiaları da..

Tarafsızmış gibi yapmama gerek yok.. Ben tam aksine inanıyorum.
Bence ülkemizin boynuna takılmış olan tek bir tasma kaldı: Atatürkçülük ambalajına bürünmüş asker ve yüksek yargı vesayeti..

Bizi bu insan haysiyetine yakışmayan tasmadan kurtaracak her türlü meşru girişim benim gözümde bir kanser ameliyatı gibi.

Yeterki bu ‘ur’ dan kurtulalım. Ameliyatın tüm zorluğuna değer.

Bence yapılan budur ve Türkiye Cumhuriyeti bu işi hukuk yoluyla başarmış olmaya son derece yaklaşmıştır.

Peki, karşı tarafın söylemleri, benim ve benim gibi düşünenlerin zihinlerinde ve vicdanlarında yer etmiş bu kanaati değiştirebilir mi? Nasıl değiştirebilir?

Tabi ki değiştirebilirler. Nasıl ‘bilimsel gerçek’ denen bir bilginin bile bilimsel sayılabilmesi için ‘yanlışlanabilir’ olması gerekiyorsa, bir kanaatin de mantıklı deliller karşısında değişebilir olması gerekir. Aksi halde ona ‘kanaat’ demezler ‘takıntı’ derler.

Yapacakları iş basit. Aşağıda yedi başlık altında topladığım sorulara ikna edici cevaplar verebilirlerse, ben kanaatimi değiştirmeye tabi ki hazırım:


1.
12 Eylül, 2010’da halk oylaması ile kabul edilen anayasa değişikliği, oya sunulmadan önce, CHP tarafından iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü mü, götürülmedi mi?
Geçmişte vermiş olduğu kararlarla, altı okçuların kalesi olarak algılanan bu mahkeme bile, yaptığı inceleme sonucunda, yüksek yargı ile ilgili maddelerden sadece bir tek maddeyi iptal ederek; halk oyuna sunulan hali ile bu tasarıda Anayasa’ya aykırı yön bulunmadığını açıkladı mı, açıklamadı mı?
Hatta kararında, oya sunulacak değişikliklerin, yargıyı mevcut duruma göre daha demokratik bir yapıya taşıyacağını belirtti mi, belirtmedi mi?

2.
Halk oylamasındaki sonucu öne sürmeyeceğim. Halk ne de olsa cahil ve bidon kafalı. Oylarını iki araba kömüre satıyor.

Ama şunu soracağım: Referandum sonrasında kabul edilerek yürürlüğe giren metin, AB’nin bu konulardaki danışma organı olan Venedik Komisyonu’na yollandı mı, yollanmadı mı? Venedik Komisyonu yargıda yapılan bu değişiklikleri inceleyerek AB normlarına uygun ve olumlu buldu mu, bulmadı mı? Hatta aynı istikamette daha ileri adımlar atılması gerektiğini belirtti mi, belirtmedi mi? Venedik Komisyonu’nun raporu basında yer aldı mı, almadı mı? Bu rapordan neden pek bahsedilmiyor?

3.
Anayasa’nın yenilenen maddesine göre HSYK üyelikleri için seçimler yapıldı mı, yapılmadı mı?
Bu seçimlerde yurt çapında sayıları 12,000 civarında olan kürsü hakimleri ve savcıların tümü oy kulandı mı, kullanmadı mı?
Bu seçimlere ayrı listeler ile katılan Demokrat Yargı Derneği ve rakibi Yarsav umduklarını bulamazken şu anda görevde olan hakimler seçildi mi, seçilmedi mi?

Oy kullanan binlerce savcı ve hakim satılmış mıdır? Yoksa AKP militanı mıdır? Yoksa sadece, gölgelerinden bile korkan bir takım pısırık, şahsiyetsiz, şerefsiz bir guruptan mı bahsediyoruz?

Koskoca genel seçimleri bu adamların gözetiminde yapmıyor muyuz? Bu kadro kendi seçimini doğru dürüst yapamayacak bir gurup mudur? Bunu mu iddia etmek istiyorlar?

İnternet çağındayız. Eğer bu seçimlerde bir usulsüzlük yaşandıysa neden bu konuda hiç bir ihbar gelmiyor? Neden ‘”Şu şu şekilde hileler, baskılar yapıldı” iddialarına rastlamıyoruz?

4.
Habertürk ekranında ilk defa Ali Bayramoğlu açıklamıştı. Ertesi gün Adalet Bakanı doğruladı. Eski HSYK Başkanı yalanlamadı. İddia şuydu:
Taslak üzerinde konuşulurken, Adalet Bakanı HSYK Başkanı’na bir teklifte bulunuyor: “Gelin karşılıklı zıtlaşmayı bırakalım. Ne siz aday gösterin, ne TBMM üye seçsin. Hem Adalet Bakanını hem Müsteşar’ını Kurul’dan çıkarmayı da kabul ediyorum. Yalnız, HSYK üyelerinin tamamını hakim ve savcılar seçsin”. Bu teklif kabul görmemiş. Acaba neden?

5.
Yeni oluşan HSYK, ilk icraat olarak Özel Yetkili Mahkeme hakimlerinin bazılarının görev yerlerini değiştirdi.
Karşı tarafın kanaat önderleri, yaşanan yeni tutuklamaların bu kasıtlı görev yeri değişikliklerinden sonra geldiğini, bunun tesadüf olmadığını söylüyorlar. Önceki tutuklamalara tahliye kararı veren hakimlerin bu mahkemelerden ayıklandığına işaret ediyorlar.

Üye sayısı yeni seçilenlerle 22’ye çıkan HSYK, bu hakim tayinlerine nasıl olmuştur da ‘oy birliği’ ile karar vermiştir? Yani hem eskiden kalan üyeler, hem yüksek yargı mensupları arasından girenler, hem de kürsü hakimlerince seçilen üyelerin tamamı, Adalet Bakanı’nın katılmadığı oturumda, hangi sebeple oy birliği ile bu karara varmıştır?

Bu 22 üye de mi satılık ya da AKP militanıdır? Yoksa görev yeri değiştirilince emekliliğini isteyen bir ağır ceza hakimi, bir uyuşturucu baronu ile, sadece bu amaçla alınmış bir cep telefonu üzerinden kısa mesajlarla randevulaştığı ve gizlice buluştuğu için mi meslektaşları tarafından görevden alınmıştır?
Bu hakim ile uyuşturucu baronu arasındaki konuşmaların ses kaydı HSYK üyelerine dinletilmiş midir? Bu hakim, suçlanan emekli generallerden birisinin eşi tarafından “Dosyayı şu numaralı mahkemeye düşürün, o mahkemenin başkanı bizden” şeklinde bahsedilen hakim midir?

Son dakika notu:
Bu yazının yayımlanmasının üzerinden daha bir gün geçmeden, HSYK’nın açıklaması geldi. HSYK Başkan Vekili;
“İstanbul 10 ve 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi Başkanları hakkında yürütülen ‘resmi sıfatlarının gerektirdiği saygınlık ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunma, irtikâpta bulunma ve rüşvet alma iddialarını içeren’ soruşturmalar sonucunda aynı yerde göreve devamlarının soruşturmaların selametine ve yargı erkinin nüfuz ve itibarına zarar vereceğinden, görev yerlerinin değiştirilmesi teklifini içeren soruşturma raporu Kurulumuzca 13 Aralık 2010 tarihinde görüşülüp, adı geçen başkanların bu görevlerinden alınarak başka bir yargı alanında görevlendirilmelerine, Sayın Bakanın katılmadığı toplantıda 21 Kurul Üyemizin oybirliğiyle karar verilmiştir.” diyor.

6.
Ergenekon soruşturması en başında Ümraniye’de bir astsubayın evinde bulunan silahlarla başlamıştı. O günlerden sonra köprülerin altından çok sular aktı. Danıştay cinayeti, Cumhuriyet bombaları, soba boruları, Poyrazköy, Zir Vadisi, ‘basit kağıt parçaları’, Balyoz derken geldik Gölcük Donanma Komutanlı’ğının göbeğinde döşeme altı evrak depolarına. Atatürkçü bazı subaylarımız buna da ‘yer yokluğundan’ kulbunu taktı.. Hatta bu zırvaya bazı Ergenekon dostları bile ‘ya sabır’ çekmek zorunda kaldılar..

Savcının Donanma Komutanlığı’nda yaptığı arama, başından sonuna kadar askeri yetkililerin gözetiminde yapıldı mı, yapılmadı mı? Başından sonuna kadar videoya kaydedildi mi, kaydedilmedi mi?

Bu yeni bulunan delillerden sonra yüzlerce subayın tutuklanmasına muhalefet partilerinden bile büyük bir karşı çıkış duyulmadı. Acaba, bu siyasilere, delillerin ciddi olduğu yolunda bir bilgi gitmiş olabilir mi?

Savcının yaptığı aramada asker tarafının eskisi gibi mırın kırın etmeden, aramayı geciktirmeden, sadece refakat görevi yapmış olması neye işaret etmektedir?

7.
Yüzyetmişe yakın subay ve generalin tutuklanmasına karşı çıkıyorlar. Hukukçu değilim ama dinleye dinleye ezberledik. Yargılamanın tutuklu yapılması için şu üç sebepten birisinin aranması gerekiyor: Ya sanığın kaçma ihtimali olacak, ya isnad edilen suç, ‘katalog suçlar’ denen suçlardan birisi olacak ki bu davaya konu olan suçlamalar bu listeye dahil – yani sadece bu sebepten dahi tutuklanabilirler – ya da sanıkların tutuklanmadıkları takdirde delilleri karartma ihtimali bulunacak.
Diyelim ki hakimler bu sanıkların kaçma ihtimalini varit görmediler. Diyelim ki işledikleri iddia edilen suç katalog şuçlardan olmasına rağmen hakimler takdir yetkilerini kullanarak tutuklamaya gitmediler. Bunlara hiç bir söz söylemeyelim.

Peki, Allah aşkına, “Bu sanıkların delil karatma ihtimalleri yoktur’ denebilir mi?
Geçen yılın yaz aylarında haklarında yakalama kararı çıktığında, sonradan bu karar kaldırılıncaya kadar Genel Kurmay tarafından ordu evlerinde saklananlar bunlar değil miydi?
Ne malum Gölcük’de bulunan belgelerin benzerlerinin daha başka karargahlarda bu süre içinde yok edilmedikleri?
Kim garanti edebilir, başka karargahların bambaşka yerlerinde saklı daha bu gibi pek çok belgenin mevcut olmadığını?
Aradan geçen zaman içinde subaylar tayinlerle yer değiştirmiş, bir takım belgeler bu ekibin ulaşamayacağı bölümlerde, karargahlarda saklı kalmış olamaz mı? Şimdi gidip açıktan “Bizim darbe hazırlık belgelerimiz sizin karargahın şurasında kalmıştı, alabilir miyiz?” diyemedikleri için, o belgelere ulaşmanın yolunu aramakta olduklarından – en azından içlerinde bu halde bir kaç kişi olduğundan – şüphelenmek yersiz midir?

Sorular bu kadardı..

Sanıkların avukatlarını anlıyorum. Müvekkillerinin aleyhine konuşmaları beklenemez. Görevlerini yapıyorlar. Anasını kesenin bile, kendi tutamazsa, avukatı barodan veriliyor. Avukat her fırsatta iddiaları çürütmeye çalışacak.

Sanıkları ve sanık yakınlarını da anlıyorum. Bu planların yapıldığı iddia edilen yıllarda akıllarına gelmeyecek bir durumla karşı karşıyalar. Sivil mahkemelerde yargılanıyorlar. Sözüm meclisten dışarı, tam anlamıyla ‘eşekten düşmüş karpuz’ durumundalar. Mahkemenin tutuklama kararına karşı, ‘bir üst rütbem gelmeden teslim olmam’ diyecek kadar akıl kaybı içindeler. Neredeyse Levent Kırca skeçlerindeki ihtilalci emekli – bunak subayları andırıyorlar ve işin ucunda – şaka değil – 20 yıl hapis görünüyor. Yapanı da, yapmayanı da ‘yapmadım’ diyecektir. Bu da gayet anlaşılır bir insanlık hali.

Tutukluluk sürelerinin uzunluğundan, davaların uzun sürmesinden şikayet etmekte yerden göğe kadar haklılar. Suçlu ile suçsuzun bir an evvel ayrılması için ne gerekiyorsa yapılsın. Ayıptır, günahtır. Boş yere yatanların kayıpları neyle tazmin edilebilir?

‘TARAF’a gelen Balyoz belgelerinin kim tarafından sızdırıldığı’ ya da ‘Gölcük’deki evrakların orada saklı olduğunu kimin ihbar ettiği’ gibi sorular da gayet kritiktir. Milletçe dileriz ki bu gayretlerin ardında ya kendi vatansever subaylarımız ya da kendi istihbarat teşkilatımız olsun. Onlar değil de, yabancı bir parmak varsa, yandı gülüm keten helva. Bugün darbecileri yakalatabilen yabancı elin yarın hangi amaç uğruna neler yapabileceğini düşünmek lazım. Bu endişeler de paranoya değil, yerinde düşüncelerdir.

Ancak bunların dışında kalan ve genellikle ‘Baro Başkanı’, ‘Hukuk Profesörü’ gibi sıfatlara sahip bir takım zevat tarafından dillendirilen görüşler var ki insan ne diyeceğini şaşırıyor. Göz göre hepimizi aptal yerine koymaya çalışıyorlar.

Sen kalk.. benim vergilerimden maaş alırken benim seçtiğim hükümeti devirmeye çalışanları koru. Yakalandıklarında “Karısı türbanlı adam Cumhurbaşkanı oldu”, “Başbakan Arap yanlısı dış politika izliyor”, “Atatürkçülük elden gidiyor, şeriat getiriyorlar” gibi zırvalarla durumu kurtarmaya çalışanları savun.. Bir de lugat paralayarak bilgiçlik tasla.. Neredeyse olayı bir iftiralar demetine indirge.. İşte bunlara dayanamıyorum..

O bakımdan, “Önce yukarıdaki yedi gurup soruya cevap verin.. ondan sonra konuşun” diyorum..

Son söz:

Bu Atatürkçü (!) darbecileri koruyan sivil ve çok bilmiş Atatürkçülere (!) bir çift sözüm var:
“Geçti o devirler arkadaşlar.. Tek parti zihniyetiniz tam anlamıyla sırıtıyor.
Milletin verdiği oyları hazmedemiyorsunuz. Kurduğunuz al gülüm ver gülüm düzeni çöktü..
Güvendiğiniz dağların sonuncusuna da kar yağdı..
Önümüz seçim, daha da yağacak..
Bu – kendi çapında – demokratik devrimi de şu beğenmediğiniz karısı baş örtülü olanlar yaptı..
Şimdi tek çıkar yolunuz ‘Tek Parti Dönemi’nin iki dereceli, tüm adayların Ebedi Şef tarafından belirlendiği Hacivat tarzı seçim sistemi.
Onu da getiremiyeceğinize göre.. size geçmiş olsun..”

Saygılarımla..
Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli -” Tekrar dünya gücü olabilir miyiz? Bu yoldaki engellerimiz: Zihinsel sığlığımız, sözde aydınlarımız, generallerimiz, yüksek hakimlerimiz, basınımız ve cemaatci toplum yapımız zincirin zayıf halkaları.. – IV. Bölüm /2011/02/tekrar-dunya-gucu-olabilir-miyiz-iv-bolum/ Sat, 05 Feb 2011 20:55:57 +0000 /?p=14814 Sadece ekonomik ya da askeri gücümüzle ‘dünya gücü’ olamayacağımız konusunda herkes mutabık..
‘Soft power’ denilen ‘yumuşak güç’ün ne kadar önemli olduğunu hepimiz anladık. Bu güçten yoksun olan askeri güce örnek  Rusya ise, ekonomik güç de Çin’dir. Kimse bir polis devletinin ya da komünist parti diktasının görüşüne değer vermez. Putin ağzıyla kuş tutsa Putin’dir.. İkna gücü son derece düşüktür.

1.
ZİHİNSEL SIĞLIĞIMIZ.. ÖZELİKLE MESLEK SAHİBİ, OKUR YAZAR VE ŞEHİRLİ İNSANIMIZIN ZİHİN DÜNYASI..

Bizim ayak bağımız da Atatürkçülük.
Atatürkçülüğe rağmen dünya gücü olabiliriz. Zira her geçen gün topluma ayak bağı olma gücü azalıyor.. Ama Atatürk ile kendimiz hesaplaşabilirsek, onu tarihimizdeki gerçek yerine kendimiz oturtabilirsek, toplumumuzu onun sosyal ve etnik bölücü etkisinden kurtarabilirsek, bu hedefe daha kolay ulaşırız. Emin olun Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşımızın Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Paşa olarak bugünümüze yapacağı katkı Atatürk’den fazla olacaktır.

Her lafının arasına Atatürk’den bir vecize sıkıştırmak zorunda kalan bir ülkeyi ciddiye alacak entellektüel bulamazsınız.
Ne Batı’da, ne Arap entellektüelleri arasında böyle biri yoktur. Ancak ‘bıyık altı’ gülümsemelere yol açarsınız. O kadar. Çünkü dünyada, kendisine referans verilebilecek ‘Atatürkçülük’ diye bir düşünce sistemi mevcut değildir. Bu, bizim Atatürkçülerimizin önce uydurdukları, sonra iman ettikleri ve millete neredeyse ‘tekrar ve hipnoz’ yoluyla ‘tek doğru yol’ olarak ezberlettikleri bir laf salatasından ibarettir. Her ağızdan çıkabilecek, bilineni tekrarlayan, yalan yanlış düşünceler içeren bir laf salatası.

O bakımdan, ‘Atatürk’ü gerçek yerine oturtmak’ artık bir milli göreve dönüşmüş halde. Bundan korkmaya, çekinmeye gerek yok.. ‘Gerçek yerine oturtmak’ demek ‘gerçek yerine oturtmak’ demektir. “Hayır oturtmayalım, bugünkü gibi üzeri yalan şalları ile  örtülmüş halde kalsın” diyenlere söyleyecek bir lafım yok.

Atatürk yönetiminin ne kadar halktan kopuk, keyfi, baskıcı, iftiracı, sansürcü, adaleti çarpıtmış, yolsuzluklarla ve haksızlıklarla dolu, eş dost ve yandaş kayırmacı, adaletsiz, halkı bunaltmış, fakir bırakmış, gücünü zorbalıktan alan, meclisi oyuncağa çevirmiş, yağcılığa prim veren, dalkavukluğu ödüllendiren, onurlu insanları devre dışı bırakan, anlamadığı konularda bile kendisini dahi zanneden bir tek adam yönetimi olduğu ortaya açıkça ve belgelerle, delilleriyle konmadıkça bu guruptan kurtuluş olmayacak.  Fakat maalesef bu şerefli açılımı yapacak entellektüel güç, bilgi ve cesaret muhafazakar kesimin aydın kesiminde de mevcut değil. Zaten yapmaya kalksalar hemen gericilikle damgalanmaktan korkarlar.

‘Dünya gücü’ olacaksak kendi yakın tarihini didik didik etmiş, onunla hesaplaşmış bir toplum olmamız gerekir.
Mesela, en azından 1923’den başlayarak 1945’e kadar yayınlanmış belli başlı tüm gazeteleri bugünkü halkımızın erişimine sunabilmeliyiz. Herkes tarih araştırmacısı değil ki kütüphanelere gidip bu kolleksiyonları incelesin. Ayrıca o devirden kalan, açılması ya da yayımlanması ertelenmiş ya da yasaklanmış tüm hatıratı da açmamız şart. Bu belgeleri, o günlerin iç ve dış gelişmeleri karşısında ne anlama geldiklerini değişik açılardan yorumlarla zenginleştirerek insanımıza okutabilmeliyiz. Bu putu kırmanın başka yolu yok.

Bu kolay bir çalışma değil. Ancak derinlemesine yapıldığında bir etkisi olacak. Mesela o dönemin Atatürk dahil adı bilinen yüz insanı seçilip bunların gelirlerinin ve servetlerinin kaynakları, harcamaları, yaşam seviyeleri, kullandıkları devlet imkanları, devlet kesesinden yaptıkları dış geziler, üzerlerine kayıtlı gayrimenkullerin alım satım bedelleri, tarihleri, banka hesap kayıtları, sahip oldukları imtiyazlar, devletle yaptıkları alım satım işleri, haklarında açılmış ya da örtülmüş soruşturmalar gibi binlerce detay incelenmeli. Nasıl Osmanlı Padişahlarından her hangi birinin tahta çıkmamış bir evladı dahi ölüm gününe kadar arşivlerden araştırılıyorsa, aynı kapsamlı çalışmayı Atatürk devri hakkında da yapmalıyız. Oysa görüyoruz ki bu devir, tarihimizin üzerine neredeyse şal örtülmüş bir kesimi halinde tutuluyor. Bir kaç tane sofra soytarısının incir çekirdeğini doldurmayacak anıları haricinde ortada dişe dokunur bilgi yok.

Atatürkçülükle yapılması şart olan böyle ciddi ve bilimsel bir hesaplaşma yaşanmadan toplum olarak kayda değer bir zihinsel aşama yapamayacağımızı düşünüyorum.
Bu hesaplaşma yapılmadıkça doktor, mühendis, eczacı gibi okumuş yazmış saydığımız ama aslında resmi tarih dışında her sese kulakları kapatılmış insanlarımızdan ‘aydınlanmış insan’ tavrı beklemeye hakkımız olmayacak.

Tek avantajımız bu aydınlatıcı çalışmanın hedef alacağı kitlenin – ciddi anlamda olmasa da – iyi kötü okur yazar bir kitle olması. Gerçekleri, tuğla gibi kaynak kitaplarla değil de bu kitlenin hazmedebileceği şekilde hafifletilmiş dozda ve gazete, dergi, TV gibi kanallardan aktarabilirsek mutlaka karşılık vereceklerdir.
Gerçeğin karşısında hiçbir yalanın şansı olamaz.. Her insanın vicdanı vardır, bu vicdan mutlaka bir iç hesaplaşmaya yol açar.

Haddim olmayarak alimlerimizden, akademisyenlerimizden, araştırmacılarımızdan artık açık konuşmaya başlamalarını talep ediyorum.
‘O dönemde yapılmış bazı hatalar da vardı’, ‘Atatürk’de bir insandı..’ gibi üstü kapalı ifadelere paydos desinler. Dillerinin altındaki baklayı çıkartsınlar artık.. Konuya bu gözle baktığımda şunu görüyorum: Kamuoyunda gayet iyi tanınan ve inandırıcılık sahibi pek çok insanımız aslında düşündüklerini, bildiklerini söylemiyorlar. Üstü kapalı konuşmalarından, aslında pek çok konunun aslını bildiklerini anlıyorum. İlber Ortaylı Hoca’nın, Kutsal Emanetler hakkındaki “Madem millet inanmış, kurcalamayın. Bu saatten sonra karbon testi yaptırıp gerçekleri anlamanın ve bunları açıklamanın gereği yok.” tavrını Atatürkçülük hakkında sergiliyorlar.

Bir cins ‘Olayı başlatan ben olmayayım, neme lazım..” tavrı. Fakat alimlerimiz bu işi hızla ve kapsamlı şekilde ele almadıkça gelişme son derece yavaş oluyor. Olmuyor değil, ancak çok yavaş oluyor.

Artık Bandırma Vapuru’nun aslında o anda elde bulunan posta vapurlarının en uygunu olduğunu, pusulasının çalıştığını, Atatürkçü akademisyenler de söylemeye başladı. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçiş vizesinin altında İngiliz istihbarat subayı Yüzbaşı  ‘İşkenceci Bennett’in imzasının bulunduğunu gösteren orjinal belge ortada.

Veya Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da iken askerlikten istifa etmesinin kendisinin anlattığı şekilde cereyan etmediğini, aslında ancak telgraf ile azledildikten sonra istifa ettiğini, o günlere şahit olanların anılarından biliyoruz.

Ama bu hızla gidersek Atatürk devri gerçeklerinin açığa çıkarılması beşyüz yıl sürecek..
Halbuki ‘Dünya gücü’ Türkiye’nin sağlam bir felsefi temele ve tarih tezine dayanması gerekiyor.. Atatürkçülük bu iki alanda da bizi maskara eden bir ‘zırva’..

2.
SÖZDE AYDINLARIMIZ – DAHA DOĞRUSU, ATATÜRKÇÜ FORMATLANMAYA MARUZ KALMIŞ ALTI OKÇU SÖZDE AYDIN TAKIMI – ZİNCİRİN ZAYIF BİR HALKASI DA BUNLAR..

Bu kesim, eğriyi doğruyu karıştırmış bir halde. Uluslararası değerleri savunduklarını iddia ediyorlar. Çünkü yaşam tarzı bakımından bir Avrupalıdan farklı değiller. Ama ne zaman ki konu, demokrasi, insan hakları, azınlık hakları, inanç özgürlüğü gibi kavramların kendi memleketimize uygulanmasına gelse, bunların pusulası şaşıyor. Bu ekibin sadece görünüşü ve günlük yaşam kalıpları batılı. Düşünce planında Atatürkçü dogmaların esiri haldeler. Sorulduğunda her türlü fikir ve inanç özgürlüğüne taraftardırlar ama Mustafa Kemal’in hayatını anlatan bir çizgi roman – gerçeğe aykırı düşmeden – Mustafa Kemal’in gençliğinde göz altına alındığını ve orada hırpalandığını gösterse sansürcü kesiliyorlar.

Bu dar ufuklu okur yazar kesim maalesef geçen on yıllar içinde köşe başlarını tutmuş durumda. Basınımızda, yüksek mahkemelerimizde bu tip pek çok insan var. Düşüncenin yerine Atatürkçülüğü koymuş halde oldukları için ne ikna edilmeleri mümkün ne de kendilerini geliştirmeleri.

Mesela, şu sıralarda üniversitelerde türbana eskisi kadar şiddetle karşı çıkmamaları bile, yaptıkları bir zihinsel aşamadan değil.. Düpedüz, artık yükselen taleplerin önünde siyaseten durmalarının imkansız ve kendilerine zarar verecek olduğunu görmelerinden. Yani sadece mecburi bir taktik değişikliği. Yoksa bir tanesi bile çıkıp “Yıllarca ne saçma bir dayatmada bulunmuşuz” demiş değil.

Yılbaşını kutlamak istemeyen, dini sebeplerle ağzına içki koymayan insanları, başını örtenleri gerici olarak algılıyorlar. Bu zavallı okur yazar guruhunun daha aşırı olanlarının gözünde ise neredeyse halkın tamamına yakını gerici ve cahil. Bu zihniyete göre aydınlanmanın, çağdaş olmanın tek ölçüsü Atatürk devrimlerini benimsemekten geçiyor.

Sosyal demokrat olduklarını iddia ediyorlar ama bu zihniyet ne sosyal ne de demokrat. Özledikleri ve ‘altın çağ’ adını taktıkları devir, tek parti devri, özellikle de bu devrin Atatürk idaresinde geçen kısmı. Bildiklerinden böyle konuşmuyorlar. Kendilerine ezberletilen yalanlar silsilesi bir resmi tarih var. Oradan okuyup papağan gibi tekrarlıyorlar. Ciddi bir Atatürk devri tartışması açılsa, eteklerdeki taşlar ortaya dökülse, inanıyorum ki bu gurubun içinde vicdan ve izan sahibi olan tek kişi kalmaz. Kalmakta inat eden Kanadoğlu, Onur Öymen gibi aydınlarımızı da nesilleri tükenmesin diye koruma altına alırız.

‘Atatürkçü hukukçu’  diye bir ‘hukukçu’, ‘Atatürkçü sosyolog’ diye bir sosyolog, ‘Atatürkçü yargı’ diye bir yargı, ‘Atatürkçü üniversite’ diye bir üniversite olamaz. Varsa, onlara hukukçu, sosyolog, yargı ya da üniversite denemez.. Biz de ise her mesleğin, her kurumun bir de Atatürkçüsü var. Neredeyse Atatürkçü doktorlar, dişçiler, veterinerler, hastahaneler, nakliye şirketleri, bankalar türeyecek. Bu tip ‘tercüme edildiğinde komik kalan’ sıfatlarla bezenmiş aydın sınıfı ile ‘Dünya gücü’ olamayız.. Ancak kendimize güldürmeye devam ederiz.

3.
ATATÜRKÇÜ GENERALLER BİR DİĞER ZAYIF HALKAMIZ, BELKİ DE EN ZAYIF HALKAMIZ..

Generalleri  ‘yüksek tahsilli’ bile saymamak gerekiyor. Tahsil yılları uzun bir beyin yıkaması içinde geçiyor. Ardından terfi sistemi ile ‘tam formatlandığından’ şüphe edilenleri eleniyor. Yükselenler, gerçekten ‘Atatürkçü’ olanlar.. Artık onlar için Atatürkçülük bir din mertebesinde. Bazen, “Bu kadar akılsız olmamaları gerekir, acaba terfi edebilmek için böyle rol yapmak zorunda mı kalıyorlar?” diye şüpheleniyorum.

Generallerimizin görüşlerinin halk tarafından bilinmesi son derece faydalı oluyor.
Fikret Bila’nın ‘Komutanlar Cephesi’ gibi masum bir kitap bile bu konuda büyük hizmet görmedi mi?
Ne kadar çok generale TV’ye çıkma fırsatı verilirse, Atatürkçülüğün ne olduğu daha iyi anlaşılacak.. Pamukoğlu Paşa’nın bir TV programında hiddetle sarfettiği “Atatürk’ün adını anarken, aynı cümle içinde başka bir insanın adını ağzına alma, şirke girer!” vecizesi, ‘din sayma’ya unutulmaz bir örnekti.
Bu tip örnekleri arttırmakta fayda var. Generallerle bol bol röportaj ya da TV programı yapılması, hatıralarını yazmaya teşvik edilmeleri son derece yararlı olacaktır.
En etkili Atatürkçülük karşıtı çalışma, Atatürkçüleri fikir tartışmasına sokup konuşturmaktır.
Çünkü toplumumuzun en düşük entellektüel seviyeli gurubu budur. Ezberleri bozulduğu anda panikleyip saçmalamaya başlarlar.. Zira, yalana dayanıyorlar..

Harbiye’nin müfredatından başlayarak askeri kesimdeki beyin yıkamasını kırmaya öncelik verilmeli. Subay adaylarımız, genç yaşlardan başlayarak demokrasi kültürü ile beslenmeli.. TSK bünyesindeki tüm eğitim kurumlarının teknik dersler haricindeki müfredatı sivil yönetim tarafından tesbit edilmeli ve sivil öğretim görevlileri tarafından okutulmalıdır. TSK Mensuplarının bağlılıkları anayasamıza ve TBMM’ye yönelik olarak baştan tanımlanmalıdır. Bu demokratik anlayışla bağdaşamayan subay ya da generallerin TSK ile ilişkileri kesilmelidir.
Hukuken bu tasarrufa imkan bulunamıyorsa, merkez valileri gibi yetkisiz bir şekilde, emirlerinde askeri birlik olmayacak görevlerde pasif bir şekilde oturtulmalıdırlar.

Bu işin şakası olmaz. Bir başbakanı ile iki bakanını abuk subuk iddialara dayanarak, hukukun ırzına geçerek asmış, bu rezil mahkemenin başkanını da yüksek mahkeme yargıcı olarak mükafatlandırmış bir silahlı kuvvetler geleneğinden bahsediyoruz. Üzerinden elli yıl geçmiş demeyin, o olaylarda yer almış olanların tedrisatından geçmiş olan çırakları şu anda hala komuta yaşındalar.

Kendi halkı ile ve o halkın siyasi tercihleriyle zıtlaşan bir ordudan bize hayır gelmez..
Dünya gücü olma yolunda da gelmez, hiç o yola çıkmasak da gelmez.. Nitekim gelmedi, gelmiyor.. Askeriyenin zihniyeti baştan aşağıya değiştirilmeli. TSK milletinin emrinde olduğunu ‘amasız’ ve ‘fakatsız’ bir şekilde içine sindirmeli ve asıl bununla gurur duymayı öğrenmelidir. Örnek aldıkları ABD silahlı kuvvetlerinin en prestijli generalinin emekli edilmesi için, başkanın bir lafının üzerine yorum yapması bile yeterli oluyor.

Bugüne kadar Amerikan hayranı general gördük, Rusya, İran, Çin ile ittifak yapalım diyen general gördük ama “Kendi seçilmiş hükümetime saygı göstereyim, halkımın siyasi tercihleriyle ters düşmeyeyim” diyen bir general görmedik.

Neden ‘en zayıf halka’ diyorum? Çünkü, Türk generalleri kendilerinde milletin tercihleri dışında tercihte bulunma hakkını görüyorlar. Kritik bir karar anında, kendi değerlendirmelerini, seçilmiş iktidarın değerlendirmesinin önünde görüp, başına buyruk davranma ihtimalleri var.

‘Dünya gücü’ Türkiye’nin bambaşka bir general sınıfına ihtiyacı var.. Hem dış caydırıcılık için, hem ordunun kendi içinde birlik halinde bulunması için hem de model ülke Türkiye’nin örnek alınacak bir unsurunu oluşturabilmeleri için.. Geçen günlerde, Cezayir devlet başkanı bile bir demecinde ordunun bizdeki rolüne laf dokunduruyordu. Ordumuzun siyasi hayatımızdaki konumu, bırakın bir dünya gücünü, vasat bir ülke için bile yüz karasıdır ve en basit demokratik terbiye, bunun tüm vatandaşlarımızı rahatsız ediyor olmasını gerektirir.. Bu sakil konumun bile kökleri Atatürk’ün sağlığında açıkladığı görüşleridir. Genel Kurmay’ın statüsünü, Savunma Bakanlığı’nın üzerinde konumlandıran başkası değil, Atatürk’ün kendisidir..

4.
YÜKSEK YARGIMIZ DÜŞTÜĞÜ ÇUKURDAN KURTARILMAYI BEKLER DURUMDA..

Çağdaş gelişmelerden en kopuk parçalarımızdan birisi yüksek yargımız. ‘Dünya gücü’ olacaksak, kararlarıyla, içtihatlarıyla etrafa ilham veren çağdaş bir Türk yargısı oluşturmamız zorunlu.
Cumhurbaşkanı, geçen günlerde, hakimlerimizin de, idarecilerimiz gibi, görgü ve bilgilerini arttırmak amacıyla, zaman zaman yurt dışına gönderilmesi gerektiğini dile getirdi. Aynen katılıyorum.
Tüm hakimlere yabancı dil mecburiyeti getirilebilir. Belli bir dereceye terfi edebilmek için yüksek lisans, yüksek mahkemelere seçilebilmek için doktora şartı aranabilir.
Geçen yıl kırk yıllık hakim Kanadoğlu’nun, Doç. Dr. Osman Can’la giriştiği hukuk tartışmasında nasıl paçavraya döndüğünü canlı yayında seyrettik. Sonunda Kanadoğlu, bilgisizliğini ve konudan habersiz olduğunu itiraf ederken yaşından ve tecrübesinden başka sığınacak liman bulamamıştı. Tipik Türk yüksek hakimi hali. Hükmü Kapıkule’ye kadar geçer. Avrupa mahkemesinde bozulan kararlarda bizim yüksek mahkemelerimiz şampiyon.

5.
‘ŞAŞKIN BASIN’ BAŞKA BİR ZAYIF HALKA..

Şaşkın basınımızın bu halini doğrudan ve kestirmeden ‘satılmış olmalarına’ ya da ‘menfaat icabı’ böyle tavır almalarına bağlamıyorum. Mutlaka içlerinde böyleleri de vardır ama bence çoğu şu bahsettiğim ‘formatlanmış olma’ sebebiyle böyle yazıyorlar. Gözlerini açmaya korkuyorlar. Rusya’daki eski komünistler gibiler. Hayatları boyunca doğru bildiklerinin zırva olduğunu görmekten korkuyorlar. Bu az bir korku değil. Sadece bu sebep bile yeter. Menfaat temin etme şartı bunun yanında ikincil kalır.

Mesela Doğan medyasının bir çok köşe yazarı.. Bence bunlar, Doğan gurubunun Hilton arazisine imar, rafineri izni, vergi cezasının affı gibi beklentileri söz konusu olsa da, olmasa da, bugün yazdıkları gibi yazmaya devam edeceklerdir. Dünya görüşleri bu.. Çapları bu kadar.. Hürriyet yazarlarından bir tanesi CHP kongresinde sandalyeye çıkmış şakır şakır göbek atıyordu.
Sandık sonuçları karşısında yaşadıkları çaresizliğin kendilerini düşürdüğü panik hissine fikir kılıfı uydurma çabası içindeler.
İnsan bunların yazdıklarına bakınca, hükümetin ‘yandaş basın organları’ oluşturma gayretlerine hak veriyor. Çünkü söz konusu olan, bir evin bodrum katındaki basit bir baskı makinası ile basılan fikir gazeteleri değil. Yüzmilyonlarca dolarlık basın kuruluşları, bunların organize yayın politikaları. Bu gücün hükümet üzerinde kullanılma alışkanlıkları.. Bunların organize karalama kampanyalarının dengelenmesi kadar doğal bir tedbir olamaz. Hatta bunun basında çok sesliliği sağladığı bile söylenebilir.

Bizim basınımızın, bu fikir ipoteğinin dışında, bir de dış yönlendirmelere açık olmaları sıkıntısı var. Türkiye’yi etkilemek isteyen güçlerin kendilerine alet olacak adamları bulmakta sıkıntı çekmedikleri bir alan burası. Amerikan, Rus, AB ve İsrail’in çıkarlarını kollamakla görevli eleman gibi davrananlar olduğunu görüyoruz. Kritik dönemeçlere girildiğinde zincirin ilk kopacak halkalarından biri basınımız.

Bir de baştanbaşa tüm basınımıza bulaşmış bir kalite düşüklüğü problemi var. Düpedüz yanlış haber vermek, bir haberi bambaşka anlama gelen bir yönlendirici başlık altında vermek, verdikleri haberi tam anlamadan aktarırken iyice anlaşılmaz kılmak, her gün yaptıkları basitliklerden.

Bu haliyle basınımızın çıtası yere yakın bir yerlerde. Halbuki ‘Dünya gücü adayı’ bir ülkenin sadece ‘dizi filimleri’ değil, basını da ‘yumuşak güç’ yansıtma görevini yapabilmelidir.

6.
CEMAATÇİ TOPLUM YAPIMIZ – ZİHNİNİ VE KİŞİLİĞİNİ CEMAATINA KİRAYA VERMİŞ İNSANLARIMIZ NİYETİ BELLİ OLMAYAN DIŞ GÜÇLERİN ETKİLERİNE AÇIK HALDELER..

Cemaatci derken tarikat yapılanmalarını kasdetmiyorum. Bir dini inanç etrafında toplanmayı, örgütlenmeyi yasaklayan Atatürk uygulamalarının insan haklarına aykırı olduğuna inanıyorum. Ayrıca pratikte uygulayanları mahcup edici sonuçlar verdiğini yaşayarak görüyoruz.

Günümüzün ‘cemaat’ kavramı ise, artık din dışı faaliyetleri, dini faaliyetlerin önüne koymuş durumda. Siyasi ve ekonomik örgütlenme, çıkar örgütlenmesi örnekleri veriyorlar. Kanunen buna da söyleyecek bir lafımız yok. Yetişkin insanlar, kendi rızaları ile istedikleri amaç etrafında toplanabilirler, diyebiliriz.

Bu cemaatlerin yetiştirdikleri kadroların tek merkezden aldıkları işaretlere göre siyasi tavır belirlemeleri anlamlı. Bu kitle de aklını Atatürk’e kiraya vermiş altı okçuların diğer yöndeki izdüşümü. En büyüklerinin lideri ABD’de ikamet ediyor. Mavi Marmara olayı hakkında verdiği demeç henüz taze. Hocaları, ABD’de yediği ekmeğin hakkını tek bir demeçle verdi. Hayatını kaybedenlere ağız dolusu bir ‘Allah rahmet eylesin’ demekte zorlanan ağız, tam Amerikancı – Siyonist görüş paralelinde bir demeç patlattı. Hem de nereye? Siyonist kampa yakın bir yayın organına. O andan itibaren Türkiye’deki gazeteleri, bu demeci saklayabilmek için yapmadık cambazlık bırakmadı. Kimin nerenin hizmetinde olduğunu görmek için bundan başka bir delile ihtiyaç var mı?

İşte bu tip cemaatlere sadakatı her türlü sadakatın üzerinde tutan ve kendi aklını, fikrini, benliğini bir lidere teslim etmiş insan tipi bizim karnımızın en yumuşak noktalarından birisi. Cemaatın başını tesiri altına alan bir dış güç elini içimize sokmuş olur.

Ergenlik çağını bir cemaat yurdunda geçirmiş gençlerden, bağımsız kişilik geliştirmiş olmasını bekliyoruz.. O gençleri cemaat devşirmesinden sakınmak için ne yaptık da bunu bekliyoruz? Dar imkanlı bir gencin, ‘Cemaat üyesi olacağıma, tahsilimi bırakırım’ demesini mi istiyoruz? Cemaat üyeliğinin onlara sağladığı ‘ait olma’, ‘korunma – kollanma’, ‘ilişkiler ağı kurma’ gibi imkanlarına alternatifimiz nedir?

Yasaklama çözüm değil.. Hem kimsenin yasaklamaya hakkı yok. Yapılacak iş devlet aklının bu tip yapıların nemalandıkları boşlukları daraltmasında. Örnek olarak, üniversiteyi kazanan her gencimize tatmin edici barınma imkanı ve maddi destek sağlayabilsek cemaat yurtlarına sadece bu işe niyetliler rağbet eder. En azından yoksulluk yüzünden bunlara mahkum olan gençleri o çemberin dışında tutabiliriz. Bu tip yapılanmalar, yoksulluğu, kendilerine adam devşirme amacıyla kullanıyorlar. İş hayır amacınından, ‘Al, yetiştir, ömür boyu destekçin olsun’ sarmalına dönüşmüş durumda. Özellikle yoksul gençlerimizi okumak uğruna bir siyasi bedel ödemek şantajından kurtaracak adımlar atılabilir.

Cemaatlerin güçlenmesinde 28 Şubat zihniyetinin haksız ve dışlayıcı uygulamalarının etkisini de göz önüne almalıyız. Yapılan yanlışlar ergeç dönüp bize zarar veriyorlar. Buradan da ‘toplum mühendisliğine tövbe’ dersini çıkarmalıyız..

Son söz:
Bu hakimler, generaller, eğitimli meslek sahipleri, cemaatlerin yetişdirdiği gençler, hepsi bizim. ‘Milli güç’, elimizdeki tüm unsurların toplam gücünden oluşacaksa, her birini geliştirmek, çağın seviyesine çıkartmak görevi de hepimizin. Günlük politikanın toz dumanı bir yana, devlet aklımız bu konuya devlet gibi el atmalı. Kendi gücünü oluşturan bu unsurlara gelişmenin imkanlarını, ortamını sağlamalı.

Gençliğini dünyayı görmeden Beytüşşebap’da, Çüngüş’de üç kuruşluk maaşla geçiren hakimden ileriki yıllarda dünya çapında içtihatlar bekliyoruz.. Mesleki rakibi kim? Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan hakimleri. Şartlar eşit mi?

Geliri yıllarca evine doya doya kitap almaya yetmeyen, general olana kadar ‘tüketimden men’ cezasına çarptırılmış gibi yaşamak zorunda kalan subaylarımız bu parasızlık yüzünden Amerikan ordu pazarlarına özenirken, general olduklarında hanımlarının aklı yurt dışı görevinden kürkle dönmekte iken.. Biz bu subayımızı general olduğunda kiminle mukayese ediyoruz? Yine ileri, güçlü ülkelerin generalleriyle.. Bir Amerikan generaliyle, bir İngiliz generaliyle.. ABD Doktorası olmayanı general yapmıyor. Hem de doktoraları askerlik dışında başka bir bilim dalından alınmak kaydıyla. Şartlar eşit mi?

Bu kadrolarımızı bilgiyle, görgüyle donatmak, sınırlı maddi şartların ezikliğinden çıkarmak gerek. Atatürkçülükte değil kendi mesleklerinde zirveyi hedeflemelerini sağlamak gerek. Çağdaş normları benimsemiş, demokrasiyi sindirmiş kadrolar haline getirmek gerek. Hem kaderimizde başrol veriyoruz hem de sonu gelmez, bitmez bir fedekarlık içinde vazife görmelerini bekliyoruz. Bu gerçekçi midir? Ne seviyede görev bekliyorsak o seviyede imkan tanımamız şart.
Gerekeni yapmadan sonuç beklersek, daha çok bekleriz.

Önümüzdeki ‘Dünya gücü’ olma yolunun ne kadar uzun olduğu da açık..

– B i t t i –

]]>
Tevfik İzmirli – “Tekrar dünya gücü olabilir miyiz? Bu yoldaki engellerimiz: Zihinlerimiz Atatürkçülük eliyle ve sanki yabancılar tarafından formatlanmış.. Biz farkında değiliz ama kendimiz gibi düşünemiyoruz.. Diğer yarımıza düşman edilmişiz.. Önce bu formatı kıracak özgüveni kazanmamız şart..” – III. Bölüm /2011/02/tevfik-izmirli-%e2%80%93-tekrar-dunya-gucu-olabilir-miyiz-bu-yoldaki-engellerimiz-zihinlerimiz-ataturkculuk-eliyle-ve-sanki-yabancilar-tarafindan-formatlanmis-biz-farkinda-degiliz-ama-kendimiz-g/ Thu, 03 Feb 2011 00:43:22 +0000 /?p=14313

“Türk halkı bence XX. Yüzyıl’dabunu Batılı aydınların farkettiklerinden şüphem vardünyada sayısı fazla olmayan cürette bir toplum mühendisliğine maruz kalmış bir toplum. Atatürk eliyle uygulanan hatta ben zaman zaman ‘sanki İngiltere tarafından uygulatılmış gibi’ diye düşünmek zorunda kalıyorumbu toplum mühendisliği denemesi diğerleri kadar dikkat çekmemiş ve gölgede kalmış.. Bunun bazı sebepleri var, onları ayrıca tartışmak gerekir, diye düşünüyorum..”

“Hacısı, hocası, esnafı, eşrafı, köylüsü, çiftçisi, subayı hep beraber düşmanı yurttan kovmuş bir halkın ‘Muzaffer Başkomutanı’ olan Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu taraflar üstü, ‘Ne istese yaptırabilir’ konumunu, milleti kaynaştırmak, aynı hedefe sevketmek konusunda kullanabilirdi.”

“Demokrasiye geçseydi”, “Rakiplerini tasviye etmeseydi” gibi fantazi düşünceler içinde değilim. Sadece dindar halkın da gönlünü ve rızasını kazanmanın ne kadar yararlı olabileceğini görebilseydi, ‘Şapka İnkilabı’ gibi hiçbir faydası olmayan kendi heveslerini, milleti devletine düşman etme pahasına ve tepeden inme şekilde uygulamasaydı – diğer inkilapların olumsuz etkilerine burada girmiyorum – şu anda çok daha kaynaşmış bir halk olabilirdik, diyorum. Daha İttihat Terakki devrinde bile İstanbul’da tesettürün, zamanın icabı olarak kendi kendine ortadan kalkmış olduğunu biliyoruz. Velev ki tamamen kalkmasaydı veya bugün dahi bazı tutucu kesimlerde tek tük fes giyenler bulunsaydı – sanki kara çarşaf giyenlerimiz yok mu? – ne lazım gelirdi? Tek böyle bölünmüş olmayaydık..


‘Dünya Gücü’ olmamızın önünde yapısal olarak gördüğüm tek bir sorun var: İç bölünmüşlüğümüz.
Bunun dışındakiler, çaresi maddi ya da hukuki tedbirlerle bulunabilecek sıkıntılar. Aklımızı kullanırsak, enerji güvenliğini diyelim ki on yıl içinde sağlam kazığa bağlamış oluruz, gibi.. Halbuki bu bölünmüşlük konusu bu tip bir sorun değil. O yüzden beni gerçekten endişelendiriyor.. Çünkü sosyal konuların kestirme ve garantili çözümleri yok. Hatta çözüleceklerinin garantisi dahi yok.. Tarihi şartların yarattığı, uzun birikimlerin sonucunda şekillenmiş, yılların, on yılların tortusunu taşıyan sorunlar bunlar.. Zaten belli reçeteleri, kestirme çözümleri var olsaydı nesiller boyu devam edip gelmezlerdi. Arada bir yerde çözülmüş olurlardı..

Bu bölünmüşlük aslında bir sonuç.. Bunun sebepleri, failleri, dayanakları, beslendiği kaynaklar var.. Bunları görmemiz lazım.. Asıl mücadele etmemiz gereken onlar.. Fakat göremiyoruz.. Görsek de adını koyamıyoruz.. İtiraf edemiyoruz.. Neden böyle kör gibiyiz? Göz göre göre bölünmemiz arttığı halde biz hala geçmişten gelen duruşumuzu değiştiremiyoruz? Bence bunun altında Türk milleti olarak zihinlerimizin Atatürkçülük eliyle, ‘Atatürk İnkilapları’ adı altında ve sanki yabancıların işine gelecek yönde formatlanmış olması yatıyor..

Herkesin bildiği üç tür bölünmüşlüğümüzün içinde en derin, tehlikeli ve kalıcı olarak ‘Alaturka / Dindar – Alafranga / Laikçi’ bölünmesini görüyorum.
Türk – Kürt bölünmesi bunun ardından gelir. Çünkü bu sorun hala siyasi bölünme aşamasında. Gerçek bir sosyal bölünme aşamasına gelmedik. Sünni – Alevi fay hattı da şaka değil ama bir ‘çözüm üretici akıl’ bunu makul bir süre içinde çözebilir, diye düşünüyorum..

Türk halkı bence XX. Yüzyıl’dabunu Batılı aydınların farkettiklerinden şüphem vardünyada sayısı fazla olmayan cürette bir toplum mühendisliğine maruz kalmış bir toplum. Atatürk eliyle uygulanan hatta ben zaman zaman ‘sanki İngiltere tarafından uygulatılmış gibi’ diye düşünmek zorunda kalıyorumbu toplum mühendisliği denemesi diğerleri kadar dikkat çekmemiş ve gölgede kalmış.. Bunun bazı sebepleri var, onları ayrıca tartışmak gerekir, diye düşünüyorum..

‘Alaturka / Dindar – Alafranga / Laikçi’ ve ‘Türk – Kürt’ Bölünmelerini başlatan Atatürk mü?
Hayır başlatan Atatürk değil. Her iki bölünmenin de tarihimizde daha eskiye giden kökleri mevcut. Ancak, eline fırsat geçtiği halde bu çatlakları kapatacak yönde gayret ve mesai sarfedeceğine, tam tersine üzerine benzin dökercesine azdıran ve bu hatalı yaklaşımları / devlet politikalarını halkımızın kafasına bir ‘Milli İdeoloji’ olarak formatlayan Atatürk’den başkası değil. O bakımdan ben halkımızın özellikle okumuş yazmış kesiminde gördüğüm kendi halkından utanma, onun değerlerini bu arada dinini küçük görme kompleksinin, Atatürk’ün kendi kişisel komplekslerinin devlet eliyle okur yazarlarımıza giydirilmiş hali olarak görüyorum. Muhafazakar kesimin ‘rejime soğuk bakması’ nın altında da yine Atatürk İnkilapları’nın değerlere saygısız içerikleri ve uygulanma yöntemleri sorumlu, diye düşünüyorum. Kürt sorununun bu hale gelmesinin ardında da Atatürk’ün ırkçı – Atatürkçülük tarafından formatlanmış Atatürkçüler, Atatürk milliyetçiliğinin ırkçılık içermediğini söylüyorlarsa da biraz insaflı kimse bunu ciddiye alamaz – dışlayıcı / inkarcı / imhacı / asimilasyoncu Kürt politikasını da bu yazının dışında tutarak devam edelim.

Hacısı, hocası, esnafı, eşrafı, köylüsü, çiftçisi, subayı hep beraber düşmanı yurttan kovmuş bir halkın ‘Muzaffer Başkomutanı’ olan Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu taraflar üstü, ‘Ne istese yaptırabilir’ konumunu, milleti kaynaştırmak, aynı hedefe sevketmek konusunda kullanabilirdi.
“Demokrasiye geçseydi”, “Rakiplerini tasviye etmeseydi” gibi fantazi düşünceler içinde değilim. Sadece dindar halkın da gönlünü ve rızasını kazanmanın ne kadar yararlı olabileceğini görebilseydi, ‘Şapka İnkilabı’ gibi hiçbir faydası olmayan kendi heveslerini, milleti devletine düşman etme pahasına ve tepeden inme şekilde uygulamasaydı – diğer inkilapların olumsuz etkilerine burada girmiyorum – şu anda çok daha kaynaşmış bir halk olabilirdik, diyorum. Daha İttihat Terakki devrinde bile İstanbul’da tesettürün, zamanın icabı olarak kendi kendine ortadan kalkmış olduğunu biliyoruz. Velev ki tamamen kalkmasaydı veya bugün dahi bazı tutucu kesimlerde tek tük fes giyenler bulunsaydı – sanki kara çarşaf giyenlerimiz yok mu? – ne lazım gelirdi? Tek böyle bölünmüş olmayaydık..

Ek olarak bu uygulamalar yaşanmasaydı Osmanlı’nın şehirli ve tasavvuftan beslenmiş İslam anlayışı ortadan kalkmamış olur, dindarlık altmış yetmiş sene sonra tekrar ortaya çıktığında, rejim korkusuyla sığındığı köy ve kasabaların taşralı ve Arap etkili tonlarını taşımıyor olabilirdi. Gazi Paşa’nın inkilap diye yutturduğu sosyal mühendislik tırpanı, okumuş sınıfları dindar düşmanı yapmakla kalmamış, dindarları da yer altına iterek çağı belki de gerektiği gibi yorumlama imkanından yoksun bırakmış.. ‘Topluma istediğim şekli, gereken şartları sağlamaya gerek görmeden ve devlet zoruyla verebilirim’ diyen pozitivist / jakoben anlayışın tam bir iflas tablosu.. Bir delinin kuyuya attığı taş misali..

Bugün için tamiri en zor olan fay hattını ‘devlet ve devletin yetiştirdiği okumuş yazmış zümre ile halkın dindar kesimi arasında var olan zıtlaşma, karşılıklı pozisyon alma ve güven eksikliği’nde, Atatürk’ün kendi kişisel psikolojik sıkıntılarının oynadığı role – konuyu fazla yaymamak amacıyla – sadece ‘Şapka İnkilabı’ üzerinden bakalım..

Şu iki olay, yukarıdaki fotoğrafın psikolojik kaynaklarına ışık tutmuyor mu?

“Nutuk’ta “Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu” diyen Mustafa Kemal’in fes karşıtlığının genç yaşlarında yaşadığı iki olayla ilgili olduğu söylenir. Bunlardan ilki 1908’de Mustafa Kemal’i – ilk Trablus görevi için – Trablus’a götüren vapur Sicilya’ya uğradığında yaşanmıştı. Mola sırasında üstü açık bir fayton kiralayıp şehri dolaşmaya çıkan Mustafa Kemal, mahalle çocuklarının bu ‘fesli yabancı’yı limon kabuğu yağmuruna tutması üzerine epey sıkıntılı anlar yaşamıştı. Daha sonraki yıllarda “Sicilyalı çocukların terbiyesizliğine değil, neden böyle yabani bir başlığa esir olduğuma kızmıştım” diyecekti.”

“İkinci olay ise 12-18 Eylül 1910’da Fransa’daki Picardie Askerî Manevraları sırasında yaşanmıştı. Değişik ülkelerden gelen subayların tartışmaları sırasında Kolağası Mustafa Kemal Avrupalı uzmanların savunduğunun aksi bir tezi savunmuş, dinleyiciler bu sözlere dudak bükmüşlerdi. Oysa Mustafa Kemal’in haklılığı ertesi gün manevralar sırasında anlaşılmıştı. O zaman bir yabancı albay bu dudak bükmenin nedenini söyle açıklayacaktı: “Sizin görüşünüzün doğru olduğu dün akşamdan belliydi. Fakat ne diye bu tuhaf başlığı giyersiniz? Başınızda bu oldukça kafanıza kimse itibar etmez.” (1)

İnkilaplar dönemine kadar, toplumumuzda başa giyilen başlığın kimliğin ne kadar ayrılmaz bir parçası olduğunu gayet iyi biliyoruz. Bu konuda sayısız inceleme, hatıra, anektod var.

“Mütareke Dönemi’nde (1918-1922) Müslümanlar, İstanbul’daki işgalci İngiliz, Fransız, İtalyan birliklere nefretlerini feslerine ve sarıklarına sarılarak; gayrımüslim azınlıklar sempatilerini şapka giyerek gösterdiler. Festen hoşnut olmayan Müslümanlar ise Kuva-yı Milliyecilerin başlığı olan kalpağı giyiyorlardı.” (1)

Cumhuriyet Dönemi’nin en samimi Atatürkçülerinden biri olan Falih Rıfkı Atay’ın anılarında da şapka benzer çağrışımlarıyla yer almıştır. Çocuk Falih Rıfkı’nın büyüdüğünde hatırladıkları: Eve gelen bir gayri Müslim doktorun şapkasına acayip bir nesne gibi bakıp, parmağı ile dokunup dokunmama hususunda bile karar veremediği, evdeki “pek Müslüman besleme”nin o şapkanın temas ettiği yerleri tekrar tekrar nasıl sildiği, o zamanın toplumunda “gâvurların” üç sınıfa ayrıldığı ve en aşağıdaki, en kötüsünün “şapkalı gâvur” diye adlandırıldığı gibi bugün bize çok acayip gelen anılardır. (2)

Örneğin, İzmir’e çıkan Yunan kuvvetlerinin işgal ettikleri köylerde, kasabalarda aşağılamak istedikleri Türklerin başındaki sarık ya da fesi zorla çıkartıp yere atıp çiğnedikten sonra o insanın başına zorla ‘Yunan şapkası’ giydirdikleri.. Yunan’dan kaçarak İç Ege taraflarına çekilen insanlara sorulduğunda ‘Şapkalı Gavur’dan kaçtıklarını ifade ettikleri hep bilinir. Hristiyan’ın kötülük yapanına ‘Gavur’, zalim ve gaddar olanına ‘Şapkalı Gavur’ denildiği de açık.

İşte bu kültürel ortamda, sarıklı fesli milletimizin ‘Şapkalı Gavur’u denize dökmesinden bir kaç sene sonra, aynı millete büyük dahimiz Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eliyle ‘Gavur Şapkası’, ‘Yunan – İngiliz Şapkası’ giydirilmiştir.
O andan itibaren dindarların gözünde, rejimin ‘Gavurluğun yayıcısı – Müslümanlığın düşmanı’ olarak algılanmasına şaşılır mı? Halk devletini o günden başlayarak yanında değil, karşısında olarak algılamaya başlamış olmalı. İngilizler, Türk Devleti ile Türk milleti arasına kalıcı nifak sokmaya kafa yormuş olsalar acaba daha etkili bir yöntem bulabilirler miydi?

Mustafa Kemal, diğer inkilaplarında görüldüğü gibi, burada da şekilden ve üstyapıdan yola çıkıyor..
Asker kafasıyla anlayamadığı şudur ki, İtalyan veletlerinin ya da Fransız subayının aşağıladığı fes değil, fes takan Müslüman toplumların içinde bulundukları kültürel ve teknik gerilikti. O Fransız subayın ordusu Osmanlı malı top tüfek kullanıyor olsaydı, o İtalyan veletlerinin en beğendikleri bisikletler ‘Fes Marka’ olsaydı, acaba fesle alay mı ederlerdi yoksa onlar da fes takmaya mı özenirlerdi? Bugün Türk malı bir süper bilgisayar kullanan bir insanın fes ile alay etmek haddine mi düşerdi? Ya da etse bile bu, o bilgisayarı ortaya çıkaran kafaların ne kadar umrunda olurdu? Ya da Avrupalılar’ın ‘Büyük Türk’ dedikleri Kanuni Sultan Süleyman’ın mesela kaftan giymesiyle neden alay etmediklerini hatta o dönemlerde bizim giyim tarzımızdan etkilendiklerini neden sorgulayamamış? İşte bu bakış açısı ki sonunda hem kendi başına hem diğer milletvekillerinin başına şu İngiliz özentisi silindir şapkayı geçirmeye kadar dayanmıştır.
Şu şapkalı fotoğrafa bir İngiliz devlet adamı ve bir Rus devlet adamı gözüyle bakabilmeyi dener misiniz? Yapacağınız yorum Türk milletini yüceltici bir yorum mu olacaktır, yoksa küçük düşürücü bir yorum mu?

Koskoca bir milletin sıradan bir insan kadar haysiyeti yok mudur? İnsan kendisini bu kadar kopyacı, taklitçi, özenti, kişiliğinden vazgeçmiş, başkasına benzemeye çalışır hale düşürür mü? Bu kişilik yapısı, bırakın ilah yerine sayılmayı, normal sayılabilir mi?

Bu yabancılaşma bize ne kaybettiriyor?
Başka uluslara ne kazandırıyor diye bakalım? İngiliz Kilisesi İngiltere Kraliçesi’nin kilisesidir, Rus Kilisesi Rus Devleti’nin kilisesidir. Bulgarlarda, Yunanlılarda hep böyledir. Bu kadar devlet – kilise birliği görülmeyen ülkelerde de hiç bir şekilde kilise – devlet çatışması ve bu yüzden yaşanan bir bölünme mevcut değildir. Bir de bizim halimize bakın. Romanlara konu olmuş ‘İmam – öğretmen çekişmesi’, son altmış yılda sürekli olarak enerji kaybına sebep olmuş ‘Seçilmiş dindar – Askeriye çekişmesi’.. “Başımızda bu ‘dindarlar’ olacağına demokrasi rafa kalksın” diyen zihniyet..

Bunların dışında bir de bizi ‘Gavur’a karşı maça psikolojik olarak mağlup başlatan bir yönü de var.. Bu belki de en acısı.. Ben ‘rakip kültür mensubu’na neden “Bak ben de senin gibiyim! İyi becermiş miyim? Benim seni taklit etme yeteneğimi takdir ediyor musun?” der durumda kalayım? Birisi size böyle dese – ya da hareketleriyle veya giyimiyle bu mesajı verse – ona saygı duyar mısınız?

O bakımdan ben büyümüş ve kendine olan güvenini kazanmış Türkiye’nin hafta tatilini Pazar’dan Cuma’ya alacağı günleri de hasretle bekliyorum.
Cuma gününün tekrar hafta tatili olması benim açımdan son derece önemli bir gösterge olacak. Dini açıdan daha fazla haysiyetim, gururum açısından.. Şu kadar laik batılı ülkenin içinde bir tane bile kendi kutsal günü olan Pazar’ı hafta tatili yapmamış ülke var mı? İsrail’in hafta tatilini Cumartesi’den başka bir güne alması düşünülebiliyor mu? Biz neden Cuma’yı terkediyoruz ve Hristiyanların kutsal hafta tatilini benimsiyoruz? Neden Cuma namazını kılmak isteyen Müslümanlar kendi ülkelerinde işverenlerinin hoşgörüsüne, bir takım mesai saati ayarlamalarına muhtaç kalsınlar? Burası bizim memleketimiz. Biz çoğunluğu Müslüman bir milletiz. Kendi kutsal günümüzü göğsümüzü gere gere hafta tatili kabul etme hakkımızın olması lazım.. Bizim dinimizin mi önemi yok, yoksa biz mi önemsiz bir halkız? Yoksa ‘İnkilap’ adı altında maymunlaştırma operasyonu mu geçirmişiz?
Ayrıca bunun getireceği ‘Kendisi ile barışık olma ve kendisi olmaktan gurur duyma’ halinin milletçe moral gücümüzü arttıracağını düşünüyorum.

Bugüne kadar zararından başka bir etkisi görülmemiş bu formatlı halden nasıl kurtulabiliriz?
Bu kolay bir iş değil.
Kendi insanlık dışı halimiz bize o kadar normal geliyor ki.. Mesela benim okuduğum üniversitede, Amerikalılar zamanında ‘Chapel’ olarak da kullanılan, içinde kilise orgu da bulunan, sonradan toplantı salonu haline gelmiş bir mekan vardı. Ama tek seccadelik bir mescit yoktu. Bu kimseye garip gelmez, garip gelenler de ağzını açamazlardı. Acaba ileri ülkelerde içinde bir ‘Chapel’ bulunmayan üniversite kampusu var mıdır? Bu tuhaflığı dahi yadırgamadan okuduk, geçtik gittik. Sanki “Batılı tarzda okumuş Türk gencinin ya da onların hocalarının dinle, ibadetle ne işi olabilir?” görüşü bir tabiat kuralı gibiydi.
Ardından çalıştığım bir büyük şirkette işe aldığım bir genç talep ettiğinde kendisine kalorifer dairesinin dışında namaz mekanı bulamamıştım. Sanki bir ‘Hindu’ya kutsal ineğini gezdirecek yer arıyorduk. Bu tip tuhaflıkları normal görmeye o kadar şartlanmışdık ki..

Şimdi yapmamız gereken, tek tek kafamızdaki kabulleri, tercihlerimizi sorgulamak. Kendimize samimi olarak şunu sormalıyız: ‘Doğru olarak bildiklerim gerçekten benim vicdanıma, insanlık onuruna, uluslararası hukuka uygun mu? Yoksa bende Mustafa Kemal’in formatladığı, ipnotize edilmiş robotlardan mıyım?”
Ondan sonrası kolay.. Geriye bir an önce Mustafa Kemal’in aramıza soktuğu nifak sayfasını kapatarak kucaklaşmamız kalır. İsteyen başını örter, isteyen bikinisi ile denizine girer.. Türban, hem üniversitelerde, hem devlet dairelerinde sıkıntı olmaktan çıkar. Subaylarımızın içinden hacca gidenler çıkar. İnsanlarımızın zaten yaşadıkları inançları bir zıtlık sebebi olmaktan çıkar, tansiyon düşer. Belki ülkemizin genel atmosferindeki muhafazakarlık rengi bir ton koyulaşmış olur ama rahatlamış, normalleşmiş, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, akıl hastalığından kurtulmuş bir halk haline geliriz. Bu toplumsal ruh sağlığı ve bunun getireceği birlik hissi ‘Dünya Gücü’ olma yolunda son derece önemli bir güç unsuru oluşturacaktır, diye düşünüyorum..

Ekonomide kazandığımız özgüveni sosyal – siyasi alanlarda da kazanmalıyız.. Sosyal sıkıntılarımızı yaratan alanlarda da aynı cesareti gösterebilmeliyiz.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Cumhuriyet’in 1930’lardan itibaren Türk Parasını Koruma konunu etrafında şekillenmiş köhne ekonomik yapısını 24 Ocak 1980’de çöpe atmadık mı? Fena mı oldu? O günlerde şablon kafalı profesörlerimiz az mı paniklediler? Az mı bugün hatırlayınca utanacakları vecizeler yumurtladılar? Peki ne oldu? Eski model çöpe atılınca, o yıla kadar heybemize atmış olduğumuz kazanımlar yok mu oldu? O güne kadar yapılmış alt yapı yatırımları, ortaya konmuş eserler kayıp mı oldular? Ne münasebet? Sadece o köhne sistem miadını doldurmuştu, yeni ihtiyaçlara cevap veremiyordu. Kaldırdık attık ama kazanımlar bizimle kaldı. Sosyal konularda da aynı şey olacak.

Dolayısı ile biraz cesaret, biraz kendi aklımıza güven.. Atatürkçülüğün zararlı unsurlarını bilinçli olarak, kendi irademizle terkedersek ‘Dünya Gücü’ olma yolunda önümüz açılır. Asıl o zaman ‘Muassır medeniyet seviyesi’ni yakalayacağız. Şu anda çağdışı olan, gelişmemize engel oluşturan kısmımız dindarlarımız değil, Atatürkçülerimiz. Atatürkçülüğün betonlaştırdığı zihniyetimiz. Altı okçular televizyonlarda konuşurlarken dinlemiyor musunuz?

Laikliğin ‘jakoben – militan’ yorumu çöpe.. ılımlı, demokratik, liberal yorumu başa.. diyorum..

(1). Ayşe Hür
(2). Fahri Sakal

– Devam edecek –

]]>
Tevfik İzmirli – “Tekrar dünya gücü olabilir miyiz? Bu yoldaki engellerimiz: Enerji.. Enerji.. Enerji..” – II. Bölüm /2011/02/tevfik-izmirli-tekrar-dunya-gucu-olabilir-miyiz-bu-yoldaki-engellerimiz-enerji-enerji-enerji-ii-bolum/ Tue, 01 Feb 2011 13:01:59 +0000 /?p=14021 Enerji konularına en az askeri konular kadar stratejik anlayışla bakmayı öğrenmeliyiz.

Önce tüm olaylara olan bakışımıza yeni bir ayar getireceğiz. Bu, “Büyük Türkiye’nin menfaatleri açısından stratejik bakış” olacak. Bugün bulunduğumuz noktadan dünya gücü bir Türkiye’ye giden çizgi nereden geçiyorsa, tüm politikalarımız o rotayla uyumlu olacak. Enerji dahil her konuya olan bakışımız bu stratejik bakıştan ve rotadan kerteriz alacak.

Enerji Bakanlığı da, MİT de, TİKA da, Dış İşleri de aynı amaca hizmet edecek.

“Güvenlik odaklı devlet çağı kapandı”, “Kazan – kazan mantığı”, “Karşılıklı bağımlılık çağındayız” söylemleri kulağa ne hoş geliyor. “Yunanlı ile sirtaki oynayalım, Rus ile votka içelim, cacık, pilaki, musakka, Moskova geceleri, Ege’nin iki yakası” muhabbeti.. Bunlara temelden itirazım yok ama acaba, “Güvenlik odaklı devlet çağı kapandı” demek “Şavalak devlet çağı, saftorik devlet çağı ya da stratejisi olmayan devlet çağı mı açıldı demektir?”

Yine sirtaki oynayalım, yine Ruslarla kadeh kaldıralım ama iş kendi menfaatlerimize geldiğinde gerekiyorsa İngiliz soğukluğunu ya da Rus kabalığını takınmaktan hiç utanmayalım.

Rus Ordusu daha dün Gürcistan’a giriverdi. İki adımda BTC boru hattının dibindeydiler. Gürcistan Başkanı’nı televizyon yayınında ‘kıravatını yerken’ seyrettik.. Görüntüler hala YouTube’de.. Yarın dünya şartları izin verdiğinde aynı müdaheleyi Azerbaycan’a yapmayacağının garantisi var mı? Kendi kravatımızı yemek istemiyorsak, hazır önümüzde vakit varken, gereken tedbirleri almamız lazım. Aksi halde – askeri açıdan değil ama enerji bağımlılığından – kravatımız ağzımıza yakın duruyor..

Dünyanın iki numaralı askeri ve nükleer gücünden bahsediyoruz. Demokrasi geleneği sıfıra yakın bir ülke. Kurt gibi bir dış politika izliyor. Enerjiyi politik baskı aracı olarak kullanabiliyor. Sistemleri gereği başkanlık makamı çar gibi yetkili. Parlamentosu, yargısı göstermelik. İktidar eski KGB kadrolarının elinde. Çevresini karıştırma konusunda hem uzman hem sabıkalı. Bankacılıktan, medyadan spora kadar her alanda şeffaflıktan uzak. Ve bizim enerjimizin vanaları böyle bir gücün elinde. Olacak iş değil.

Türkiye tek bir ülkeyle çıkar çatışması yaşayacaksa bu Rusya olacaktır. Hiç dilemem ama Rusya kadar fazla konuda ters düşme ihtimalimiz olan bir başka ülke daha yok. Karadeniz, Kafkaslar, Orta Asya’daki Türki devletler, Hazar Havzası, bunlar Rusya ile işbirliği alanlarımızı oluşturdukları kadar çıkar çatışması alanlarımızı da oluşturuyorlar.

On yıllarca Amerika’ya bağımlı kalmaktan ders almış olması gereken bir Türkiye’nin kısacık bir süre içinde enerji konusunda kendini Rusya’nın kucağında bulması akıl almaz bir iştir. Bu işin bu kadar kolayından bağlanmasına Ruslar da şaşmış olsalar gerekir.

Bu işi kim becerdiyse ‘On Yılın Operasyonu Ödülü’ ona verilmeli. Belki de ödülünü Ruslardan almıştır bile..

Sonsöz:
Ülkemiz ‘Dünya gücü’ olmayı ‘hoş bir hayal’ olmaktan öteye taşıyarak, gerçek bir hedef olarak benimsiyorsa, bunun en önemli göstergelerinden birisi enerji güvenliği konusunda atacağımız adımlar olacak.


Dünya gücü olma yolunda önümüzdeki engeller neler? Diğer rakiplerimizden farklı olarak, bize mahsus hangi engeller var?

Bu sorulara verilecek ilk cevap şu olmalı: ‘Enerji konusundaki çürük yapılanmamız’.. ‘Enerjiyi sadece enerji olarak görmemiz’.. Halbuki enerji demek hakimiyet demek.. Bunu Rusya biliyor, bizim de anlamamız lazım..

Bugünkü enerji yapımız bir gecekondu.. Güçlü bir rüzgarda yerle bir olabilir.. Büyük Türkiye, ‘Tırsık Türkiye’den kalma bu yapının üzerinde yükselemez. Sadece fiziki imkanlar bakımından değil, genel mantık yapısı, öncelikler sıralaması gibi açılardan da yeni rolümüze göre tasarlanmış bir yapı ihtiyacı kendisini en fazla enerji alanında gösteriyor.

Hem enerji fukarasıyız.. Birincil enerji kaynaklarında aşırı derecede dışa bağımlıyız.. Hem de bugüne kadar her yönden düşünülmüş, akılcı ve dengeli bir enerji politikası oluşturmadığımız için halihazırdaki sistemimiz güvenilmez, riskli, eğreti ve aslında bir numaralı potansiyel tehdit kaynağımız olan Rusya’ya bağlı..

Bu enerji yapılanmasıyla ne dünya gücü ne dünya gücü adayı olunur. Bölgesel güç de olunmaz.. Ancak Rusya’nın oyuncağı olunur.. Gün gelir Tayyip Bey’in kankası Putin telefona çıkmayıverir, randevuyu erteleyiverir. Elimiz böğrümüzde kalırız. “Bizde sana terlik satmayız, portakal yollamayız” mı diyeceğiz?

Genel tablo şöyle:
– Hidrolik enerjide, yapılabilecek büyük barajların sonuna yaklaştık.
Şimdi son hamlemiz sayısı binleri bulacak ufak boy HES’ler. Lisans dağıtımı ve inşaatlar başladı. Bunların tamamını dahi devreye aldığımızda su kaynaklarımızdan üretilecek toplam elektrik yılda 100 – 120 milyar kw/saat civarında olacak. Halbuki biz şimdiden 220 milyar kw/saat tüketime yaklaştık. Hidrolik potansiyelimizin tamamını değerlendirdiğimizde, ihtiyacımız 500 milyar kw/saat civarına çıkmış olacak.. Nehirlerimizin debileri yıllara ve mevsimlere göre çok değişken ve düzensiz. Bu sebeple HES’lerimizin fiili üretimleri yıldan yıla dalgalanıyor. Bir Kanada ya da Rusya değiliz. ‘Coğrafyanız kaderinizdir’ lafı tam buraya oturuyor.

– Linyitte milyarlarca tonluk rezervlerimiz var.. MTA’nın yeni aramaları bu rezervleri arttırmakta ama ortada ciddi bir yatırım görünmüyor.
70’li yılların Polonya teknolojisi ile yapılmış Yatağan gibi santralların yarattığı kötü çağrışımları silmemiz şart. Yeni yakma ve baca teknolojileri artık en yüksek kükürtlü linyitleri bile çevre dostu santrallarda kullanma imkanı veriyor.. O kadar ki, Almanya’da şehir içinde çalışan ve bacasından sadece buhar tüten kömür santralları var. Milyarlarca tonluk linyit rezervlerimiz olduğu halde biz bir türlü bunlardan gerektiği gibi faydalanamıyoruz.. Yüzde yüz yerli yakıta dayalı oldukları için linyit santrallarının stratejik önceliği olmalı. Yerli kömürden üretilen elektriğe alım garantisi mi verilir, fiyat farkı mı ödenir, bunun yolunu Enerji Bakanlığı bilir. Ne yapmak gerekiyorsa yapılmalı, elektirik üretiminde yerli kömürün payı mutlaka arttırılmalı. Şu anda bu pay %20’nin altına inmiş durumda ve her geçen yıl azalıyor. Aynı oranın AB’deki 2010 ortalaması  %26’nın üzerindedir.

Almanya’dan, ABD’den Çin’e kadar kömür santrallarına o kadar büyük bir talep var ki, tesis maliyetlerinde ve bekleme sürelerinde büyük artışlar yaşanıyor. Bizde ise yerli kömürlerimiz üvey evlat muamelesi görmekte. ‘Milli kömür politikası’ oluşturulmalı ve bu politika devletin en üst katlarında özel olarak takip edilmeli. Şu anda kömürcülüğümüz suikaste uğramış halde. Bunu tersine çevirmekte ciddi menfaatimiz var. Dünya gücü olacaksak bu konuya da ‘Dünya gücü adayı’ gözüyle bakmamız lazım. Doğalgaz ya da ithal kömür lobilerinin gözüyle değil.

– Asıl sıkıntı petrol ve doğalgazdaki dışa bağımlı halimizde.
Dışa bağımlı olmanın sakıncası iki yönlü. Birincisi parasal. Sürekli olarak dışarıya döviz ödemek zorundasınız. Ama verimli bir ekonomi bunu aşabiliyor. Almanya ve Japonya’nın da petrolleri yok. TPAO’nun 2023 yılına kadar dış ülkelerdeki üretimle Türkiye’nin tüm tüketimini karşılıyor olma hedefi var. Şu anda bile yurtdışı üretimi yurtiçi üretimini yakalamış durumda. Bu hedef gerçekleşse dahi, sıkıntının sadece parasal yönünü çözecek. Halbuki asıl büyük sakınca ‘Arz güvenliği’ kısmında. Ortalık karıştığında enerjiye ulaşımınızı kesebilecek güçler varsa, paranız da fayda etmiyor. Yani kritik anlarda TPAO’nun Azerbaycan’da, Libya’da, Kolombiya’da ürettiği petrolün bize yararı dokunamaz. Lazım olduğunda ve lazım olduğu kadar petrol ya fiziken deponuzdadır ya değildir. Sanayi ya da motorlu araçlar mülkiyeti size ait olan ama o anda fiziken uzak bir diyarda olan petrolle çalışmaz. Bu yüzdendir ki ne Japonya’nın, ne de Almanya’nın ekonomik boyutlarıyla orantılı bir siyasi güçleri yok. İkisinin de tasmaları enerjiye ve enerji yollarına hakim olan güçlerin elinde. Bu iki ülkenin II. Dünya Savaşı’ndaki akibetleri bile petrolü kontrol edenlerle petrolden mahrum olanların haline delildir.

– Petrolde yerli üretim tüketimin %12’si civarında.
En az korkutucu olanı bu çünkü petrol deniz yoluyla da gelebilen, depolanması kolay, istendiğinde büyük miktarlarda stratejik rezerv oluşturabileceğimiz bir mal. Böyle bir rezerv mutlaka oluşturulmalı. Nitekim ABD’nin 750 milyon varile yakın bir rezerv tuttuğu biliniyor. Bizim şu andaki yıllık tüketimimiz 200 milyon varil. Petrolde, OPEC ambargosu gibi dünya çapında bir sıkıntı, ya da ülkemize yönelik bir ambargo denemesi gibi senaryoları bile hesaba katan, yere sağlam basan bir stratejimiz olmalı. Kerkük ve BTC boru hatları bu açıdan kıymetli varlıklar. Ama kötü gün planında bunların dahi devre dışı kalabileceği düşünülmeli. Kuzey Irak ve Suriye’nin Türkiye’ye en azından ekonomik olarak entegre edilmiş olmaları önemli rol oynayabilir.

– Asıl sıkıntı doğalgazda. Yerli üretim, tüketimin %2’sini karşılıyor.
Doğalgaz, boru hatları dışında, özel gemilerle de gelebiliyor ancak bu halde (LNG) gelebilmesi için sıvılaştırılması gerekiyor. Sıvılaştırma işlemi gazın hacmini 1/600’e indiriyor ama bunun için doğal gazın önce temizlenmesi, ardından – 162 C derecelere kadar soğutulması ve nakliye ve depolama esnasında sürekli bu düşük ısıda tutulması gerekiyor. Boru hatlarıyla alınmasına göre bunun maliyet farkı var. Türkiye sanki bu alternatifin de elinde olduğunu göstermek ister gibi bu yolla da doğalgaz ithal ediyor. Cezayir, Katar ve Nijerya’dan gelen LNG kargoları BOTAŞ’ın Marmara Ereğlisi’ndeki ve özel sektörün Aliağada’ki LNG gazlaştırma tesislerinden şebekeye basılıyor. Ama asıl ikmal kaynaklarımız dört tane boru hattı. Birisi Balkanlardan, birisi Karadeniz’in altından, toplam iki hat Rusya’dan. Bakü – Tiflis – Erzurum hattı Azerbaycan’dan. Doğubeyazıt – Erzurum hattı İran’dan. Rusya’nın payı üçte ikinin üzerinde. İşin kritik tarafı şu ki 2009 yılındaki elektrik üretimimizde doğalgazın payı %48,6. Bu kabul edilebilecek bir oran değil. AB’de 2010 ortalaması %24.
Tek mazaretimiz şu ki, doğalgaza dayalı santrallar diğerlerine göre çok kısa sürede hizmete alınabiliyorlar. – Bir hidrolik santral 4 – 8 yılda, bir nükleer santral 8 – 10 yılda devreye alınabilirken, doğalgaz santralı için bu süre 1 yılın altına bile inebiliyor. – Biz de uzun vadeli enerji planlaması yapamadığımız için ne zaman ufukta bir enerji darboğazı görülse hemen kurtarıcı olarak doğalgaz santrallarına sarıldık. Bu hale düştük.

– Uygulanan politikalarla bilerek ya da bilmeyerek ki ben o kadar iyi niyetli düşünemiyorum Türkiye tek kelime ile Rusya’nın şantajına açık bir hale düşürülmüş halde..
Rusya’dan para kazanan Şarık Tara’dan başlayarak, büyük bir Rusya lobimiz ve bunların siyasi ortakları var. Bu yüzden bu aşırı bağımlılık gerektiği kadar dile getirilemiyor. ‘Bizim almak zorunda olduğumuz kadar Rusya’nın da satmak zorunda olduğu’ söylemi vurgulanıyor. Evet ama, bu normal zamanlar için geçerli bir söylem. Menfaatler çatışıp taraflar hasmane pozisyonlar aldığında karşı taraf sadece para kaybedecek, bizim tarafta ise hayat duracak. Bu nasıl karşılıklı bağımlılıktır? Türkiye şu anda Rusya ile iyi geçinmek zorunda bırakılmış, ‘iyi geçinmeme’ opsiyonu elinden alınmıştır. Bu kartı elimize tekrar alamazsak dünya gücü olma iddiamız havada kalır. Türkiye’nin yumuşak karnı enerji fukaralığı iken buna bir de doğalgazda Rusya’ya aşırı bağımlılık eklenmiştir. Bu kadar tavizin karşılığında iki taraf arasında dengeli bir dış ticaret tablosu oluşsa bu kadar canım yanmaz. Biz Rusya’dan uzun vadeli kontratlarla döviz karşılığında gaz alırken hiç olmazsa aynı miktarda mal ya da hizmet satabilmenin yolunu açabilseymişiz. O da yok. Ne mallarımıza avantajlı bir gümrük tarifesi uygulanıyor, ne inşaat şirketlerimize bir ayrıcalık tanınıyor. Dış ticaret rakamları ortada. Tabi bunlar alımlara başlarken müzakere edilecek konulardı. ‘Kabul edersen almaya başlayacağım, aksi halde düşünürüm’ denebilecek zaman kaçırılmış. Özal’la yaptıkları ilk kontratta gaz bedelinin yüzde yetmişinin inşaat hizmeti ile ödenme şartı vardı. Rusya’yı inşaatçılarımıza açan da bu anlaşma olmuştu. Bu anlaşma yapılırken Şarık Tara’nın ve adamı Şerif Egeli’nin Özal’a ne kadar yakın olduklarını herkes bilir. Ardından ENKA’nın Rusya’da yaşadığı büyüme de malum. Şimdi bakınca, sanki ‘Hele imzalar atılıp, %70’i inşaatla ödensin de, sonrası Allah Kerim’ denmiş, Ruslara da ‘Siz ilk kontratta bu tavizi verin, sonra kaldırırsınız, nasıl olsa kaçacak yerleri yok’ diye de taktik verilmiş gibi.. Bu avantaj sağlam kazığa bağlanmamış. Bir ‘Elma şekeri’ymiş. Biz bir kere gazı almaya başlayınca bu şartı yeni kontrata koydurmadılar. Halbuki o noktada Rus gazına yeni bir pazar açılıyordu. Heyecanlı taraf Rusya’ydı. ‘Takip eden tüm kontratlarda bu dengeleyeci ödeme sistemi aynen korunacaktır’ şartı acaba konamaz mıydı? Belki gerçekten konamazdı. Ama bizim Rus lobisinin düşünce tarzını ve Rusya değerlendirmelerini biraz tanıdığım için bu şüpheden kurtulmam kolay değil. Bizim Rusyacıların gözünde Rusya büyük bir pazardır. Orada kazanılacak çok para vardır. Nokta. Halbuki karşımızda yüzyılların Rus diplomasisi var. Gaz onların kartlarından sadece bir tanesi. Her olaya dünya politikaları açısından bakan bir devlet gelenekleri var. Bu, Kremlin’in Çankaya karşısındaki tecrübe farkını da gösteriyor. Ayrıca, Gasprom Rus devleti, Rus devleti de Rus istihbaratı demektir. Bu durumun tesadüf olmadığını, bu sonuca ulaşmak için rüşvet hatta şantaj dahil akla gelen her türlü yolu kullanmış olabileceklerinden hiç şüphem yok.

– Türkiye bu konuda tuzağa düşürülmüştür.
Bundan sonra atılacak her adım bu bağımlılık tuzağından kurtulma yönünde olmalıdır. Hiç olmazsa Rusya’dan alınan gaz miktarı bu seviyede tutularak, büyüyecek enerji ithalat rakamlarımızın içindeki Rusya payının oransal olarak düşürülmesi sağlanmalıdır.. 2. Mavi Akım hattı kesinlikte yapılmamalıdır. Türkiye’nin – transit hariç – kendi tüketimi için bir metreküplük artışa dahi gidilmemelidir.

– Uzunca bir süre için yetecek miktarda stoklama kapasitesine sahip olmamız şart.
Tuz Gölü’nün altına inşa edilecek büyük kapasiteli yer altı doğalgaz depoları konusu nedense gündemden düştü. Silivri’deki depolama kapasiteleri oyuncak boyutunda. Türkiye yıllık tüketiminin %6’sını depolayabiliyor. AB normlarına göre bu en az %10 olmalı. Avusturya’da yıllık tüketimin %30’u depoda.

– İkinci yakıt çözümü el altında hazır tutulmalı..
Doğal gazlı elektrik santrallarında kullanılan türbinlerin tamamı uçaklardaki türbinlerin türevleri. Dolayısı ile doğal gazla çalışabildikleri gibi akaryakıtla da çalışabiliyorlar. Aynı türbinler mesela harp gemilerinde akaryakıtla çalışıyorlar. Konu maliyet farkı. Akaryakıt fiyatının dörtte üçü vergiden oluşuyor. Bu çift yakıtlı olma halini lafta bırakmamak gerekir. Gaz akışında sıkıntı olur olmaz akaryakıta dönebilmeleri için gereken her türlü teknik, mali ve hukuki hazırlık yapılmış olmalı. Sanayide ve elektrik üretiminde kullanılan gaz yerine anında akaryakıt ikame edilebilmeli, doğalgaz ihtiyacı sadece binalar ve doğalgazı hammadde olarak kullanan sanayiler ile sınırlı hale gelebilmelidir.
– Şu andaki halimiz, bırakın dünya gücünü, vasat bir ülkeye bile yakışmayacak kadar pamuk ipliğine bağlı.
Züğürt Ukrayna’nın Rusya’ya ödeyemediği bir fatura, ya da İran hattındaki bir kapasite düşüşü bizi kış ortasında darboğaza sokuyor. Milletçe günlük alınan doğalgaz miktarını takip etmeye başlıyoruz. Dostumuz Putin devreye girerek Mavi Akım’dan verdikleri gazı arttırıyor, biz de başbakanımızın hatırı Putin’e geçiyor diyerek seviniyoruz. Putin istese bir teknik arıza bahanesiyle gazı keserek Türkiye’de hükümeti bir iki haftada düşürebilecek durumda. Bu halimiz, maskaralık bile değil, resmen üzücü bir acizlik örneği. MGK kaldırılmayacaksa, bari başörtüsü yerine bu tip hayati sorunlara kafa yorsa daha uygun olacak..
Tüm evleri, işyerleri, okulları, hastaneleri doğalgazla ısıtılan bir Türkiye hoş bir manzara. Kimsenin tezek ya da kömür yakarak ısınalım ya da 5 numaralı fuel-oil ile havayı kirletelim dediği yok. Ama havayı temiz tutalım derken bu defa geleceğimizi karartıyoruz.

Nedense bizde fuel-oil dendiğinde akla sadece zift kıvamındaki 5 numara fuel-oil gelirken ABD’de, doğalgazın yanında, ‘2 numara’ tabir edilen bizim gazyağı tipindeki fuel-oil de yaygın olarak ısınma amaçlı kullanılır. Hem de ABD dünyanın bir numaralı doğalgaz üreticisi olduğu halde. Ülke çapında ısınmamızı ve sanayimizi tek bir cins yakıta hem de arz güvenliği en kolay bozulabilecek bir yakıta bağlamak ondan sonra da bu yakıtın üçte ikisini tek bir ülkeden almak ne kadar doğru bir tercihtir?

– Kuzey Irak’da büyük gaz keşifleri yapılıyor olması bizim için gayet iyi haber. NABUCCO’nun hayata geçmesi iyi haber olacaktır. Bir de Karadeniz’de TPAO’nun Petrobras, Chevron ve Exxon’la ortak olarak yürüttüğü derin deniz sondajlarına devamlı dua etmekte fayda var..
Sondajın her biri 250 – 300 milyon dolara mal olurken, bu dev şirketlerin riski tamamen üstlenerek bu sondajları yapmaları Karadeniz’den ne kadar ümitli olduklarını gösteriyor. Oradan gelecek bir iyi haber konuyu kökünden halledebilir. Karadeniz’in doğusunda petrol, batısında doğalgaz ümidi var. Veriler, Hazar Bölgesi yataklarının Karadeniz altından Romanya’ya uzandığına işaret ediyor.

– Önce bölgesel, ardından küresel güç olma hedefini ciddiye alıyorsak bunun gerektirdiği enerji yapılanmasını gerçekleştirmek zorundayız.
Geç kalınmış değil. Şu andaki halimiz yakın geçmişimizin ‘hedefsiz ve rüzgar önündeki yaprak’ ülkesinin yapılanması. Artan talebe yetişebilmek telaşıyla selden kütük kapar gibi çalışmışız. ‘Elektrik kesilmesin fabrikalar çalışsın da, tarlalar sürülsün, kamyonlar yürüsün de, nasıl olursa olsun, kaça olursa olsun’ denmiş. Talebin karşılanması açısından şu güne kadar başarılı olmuşuz diyebiliriz. En azından ülkede enerji kısıntısı yaşanmadan bugünlere gelinmiş. Enerji konusu büyümemize set çekmemiş. Zira gerçekten de ‘en pahalı enerji olmayan enerjidir’.

Şimdi oyunun kuralları değişmeye başlıyor. Ülkemiz doğalgaz ve petrolde bir ‘Transit ve terminal ülke’ olmaya gidiyor. Orta vadede Suriye ve Suriye üzerinden Mısır gazı, Irak ve Kuzey Irak gazı, muhtemelen Azerbaycan üzerinden Türkmen gazı da Anadolu’ya ulaştığında, ülkemizin boru hatları haritası bir örümcek ağını andıracak.. Bu başlı başına arz güvenliğine hizmet edecek bir gelişme. Bunu stratejik gücümüze azami hizmet edecek şekilde kullanabilmeliyiz. Anadolu, Avrupa’nın enerji nakil koridorlarından birisi olacaksa, ki öyle görünüyor, bu gelişme bizim enerji arz güvenliğimizi kökünden çözmüş olmalı. NABUCCO’daki Avusturyalıya da, Yunanistan üzerinden gaz alacak olan İtalya’ya da şu iyice anlatılmalı ki; Türkiye, kendi arz güvenliğini her türlü ticari menfaatinin, ya da sevgili AB’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirme politikalarının önünde görmektedir. Bizim Rusya rotasına tek alternatifi oluşturan coğrafi konumumuz – aynı petrol ya da gaz zengini ülkeler gibi – Allah’ın bize bir lutfudur ve bunu sonuna kadar kullanmak da bizim en doğal hakkımızdır.
Türkiye’nin yetişmiş kadrolarında bunu sağlayacak birikim fazlasıyla mevcut. Yeter ki içten satılmaya karşı en üst düzeyde uyanık olalım.

BOTAŞ’dan bir harita. Sadece sol altdaki mavi kutunun içini ‘Yunanistan – İtalya DGBH’ olarak okumak lazım.

Burada da mülkiyeti BOTAŞ’a ait olmayacağı için Samsun – Ceyhan petrol boru hattı gösterilmemiş.

Enerji konularına en az askeri konular kadar stratejik anlayışla bakmayı öğrenmeliyiz.
Önce tüm olaylara olan bakışımıza yeni bir ayar getireceğiz. Bu, “Büyük Türkiye’nin menfaatleri açısından stratejik bakış” olacak. Bugün bulunduğumuz noktadan dünya gücü bir Türkiye’ye giden çizgi nereden geçiyorsa, tüm politikalarımız o rotayla uyumlu olacak. Enerji dahil her konuya olan bakışımız bu stratejik bakıştan ve rotadan kerteriz alacak.
Enerji Bakanlığı da, MİT de, TİKA da, Dış İşleri de aynı amaca hizmet edecek.
“Güvenlik odaklı devlet çağı kapandı”, “Kazan – kazan mantığı”, “Karşılıklı bağımlılık çağındayız” söylemleri kulağa ne hoş geliyor. “Yunanlı ile sirtaki oynayalım, Rus ile votka içelim, cacık, pilaki, musakka, Moskova geceleri, Ege’nin iki yakası” muhabbeti.. Bunlara temelden itirazım yok ama acaba, “Güvenlik odaklı devlet çağı kapandı” demek “Şavalak devlet çağı, saftorik devlet çağı ya da stratejisi olmayan devlet çağı mı açıldı demektir?”

Yine sirtaki oynayalım, yine Ruslarla kadeh kaldıralım ama iş kendi menfaatlerimize geldiğinde gerekiyorsa İngiliz soğukluğunu ya da Rus kabalığını takınmaktan hiç utanmayalım. Rus Ordusu daha dün Gürcistan’a giriverdi. İki adımda BTC boru hattının dibindeydiler. Ben Gürcistan Başkanı’nı televizyon yayınında ‘kıravatını yerken’ seyrettim.. Yarın dünya şartları izin verdiğinde aynı müdaheleyi Azerbaycan’a yapmayacağının garantisi var mı? Kendi kravatımızı yemek istemiyorsak, hazır önümüzde vakit varken, gereken tedbirleri almamız lazım. Aksi halde – askeri açıdan değil ama enerji bağımlılığından – kravatımız ağzımıza yakın duruyor..

Dünyanın iki numaralı askeri ve nükleer gücünden bahsediyoruz. Demokrasi geleneği sıfıra yakın bir ülke. Kurt gibi bir dış politika izliyor. Enerjiyi politik baskı aracı olarak kullanabiliyor. Sistemleri gereği başkanlık makamı çar gibi yetkili. Parlementosu, yargısı göstermelik. İktidar eski KGB kadrolarının elinde. Çevresini karıştırma konusunda hem uzman hem sabıkalı. Bankacılıktan, medyadan spora kadar her alanda şeffaflıktan uzak. Ve bizim enerjimizin vanaları böyle bir gücün elinde. Olacak iş değil.

Türkiye tek bir ülkeyle çıkar çatışması yaşayacaksa bu Rusya olacaktır. Hiç dilemem ama Rusya kadar fazla konuda ters düşme ihtimalimiz olan bir başka ülke daha yok. Karadeniz, Kafkaslar, Orta Asya’daki Türki devletler, Hazar Havzası, bunlar Rusya ile işbirliği alanlarımızı oluşturdukları kadar çıkar çatışması alanlarımızı da oluşturuyorlar.

On yıllarca Amerika’ya bağımlı kalmaktan ders almış olması gereken bir Türkiye’nin kısacık bir süre içinde enerji konusunda kendini Rusya’nın kucağında bulması akıl almaz bir iştir. Bu işin bu kadar kolayından bağlanmasına Ruslar da şaşmış olsalar gerekir.

Bu işi kim becerdiyse ‘On Yılın Operasyonu Ödülü’ ona verilmeli. Belki de ödülünü Ruslardan almıştır bile..

Sonsöz:
Ülkemiz ‘Dünya gücü’ olmayı ‘hoş bir hayal’ olmaktan öteye taşıyarak, gerçek bir hedef olarak benimsiyorsa, bunun en önemli göstergelerinden birisi enerji güvenliği konusunda atacağımız adımlar olacak.

“Önümüzdeki engeller neler?”devam edecek..

]]>
Tevfik İzmirli – “Tekrar dünya gücü olabilir miyiz? Bu noktaya nasıl geldik? Bu yoldaki engellerimiz..” – I. Bölüm /2011/01/tevfik-izmirli-tekrar-dunya-gucu-olabilir-miyiz-bu-noktaya-nasil-geldik-bu-yoldaki-engellerimiz-i-bolum/ Fri, 28 Jan 2011 18:18:49 +0000 /?p=14118 Tekrar dünya gücü olacak mıyız?
Böyle giderse evet.. olacağız. Yarın sabah değil tabi ki.. Ama gidiş oraya..
Büyük bir felakete uğramazsak, bizim neslimizin uzun yaşayanları bile bu dünyayı terketmeden bambaşka bir Türkiye’yi görmüş olacaklar..

Bu maya nasıl tuttu? Bu hamur nasıl kabardı?
Bu sorunun kırk tane cevabı olabilir ama bence bir numaralı etmen (amil) “Türkiye’nin 89 yıllık uzun barış dönemi” olmuştur. Allah bir daha göstermesin, 9 Eylül 1922 gününden bugüne ülkemiz savaş yıkımı görmedi. Şu Asya artı Avrupa kıtasında böyle kaç ülke var acaba? Veya Anadolu insanı tarihinde hiç bu kadar uzun süren bir barış dönemi yaşamış mıydı? Bu, üzerinde pek durmadığımız ama aslında her türlü politikanın üzerinde inşa edildiği bir sağlam zemin sağladı. Kuşkusuz, devletimizin, cumhuriyetimizin başarısıdır.
İsmet Paşa’nın, Lozan’ın imzalandığı salondan çıkarken yanındakilere söylediği “Yüz sene kazandık” sözü her geçen gün doğrulanıyor.

Bu uzun barışı elde etmenin karşılığında az mı bedel ödedik?
Az olur mu? Fazlasıyla ödedik. Kişiliğimizden, kimliğimizden vaz geçtik. Hatta belki de her istediklerini vermiş olduğumuz için bizi rahat bırakmışlardır. Daha ne ödeyecektik?
Önce Lozan’da İngiltere, daha sonra NATO’da ABD ne istiyorlarsa, bizi ezmemeleri için ya da Stalin’in Sovyetler’ine yem etmemelerini sağlamak amacıyla ne yapmamız gerekiyorsa yaptık.
Lozan’da sağ kalmak için hedef küçültmüştük. NATO’da Sovyet tehdidinden korunma karşılığında Atlantik güçlerine uşaklık olmasa da yamaklık ettik.
O bakımdan Türkiye’nin XX. Yüzyıl’daki dış politikası genel hatlarıyla, Atatürk döneminde bir ‘yaranma’, daha sonrasında bir ‘yaltaklanma, tabi olma, kullanılma ve buna rağmen iteklenme’ politikasıdır. Gurur duyulacak bir yönü yoktur.
Yaranmaya örnek; Atatürk devrinin Ankara sokaklarında görülen silindir şapka giydirilmiş mebuslarıdır. Türk müziğinin yasak edilmesidir.
Yaltaklanmaya örnek; Kore’de verdiğimiz yediyüzden fazla şehittir.
Tabi olmaya örnek; Cezayir’in bağımsızlığına karşı NATO üyeleri ile birlikte red oyu kullanmamızdır.
Kullanılmaya örnek; varlıklarından ancak Küba Krizi patlayınca haberdar olduğumuz Jüpiter füzelerinin topraklarımıza yerleştirilip Anadolu’nun Sovyet füzelerinin hedefi haline getirilmesidir.
Ve iteklenmeye örnek de; Jonson Mektubu’dur, Amerikan ambargosudur.
Ne yapalım? “Adım Hıdır, elimden gelen budur” demişler. Milletimizin ve liderlerimizin eti, budu, aklı, fikri o kadarına yetiyordu demek ki..


Bağımsızlığımızın senedi olan Lozan’da ne diyet ödedik?
– Musul bağıra bağıra İngiltere’ye gitti. Petrol, Türkmenler ve güneydeki Kürtler İngiltere’ye, beş para getirmez, çok para götürür dağlarla kuzeydeki Kürtler bize kaldı..
İngilizler, Lozan’da ertelenmiş olan Musul Meselesi için sonradan toplanan Haliç Konferansı’nda, açık açık “Dünya Savaşı’nda sizi yendik. Kurtuluş Savaşı’nız bizi bağlamaz. Biz bu masada dünya harbinin galibi olarak oturuyoruz. Musul kılıç hakkımızdır, ayrıca orada petrol var ve Britanya İmparatorluğu bu petrolü kimseye bırakmayacaktır” dediler. Konferans hemen dağıldı.
Ardından konu Cemiyet-i Akvam’da (Milletler Cemiyeti) ele alındı. ‘Dahi’ Mustafa Kemal’in hükümeti, sınırı tesbitle görevli Estonya’lı generali vize vermeyerek ülkeye sokmayınca, adam da sınırı masa başında çizip teslim etti. Geçti, gitti. O gün bugündür sınırı 15 – 20 kilometre güneye aldırmaya uğraşıp duruyoruz. Sınırın bu halinden şikayet eden asker – sivil yetkili bolluğu vardır ama, “Bu saçma sapan sınırın böyle zirveden zirveye sıçrayarak gitmesinin sorumlusu kim?” sorusunu hiç duymayız, nedense..

I. Meclis’de, Musulsuz Kürdistan’ın başa bela olacağını, Musul giderse Diyarbakır’ın tehdit altına gireceğini, hatta stratejik güvenlik hattımızın Erzurum’a kadar gerileyeceğini söyleyen kimbilir kaç ‘cahil’ (!) milletvekilimiz vardı. Zabıtlar ortada. Ama oldu. Zaten bu Meclis’in anlaşmayı kolay kolay onaylamıyacağını gören Mustafa Kemal meclisi fesh ederek seçime gitti. Tüm üyelerini kendisinin belirlediği 1924 Meclisi Lozan’ı – yine de pek kolay olmadan – onayladı.. İngiliz’in elinden petrol deryası Musul’u almanın imkanı yoktu. Kabul.. Bu noktadan eleştirmek insafsızlık olur.. İmzalar atılınca bize de Misak-ı Milli’nin başına bir felaket gelmemiş gibi yapıp Lozan’ı bayram kabul etmek düştü.. O gün bugündür kutlarız zaten..
Ama hala bu kutsal antlaşmanın Türkiye’nin 9 Eylül, 1922’de ulaştığı çizgiye ne eklediğini söyleyebilmiş birisi çıkmış değil.. Zaten Avrupalıların gizli arşiv belgeleri yayımlandıkça Lozan’daki heyetimizin ve Ankara’nın ne kadar aciz ve dünyadan habersiz oldukları ortaya çıkıyor.. – Bu da apayrı bir konu – Bu noktadan eleştirmek de insafsızlık olur.. Büyük Britanya Dış İşleri Bakanlığına karşı Ankara’da Mustafa Kemal Paşa, Lozan’da İsmet Paşa.. Birbirlerine çektikleri gizli telgraflar yarım saat sonra tercüme edilmiş olarak Lord Curzon’un masasına geliyor. Bizimkiler kurmay ya (!) akılları sıra gizli haberleşiyorlar.. Çocuk gibiler.. Afraları tafraları bize.. İngiliz bizim ‘Ebedi Şef’imizle sonraki ‘Milli Şefimiz’i oynatmış durmuş.. Ama asırlık koloni tecrübesine sahip olduklarından zayıfa nasıl muamele edileceğini iyi biliyorlar. Adam yerine koyuyor gibi yapacaksın, bazen pohpohlayıp bazen çekişeceksin.. Sen sepete attığına bakacaksın.. Karşı tarafın eline de bir lolipop tutuşturacaksın ki o da evine mutlu dönebilsin..
Kulağı duymayan, Fransızcası yetersiz, İngilizceyi hiç bilmeyen, hayatında ilk defa çizmeden başka ayakkabı giyen – bu kendi lafıdır – İsmet Paşa’yı sadece lafımdan çıkmaz düşüncesi ile baş temsilci yaparsan, yine de Allah bu millete acımış demek lazım.. Söyleyecek bir laf yok.. İtirazım sadece bunu bize kaç nesildir zafer diye yutturmaya çalışan resmi tarih tezine..
Lozan’la;
– 1936’daki Montrö Antlaşması’na kadar Boğazlar’da kontrolümüz ve askerimiz yoktu..
– Hatay 1939’a kadar Fransız idaresindeydi.
– Batı Trakya Yunanistan’da, Patrikhane İstanbul’da kaldı.
– Yunanistan’ı harp tazminatından affetmek zorunda kaldık. Çünkü Yunan Ordusu’nu tamamen imha ettiğimiz (!) 30 Ağustos’dan – nasıl oluyorsa artık – burnu kanamadan kurtulup Kuzey’e, yani Bursa üzerine çekilen ve takip bile edemediğimiz – bunu yazan da Atatürk hayranı emekli asker askeri tarihçiler, ne kadar olsa iş askeri harekat krokilerine dayanınca anlatmak zorunda kalıyorlar – beş Yunan tümeni dahil sekiz tümenlik Yunan gücü Trakya hududundaydı ve Trakya’da bizim Jandarma dışında birliğimiz mevcut değildi.
– O zamanın en büyük Müslüman nüfusunu sömürgelerinde barındıran İngiltere’ye “Bizden sana tehlike gelmez.. Bak senin Müslüman tebanı etkileyebilecek hilafeti çöpe atıyoruz” mesajını verebilmek için, Halifeliği daha Musul konusu bir sonuca bağlanmamışken ve Lozan İngiltere tarafından henüz onaylanmamışken ilga ettik. Müslüman dünya ile bağımızı koparacağımızın, kendi hayat alanlarımıza sırtımızı döneceğimizin ilk işaretini tam da ne zaman veriyoruz.. Zamanlama ilginç değil mi?

Lozan sonrasında yaşanan ‘İnkilaplar’a bir de bu gözle bakalım.. Neredeyse tamamı hakim emperyal güce “Biz artık biz değiliz.. bak bak biz de senin gibiyiz, artık bizi tehdit olarak algılama, biz de size dönüştük!’ mesajının ifadesi değil mi? Alfabe, şapka gibi değişiklikler, bugün varlığı inkar edilse de dinsizleştirme gayretleri, acaba sadece son Meşruti Padişah Mustafa Kemal’e – kendi taraftarlarının o devirde dile getirdikleri ve kendisinin karşı çıkmadığı tabirle – ilham (vahiy) olarak mı geliyordu, yoksa büyük güç ile yapılmış ‘zımni’ anlaşmanın mı şartlarıydı? Düşünmeye değmez mi?

Atatürkçülerin günümüzde dile getirdikleri ‘anti-emperyalist’ söylemin Atatürk döneminde izi bile görülmemiştir. Türkiye’ye İngiliz menfaatlerine en uygun politikalar Mustafa Kemal döneminde uygulatılmıştır.
Bunları yaptık, uluslararası camiada kimliğini, kültürünü ve tarihini inkar eden, batı özentisi, o yüzden de ne batıya ne doğuya yaranabilmiş ve adam yerine sayılmaz bir devlet haline düştük ama hayatta kaldık..
Bugün geriye baktığımızda bu kıvraklığımız (!) işe yaramış ve uzun vadede karlı çıkmışız gibi görünüyor.
En azından şu belalı coğrafyada postu deldirmeden bugünlere ulaşmak bile ciddi bir başarıdır.
Bu açıdan bakıldığında; tüm Cumhuriyet hükümetlerinin, II. Abdülhamid’in büyük güçler arasındaki dengeleri kullanarak devleti yaşatma politikasını başarı ile devam ettirdiklerini söyleyebiliriz.
Bu başarının yanında ‘Haysiyet’in lafı mı edilir? Haysiyet boynu kalınlarda olur. Biz Avrupa’dan medet ummaya başlayalı zaten haysiyetimizi çıkarıp asmışız.. İki asır olmasına az kaldı.. Aklımıza anca gelmeye başladı..

Söz konusu olan bir insan olsaydı bu şahsiyetsiz duruş üstünde leke olarak kalırdı ama devletlere ayıp yok..
Devletlerin, “O gün kendi canımızı kurtarmamız gerekiyordu, öyleydi, artık böyle” deme hakları var.. Bizim de var..
Güçlü ol, istediğini de.. Nasıl olsa ‘Hakkın kadar değil, gücün kadar konuşursun’ kuralı geçerli..

Soğuk Savaş’ın bitişi bizi ‘Zihni dondurulmuş ama vücudu büyümüş’ bir çocuk halinde buldu.. Beynimizin buzları yeni yeni çözülüyor..
Mustafa Kemal’in 1925’deki Takrir-i Sükun Kanunu ile başlattığı düşünme, konuşma, yazma, eleştirme, muhalefet etme, örgütlenme, toplanma yasağı ve bunun yarattığı ‘Fikir Çölü’ – kısa molalar dışında – tüm kuraklığıyla 90’lı yıllara kadar hiç yağmur görmeden geldi. 60’daki Zaparta ayaklanması darbeler yolunu açtı. Yeniçeriliğin kalkmamış olduğunu defalarca yaşayarak gördük. Elifi görse mertek sanacak generallerin aklına göre dümen tutuldu. Arada yaşanan 60’lı yıllardaki sözde ‘çilenti’den de bir bereket görülmedi. O yılları da ‘Devrim köyden mi başlasın, şehirden mi?’ tartışmaları ile heba ettik. İş fabrika yakan sendikalara geldi dayandı. En dinamik gençlerimizi ‘gerilla’ yaptık ya da yaptılar.. Bugün için pek farkı yok.. Bizim gençlerimiz ‘Arnavutluk tipi devrim mi, Çin tipi devrim mi?’ sorularının peşinde heba oldular..
Soğuk Savaş bittiğinde biz, dindarları, Kürtleri, Alevileri dışlanmış, iteklenmiş, hatta yok sayılmış, Atatürk’ü putlaştırmış, onun asılsız, temelsiz, bilime aykırı, komik ve çocukça tarih tezlerini gerçek zannedip okullarında okutan, ‘Kuvvetler ayrılığı’nı savunan bir anayasacının bile ‘Kuvvetler Birliği’ni savunmuş Atatürk’e bağlılık yemini etmek zorunda kaldığı, yakın tarihi karartılmış, çarpıtılmış, hatta belgeleri bilinçli olarak tahrip edilmiş, tarihi köklerini reddetmiş, doğal hayat alanlarıyla ilgisini kesmiş kendi toplumunun tarihinden, sosyolojisinden bihaber, tarihini faşistlere, dinini şeriatcılara terketmiş – ya da terkettirilmiş – bir ‘yalanlar ülkesi’nin ‘mankurt’ vatandaşları halindeydik.
Demokrasi tecrübemiz, ancak ‘Hangi baraj nereye yapılsın, hangi ilin yolu asfaltlansın?” tarzındaki ‘geniş belediyecilik’ sorularına cevap arayan bir ‘sandık’ oyunundan ibaretti ve kendi iradesiyle tek bir anayasa yapamamış bir halktık. Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün yerine başbakanlığa getirdiği Celal Bayar’a ‘Ordu komutanlarını, valileri, büyükelçileri ben tayin ederim. Dış politika da bana ait. Kalanından sen sorumlusun” vecizesine uygun olarak varisleri de bu görevleri sivillere bırakmamışlar ve siviller ‘kumda oynamayı’ normal görür olmuşlardı.

Kim derdi ki bu iki asırlık aşağılanma bugünkü hırsımızın motoru haline dönüşecek? Ama dönüştü..
Plevne Kahramanımız Gazi Osman Paşa, sonunda Rus’a esir. Yanya kahramanımız Esad Paşa, sonunda Yunan’a esir. Efsanevi Erzurum savunması, sonunda Erzurum Rus işgalinde.. ‘Çanakkale geçilmez!’.. Üç yıl sonra müttefik donanması İstanbul’da.. Kurtuluş Savaşımızda, süvarilerin kılıcı ve piyadelerin kasaturası hariç askerin elinde ‘Türk Malı’ silah yok. – Hoş, yıl 2011 olmuş hala MKE’lı bürokratların yapacağı ilk milli piyade tüfeği bekleniyor.. Bu da ayrı bir konu – Atatürk rahmetli olur.. geride bıraktığı ordunun ordu denecek hali yoktur. İnanmayanlar emekli generallerin anı kitaplarını okuyabilirler.. NATO’ya girersin, hurda GMC kamyonları.. Hizmet dışı kalmış, pilotundan yaşlı savaş uçakları.. Kendi cumhurbaşkanının “Askerin palaskasını bile Amerika veriyor” demeci. Kollu – mekanik hesap makinasını Amerikalılar verince gören, sefertası taşımak yerine soğuk kumanya hazırlanmasını Amerikalılardan öğrenen, ‘Sahra mutfağı ile Kore’de tanışan, çağından habersiz, dünyaya kapatılmış ama Atatürkçü ve kahraman (!) bir ordu. Amerikalı subayların sınavından geçemeyince topları teslim edilmeyen topçu alayları. Aklı fikri siyasette, başbakanını asan Zaparta özentisi ve Atatürkçü bir askeriye.. Burnunun dibindeki Kıbrıs’a çıkayım dediğinde burnuna ‘O silahları ben verdim, otur yerine!’ mealinde bir mektup dayanınca kuyruğunu kıstırıp oturan Türkiye. Sporcusu daima mağlup, ekonomisi geri, ordusu Mehmet’in – nasıl olsa bedava – kanına güvenen, sanayisi basma ile şekerden ibaret, köyleri değil şehirleri elektriksiz Türkiye. Susuz, okulsuz, elektriksiz, telefonsuz, doktorsuz onbinlerce köy..
İşte bu cahil (!) halkımızın kollektif bilinçaltı tüm bunları sabırla kaydetti, kaydetti, kaydetti.. ve sonunda onların çocukları – torunları bu medeniyet / kalkınma / büyüme / güçlenme / genleşme / zenginleşme savaşında karşı hücuma kalktılar. Şimdi karşımızda, kullandığı her türlü malın Türk Malı olmasını talep eden ve bunları üreten, kendi ürünü başka ülkelerde kabul gördüğünde milli takım gol atmış gibi sevinen, sanayiyi, tasarrufu, yatırımı, istihdamı, üretimi ve ihracatı kutsallaştıran, Türk malı otomobili, Türk malı tankı, Türk malı uçağı yapmak ve görmek isteyen, Fethullah Hoca okullarının dünyaya yayılmasından tutun, THY’nin dışarıda büyümesine kadar yurt dışındaki her başarıyı bir gurur vesilesi sayan bir halk ortaya çıktı. Konyalılar makina ihraç ederken Antepliler beşinci OSB’de arsa tahsisine başlıyorlar. Artık fabrika sayıları binlerle ifade ediliyor. Biz Anadolu Kaplanları diyoruz, yabancılar ‘Anadolu Calvinistleri’.

‘Tekrar dünya gücü olma’ hedefi ile ‘halkın talebi’ arasında zor bulunur bir örtüşme var. Ismarlasak bu kadar olmazdı.. Bu tarihi bir şans..
Bu şansı her konuda, her devirde her ülke yakalıyamaz. Mesela, her şehir kendisine yatırım yapılmasını ister ama bunun ülkenin toplam medeniyet puanına fazla bir katkısı bazen vardır, bazen yoktur. Veya, devlet karbon emisyonunun düşürülmesini hedefler ama halkın bu konudan haberi olmaz. Halbuki ‘Tekrar dünya gücü olma’ hedefi böyle değil. Hem devletimiz, hem halkımız aynı yöne bakıyor. Halkımıza sonradan öğretilmiş, ağızdan dolma bir hedef değil. Neredeyse genlerine sinmiş denecek kadar benimsenmiş. Bu hedefin gördüğü desteğin acaba kaçta kaçı Atatürk devrimlerine nasip olmuştu? Yılların, hatta iki yüzyılın biriktirdiği aşağılık kompleksi bizi başarıya kilitlemiş durumda. Pek çok başka etkenin yanında, büyümeci / genleşmeci Tayyip Erdoğan’a – daha önce de Özal’a – verilen desteğin ardında bunun da payı olduğunu düşünüyorum. Davos’daki efelenmesi, Davutoğlu patentli dış politikası, yabancı liderlerle beraberken sergilediği beden dili, hep milli özlemlerimizi hitap ediyor. Hatta boyunun pek çok yabancı liderden uzun olmasını bile yabana atmayın.

İnsanlar hastalıklarının bilimsel adını bilmeyebilirler.. Ama hasta olduklarını anlarlar, bilirler. İyileştiklerini de anlarlar. Bir sabah gözünüzü açarsınız ki hastalığın etkisi geçmiş.. Bizim halkımızın durumu da böyle.. Yoldan çevirip sorsanız size içinde bulunduğu, nesillerdir yaşadığı aşağılık kompleksinin kendi bilinçaltında yarattığı fırtınaları anlatamaması, tarif edememesi; kendisine iyi gelen ilacı anlamaması, o ilacı veren doktoru tanımaması anlamına gelmez. Türk güreşcisi Rus’u tuş ederek dünya şampiyonu olurken TV başında ağlaması bu hastalığından, Menderes’e, Demirel’e, Özal’a ve şimdi Erdoğan’a oy yağdırması da doktorunu tanımasından.. Bunu iyi görmek hatta bu gerilmiş yaydaki enerjiyi olumlu ve yapıcı yönde kullanmak gerek..

Her ne olduysa olmuş.. Bu noktadan dünya gücü olmaya nasıl yürüyeceğiz?
Bu sorunun cevabı zor değil.. Üç aşağı beş yukarı herkes mutabıktır.. Şu hedeflere doğru attığımız her adım bizi dünya gücü olmaya biraz daha yaklaştıracak:
– Teknolojiye ve özellikle kritik / ileri teknolojilere hakim. Dünya çapında Ar-Ge yapan..
– Ölçek ekonomisine uygun rekabetçi bir sanayiye sahip..
– Tarım ve hayvancılığını modernleştirmiş.. Köylü sınıfı tarihe karışmış.. tarımını işletmelerle yapan..
– Güçlü, sağlıklı, yeterli büyüklüklere ulaşmış bir finans sektörü oluşturmuş..
– Yaygın ve maliyetleri olumlu etkileyen ulaştırma, haberleşme, enerji ve sulama altyapısını kurmuş..
– Dünya liginde bir hizmetler sektörü yaratmış..
– Çok sayıda dünya markası çıkarmış.. Bir çok ülkede yatırımları olan..
– Çevre ülkelerle ekonomik olarak entegre olmuş ve bölgesinin ekonomik motoru olarak görülen..
– Cari açığı cari fazlaya çevirebilmiş, net kreditör haline gelmiş..
– Sağlıkta, eğitimde, adalette, sosyal güvenlikte, şehircilikte, demokraside, hukukta, çevrede, insan haklarında AB normlarını tutturmuş..
– Yüzde seksenbeş nüfusu yüksek verimli kentlerde yaşayan..
– Kendi savunma sanayinin donattığı güçlü, caydırıcı ve sivillerin tam emrinde bir silahlı kuvvetleri olan..
– Mutlaka ve mutlaka nükleer teknolojiye ve nükleer silaha sahip..
– Çevresine güven veren, güvenlik, refah ve istikrar yayan..
– Tam demokratik, halkıyla barışık, kadroları küçülmüş etkinliği artmış bir devlet yapısı olan..
– İstikrar ile temsilde adaleti dengeleyen şeffaf ve demokratik bir siyaset yapılanmasını hayata geçirebilmiş..
– ‘Yumuşak güç’ün ifadesi olan gıpta hissini uyandıracak şekilde ‘Herkesin parasını hem kazanmak hem harcamak için tercih ettiği, pasaportuna imrenilen ülke” haline gelmiş..
– Sanatta, sporda, bilimde çıtasını en yukarılara yerleştirmiş..
– Dünya çapında araştırma kuruluşlarına, üniversitelere sahip,
– Her kıtada, her ülkede hem bayrak dalgalandıran hem de mutlaka bir ekonomik ilişkisi olan,
– Hem Basra ile Bağdat’ı hem Akabe ile Şam’ı demiryoluyla Avrupa ve Kafkasya’ya bağlamış,
– Hazar havzası ile Orta Doğu’nun doğal gaz ve petrolunü Avrupa ve dünyaya ulaştıran,
– AB’ye üyelik müracaatını çoktan geriye çekmiş, bir ‘TL etki bölgesi’ oluşturmuş,
– Ve dünyanın 10. büyük ekonomisi haline gelmiş bir Türkiye..

Aslında biz bu hedeflerin hepsine doğru yürüyoruz.. Kiminde, nükleerde olduğu gibi yolun çok çok başındayız.. Kiminde, sanayide olduğu gibi, epey mesafe almış durumdayız..
Hani “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” diye bir laf var ya.. Biz de geldiğimiz yola bakınca “Bu hedeflere varırız” diyebiliyoruz..

“Önümüzdeki engeller neler?” ile devam edecek..

]]>