Tevfik İzmirli Mon, 28 Nov 2011 14:07:09 +0000 tr hourly 1 http://wordpress.org/?v=3.7.1 Takdir ve ödüllendirmede daha cömert olmalıyız.. Sivillere de madalya istiyoruz.. /archives/17261 /archives/17261#comments Mon, 28 Nov 2011 13:53:19 +0000 /?p=17261 Merhaba,

Van Depremi’ne bağlı olarak ‘Takdir ve iltifattaki cimriliğimiz’i gündeme getirmek istiyorum..

Hem devlet olarak hem toplum olarak bizlere, mecbur olmadığı halde, gönüllü olarak hizmet edenlere ya da görevli iken de olsa üstün bir görev aşkıyla hizmet edenlere karşı nankörlük içindeyiz..

Toplum olarak bu insanlarımıza şöyle içten gönülden bir ”Allah sizlerden razı olsun!” diyemiyoruz.. Onları hak ettikleri şekilde onore edemiyoruz.. Ödüllendiremiyoruz..

Bunun ezikliğini duyuyorum..

Madalya dağıtımını fiiliyatta neredeyse sadece askeri personelle sınırlamışız..
Özellikle emekli olan generallerle.. Hele, şu son iktidar taş koyuncaya kadar.. Süresini doldurup emekli olan tek general yok ki.. TSK Üstün Hizmet Madalyası verilmiş olmasın..

Şehit yakınlarına ve gencecik gazilere verilen TSK Kıvanç Madalyaları için valilikler düzeyinde kimsenin ilgilenmediği basit törenler yapılırken bu general madalya törenleri neredeyse TV’lerden naklen yayınlanırdı..

TSK’nın madalya listesine ve madalyaların kimlere verileceğine dair açıklamalara Genekurmay’ın kendi sitesinden bakabilirsiniz..

TSK Şeref Madalyası barış zamanından bakın kimlere veriliyor: ‘Barışta bir yıl başarı ile Kuvvet Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı görevi yapanlara verilir.’ Şaka gibi ama gerçek..
Sen kalk devletin en üst makamlarından birisinde.. eldeki imkanların azamisi emrine verilmiş olarak görev yap.. Ne yaptığına nasıl yaptığına bakılmaksızın otomatik olarak madalyaya hak kazan.. Halbuki bu durumda asıl o şahsın kendisini bulunduğu makama getiren millete bu seçimi için teşekkür etmesi gerekmez mi?


Aslında devletimizin bir ‘Devlet Madalya ve Nişanları Yönetmeliği’ mevcut.. Ama uygulaması halkın vicdanında bir karşılık bulamadığından olsa gerek, olan madalya kavramına oldu. Kamuoyunun gündeminden kayboldu..

Bizde madalya, ya ‘Generalin generale taktığı sıradan, göstermelik bir yağcılık nişanı’ olarak algılanmaya başladı.. Ya da ancak vatan hizmetinde hayatını veren şehitlerimizle vücudunun bir kısmını kaybeden gazilerimizin hak kazanabileceği bir şeref nişanı olarak algılandı.. Yani madalyaya hak kazanmak için sanki ya general olacaksın ya şehit ile gazi..

Halbuki bu iki uç arasında kocaman bir boş alan var.. Karşılığı maddiyat ile para ile verilemeyecek.. Verilmeye kalkılsa alan tarafından kabul edilmeyecek ne fedakarlıklara, başarılara şahit oluyoruz…. Tam madalyalık..

Hem de bunları hak eden insanlarımız generallerimiz gibi maaş, makam, fors, rütbe, ayrıcalık almadan.. aksine tamamen kendi yüksek insanlıkları ve üstün vasıfları ile fedakarlık, cesaret, başarı göstermiş gerçek kahramanlarımız.. İlle hayatlarını kaybetmeleri ya da gazi olmaları mı gerekiyor?

Örnek mi?
Buyurun ilk aklıma gelen kahramanlarımız ve madalya türleri.. Bunları özlemime örnek olarak veriyorum..
Milletin ‘Helal olsun size’ dediği insanlara devlet de iltifat etsin.. demek istiyorum..
İstenirse madalya çeşitleri.. uygulanacak kriterler.. tabi ki esaslara bağlanır.. Ben sadece gönlümden geçtiği gibi yazıyorum:

- Van depremindeki arama kurtarma çalışmalarına, yurdumuzun dört tarafından hızır gibi yetişerek katılıp, yüzlerce insanımızı enkaz altından canlı kurtaran o binlerce gönüllü – görevli, yerli – yabancı kahramanımızın her birisine ‘Ulusal Hızır Madalyası ve Beratı’.. ile ‘Ulusal Şükran Belgesi’..

- Bu güne kadar arama kurtarma konusunda topluma yapmış olduğu öncülük sebebi ile, Nasuh Mahruki’ye ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Örnek Toplum Önderi Madalyası ve Beratı’..

- Mesela Nuri Bilge Ceylan, Fazıl Say, Burhan Öcal, Orhan Pamuk ve Tarkan’a ‘Ulusal Kültür Elçisi’ ünvanı ve beratı.. (Orhan Pamuk’a itiraz edenler De Gaulle’ün Sarte’ın muhalefetini hatırlatanlara.. ‘Dokunmayın. Sarte Fransa’dır.’ dediğini hatırlasın..)

- Beşiktaş’ın Çarşı gurubuna sembolik jestleri ve yardım toplama kampanyası için ‘Ulusal Duyarlılık ve Gönüllü Yardım Madalyası ve Beratı’..

- Her maden göçüğünün ardından toprak altında çalışarak arkadaşlarını kurtarmaya çalışan o kahraman madenci ekiplerimize ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’..

- Karaya oturmuş bir gemide mahsur kalmış mürettabatı azgın dalgaların içinden canı pahasına kurtaran o kahraman Kıyı Kurtarma Ekiplerimize.. ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’

- Her büyük yangında kendi evi yanıyormuşcasına canla başla alevlerle boğuşan itfaiyeci kahramanlarımıza da ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’..

- Kış şartlarında dağlarda, yollarda mahsur kalan çoluk çocuğumuzu kurtarmak için hayatı pahasına ve insan üstü bir gayretle çabalayan karayolları ekiplerindeki kahramanlarımıza da ‘Ulusal Hızır Madalyası’na ek olarak ‘Ulusal Fedakarlık ve Cesaret Madalyası ve Beratı’..

- Zorunlu olmadığı halde uygun gördüğü öğrencilerini karşılık beklemeden fazladan eğiten, onları başarılı kılmak uğruna mesai saatleri dışında emek sarfeden öğretmenlerimize.. Hipokrat yeminine bağlı kalarak hastalarını maddi karşılık beklemeden tedavi etmeyi borcu bilerek ter döken doktorlarımıza, ülkemizi kazandıkları bir dava ile dev boyutta tazminatlardan kurtarmış hukukçularımıza ve bunun gibi kendi mesleğindeki performansı ile çocuklarımıza örnek göstermek isteyeceğimiz tüm insanlarımıza.. ‘Ulusal Üstün Hizmet Madalyası ve Beratı’..

- Kendi hayatını tehlikeye atarak, tanımadığı, akrabası, arkadaşı bile olmayan bir insanımızı boğulmaktan, yanmaktan, ölmekten kurtaran kocaman yürekli, büyük gönüllü, şövalye ruhlu her kahramanımıza ‘Ulusal Cesaret ve Fedakarlık Madalyası ve Beratı’..

- Bir yazarımızın Türkçe eserini yabancı bir dile çeviren yabancılara ve belli başlı yabancı eserleri dilimize kazandıran insanlarımıza ‘Ulusal Kültür ve Sanat Madalyası ve Beratı’..

- Yılmaz Büyükerşen gibi belediye başkanlığını yaptığı şehrin çehresini değiştirmeyi başaran yerel yöneticilerimize ‘Ulusal Yerel Yönetimde Üstün Başarı Madalyası ve Beratı’..

- Bunlara ilave edebileceğimiz o kadar başarılı, fedakar, idealist insanımız var ki..

Evet.. askeri vesayet devri gerçekten bitti ise.. Madalya tekelini de operet generali kılıklı, altıyüzbin liralık OYAK ikramiyeli ihtiyarların elinden alalım..
”Bugüne kadar bu emekli generallere madalya yetiştirmekten size sıra gelmemişti” diye özür dileyerek.. Gerçek hayatın içindeki gerçek kahramanlarımızın göğüslerine en cömert şekilde takmaya başlayalım..

Devlet böyle yapsın derken toplum olarak bizler de kıskançlığı bir tarafa bırakmayı öğrenelim.. ‘Bana yaramayacaksa kimseye yaramasın’ refleksinden ne hayır gördük ki?

İngiltere Kraliçesinin dağıttığı ünvan ve madalyalar örnek alınabilir..
Bazı başarılı futbol adamlarının isimlerinin önünde ‘Sir’ ünvanı yok mu?
Putin’in üç Türk aydınına verdiği Puşkin madalyalarından da ders alabiliriz..

Bizden başka her aklı başında millet böyle yapıyor..
Kendi ecdadımız da böyle yapıyordu..

Kıymet bilmek, takdir etmek erdemdir..
Ayrıca ‘Marifet iltifata tabidir’..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/17261/feed 0
”Beton binalar mezardır” demiştik.. ODTÜ’nün açıkladığı Van raporu doğruluyor.. /archives/17325 /archives/17325#comments Sun, 27 Nov 2011 01:00:08 +0000 /?p=17325 Merhaba,

ODTÜ’nün Van raporu açıklandı.
Rapor, bir önceki yazımda değindiğim hususları doğruluyor.

Raporu basından okumak isteyenler Habertürk’ten okuyabilirler..

Ben buraya dört kısa alıntı yapıyorum:

-İncelenen binaların pek çoğunda tasarım ve detay yetersizliği mevcut. Pek çok yapıda kirişlerin düz donatılarının kolonlardan sıyrıldığı tespit edildi. Bunlar arasında birleşim bölgelerinde etriye sıklaştırması yapılmaması, etriye kollarının serbest uçlarının sadece 90 derece bükülerek kabuk betonu içerisinde bırakılması, düz donatı bindirme boyu yetersizlikleri ve tüm donatıların kat hizasında bindirilmesi gibi hususlar, yıllardır gözlemlenen, önemleri defalarca vurgulanan, ancak uygulamada değiştirilemeyen hususlar.

- Yapılardaki tasarım ve imalat kalitesizliği, yapı denetim mekanizmasının işleyişindeki aksaklıklar, deprem tarafından bir kez daha ortaya çıkarılan önemli unsurlar. Denetlenemeyen ortamlarda yapılan tasarım ve imalat, yapısal hasarın artmasında önemli rol oynamıştır.

- Sonuçların, geçmişte yapılan hataların yapılmaya devam ettiğini gösterdiği belirtilen raporda, ”Türkiye’de depreme dayanıklı yapı tasarımı ve imalatından sorumlu mühendis, müteahhit ve kontrol teşkilatlarının deprem gerçeği ve deprem mühendisliği konusunda çok temel bilgi eksikliklerinin bulunduğu” öne sürüldü.

- Raporda, ”pek çok can ve mal kaybına neden olan Van Depremi’nin ülkede deprem afetini azaltıcı mekanizmalardaki bilinç, eğitim ve yeterlilik seviyesinin istenilen düzeye gelmediğini, acı bir şekilde kamuoyunun gündemine taşıdığı” ifade edildi.

Bu rapor, anlayana.. ‘Türkiye’nin tamamında inşaat sektörü teknik bilgi ve iş ahlakı bakımından.. mesela en ciddi inşaat şirketlerimizin seviyesine gelinceye kadar.. ve Türk insanı beton yapılarda oturmaya devam ettiği sürece.. her büyük depremde yüzlerce binlerce vatandaşımız ölecektir.. diyor..

O bakımdan, hemen yarın arzulanan seviyeye gelemiyeceğimize göre.. yapılacak tek iş betonu şehirlerimizden çıkartmak..

Yoksa ‘donatı’, ‘etriye’ diye diye ölüme gidiyoruz..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/17325/feed 0
Tevfik İzmirli – Binalarımız mezar gibi.. Betonu terk edip çeliğe dönmemiz şart.. /archives/17113 /archives/17113#comments Mon, 14 Nov 2011 11:32:25 +0000 /?p=17113 Merhabalar,

1999 depreminden beri milletçe deprem uzmanı olduk.. TV kanallarında deprem sohbeti dinlemekten yorulduk.. Memlekette ne kadar jeoloji, sismoloji uzmanı varsa tükenmez bir iştahla dönüp dönüp aynı bilgileri tekrarlıyorlar.. Depremin merkezi yerin ne kadar altında? Şiddeti ne kadar? Gücü ne kadar? Yıkıcı etkisi ne kadar? Fayın ne kadarı kırıldı? Açığa çıkan enerji kaç Hiroşima’ya denktir?

Halbuki bu bilimsel analiz yağmurunun insanımıza pratik bir yararı yok.. Şu boyda ve derinlikte bir kırılmanın oluşması için gereken enerji yüz Hiroşima kuvvetinde veya iki yüz Hiroşima kuvvetinde olsa ne fark edecek? Kırılma yerin on kilometre altında ya da yirmi kilometre altında oluşmuş.. Bize ne? Tüm bu detaylar olup bitmiş bir deprem hakkında veriliyor..

Bir ilginç konu da şu ki, hala her depremde milletçe, devletce yeni bilgiler ediniyoruz.. Mesela son Erciş depreminde öğrendiğimize göre.. enkaz altında uzun süre kalmış bir insan, enkaz altından belli bir tıbbı müdahale yapılmadan çıkartılırsa büyük ihtimalle hayatını böbrek, akciğer veya kalp yetmezliğinden kaybedebiliyor.. Onun için artık kurtarma ekipleri kurtarılacak kişiye ulaştığında devreye tıbbi yardım ekipleri giriyor.. depremzede ancak bunlar gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra ambulansa taşınıyor.. Bu öğrenme hızıyla gidersek, biz deprem diplomasını alıncaya kadar memlekette canlı insanımız kalmayacak..

On iki yıllık deprem kursları boyunca öğrendiklerimizden en çok şu ikisini önemsiyorum:

1.
Ülkemizin büyük bölümü ciddi bir deprem riski altında..

Her an her neredeyse her bölgemizde yıkıcı bir deprem olma ihtimali var..
Biz sadece olacak bu depremlerin yerini, zamanını ve şiddetini bilemiyoruz..

2.
Ciddi bir deprem ülkemizin hangi şehrini ne zaman vurursa orada ciddi hasar ve can kaybı olacak..

Halkımızın büyük bir kısmı sanki mezar olarak inşa edilmiş binalarda yaşamakta.
Özellikle kamu binalarımız yolsuzluk ve rüşvet kültürümüz yüzünden daha da beter durumda..
Bu açıdan bölgeler arası eşitliği sağlamış bulunuyoruz..
Düzce, Gölcük, Yalova batıdaydı, Van ile Erciş doğuda..

Çare nedir?
Tek çare bugünden tezi yok büyük bir zihniyet değişikliğine giderek.. özellikle belli bir katın üzerinde olan ve içinde çok sayıda can barındıran çok daireli konutlar, hastahaneler, öğrenci ve yaşlı yurtları, okullar, oteller, iş merkezleri, sinemalar, tiyatrolar, konser salonları gibi binaların betonarme olarak inşaatını yasaklamak ve çelik konstrüksiyon inşaatları zorunlu hale getirmektir..

Çeliğin betona üstünlüğü hele yıllar içinde tekrarlayan depremlere dayanma konusunda tartışılmaz.. Çelik bina hafiftir, esnektir.. Tek kusuru %5 – 7 gibi maliyet farkı.. Beton maliyetini hesaplarken üzerine cenaze masraflarını koymadıkları için beton daha ucuz görünüyor.. Bir de kaybolan canların bedelini ekleseler zaten kağıda kaleme gerek kalmayacak..

Konunun teknik kısmına girmeye gerek bile yok.. ‘San Francisco’da, Tokyo’da hatta beğenmediğimiz Tahran’da yüksek binalar neden çelik kullanılarak yapılıyor?’ sorusunu soralım yeter. Bunun cevabı yeteri kadar aydınlatıcı olacaktır.. Amerikalılar, Japonlar beton dökmeyi mi bilmiyorlar?

Betonarme binaların, tüm standartlara uyularak yapılmaları halinde bile.. depremler karşısında çelik binaların üstünlüğü var..

Ayrıca, betonarme son derece hileye açık, kötü niyetle yapılmasa bile hataya müsait, ancak tüm şartlar eksiksiz yerine getirildiğinde düzgün sonuç verecek bir inşaat tipi.

Ülkemizdeki ortalama inşaat ustasının teknik bilgi seviyesini, ortalama müteahhitimizin iş ahlakını, yerel idare bürokratlarımızın görev anlayışlarını ve mal sahibinin ya da müşterinin bilinç düzeyini göz önüne alırsak.. betonarme binalarımıza güvenmek iyice zorlaşıyor..

Bir kere betonarme binalar yerinde yapılıyor.. Yani her inşaat şantiyesi bir fabrika gibi.. Bu binlerece şantiyeyi her gün her aşamada denetlemek, ayrıca bir de denetleyenleri denetlemek fiilen imkansız.. Lafta kalmaya mahkum.. Halbuki çelik konstrüksiyonda ana taşıyıcı olan çelik putreller belli sayıda fabrika tarafından imal edilebilecek elemanlar.. Şantiyede yapılan iş sadece bunları birbirine vidalamaktan ibaret.. Hileye de dikkatsizliğe de cehalete de kalan pay son derece küçük.. Belli sayıda standart üretim yapan fabrikayı denetlemekle, binlerce şantiyeyi denetlemek aynı iş değil..

‘Bir betonarme yapının inşaatında – hiç hile yapılmadan – hangi yanlışlar yapılırsa o binada risk oluşur?’ sorusunu kaba inşaat işini iyi bilen bir inşaat mühendisine sorsak.. Cevaplarını da can kulağıyla dinleyip anlasak.. hepimiz betondan korkmaya başlarız..
Beton kalitesini etkileyen unsurların bazıları şunlar:

- Uygulanan statik projesinin doğruluğu..
- Kullanılan çimentonun standardı, kalitesi..
- Birim betona katılan çimentonun miktarı..
- Birim betona katılan suyun miktarı..
- Betona katılan kırık taşların (agrega) boyutları, evsafı ve miktarı..
- Betonun karıştırıcı kamyonlarda geçirdiği süre..
- Beton pompadan düşey olarak akarken düştüğü yükseklik..
- Kullanılan inşaat demirinin kalitesi, cinsi, çapı ve miktarı..
- Demirlerin birbirine bağlanma yöntemi ve işçilik kalitesi..
- Beton kururken ortam ısısı ve nem oranı..
- Demirlerle dış yüzey arasında kalması şart olan ‘pas payı’nın ölçüsü..

Bütün bunların ve daha kimbilir kaç şartın tamamen ve standartlara uygun şekilde yerine getirildiğinden eminseniz.. Dökülen her parti betondan bir numune alınıp.. Yetkili ve tarafsız bir laboratuara yollanarak mukavemet testi yaptırıldığından.. ve bu test olumsuz sonuç verdiğinde o parti betonun kullanıldığı kısmın yıkılıp tekrar yapılmış olduğundan şüpheniz yoksa.. O betonarme binada iç rahatlığıyla oturabilirsiniz demektir..

Acaba binalarımızın kaçta kaçı bu kalitede inşa edilmiştir? Yüzde doksanı desek, geride kalan yüzde on ülke çapında kaç bina eder? O binalarda kaç can yaşamaktadır? Alınacak risk midir bu?

Yarından tezi yok üç aylık bir yeni inşaata başlama yasağı getirelim..
Şehirlerimize beton kamyonu girişini devam eden inşaatlarla sınırlandıralım..
Bu süre içinde arzu eden tüm inşaat mühendislerimize, teknisyenlerimize, kalfalarımıza çelik konstrüksiyonun statik hesabından uygulamasına kadar ne gerekiyorsa onun dersini – kursunu üniversitelerimizde verelim..
Bu eğitim esnasındaki ücretlerini hazineden karşılayalım..
Bu üç ay zarfında çelik yapı elemanlarının imalatını organize edelim.. Ortaya açık çıkıyorsa bir yandan gerekli yatırımları planlayalım, öte yandan ithalat bağlantılarını yapalım..
Hazır hükümetin başbakanın ağzından ortaya koyduğu ‘çürük binaları yıkıp sağlamlarını yapma’ seferberliği de başlamak üzereyken bu işi beton çağından çelik çağına geçişin vesilesi kılalım..
Artık beton sadece uçak pistleri, limanlar, barajlar, viyadükler gibi altyapı inşaatlarında kullanılır olsun..
Her gece tepemizde binlerce tonluk beton ve tuğla ağırlığı ile uyumaktan kurtulalım..
Deprem olduğunda bizler de Japonlar gibi sadece sağa sola kayan masaları zaptetmeye çalışalım..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/17113/feed 0
Tevfik İzmirli – “Savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.” Sir Winston Churchill” /archives/16985 /archives/16985#comments Mon, 24 Oct 2011 00:33:15 +0000 /?p=16985 Merhaba,

Geçen yıllar içinde toplum olarak olgunlaştık.. Olaylara daha gerçekçi bakabiliyoruz.

‘Kürt sorunu’ denen sıkıntının, sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini hepimiz anladık, öğrendik..

Konunun tarihi, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, kültürel pek çok yönü var. Kabul..

İşin içinde, arkasında değişik yabancı güçler, dış parmaklar var. Kabul..

PKK bazı devletlerin taşeronluğu karşılığında onların teknik ve askeri desteklerini alıyor olabilir. Kabul..

Kürt vatandaşlarımızı PKK ile özdeşleştirmeyelim.. Bu, PKK’nın ekmeğine yağ sürer.. Bizi iç savaşa kadar götürür. Kabul..

Bu yüzden, Kürt haklarının iadesi yolunda atmakta olduğumuz adımlarda geri kalmayalım. Demokratik hakları en geniş anlamıyla tanımaya devam edelim. Silahlı külahlı bir takım adamların eylemleri yüzünden, doğru bildiğimiz yoldan sapmak büyük hata olur. Reaktif politika tuzağına düşmüş oluruz. Dizginleri karşı tarafın eline vermek anlamına gelir. Kabul..

Kendi vatandaşlarımızın hakkını hukukunu silahlı örgütün karşısında rehin olarak tutmayalım. Kabul..

Millet olarak konunun siyasi bilinç tarafında ciddi mesafe kat ettik. Artık daha akılcı düşünebiliyoruz.


‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ dedirtmenin tepki yaratacağına ilk olarak rahmetli Erbakan değinmişti. Şimdi çoğunluk olarak o noktaya geldik.

‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun!’ diyerek and içmeyi zorunlu tutmanın saçmalığını hatta komikliğini anladık.

‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, tarih dersinde ‘Biz buraya Orta Asya’dan göçerek geldik’ demenin kara mizah olduğunun farkına vardık.

Nüfusumuz içinde belki de en kadim yerleşik gurubu oluşturan Kürt kitlesine, Türk ırkçılığı gözlüğüyle bakmanın ülkemizi ne belalara savurduğunu yaşayarak öğrendik.

Bizlere, nesiller boyunca, Kürtlerin bu topraklarda eşit yurttaş gibi yaşama hakları, sanki biz Türklerin insafıyla bahşedilecek bir imtiyazmış gibi düşünmemiz öğretildi.
‘Atatürk milliyetçiliği’ denilen bu zararlı görüşün 1925 – 2003 arasındaki askeri vesayet eliyle uygulaya geldiği, dışlamacı, zorba, ayrımcı, asimilasyoncu, redçi, zaman zaman işkenceci politikaların ülkeyi getirdiği nokta meydanda. Halkımızın bir bölümünü devletine düşman hale getirdik..

Neyse ki, pek çok vatandaşımız adını koyma konusunda hala utangaç davransa da, adını telaffuz edemese de, kendi kendine itiraf edemese de, fiiliyatta Atatürkçü milliyetçiliğin aslında bölücü bir görüş olduğunu anlamış, sezmiş durumda.. Önemli olan da bu. Varsın yanlış şartlanmaları ile cesurca yüzleşip açıkca söyleyemesin. Zaten sokaktaki adamdan böyle bir fikri sıçrama bekleyemeyiz. Ama halkımızın Kürt kökenli olmayan kısmı da artık Kürtlerin yıllarca en temel bazı haklarından mahkum bırakılmış olmasının ne kadar yanlış, ahlaksız ve üstüne ne kadar tehlikeli bir yaklaşım olduğunu anlamış, kabul etmiş durumda. Bu, ülke bütünlüğümüz açısından hayırlı bir gelişme. AKP’nin attığı adımların ardında da bu sessiz onay var zaten. Vatandaşımız, hükümetin PKK ile gizli görüşmeler yapıldığı ortaya çıktığında dahi ulusalcı cephenin umduğu tepkiyi vermedi. Olgunlukla karşıladı.

İşin siyasi cephesi bakımından bütün bunlar az kazanımlar değil.. Ülkemizin bütünlüğünü ancak bu şekilde koruyabiliriz. Aksi halde, yani Atatürkçü – ulusalcı general kafasıyla devam edilseydi bölünmemiz kaçınılmaz olurdu.

Bu cephede, özellikle toplumun sivil kesimi büyük gelişme gösterdi. Ezberci şablonu parçalayıp akıl rotasına girdi..

Ancak işin askeri cephesinde hala aksaklıklar, eksiklikler var.. Asker kendi reformunu yapamıyor. İşin bu cephesi de sivil aklın el atmasını bekliyor..

Kürt vatandaşlarımız siyasi terchleri bakımından yeknesak bir blok oluşturmuyorlar. Dindar kimlikleri ağır basanı var.. Ayrılıkçı olanı var.. Hakları tanınmış olarak birlikte yaşamayı tercih edenleri var.. Ayrıca her görüş içinde farklı yöntemleri tercih edenleri görüyoruz. Silahlı mücadele yanlıları.. Demokratik mücadeleye inananlar, vs.. Bunların içinde devletimizin ne yaparsa yapsın bir ortak çözüm konusunda buluşamayacağı, konuşamayacağı hatta konuşmaması gereken tek kesim şiddet yanlısı olanlar.. Ayrı bir devlet hedefleyenlerin içinde olsun, özerklik isteyenlerin içinde olsun.. şiddet ile sonuç almak isteyenlerin karşısına silahlı güç çıkarmaktan başka yol yoktur. Ve bu gücün mücadeleden galip çıkması şarttır.

Bu silahlı gücün kolu kanadı kırılmadıkça ne üzerinde baskı uyguladıkları Kürt nüfus ne de her gün şehit cenazesi kaldıran büyük halk çoğunluğumuz sağduyu yönünde bir ilerleme kaydedemez.

Toplum olarak diğer alanlarda ulaştığımız yakaladığımız seviye ile askeri performansımız arasında uçurum oluşmaya başladı.

Mehmet Ali Birant’ın ‘Emret Komutanım’ kitabında, subaylarımızın eğitim seviyesi bakımından sivillerin ne kadar önünde olduğu örneklerle vurgulanıyordu. Ama dikkat! Bu kitap yazıldığında yıl 1986′ydı.. Aradan tam yirmibeş yıl geçti. Bu zaman zarfında pek çok alanda yeniden yapılandık. Pek çok alanda dünya ile yarışabiliyoruz. Sivil kesimimiz rekabete açık olduğu için kendi eksik yönlerini görünce hiç komplekse kapılmadan üzerine gidebiliyor. Bilmediklerini öğrenmeye çalışıyor. Öğrendiklerini başarıyla uygulayabiliyor. Halbuki askeriyemiz, herhalde toplumsal şartlanmalarımızın sonucu olarak, eleştiriye ve dış denetime kapalı. Bir takım böbürlenmeler, pohpohlamalar, içi boş sloganlar içinde şu andaki haline gelmiş.

Kendimizi aldatmayalım. Kendisine bu kadar kaynak tahsis edip bu kadar kötü sonuç aldığımız başka bir kuruluşumuz var mı?

Adliyemizin performansı şikayete sebep olur. Son yıllara kadar bütçeden aldığı pay sadece yüzde 0,8′di. Şimdilerde yüzde 1,7′ye çıktı. Şikayete hakkımız yok. Ne vermişiz ki ne bekliyoruz? Böyle bakınca askerimize her türlü hesap sorma hakkımız var. Milletçe yemeyip yedirdiğimiz, boğazımızdan kesip donattığımız bir kuruluştan bahsediyoruz.

Halkımızın siyasi tercihlerine karşı yaptığı saygısızlıkları, kendini bilmezlikleri bir yana bırakalım. Konumuz bunlar değil. Sadece askerlik açısından sorgulasak acaba sonuç ne çıkar?

- Neden general sayımız 350 civarında? Bu sayıyı generaller tayin ettiği için mi, yoksa askerlik mesleğinin bir gereği mi bu? İleri ordulardaki sayı, oran nedir? TSK için optimal general sayısı kaçtır?

- 2011 yılı gelmiş.. PKK ile silahlı mücadelenin 27. yılındayız. İHA kıtlığı çekiliyor, mayına dayanıklı araç kıtlığı çekiliyor, taarruz helikopteri kıtlığı çekiliyor.. Bunun sorumlusu asker değilse kimdir? Hangi planlamayı yapmışlar ve hangi hükümet bu silahların, sistemlerin tedarik projelerini reddetmiş ya da geciktirmiş veya ihmal etmiş? Bunları bilmek hakkımız. Bu şehit anaları kimin yakasına yapışacak? İhmalkar hükümetlerin mi, birbirine her sene üstün hizmet madalyası takan lüks makam arabalı yaşlı generallerin mi?

- 2011 yılı gelmiş. Soğuk savaş biteli yirmi yıl geçmiş. Kara Kuvvetlerinin birlik konuşlanmasında hangi değişikliklere gidilmiş? Üç tugayın ilga edilmesinden ve altı komando tugayımızın profesyonel askerlerden oluşturulmasından başka hangi yeniden yapılanma hayata geçmiş? Sivil otorite tarafından onaylanmış bir yeniden yapılanma planı neden ortada yok? Neden hala Fevzi Çakmak’tan kalma birlik konuşlanmaları ile yaşıyoruz.
Orduda topları katanaların çektiği zamanlardan kalma konuşlanma aynen korunuyor. Buyurun size bir örnek: Yunan İzmir’e çıkarsa iç bölgelere nereden ilerleyecek? Ya Menemen üzerinden ya Kemalpaşa üzerinden ya da Sabuncubeli’ni aşarak. O zaman Manisa’ya bir piyade tümeni koyarız.. Bunun bir alayı ile Menemen Boğazı’nı tutarız. Yunan’ın çıkardığı askeri daha içerilere girmeden karşılarız.. Bakış bu.. Kimbilir memleketteki askeri birlikler tek tek incelense daha neler bulunacaktır?

Bu bakımdan ülkemizin risk değerlendirmeleri ve bunun gerektirdiği savunma konsepti ve bunun gerektirdiği kuvvet boyutu ve yapısı tamamen parayı ödeyen ve evlatlarını şehit veren biz sivillerin onayıyla karara bağlanmalıdır.

- 2011 yılı gelmiş. Biz tedbir olarak kaçakçılıkla mücadele amaçlı Jandarma karakollarının yerine betonarme karakollar yaptırıyoruz.. Ondan sonra gelsin Dağlıca türü baskınlar. Bir tabur Mehmetçiği bir dağın tepesine yerleştirmişler. Dört tarafı dik yamaç. Etrafında derin vadiler. Bu coğrafyada taburun üssünden çıkıp etraftaki dağlarda ileri harekatta bulunarak alan hakimiyeti sağlama imkanı yok. Karakoldan uzaklaşan unsurun geri dönmeme ihtimali büyük. Saldırıya uğradığında karadan takviye alma imkanı da yok, çünkü yaklaşma yollarının saldırıdan önce mayınlanmış olacağı şüphesiz.
Tabur bir bölüğüyle ilerideki hakim tepede bir ileri güvenlik karakolu oluşturmuş. Taburdan inip bu karakola gündüz ve sırtta yük olmadan – tabur komutanının ifadesi ile ‘tavşan gibi’ – tırmanma süresi bile üç saat. Yani bir hücuma maruz kalındığında taburun bu bölüğü takviye etme imkanı yok. Bu bölük de sabit ve takviye alma imkanı bulunmayan bir hedef halinde. Bir saldırıya uğradığında cephanesi yettiği kadar direnmekten başka çaresi yok.
Tam fıkradaki gibi. – Baba hırsızı tuttum. – Getir oğlum. -Gelmiyor. -Bırak o zaman. – Gitmiyor.
Tabur araziye açılıp alan hakimiyeti sağlayamıyor. Geri çekilmek istese çekilemiyor. Takviye gerektiği anda alamıyor. O zaman bu tabur neden orada? Sadece ayak bastığı alanı korumak için mi? Bu doğru bir strateji midir? Biz asker değiliz. Belki de doğrusu budur. Ama doğru değil, tamamen yanlıştır, diyen emekli generaller var.

Bu tip konuşlanma neye yarıyor? Koskoca birlikler bulundukları yerde sabit duruyorlar. Saldırı insiyatifi tamamen PKK’nin elinde. Saldıracağı birliği PKK seçiyor. Zamanı PKK seçiyor. En uygun gördüğü hedeflere en uygun gördüğü hava şartlarında saldırabiliyor. Milletimize şehitlerimizi saymak, cenazelerden sonra verilen içi boş demeçleri dinlemek kalıyor.

Hangi ordu yüzlerce binlerce karakolunda, nöbet noktasında yıllar boyunca, 365 gün 24 saat aynı dikkatle nöbet tutabilir, bir saldırıya karşı en üst düzeyde hazır kalabilir? Bu insan doğasına aykırı bir beklenti. Saldıran taraf, insiyatif kendisinde kaldıkça, mutlaka nisbeten yumuşak hedefleri tesbit edip onları vuracaktır. Bunun tek çaresi karşı tarafı sürekli ve hareketli şekilde taciz edip baskı altına almak, kaçmaktan kovalamaya fırsat bulamaz halde tutmak değil midir? Şu anda uygulamada olan konsept bu imkanı veriyor mu?

Milletimiz konduramıyor ama askeriyemiz sadece siyasi alanda değil kendi mesleğinde de yanlışlar içinde. ‘Mış gibi’ yaparak yasak savıyorlar.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş tayin – terfi sistemini devam ettiriyorlar. Bu sistemde her subayın her rütbede kaç yıl geçireceği ve o rütbede iken bir görevde kaç yıl kalacağı belli. Başarının, başarısızlığın, liyakatın terfiye tayine etkisi sıfır. Örneğin o bölgedeki bir tugay komutanı sadece iki yıl görev yaptıktan sonra tuğgenerallikte kalan iki yılı için karargah görevine alınıyor. En başarılı bir generalin bile aynı göreve devam etmesi ya da başarısız olanın hemen görevden alınması söz konusu değil. Halbuki ABD ordusunda böyle değil. Şu andaki Afganistan komutanları olan orgeneral, bir önceki görevinde, Afganistan Komutanlığı’nın bağlı olduğu makamda oturuyordu. Şimdi sivil otoritenin en faydalı olacağına inandığı yerde görev yapıyor. ”Ben bir önceki görevimde daha üst makamdaydım. Şimdi benim önceki makamıma benden sonra getirilen daha kıdemsiz bir orgeneralin altında görev yapamam” dememiş.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş askere alma sistemini yürürlükte tutuyorlar. Askerlik yapmış her vatandaşımız ‘tezkereye şafak sayma’ ruh halini bilir. Bu ruh halindeki, nişanlısını özleyen, annesi ile telefonda konuşamayınca morali bozulan, askerliğe kanun zoruyla gelmiş körpe personelin kaşarlanmış bir gerilla gücünü alt etmesi ne kadar mümkündür?
Bu çocuklar bir seferberlik halinde, klasik bir muharebede, silah arkadaşları ile omuz omuza harikalar yaratabilirler. Nitekim anadolu askeri Mehmetçik savaş azmi, cesareti ve dayanıklılığı ile ünlüdür. Ama karşı taraf gerilla harbi yapıyorsa çare gerilla harbinin daha beterini yapan gerilla avcısı personel değil midir?

Altı komando tugayı profesyonelleşti. Harekat insiyatifi TSK’da iken bu tugaylar kullanılıyor. Ama PKK deli değil ki bu birliklere saldırsın. Onlar eratı şafak sayan birlikleri seçiyor. Bölgede böyle birlik kıtlığı da yok.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş birlik konuşlandırması ile işi idare ediyorlar. Güney Doğu’daki askerler hala emektar G-3′lerle, Rus malı tenekeden BTR’ler ile göreve giderken diğer bölgelerde belki yüzbinlerce asker her sabah mıntıka temizliği ile vakit geçirip, ‘Yaylalar, yaylalar’ diye bağırarak sabah koşusu yapıyorlar. Hepsine üç öğün karavana çıkıyor. Kaloriferleri yanıyor. Başlarında subayları. Şafak sayıyorlar. Bu birlikler iskelet kadroya indirilip tasarruf edilen tüm maddi imkanlar mücadele bölgesinde yoğunlaştıralamaz mı, acaba?

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş bürokratik bir karar alma mekanizması ile çalışıyorlar. Disiplinden anladıkları, bir alt rütbelinin tuvalete bile giderken komutanından izin ve emir alması. Bu baskıcı, insiyatife yer vermeyen çağdışı yönetim biçimi sonunda silahlı helikopter kaldırılacaksa dört kademe komutandan emir alınması gerekiyor. Heron yollanması talep ediliyorsa beş kademe komutandan.. Heronlardan gelen bilginin değerlendirildiği komutanlık başka, bu bilgiye dayanarak operasyon kararı verecek komutanlık başka. Aşağıda ateş altında kalmış birliğin bağlı olduğu komutanlık başka. Bu çok başlı ve çok katmanlı yapılanma konusunda neler yapılmış?
1974 yılında Kocatepe muhribimizi de bu yüzden kaybetmiştik. Muhrip Deniz Kuvvetleri’nin, saldıran uçaklarımız Hava Kuvvetleri’nin emrindeydi. İki karargah biri diğerindenden habersiz saatlerce harp etmişlerdi.
Neden ABD ordusu ‘Cephe Komutanı’ olarak tek komutan atıyor ve ister kara, ister deniz, ister hava, ister deniz, ister deniz piyadesi olsun o cephedeki tüm kuvvetleri bu tek komutanın karargahına bağlıyor? Bizde Güney Doğu’daki mücadeleden sorumlu olan komutan kimdir? Böyle bir komutan var mıdır? Acaba kuvvet komutanlarımız, bir ast komutanın sivrilmesinden, kendilerinden rol çalmasından mı çekiniyorlar? Son saldırılardan sonra başlatılan operasyonlar sebebiyle Genel Kurmay Başkanımız ve Kuvvet Komutanları bölgede kalmışlar, evlerine dönmemişler. Sağ olsunlar. Ama ne farkeder? Yarın, öbürgün nasıl olsa dönmeyecekler mi? Böyle taşıma suyla değirme döner mi? Onlar döndüğünde Güney Doğu’daki mücadeleden sorumlu olacak tek bir karargah göreve başlayacak mı, yoksa eski hamam eski tas, her iş için Ankara’ya mı sorulacak? Yerdeki birlik şu tugaydan, heronlar şu komutanlıktan, helikopterler şu komutanlıktan, F-16′lar bambaşka bir komutanlıktan emir beklemeye devam edecekler mi, etmeyecekler mi? Asıl soru bu.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi birliklerin yanındaki lojmanlarda ailece yaşamaya çalışıyorlar. Sabah çocukları okula gidecek, eşleri örneğin öğretmense işine, değilse belki çarşı pazara, belki komşusuna çay içmeye.. Ondan sonra lojman duvarlarındaki mermi delikleri TV’lerde. Polislerimiz de farklı değil. Özel harekatçılar yanı başından dere geçen, şehirin en kenarındaki bir çim sahada futbol maçı yapıyorlar. Bundan cazip hedef olur mu? Bunlar, her birinin görevi PKK’lı öldürmek olan, bu iş için yetiştirilmiş seçkin elemanlar. Açık konuşalım. Aynı polisler PKK’nın en seçkin elemanlarını futbol oynarken yakalasalar farklı mı davranırlardı?
Orası ya cephedir.. ya değildir. Cephe ise güvenlik personelinin hamile hanımının, okul çağındaki çocuğunun birliğin dibinde ne işi var? Lojmanların bu konumu bile askeriyenin zihnen savaşta olmadığının bir işareti değil mi?

Sonuç:
Millet olarak rahmetli Özal ile birlikte adeta dünya sahnesine yeniden çıktık.
Artık gündemine aldığı konuyu çözebilen etkin bir devletimiz var.
Çoğunluğu köylü – rençber – çoban – memur – esnaftan oluşan dünyadan kopuk, içine kapanmış, masallarla uyutulmuş, akıl fukarası ve edilgen Türk milleti tarihte kaldı.
Şehirleştik, sanayileştik, okuduk, çalıştık, dünyaya açıldık..
Hemen her alanda büyük adımlarla ilerliyoruz.
Elektrik üretimi, demir çelik üretimi, sanayi malı üretimi ve ihracatı, turizm, bankacılık, yurt dışı müteahhitlik, denizcilik, havacılık, karayolları, demir yolları, üniversite sayısı, her yaş dilimindeki okullaşma oranları, sağlık sistemi, toplam tarımsal üretim, haberleşme, kamu maliyesi, AR-GE, savunma sanayi, askeri vesayeti sonlandırma.. akla gelen her alanda doğru yoldayız.
Daha yapacak çok işimiz var ama artık doğru yörüngedeyiz..
TV dizileri bile çevre halkları etkileyen, siyasi modeli bölgesinde örnek teşkil eden bir millet olduk..
Hem ekonomik hem kültürel ve siyasi gücümüzle artık bölgesel bir gücüz.
Ve bütün bunları kendi alın terimizle, kendi aklımızla başardık. Ne petrol çıktı topraklarımızdan ne doğalgaz..
Toplam gelirde dünya 17.’liğine tırmanmak için az çalışmadık milletçe..
2023 hedefine dünyada ilk 10′a girmeyi koyduk..
Bu gelişmeler kendimize güvenimizi her gün arttırıyor..
Bugünkü seviyemizle, milletimizin ve devletimizin sivil kanadı olarak askeriyemizi de kendi seviyemize çekip çıkaracak organizasyon gücüne, akıl birikimine sahibiz.
Yapılacak iş sorunun adını siyasi seviyede koyup cesaretle üzerine gitmek.
Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması artık sadece ifade ettiği siyasi anlam bakımından önemli değil. Aynı zamanda askeriyeyi içinde bulunduğu durumdan çekip çıkarmanın ön şartı.
Tam yetkili sivil otoritenin gözetiminde yapılacak tepeden tırnağa bir reform artık askerin kendisi için de acil bir ihtiyaca dönüşmüş durumda.
Neticede ordumuz bu milletin kendisini koruması için kurduğu, donattığı, beslediği, yaşattığı, milletimizin bekasında en hayati role sahip olan bir teşkilattır.
Olabilir, zaman içinde, farklı sebeplerle de olsa geri kalmış, çağın zihniyetini yakalayamamış olabilir.
Ordumuzun tökezlemesine göz yumamayız.
Türkiye güçlü olacaksa ordusu da güçlü olmak zorundadır.
Milletin sahip olduğu imkanların bu güçten esirgenmesi söz konusu olamaz.
Akıl da bu imkanlardan biridir..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/16985/feed 0
Tevfik İzmirli – Işık Koşaner’e teşekkür edesim geliyor! /archives/16857 /archives/16857#comments Sun, 04 Sep 2011 01:59:12 +0000 /?p=16857 Merhabalar,

Işık Koşaner’e cevap vermeye kalksak lafın sonu gelmez.

Neresinden tutacaksın? Yıllardır gördüğümüz, anlatmaya çalıştığımız ‘Büyük kepazeliği, büyük zafiyeti, büyük çürümeyi’ anlatıyor.

Aslında söylediklerinin içinde bilinmedik, hayret edilecek herhangi bir detay yok. Ben de içeriğine hayret etmedim.

Hatta savunma konularına meraklı sivil bir vatandaş olarak, yıllardan beri yaptığım tesbitlerin bir genelkurmay başkanı tarafından doğrulanması gururumu bile okşadı.

Söyledikleri beni hiç mi üzmedi? Üzmedi.. çünkü askerimizin bu durumu beni uzun yıllardan beri zaten yeteri kadar üzüp duruyordu.

Ses kayıtlarını dinlerken, okurken içimden teşekkür etmek geldi. “Hay Allah senden razı olsun!” dedim.

Yıllardır bu zihniyeti, bu yetersizliği, bu kepazeliği göstermeye çalışanların haklılığını iki dakikada ispat ediverdi.

“Allah söyletiyor” derler ya.. tam o hesap.


Devletimizin on yıllar boyunca uyguladığı beyin yıkama operasyonu ile hipnotize edilmiş pek çok vatandaşımız var.
Özellikle okur yazar şehirliler arasında.
Son yıllarda bu okur yazar yapılmış ama kendi tarihi hakkında cahil bırakılmış zümrenin de gözü açılmaya, içlerinde, “Yahu bu işler galiba bize anlatıldığı gibi değil” şüphesi uyanmaya başlamıştı.
Ama, bugünkü bilinç düzeyine ulaşmaları kim bilir kaç yıl alacaktı.
İşte Işık Koşaner en büyük hizmeti bu kesime yaptı.
Gözlerdeki perdeleri kaldırıveren bu açıklamaları ile sağladığı ani ve kitlesel zihin açılması başlı başına bir milli eğitim hamlesi sayılabilir.

Kimbilir kaç yazarın, tarihçinin, gazetecinin yıllardır yaratamadığı etkiyi tek konuşmasıyla yarattı.
Çünkü bu defa ‘karşı taraf’ konuşmuyor.. Konuşan bir ‘yandaş’, ‘liboş’, ‘II. Cumhuriyetçi’, ‘TSK düşmanı!’, ‘bölücü’, ’Atatürk düşmanı’, ‘cemaat mensubu’ değil..
Bu defa çürük düzenin kağıttan kaplan bekçisi konuşuyor..

Sanki savunmanın en güvenilir baş tanığı mahkemede aniden itiraflara başlamış gibi.. birdenbire savcıya iş kalmıyor.. mağdur tarafı derin bir nefes alıyor.. artık hakimlerin işi çok kolay.. bu itiraflardan sonra hüküm vermek çocuk oyuncağı..
Kamuoyunu yıllardır meşgul eden ‘büyük dava’ vicdanlarda aniden sonuçlanıverdi..

Koşaner’in itiraflarını üç katmanlı okumak lazım..
İlk katman, kendisinin de kusur olarak gördükleri..
İkinci katman, kendilerini haklı gördükleri zırvalar.. 35. madde gibi, OYAK’ın vergi muafiyeti gibi..
Üçüncü katman da konuşmanın tümüne damga vuran hastalıklı zihin yapısı..

Kendisini sivillerin, seçilmişlerin üzerinde gören, Cumhuriyet’in tek bekçisinin TSK olduğuna inanan, ‘Atatürkçü Düşünce Sistemi’ dedikleri ‘muska’nın her derde deva olduğuna inanan ya da inanıyor gibi yapan bir subay – general zümresi ile bunlara inanmış bir toplum kesimi var elimizde..
Asıl sorun burada.. Koşaner bu hastalığa yakalanmışların sadece bir örneği.

İlk iki katmanın çaresi nisbeten kolay bulunabilir..
TSK’de tepeden tırnağa bir yeniden yapılanma yapılır.. İşe akıllı uslu sivillerin eli değer.. Gereken yasalar çıkarılır.. İş yoluna girer..
Ama son katman öyle reformla, kanunla hal edilecek bir konu değil.
Ortada hastalıklı bir zihin yapısı ve bu zihniyetin şekillendirdiği sivil ve asker nesilleri var..
Ne yapacağız?
Sağlıklı bir demokrasi ve güçlü bir TSK için bu Ağustos’da mezun olan teğmenlerin bile emekli olmalarını mı bekleyecek bu millet?
Zamana havale etmek ve sabırla beklemekten başka çaremiz yok mudur?
Bu soruya düzgün bir cevap bulmuş olsam şuraya yazardım..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/16857/feed 0
Tevfik İzmirli – WikiLeaks XII – ABD Büyükelçisi’nin telgrafı.. – “Askeri istihbaratçı: PKK’ya ilaç sattık..” /archives/16772 /archives/16772#comments Wed, 30 Mar 2011 21:55:54 +0000 /?p=16772 Merhabalar,

Bildiğiniz gibi WikiLeaks, Türkiye telgraflarının yayımlanması için TARAF gazetesi ile anlaştı. TARAF, belli bir sıra takip etmeden, her gün  yayımladığı belgelerin hem tercümesini hem orjinalini basıyor.

Okuyucunun telgrafları daha iyi anlayabilmesi için telgraftan önce, o tarihteki olayları hatırlatan kısa bir açıklama yazıyorlar. Bu belgeler yüzünden başı sıkıntıya girebilecek korunmasız insanların isimlerini gizli tutuyorlar.

28 Mart, 2011′de yayımladıkları, ABD Büyükelçiliği’nin 18 Nisan, 2003 tarihli telgrafını aşağıda okuyabilirsiniz..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli


* * *

2003’te ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nden Washington’a giden gizli telgrafta, ordunun PKK’ya ilaç satmak için anlaşma yaptığı, “İstemeyerek bizzat parçası oldum” diyen bir eski istihbaratçının ağzından aktarılıyor..

“Türk Genelkurmayı: Dik Kafalı ve Kasvetli bir Siyasi Koalisyon…” 18 Nisan 2003’te, ABD’nin Ankara Büyükelçisi W. Robert Pearson’ın Washington’a gönderdiği “GİZLİ” ibareli telgraf bu başlığı taşıyor. Zamanlamasına ve içeriğine bakınca, Pearson’ın bu telgrafı, 1 Mart 2003’te TBMM’nin Irak tezkeresini reddetmesi ışığında, Türk Genelkurmayı’nın bu süreçte nasıl bir rol oynadığının ve daha genel olarak, Genelkurmay’ın ve ordunun bünyesindeki çeşitli kesimlerin ABD’ye nasıl baktığının anlaşılmasına yardımcı olmak üzere yazdığını düşünebiliriz.

Ancak bu sorulara yanıt ararken, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Genelkurmay’ın kendi iç çekişmeleri üzerinde durması ve ayrıca ordunun çeşitli etkinlikleri konusunda çok ciddi suçlamalar içermesi de, Pearson’ın telgrafını dikkat çekici kılıyor. Büyükelçi, telgrafına konu ettiği görüş, izlenim ve bilgilere kaynaklık eden kişilerin bir kısmını ismen anarken, bir kısmını tarif etmekle yetinmiş. Biz Taraf olarak, bu “kaynakların” adlarını, normal adlî süreçlerin ötesinde bir hukuksuz yargılama ve infaz tehlikesiyle karşılaşabilecekleri ihtimalini gözeterek gizli tutma kararı aldık. Kaynak kişilerin ad ve unvanları dışında, telgrafın tam metnini sunuyoruz:

Hiç bu kadar bölünmemişti..

(1) ÖZET: Referans A-E belgelerinde kaydedildiği üzere (Bu belgeler telgraf metninde yer almıyor), iç ve dış politika konularında birçok üst rütbeli askerî lider arasında gerilimler mevcutken, Türk Genelkurmayı, siyasi hayata ve siyaset üretimine günbegün derinlemesine karışmayı sürdürüyor. (Generaller arasındaki) bu bölünmeler, bugün, geçmişte herhangi bir dönemde olduğundan daha görünür bir halde ve, irtibatta olduğumuz kişilere göre, ABD için önem taşıyan operasyonel siyasi ve diplomatik konulardaki işbirliğinde ilave sürtüşme ve gecikmeler yaratacak. ÖZETİN SONU.

ABD’den derin şüpheleri var..

Geniş bir siyasi yelpazeden, uzun süredir irtibatta olduğumuz çok sayıda kişi, Türk Genelkurmayı’ndaki karar alma sürecini etkileyen çekişmeler ve istikrarsızlık ile bu bölünmelerin, Türkiye’nin ABD’yle işbirliği yapma iradesine yaptığı zararlı etkiye ilişkin endişelerini yakın bir geçmişte bizimle paylaştılar. İrtibatta olduklarımız (kimliklerini kesinlikle koruyun), şu kişileri kapsamaktadır ama bunlardan ibaret değildir: (1) Eski MGK personeli ve daha önce askerî istihbarattaki kariyeri esnasında, Türk Genelkurmayı’nın şimdiki üst rütbeli generalleriyle önemli ölçüde zaman geçiren XXX; (2) XXX ’in Başkan Yardımcısı XXX; (3) XXX ’in (İslamî yönelimli ama müesses nizamla bağlantılı) XXX grubunun yöneticileri; (4-7) XXX muhabiri XXX, XXX yazarı XXX, XXX yazarı XXX ve Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül dahil üst düzey Türk hükümeti yetkililerine mükemmel erişimi olan XXX; (8) büyük bir medya grubunun sahibi ve CEO’su; (9) Önde gelen bir ‘müesses nizam’cı STK olan XXX’in yöneticisi XXX ve (10) Parlamenter Kürt ve İslamcı çevrelere mükemmel erişimi olan eski bir parlamento üyesi. Bu şahıslar, istikrarlı şekilde, hizipçilikle parçalanmış ve ABD’ye karşı daha önce görülmedik derecelerde abartılı bir şüphe hissi besleyen bir Türk Genelkurmayı tarif ediyorlar.

Yolsuzluk bir kanser gibi sardı..

KORPORATİST KÜLTÜR

(2) İrtibatta olduğumuz şahıslar bize, kişisel çekişmelere karşın, Türk Genelkurmayı’nı birbirine bağlayan belli kurumsal içgüdülerin de kuşkusuz mevcut olduğunu hatırlatıyorlar. Bu içgüdüler şunları kapsıyor:

(1) Kemalizme olan sarsılmaz bir bağlılık (Atatürk’e tapınma ve ordunun, Devlet’in sivil denetimden muaf, yüce ve korkutucu muhafızı olma görevine duyulan inanç): (2) Alt rütbelerde bireysel inisiyatifi hoş görmeyen katı bir kurum (corporate) kültürü; (3) “Laikliğe” katı bir bağlılık ve Türkiye’nin İslam’la kültürel olarak özdeşleştirilmesinin ötesine geçen her şeyden duyulan korku; (4) Sahip olduğu bol teşvikler, bütçe dışı fonlar, yüklü emeklilik fonları, maaşlı rahat işler (burada “arpalık” diye de tercümesi mümkün olan “sinecure” kelimesi kullanılıyor) ve diğer imtiyazlar konusunda kuvvetle korumacı olan içe dönük bir kültür (XXX bize somut örnekler verdi): (5) Kürtlerden duyulan derin şüphe; (6) Kıbrıs’ta her türlü pratik çözüme karşı direniş; (7) Askeriyedeki yolsuzluk kanseri ve Türk Genelkurmayı’nın kendini temizlemek konusundaki ortak gönülsüzlüğü:

Rus kızlarla silah partisi..

––(Askerî ) alım skandalları (irtibatta olduğumuz birçok kişi İsrail’e verilen M-60 tankları ve F-4 savaş uçağı modernizasyon ihalelerinde rüşvet döndüğüne ilişkin ısrarlı haberleri gündeme getiriyor; savunma alanında önde gelen bir Batılı müteahhitlik şirketinin Türkiye’de yaşayan yabancı uyruklu üst düzey temsilcisi de bize, Bell helikopterlerinin rakibi olan Kamov’un ve diğer Rus şirketlerinin Türkiye temsilcisi olan Rusya yanlısı meşhur işadamı Ali Şen tarafından, 2002 ağustosunda, deniz kıyısındaki tatil beldesi Bodrum’da Türk subayları için verilen ve çok sayıda Rus tele-kızın katıldığı partinin ayrıntılarını anlattı):

TSK PKK’ya ilaç satarken gördü..

–– Kuzey Kıbrıs’taki Türk askerî mülkleriyle ilgili çıkar çatışmaları ve Türkiye’nin güneydoğusundaki uyuşturucu kaçakçılığı ile bağlantılar; XXX ayrıca, askerî istihbaratta çalıştığı dönemde, PKK’ya ilaç satmak üzere Türk ordusunun bünyesinde kotarılan bir anlaşmanın istemeyerek parçası olduğunu bize anlattı.

(3) Türk Genelkurmayı, aynı zamanda fikren bir bütün olmadığının ima edilmesine şiddetle öfkeleniyor: Türk Genelkurmayı’nın yönetimindeki çekişmeleri konu alan bir Washington Post haberine tepki olarak, Genelkurmay Başkanı Özkök, 10 nisanda resmî bir kuruluş olan TRT’den yayınladığı açıklamayla, özellikle de “Irak’taki gelişmeler nedeniyle ülkenin çok ciddi bir dönemden geçtiği şu sırada” bu haberin yersiz olduğu eleştirisinde bulundu. İrtibatta olduğumuz şahıslar istisnasız bir şekilde, Özkök’ün bu açıklamasını, benzer değerlendirmelere karşı Türklere yapılmış genel bir uyarı olarak değerlendirdiler. Ancak daha sonra, önde gelen üç gazeteci (Akif Beki, dış politika yazarı Murat Yetkin ve CNN-Türk dış politika muhabiri Barçın Yinanç), Büyükelçilik basın ataşesine ayrı ayrı, Post ’un haberine hayran olduklarını belirttiler; her birinin fikrince, hiçbir Türk gazetecisinin bu haberi yazmaya cesaret edemeyecek olması bu hayranlığı arttırıyordu. Askeriyenin gazetecilere gözdağı vermesi konusuna gelince, hem Jane’s Defence Weekly ’den Lale Sarıibrahimoğlu hem de Hürriyet ’ten Cüneyt Ülsever kısa süre önce bize, askeriyeyi açıkça eleştirmelerinin bir sonucu olarak hayatlarından endişe duyduklarını söyledi.

Rusya ve İran’a göz kırpıyorlar..

… VE FAKAT KİŞİSEL ÇEKİŞMELER

(4) Türk Genelkurmayı’nın kendi içinde görüş birliğine sahip olduğu yönündeki bu iddiasına karşın, bizim irtibatta olduğumuz kişilere göre, şu anda birbirine rakip üç ana grup var. Birincisi, Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu, coşkulu biçimde olsa da olmasa da, kabul eden “Atlantikçiler.” İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, hiç kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı “Milliyetçiler.” Üçüncüsü de, “Avrasya” konseptinin, Rusya’nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ile İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen “Avrasyacılar.”

Demokrasi diye tutturmazlar da..

Buradaki motivasyon gücü, kısmen “Rapallo Sendromu,” yani Türkiye ve Rusya’nın yalnız olduğu, saldırgan bir Batı’nın kötü muamelesinin ve saygı yoksunluğunun eşit mağdurları olduğu duygusudur. Buna ilaveten, XXX ’in bize söylediği gibi, Rusya’ya daha canlı bir ilgi gösterilmesinin ardındaki diğer bir motivasyon da “Avrasya” tezinin savunucularının, Türk Genelkurmayı ile Rusya’nın aynı “istikrar” tercihini paylaşmaları ve Türk Devleti’ni demokratikleşmeyi sürdürmeye zorlamayacak olmalarıdır. Türk Genelkurmayı’nın kendi içindeki siyasi yarışta, “Avrasyacılar” ile “Milliyetçiler” geçici müttefiklerdir.

Özkök, Hamlet gibi kararsız..

(5) İrtibatta olduğumuz kaynaklar, esas aktörleri şöyle görüyorlar:

Genelkurmay Başkanı General Hilmi Özkök, yakın geçmişteki seleflerinin hepsinden daha demokrat eğilimli ve daha Atlantikçi. Prensiplerine bağlı kalarak insanları rahatsız eden ilkeli bir adam olan Özkök, siyasi kararların sorumluluğunun demokratik yoldan seçilmiş bir hükümete ait olduğuna inanıyor. Ancak o, büyük ölçüde izole edilmiş durumda, kurmay kademelerde gerçek müttefikleri varsa bile, sayıları pek az. Özkök, daha inatçı ve katı tutumlu meslektaşlarıyla çatışmaktan uzak durmak adına, kendi görüşlerini söylemiyor; irtibatta olduğumuz kişilerden biri, Özkök’ün “Hamletvari” bir kararsızlıkla davrandığını söyledi. Özkök’ün başarısızlıkları, bunu örnekliyordu: (1) Türk Genelkurmayı’nın ABD’nin operasyon planları konusundaki geciktirme taktiklerinin üstesinden gelememişti; (2) Parlamentonun, 1 marttaki ABD ve Türk askerlerinin konuşlandırılmasına ilişkin tezkereyi (başarısızlığa uğrayan) oylaması öncesindeki kritik dönemde, Türk Genelkurmayı’ndaki meslektaşlarını, askeriyenin kendi planlaması ya da ABD’nin stratejisi ve planları konusunda hükümeti bilgilendirmeye zorlayamamıştı. Özkök, oylamadan önce, halka, Türkiye’nin ABD’yi desteklemesinden yana bir açıklama yapmak konusunda izin istedi ama Cumhurbaşkanı Sezer, ona bunu yapmamasını söyledi. Sadece basın, sonradan, hiç de tipik olmayan bir şekilde, onu eleştirmeye başladığında, Özkök, Türk Genelkurmayı’nın ABD’nin talebini desteklediğini açıkladı. Ancak nihai olarak, Özkök’ün ABD’nin Kuzey Opsiyonu’na verdiği bu destek beş gün geç ve altı milyar dolar eksik kalmıştı.

Türkeri-Aydınlık sızdırma ilişkisi..

Özkök, katı-milliyetçi ve Avrasyacı cephelerden bir grup üst rütbeli karacı generalin muhalefetiyle karşı karşıya; bunlardan en dikkat çekenler:

(1) Genelkurmay İkinci Başkanı General Yaşar Büyükanıt, (2) Kara Kuvvetleri Komutanı General Aytaç Yalman, ki genellikle bu görevdekiler daha sonra Genelkurmay Başkanı oluyor ama Yalman’ın emekli edilmesi bekleniyor; (3) Birinci Ordu Komutanı General Çetin Doğan; (4) İkinci Ordu Komutanı General Fevzi Türkeri, ki XXX’e göre, uzun zamandır Amerikan-karşıtı, hakaretamiz haberler (mesela, ABD’nin PKK/KADEK’e malzeme desteği sağladığı yönündeki ithamlar) sızdırmak için milliyetçi sosyalist haftalık dergi Aydınlık’ı kullanıyor; (5) Kudretli MGK’nın Genel Sekreteri ve Türkiye’nin Rusya ve İran’la daha güçlü bağlar kurmasının avukatlığını açıkça yapan General Tuncer Kılınç; (6) Jandarma Genel Komutanı General Şener Eruygur –kaynaklarımız, Jandarma’nın Türk Genelkurmayı tarafından rutin biçimde araştırmacı ve “polislik” amaçlar için kullanıldığını söylüyorlar. Aynı zamanda, muhtemel Genelkurmay Başkanı olabileceği yönünde tüyo verilen J-3 (Genelkurmay Harekât Başkanı) Korgeneral Köksal Karabay’ın da bu grupla ilişkili olduğunu öğrendik. Özkök’ün en ateşli ve liberal destekçileri (J-5 –Genelkurmay Genel Plan ve Prensipler Başkanı– Korgeneral Reşat Turgut bunların tipik bir örneği) ise, milliyetçilere ve Avrasyacılara kıyasla daha az mücadeleci olma eğilimindeler.

Aktulga, Koman ve Kıvrıkoğlu..

Katı muhafazakâr generaller, General Doğu Aktulga (dönemin İslamcılar liderliğindeki hükümetine karşı yapılan 1997 post-modern darbesine katılmıştı): General Teoman Koman (bir zamanlar Milli İstihbarat Teşkilatı’nın başındaydı) ve Özkök’ün selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu dahil, nüfuz sahibi üst rütbeden emekli subaylarca da dışarıdan destekleniyorlar.

Bu katı muhafazakâr çizgi, aynı zamanda İstanbul’daki Harp Akademileri (Mart 2002’deki yıllık ulusal güvenlik konferansında, Kılınç’ın Rusya/İran yanlısı değerlendirmeler yaptığı ve Mart 2003’teki konferansta NDU – merkez kampusu Washington’daki bir askerî üste bulunan, ABD Genelkurmayı’na bağlı Ulusal Savunma Üniversitesi – Harp Okulu’nun Dekanı’nın sunumuna tepki gösteren Kıvrıkoğlu, Doğan ve diğer bir düzine üst rütbeli Türk subayının sıradışı sertlikte bir dizi ABD-karşıtı yorumda bulundukları yer) tarafından da titizlikle korunuyor.

TÜRK GENELKURMAYI VE ABD’NİN ÇIKARLARI

(6) Türk Genelkurmayı’nın, ABD’nin Irak stratejisine karşı uzatmalı muhalefeti, operasyonel konularda ayak sürümesi ve ABD’nin Irak’ta Türk karşıtı bir gündemi olduğuna dair devam eden suçlamaları, daha çok sayıda Türkün, Genelkurmay’ın ABD ile ilişkilere ne kadar bağlı olduğu konusunda daha çok soru sormasına yol açtı.

AKP ve Kürtlerin altını oymak için..

Dahası, kamuoyu, generalleri daha fazla mercek altına aldıkça, diğer kaynaklarımızın yaptığı çıkarsamayı, Türk Genelkurmayı’nda irtibatta olduğumuz kişiler de bize itiraf etmeye başladılar: Bu da, (askeriyenin) üst yönetimindeki “bazı” kişilerin, ABD ile stratejik ortaklığı devam ettirmekten çok, AK Parti’nin ve Kürtlerin altını oymakla ilgilendiğidir.

Mevcut siyasi ortam düşünüldüğünde, Türk Genelkurmayı içindeki sürtüşme, Türk Devleti’nin ABD’ye olan kızgınlığını ve önümüzdeki istikrarsız dönemde bizim için merkezî önem taşıyan meselelerde yardımı dokunacak kararlar alma konusundaki isteksizliğini pekiştirmeyi sürdürecektir. Dahası, askeriyenin en üst kademeleri ile emir-komuta zincirinin daha alt kademelerindeki ateşli unsurlar arasındaki gerginlikler, geçmişte defalarca olduğu gibi (en son 1997’de) liderlik açısından siyasi bir sorun oluşturabilir.

İleri görüşlü subaylar lazım..

Özkök’ün ABD ile yeniden sağlam bir işbirliği inşa etmek için, Türk Genelkurmayı’ndaki muhaliflerinin emekli olmasını bekleyerek fırsat kolladığı yönünde bazı ipuçlarına sahibiz. Ancak, Türkiye’de sıkça olan şey, dışarıdaki olaylar kendi hızlı tempolarında sürüp giderken, doğru zamanı bekleyerek fırsat kollamanın kendi içinde bir amaca dönüşmesidir. Bu nedenle, irtibatta olduğumuz kişiler, Türk Devlet sistemi üzerindeki mevcut askerî hâkimiyette köklü değişiklikler olması kadar, ABD-Türk ilişkisinin yeniden dinamizm kazanmasının da, hem katı muhafazakârların istifasını hem de özellikle modern, ileri görüşlü yeni bir subay kadrosunun yetişmesini gerektireceğini tahmin ediyorlar.

http://www.taraf.com.tr/haber/askeri-istihbaratci-pkk-ya-ilac-sattik.htm

]]>
/archives/16772/feed 0
Neşe Düzel Röportajı – TARAF – Prof. Nur Vergin: “Elit sınıfın aşağılık kompleksi var..” – II – /archives/16801 /archives/16801#comments Tue, 29 Mar 2011 20:46:42 +0000 /?p=16801 “Muhafazakâr kesimde özgüven sorunu yok. Elit sınıf, aşağılık kompleksi içinde. Özgüveni yok.”

“Hiristiyan olmak suç değil. Müslüman olmak niye suç? “Arapların halini hiç görmüyorsun” deniliyor. Bütün Hıristiyanlar örnek alınacak durumda mı peki? İslam dininden bu kadar nefret, öz nefrettir.”

“Anadolu burjuvazisinin gerisine düşen bir siyasi partinin şansı da çok olmayacak. Onun gerisine düşen, bir sonraki seçimde geriler ve yerini daha yenilikçi partiye bırakır.”

“NATO’nun ikinci büyük ordususun. Ama PKK’yla baş edemiyorsun. Kiminle baş edemiyorsun? Birkaç binlik gerillayla. Hırsı, bölünme korkusunu çok besleyen bir neden olabilir bu.”

Kürtlerde de Kürt milliyetçiliği yükseliyor. Milliyetçiliği, hepimizin bu kadar çok sevmesinin nedeni ne?

Türkiye’ye özgü bir şey değil bu… Çinliler de, Ruslar da, Balkanlardaki insanlar da çok milliyetçi… Milliyetçilik bir kendini idame ettirmenin, ben varım demenin, bayrak dikmenin aracıdır. Toparlayıcıdır. Kürtlerde milliyetçilik yeni değil. Daha önce de vardı. Geçmişteki isyanlar hep milli duygunun bir göstergesiydi. Milliyetçilik, sadece fakirlik, yoksulluk, işsizlik ve eğitimsizlikle de açıklanamaz. Mesela…

Evet…

Batı’daki zengin, meslek sahibi Kürtler, “biz, PKK’nın söylemlerine karşıyız” diyorlar ama Kürt milliyetçisi onlar da.

Milliyetçilik, son raddede, “sen yoksun”a da varabilir dediniz. Türkiye’de milliyetçilik giderek yükseliyor. Bu toplumda milliyetçilik sen yoksun noktasına mı geldi?

Biraz, maalesef öyle. Bütün siyasi partileri etkiliyor bu. İlk hamlede Kılıçdaroğlu’nu etkiledi. Erdoğan’ı da etkiledi. Açılım mahvoldu. O da, tek dil, tek millet söylemine döndü. Mecbur. Türkiye’de bütün partiler üzerinde toplumdan gelen bir milliyetçi baskı var.

Eğitim sistemimiz mi bizi böyle yapıyor?

Kesinlikle… Geçmişte evimin karşısında Kadıköy Kız Lisesi vardı. Kız öğrenciler, pazartesi ve cuma günleri askeri nizamda, ikişer ikişer sıra oluyorlardı okulun bahçesinde. Bir müdür, kız çocuklarını savaşa çağırıyormuşçasına avazı çıktığı kadar bağırıyor, kah “ne mutlu Türküm diyene” diyor, kah “sizler asker yetiştireceksiniz” diye öğütler veriyordu. Sonra kızlar, İstiklal marşını okuyup uygun adım yürüyorlardı. Çok faşistik çağrışımlar yapıyordu bu bende. Savaş halinde değiliz. NATO’nun, OECD’nin, Avrupa Konseyi’nin üyesiyiz. Avrupa Birliği’ne katılmaya çalışıyoruz. Onların üniversitelerinde üç beş gün geçirmekten, onlarla yemek yemekten kıvanç duyuyoruz ama çocuklarımızı böyle yetiştiriyoruz.

Siyasetçi bunu neden değiştirmiyor?

Siyasetçi bu sistemin ürünü. Bu sistemi yeniden üretiyor o.

Bu ülkede ihanet, hainlik suçlamaları da çok sık ve rahat yapılıyor. Neden sürekli birbirimizi ihanetle suçluyoruz biz?

Bu biraz taşra zihniyetinin hakim olmasıdır. Yani bu bir toplumsal görgüsüzlüktür, içe kapanıklık ve farklıyı bilmemek, farklıyla tanışmamış olmaktır. Farklının da kendisi gibi bir insan olduğunu idrak edememenin sonuçlarıdır bunlar. Bu zihniyet, “ille benim gibi olacaksın, tepeden tırnağa bana benzeyeceksin” der. Benzemediğin takdirde, onda kuşku uyandırırsın ve bir laf ettiğinde de sana “vay hain” der. Bir de bu toplumun mürekkep yalamışlarında “abi edebiyatı” vardır. Bu, alt katmanlarda yoktur. Onların böyle bir abilik derdi yoktur.

Abi edebiyatının hainlik suçlamasıyla ilişkisi nedir?

Biz bu söylemi Türkiye olarak bağımsız cumhuriyetlere, Kırgızlara, Özbeklere de uyguladık. “Biz sizin abiniziz” dedik. Bu nasıl bir böbürlenmedir! Abiliğimizi reddedenlere, ‘Ben abi arayışında değilim. Sen benim abim değilsin’ diyenlere veya Türkiye içerisinde abiliğimizi kabul etmeyenlere karşı bir soğuma, bir kuşku, bir kademe sonra da “vay hain” duygularını geliştirdik.

Abi olmak isteyenler kimler?

Türkler. Türk kökenliler… “Biz Kürtleri kardeş biliriz. Ben abiyim. Sen kardeşsin” söylemidir bu. Böyle çok rahatsız edici bir hiyerarşi kuruluyor toplumda. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak birileri bana iki de bir, “sen benim kardeşimsin. Yoktur birbirimizden farkımız. Anladın mı, biz kardeşiz” dese…

Ne yaparsınız?

Ben ona, “Ben senin astın mıyım? Niye sen abisin?” derim. Eşitiz diyemiyor, abiyim diyor. Böyle hami pozlar, “bak çekirge ben sana öğreteceğim” edaları var. Bu üstenci yaklaşımları artık bırakalım. Abisi olmak istediğin insanları kendinden soğutuyorsun, ilişkileri yüzüne gözüne bulaştırıyorsun bu yaklaşımlarla. Aslında bu büyüklük sendromunun aynı kişide bir karşıtlığı da var.

Nedir o?

Kendini beğenmemek. Bir yandan onun, bunun abisisin. Bir yandan da “Avrupa, Avrupa duy sesimizi” diyorsun. İşte bütün bunlar bizdeki elit sınıfın büyük çelişkileri. En hoşlandığımız şey de bir yabancı ülkede bize “sen hiç Türk’e benzemiyorsun” demeleri. Bunu ülkeye dönüp kıvançla anlatıyoruz.

Hem kendisi gibi olmayanı kendisine benzetmeye çalışıyor, Kürtlere, “bana benzeyeceksin” diyor. Hem de kendini beğenmiyor. Vahim bir durum değil mi bu?

Bu normal bir ruh hali değil. Bir aşağılık duygusunun işareti bu. Üstelik böyle olmamızı gerektiren bir şey de yok. Özgüven sağlamamız lazım.

Toplumun bir kesimi, özgüvenini Kürtler üzerinden mi sağlıyor?

Avrupalı beyaz medeni adam tarafından beğenilmemenin verdiği dayanılmaz acı karşısında, “ben de bir başkasına aynı şeyi uygulayayım. O da bana benzemeye çalışsın, ben de kendimi mesut hissedeyim” diyor. Türklerin Avrupalı karşısında bu kadar ezik olması hazin bir şey.

Dindar, muhafazakar kesimde var mı bu eziklik?

Hayır yok. Umurunda değil onun. Bu sorun, toplumdaki elitin sorunu. Osmanlı’dan gelen bir psikolojik hal bu. Tanzimat’ta başlamış bir şey bu.

Biz hala Osmanlı’nın ruh halini, korkularını mı sürdürüyoruz?

Osmanlı’nın çöküş döneminin korkularını tabii ki sürdürüyoruz. Çünkü kocaman bir büyüklükten kala kala küçük Asya’ya kaldık. Çok büyük bir yara açtı bu. Milyonlarca insan, yurtlarını, adaları, Rumeli’yi bırakıp buraya gelmek durumunda kaldı. Bir sürüsü yaya geldi. Özellikle Rumeliler ve adalılar için büyük bir travmaydı bu çöküş. Çok daha müreffeh, kentlileşmiş bir toplumdan çok daha geri kalmış Anadolu’ya sığındılar. Bu büyük trajedi küçüklere anlatıldı. Küçükler bunu içselleştirdi. Üstelik bu insanlar Anadolu’ya sığındıktan sonra da, Anadolular tarafından kabul görmek için amuda kalktılar.

Bunun için de Türkçülük yaptılar, öyle değil mi?

Kabul görmek için.

Bu toplumda Birinci Dünya Savaşı’nın travması hala devam ediyor mu?

Devam ediyor. Tarihimize ve günümüze ilişkin müthiş bir şovenizm var. Muhteşem Süleyman dizisiyle ilgili tartışmalar da bunu gösteriyor. Biz, bir tarihsel figürümüzü asla insani boyutuyla ele alamıyoruz. O tarihi figür yekpare, safi meziyet oluyor. Hiçbir defosu bulunmuyor. İşte şovenizm budur!

Şovenizm tam olarak nedir?

Şovenizm, milliyetçiliğin hastalıklı bir damarıdır. Şovenizmin, ‘beni eleştiremezsin. Eğer bende defo bulmaya kalkarsan, seni konuşturmam, vururum” tavrıdır bu. Bizim toplumumuzda yaygın bir durum bu. Gayet Kemalist olan Can Dündar Atatürk filmi yapıyor. Vay elleri çirkinmiş, onun gibi insanı sigara içerken göstermiş. Eee içiyordu, yalan mı? Şoven bir şey bu. Her türlü hatadan, günahtan münezzeh olacak. Yahu bu peygamber mi? Toplumda herkesin kendine göre bir tarihi idolü var.

Mesela kim?

Bazılarına göre de bu Abdülhamit. Bu adam aksırmazdı, hiçbir zaman ayağında nasırı da çıkmazdı. Sen bundan bahsediyorsan kötü niyetlisin. Bu bir şovenizmdir ve milliyetçiliğin çok patolojik bir boyutudur. En ufak bir eleştiri, zaaf dile getirildi mi, hain olunuyor burada.

Türklüğü çok yüceltiyoruz. Kim Türk? Türk dediğimizde kafamızda nasıl biri canlanıyor?

Güçlü, mert, sözünün eri, dürüst, yardımsever, hiçbir zaaf anı olmayan, çok şeye muktedir, hata yapmayan, hep tetikte, yenilmez… Eğer yenilmişse, o yenilgi, içimizdeki birtakım yabancı tohumların eseridir. İçimizde hainler, bölücüler, işbirlikçiler vardır ve yaşanan pürüzler onlardan ötürüdür. Yani sonuç şudur. Bana tepeden tırnağa benzemeyen herkes kuşku duyulası insandır.

Dünyanın Türk tarifi nasıl?

Avrupa’da kötü. Amerika’da Türk imajı o kadar kötü değil çünkü ortak bir tarihimiz ve karşılıklı kötü hatıralarımız yok. Ama Avrupa’da Meriç nehrini geçtiğiniz andan itibaren Türklerle ilgili olumsuzluk başlıyor.

Korkularımızdan, takıntılarımızdan, gereksiz övünmelerimizden kurtulmadan gelişebilir miyiz biz?

Özgüvensiz gelişmek mümkün değil.

Neden özgüvenimiz yok?

Tarihimizden geliyor.

Çok mu yenildik?

Ne diyorsunuz! Benim babamın babası Nuri Conker, Mustafa Kemal, Fethi Okyar ve o dönemin insanları, o toprakları kaybetmemek için 1911’de vatan toprakları diye Libya’ya gitmiş insanlar. Balkanlar’ın hepsi bizimdi. Ortadoğu bizimdi. Ama biz sonunda Anadolu’ya kaldık. Bunun üstüne bir de bölünme korkusu eklendi. Böyle bir toplum şirazesinden çıkmasın da kim çıksın? Yine de iyi durumdayız. Ben Mustafa Kemal’i de çok hissediyorum.

Nasıl hissediyorsunuz?

Düşünün… Bir Osmanlı erkanı harp subayı. Kendisi Rumelili. Bilmem kaç cephede savaşmış. Sonunda yenilgi, yenilgi derken, Anadolu’ya sarılıyor. Bir Rumelili için trajik bir şey bu. Çünkü asırlarca, Osmanlı kültürünün ambarı Rumeli’dir. Böyle bir insan için buraya sarılmak zorunda bırakılmış olmak, herhalde çok büyük bir acı. İşte o acı, Anadolu’da yüz binlerce insan tarafından paylaşılan bir acı.

Peki bizim bu korkularımızdan, takıntılarımızdan, gereksiz övünmelerimizden kurtulmamız mümkün olabilir mi?

Bir gün bunlar azalır. Nitekim azalıyor. Türkiye’de bu komplekslerden epey arınmış bir kesim var. Bunlar, yeni burjuvazi. Yani Anadolu sermayesi… Bunlar, kendine güveniyor. Çünkü vardığı noktaya kendi inisiyatifiyle, girişimciliğiyle, dehasıyla varmış. Devlete sırtını dayayarak, kredilerle, ihalelerle bu noktaya gelmemiş. İşte Türkiye’de bugün özgüveni tam böyle bir kesim var. Bu bir özgüven patlamasıdır. Bu özgüven patlaması Özal zamanında oldu ve zamanla bunların sayısı çoğaldı. Bunlar, Avrupalıya benzemeye çalışmadan var oluyorlar. Çünkü başarılı ve hırslılar. Bunlar korkular içinde değiller ama Müslümanlar. Peki suç mu Müslüman olmak? Hıristiyan olmak suç değil. Müslüman olmak niye suç oluyor?

Niye suç oluyor?

“Arapların halini görmüyorsun” deniliyor. Bütün Hıristiyanlar örnek alınacak durumdalar mı peki? Dinin bizatihi kendisinden olan bir şey değil ki bu mevcut durum. Tarihsel ve coğrafi bir şey bu aynı zamanda. İslam dininden bu kadar nefret, öz nefrettir.

Niye toplumda bir kesimin İslam’la böylesine bir problemi var?

Oryantalist Batı’nın, edebiyatına, eğitimine maruz olan elit kesimin problemi var. Sokaktaki adamın, esnafın, oryantalist İngilizin, Fransızın ne yazdığından haberi yok. Ama elit sınıf, aşağılık kompleksi içinde. Çünkü Batılının bakışıyla özdeşleşmişiz. O bizi nasıl görüyorsa, biz de kendimizi öyle görüyoruz.

Anadolu burjuvazisiyle İstanbul burjuvazisi arasındaki temel fark nedir?

İstanbul sanayi ve işadamı devletin yarattığı bir burjuvazi. Dolayısıyla çok daha devlet eksenli onlar. Öbürü ise gerçek burjuvazi. Kitapların, Marx’ın, yazdığı gerçek burjuvazi bu. Gecesini gündüzüne katan, başlangıçta atölyesinde bizzat kendisi de işçileriyle birlikte çalışmış olan, sermaye birikimini devletten değil kendisi yapan girişimci bu. Anadolu insanındaki bu özgüven patlaması devam edecek. Bu durdurulamaz.

Eğer durum buysa, bölünme korkusu niye hala bu kadar derin bu ülkede?

Bu bölünme korkusu Öcalan’la başladı. Vatan topraklarından ödün vermek zorunda kalma ihtimalinin korkusu bu. Yoksa Kürtlerin daha önceki kalkışmalarına isyan deniyordu. Bölücülük kelimesi kullanılmıyordu. Yani idrakte bir bölünme korkusu yoktu. Acaba bizim buranın Kürtleri, Kuzey Irak’taki Kürtlerle bütünleşmeyi çok mu istiyorlar?

İstemiyorlar mı?

Biz Özbekistan’la sınır komşusu olsak, Özbekistan’la hemhal olmak çok mu isterdik? “Sen de Türksün, ben de Türküm” romantizmi bittikten sonra öff demeye başlardık. Buranın Kürtlerinin de Kuzey Iraktakilerle birlikte yeni bir ulus devlet olmayı çok istedikleri kanaatinde değilim. Türkiye’nin bölünmekten bu kadar korkmaması lazım.

Kürtlerin Kuzey Irak’la birleşmeleri şart mı? Kendi devletlerini kuramazlar mı?

Söz konusu değil. Ya Irak’la birleşecek ya da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaya devam edecekler. Müstakil devlet söz konusu değil. Denize açılımı yok, petrolü yok. Türkiye’nin bölünmekten korkmaması lazım.

Bu korku niye bitmiyor bir türlü?

Toprak kaybetmişliğin verdiği travmadan söz ettik. Bir de belki biraz ideolojik-psikolojik bir nedeni var bunun. Subayları çok hırslandıran bir durum olmalı bu. NATO’nun ikinci büyük ordususun. Militer teknoloji itibarıyla üstün vasıflısın, güçlüsün. Ama PKK’yla baş edemiyorsun. Kime karşı baş edemiyorsun? Birkaç binlik gerillaya karşı. Hırsı ve bölünme korkusunu çok besleyen bir neden olabilir bu.

Sürekli “tek” li cümleler kuruyoruz. Niye biz her şeyi teke indirmek istiyoruz. Tek millet türü lafları niye seviyoruz?

Çünkü ulus devlet yapılanması içindeyiz. İspanya federatif bir yapıyı andıran özerk bölgelerle halletti etnik sorununu. Gerçi İspanya’nın tarihinde var özerk bölgeler. Bizim tarihimizde ise fevkalade merkeziyetçi bir yapı var. Osmanlı çok merkeziyetçidir. Herkes direkt olarak İstanbul’daki padişaha, Babıali’ye bağlıydı. Biz bu yapıyı 20’nci yüzyılda Cumhuriyet’e adapte edip aynı şeyi kurduk.

Peki Türk ve Kürt olarak, bu ülke şiddete eğilimli mi?

Şiddete eğilimli diyemem. Bütün Türk toplumu adına siyaset yapanların beceriksizliği ve yetersizliği de var burada.

Barış bizi korkutuyor mu?

Hayır. Barışı sağlamanın yolunu, nasıl yapacağını bilmeyen bir siyaset sınıfı var Türkiye’de. Tamam, toplum gayet Türk, gayet milliyetçi ama toplum savaş istemiyor. Üstelik çimentoyu sağlayan bir “din kardeşliği” faktörü var toplumumuzda. Ama siyaset sınıfı bu konularda çözüm bulmakta yetersiz. Bizde siyasetçiler, bir İspanya’nın, İngiltere’nin benzer sorunlarını nasıl hallettiklerini bile bilmiyorlar. Zihin konforlarını, alışkanlıklarını hiç bozmuyorlar.

Siyasiler toplumun gerisinde mi?

Evet. Hepsi değil tabii ama genel tablo bu… Bu yeni bir şey de değil. Darbelere çanak tutan herhalde sen ve ben değildik. Ülkeden sorumlu olan siyaset sınıfıydı. Siyasetçilerde iş yoktur demek de doğru değil ya…

Sizin hazırladığınız türden demokrat bir anayasa yapabilecek mi bu ülke?

Bence yapacak. Böyle bir anayasayı, Anadolu burjuvazisi sayesinde yapacak. Çünkü Anadolu burjuvazisi bulunduğu illerde, toplumla birebir ilişki içinde. Onlarla tavla oynuyor, güreşiyor, namaza duruyor. Onlardan biri o. Dolayısıyla toplumu etkileme ve toplumda dinamizm oluşturma gücü fazla. TÜSİAD öyle mi? Ama şu anda Anadolu burjuvazisi bu noktada değil.

Yeni burjuvazi hangi noktada?

O hala sermaye birikimi yapma, büyüme peşinde. Henüz kibarca oturup, “arkadaşlar bir anayasa ortaya çıkaralım” deme aşamasında değil. Ama şu kesin. Anadolu bu toplumun esası, kaidesi. Demokrasi talebi ondan gelecek.

Anadolu burjuvazisi niye demokrasi isteyecek?

Çünkü yükselen sınıf o. Dünyanın her yerinde burjuvazinin demokrasiye ve liberal ekonomiye ihtiyacı vardır. Tarihte, yükselen burjuvazinin daima özgürlüğe ihtiyacı oldu. Sınırsız özgürlük ister o. Ekonomik özgürlük, hukuk ister. Biraz gürbüzleştikten sonra da entelektüel özgürlüğe, fikir hürriyetine ihtiyaç duyar. Bu yüzden fikir hürriyeti talebi sonra gelecek. Ama sonunda demokratik hukuk devletini Anadolu burjuvazisi kuracak. Daha özgürlükçü olan partilerin seçilmişlerinin insan profiline bak. Bir tek kalantor, monşer var mı aralarında?

Anadolu burjuvazisinin gerisine düşen siyasi partilere, mesela AK Parti’ye ne olacak?

Anadolu burjuvazisinin gerisine düşen bir siyasi partinin şansı da çok olmayacak. Onun gerisine düşen, bu seçimlerde değil ama sonraki seçimde geriler ve yerini daha yenilikçi bir partiye bırakır.

İlk kez mi gerçek burjuvazi doğuyor Türkiye’de?

Evet ilk kez. Çünkü devlet destekli ve teşvikli burjuvazi yapay, onun toplumla bağları yok. TÜSİAD’ın toplumla ne ilişkisi var?

Peki Anadolu burjuvazinin dinle ve tarikatlarla ilişkisi, onun özgürlük talebini sınırlamıyor mu?

İslam, kapitalizme aykırı değil ki. İslamiyet kıt kanaat, bir lokma bir hırka felsefesi değil ki… Peygamber’in karısı, zamanın en büyük iş kadını. Ayrıca gerçek burjuvazinin derdi, “bölündük mü bölünmedik mi” gibi konular da değildir.

Gerçek burjuvazinin derdi nedir?

Bir burjuvanın bütün derdi işidir. O, en çalışkan sınıftır. Gerçek bir müteşebbisin işini yapması için de özgürlüğe, engelleyici olmayan bir hukuka ihtiyacı var. Bu yüzden de yeni burjuvazi sadece ticari özgürlük talep etmeyecek. Demokrasi talebinde de bulunacak. Bir kısmı bu talepte bulunuyor da zaten. Giderek daha fazlası demokrasi talebinde bulunacak.

http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-nur-vergin-elit-sinif-asagilik-kompleksi-icinde.htm

]]>
/archives/16801/feed 0
Neşe Düzel Röportajı – TARAF – Prof. Nur Vergin: “Kürt sorununu din kardeşliği yumuşatacak..” -I- /archives/16729 /archives/16729#comments Mon, 28 Mar 2011 22:42:11 +0000 /?p=16729

“Kürt sorununu toplum halledecek. Sorunun halli için “din kardeşliği” çok iyi bir faktör. Varoşlarda etnik çatışma yok. Çünkü insanlar Müslüman. Türkiye’yi yumuşatıcı bir faktör din kardeşliği.”

“Anayasa’dan laiklik sözcüğü tamamen kaldırılır ve onun yerine bir madde konur. “Din ve vicdan özgürlüğü, inananlar ve inanmayanlar için tamdır” denir ve mesele böylece kapanır.”

“Bazıları da, ‘Ezan Türkçe okunsun. Arapça okununca anlamıyorum’ diyor. Bunu diyenlerin çoğu zaten ezanla alakası olmayan insanlar. Peki sen ezanı anlasan namaza mı duracaksın?”


NEDEN NUR VERGİN Seksen sekiz yıl önce devletin yönetim biçimini cumhuriyet yaptık ama seksen sekiz yıldır bu ülkede hiç sivil ve demokratik bir anayasa yapamadık. Özellikle 1961 ve 1982 anayasaları, darbecilerin meşruiyet sağlayabilmek için başta Atatürk ve Kemalizm olmak üzere pek çok tabuyu kullandıkları, bir sürü antidemokratik yapıyı anayasallaştırdıkları metinler oldu. Yapılan değişikliklere rağmen, 1982 Anayasası’nın darbeci ruhu bir türlü öldürülemedi. Artık bu anayasayı bir kenara koyup yepyeni bir anayasa yapmak gerekiyor. 2007 seçimlerine böyle bir anayasa yapma vaadiyle gidilmişti, olmadı. Şimdi 12 Haziran’daki seçimlere siyasi partiler gene aynı vaatle gidiyorlar ama nasıl bir anayasa yapmak istediklerini net bir biçimde açıklamıyorlar. Sivil toplum ise bu konuda siyasi partilerden çok daha atak. Şu sıra pek çok sivil örgüt ve dernek kendi anayasa taslaklarını hazırlıyor. TÜSİAD anayasasını ilk açıklayan oldu ve 1982 Anayasası’nın, biri hariç, değiştirilmesi dahi teklif edilemez bütün maddelerine, vatandaşlık, laiklik, Türk milleti ve milliyetçiliği, anadil, Diyanet, din dersi, yerel yönetimler, savunma harcamaları ve ordunun denetimi konularına büyük bir cesaretle dokundu. TÜSİAD’ın bu özgürlükçü hamlesi, bölünme ve şeriat korkuları yaşayan ve bu korkular üzerinden siyaset yapan geniş bir kesimin hışmına uğradı. Siyasi partiler neden 12 Eylül rejiminin yaptığı anayasa maddelerini değiştirmeyi tehlikeli buluyorlar? Türkiye’de laik olmayan sistemin devam etmesini niye istiyorlar? Türkiye’nin bölünme ve şeriat korkusu hiç bitmeyecek mi? Kürtlere zorla Türk olduklarını kabul ettirmeye çalışmak bu ülkeye barış getirir mi? Niye her şeyi teke indirmek istiyoruz. “Tek millet” türü lafları seviyoruz? Türkler çok mu milliyetçi? Kim Türk? Neden özgüvenimiz yok? Barış bizi korkutuyor mu? TÜSİAD’ın hazırladığı anayasa toplumu ve siyasileri nasıl etkileyecek? Bunları, Türkiye toplumunu yakından tanıyan ve TÜSİAD’ın anayasa grubunda yer alan ülkemizin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Nur Vergin’le konuştuk.

Sizin de aralarında bulunduğunuz bir grup, TÜSİAD için bir anayasa önerisi hazırladı. Bu öneride, “tek madde dışında, anayasada bütün maddeler değişebilir” denmesi, neden bu kadar büyük bir tepkiyle karşılandı sizce?

Ben bu tepkilerin ve infialin nedenini anlıyorum. Hatta bazılarına da kısmen katılıyorum. Bu anayasa önerisinin kamuoyuna yansıtılma biçiminde hata var. Çünkü bir şeyin özü kadar nasıl anlatıldığı da önemlidir. Eğer “değiştirilemez maddelerin içinde yer alan bayrak, başkent, resmi dil gibi konuların dışındaki hususlar değişebilir” denseydi, bu kadar infial olmazdı. Çünkü başkent Ankara niye değişsin? Bayrak niye değişsin? Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nı Atatürk’ün hakimiyetindeki Meclis yaptı ve o anayasada bir tek değişmez madde vardı: O da Türkiye devletinin yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu… TÜSİAD’ın önerisinde de bu madde korundu. Diğer değişmez maddeleri ise 1982 anayasasına darbeciler koydular. Darbecilerin eklediği bu maddeler neden değişmesin? Laiklik tanımı niye değişmesin? Türk milliyetçiliğine, etnik kökene yapılan vurgular anayasadan niye kaldırılmasın? CHP’nin altı oku olan Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık niye anayasadan çıkarılmasın? Niye anayasa ideolojisiz bir hale getirilmesin?

Aynen.

Türkiye’de yurttaşların tamamının Atatürk ilkelerine sadakat beslemesi gerekmez. Demokratik bir anayasada böyle bir madde olmaz. Kaldı ki, Atatürk ilkeleri arasında “devrimcilik, devletçilik” gibi tamamen kalkmış olanlar var. Atatürk ilkelerinden bazılarının günümüzde fiilen kalkmış olmasıyla Türkiye battı mı? Bunlar kalktı diye elin yabancısı gelip bizi işgal mi etti? Türkiye’nin yaşadığı toplumsal ve siyasal süreç sonucu bu ilkeler kalktı diye, toplum perişan mı oldu? Aksine, bu ilkelerin anayasada yer alması toplumu ve ülkeyi fevkalade kısıtlıyor. Laikliğe gelince..

Anayasadan laiklik kalkabilir mi?

Laik devlet çok iyi bir şey. İnananın da, inanmayanın da alkışlayacağı bir şey bu. Fakat Türkiye’de laiklik konusu, o kadar kötüye kullanıldı ve istismar edildi ki, laiklik laiklik olmaktan çıktı laikçilik oldu. Onun için yeni anayasada laik devlet tanımı gene kullanılabilir ama açarak! Ne anlıyorsun laiklikten? Ya da anayasadan laiklik sözcüğü tamamen kaldırılır ve onun yerine bir madde konur, “Din ve vicdan özgürlüğü, inananlar ve inanmayanlar için tamdır” denir ve mesele kapanır.

Başkent ve bayrak, değişmez hüküm olarak korunsaydı, TÜSİAD’ın anayasa önerisine tepki gelmeyecek miydi sizce?

Diğer konularda tepki sadece Kemalistlerden gelirdi. Ama şu anda bütün siyasi partilerden bir tepki var.

Neden siyasi partiler, kendilerine, halka, seçmene değil de 12 Eylül rejimine güveniyor? Neden onların yaptığı maddeleri değiştirmenin tehlikeli olduğuna inanıyor?

Siyasi partiler cansız madde değiller. Bu partilerde insanlar var. Türk toplumundaki egemen siyasal kültürden nasibini alan, egemen siyasal kültürü içselleştirmiş olan bir toplumun insanları bunlar. Bir kere bizim siyasal kültürümüzde otoritarizm diye çok önemli bir damar var. Yönetenin buyurganlığı var. Ve bu buyurganlık karşısında boyun eğmek, hatta dönem dönem sinmeye varan bir davranış var. Bizim siyaset sınıfının ve bir nebze de halkın anlayışına göre, askeriyeyi rahatsız etmemek gerekir. Bu nedenledir ki, bütün siyasi partilerde ‘anayasayı değiştirelim’ söylemi olsa da buna kimse cesaret edemiyor. Ayrıca bu toplum muhafazakâr bir toplumdur özdeyişleriyle, atasözleriyle de muhafazakârdır burası. “Gelen gideni aratır’ diyen bir “aman ha toplumu” burası.

Bizde toplum, neye karşı “aman ha” der?

Yeni bir şey öneren insanları, toplumun çoğunluğu “sivri kafalı, oyunbozan” olarak tanımlar. Bazılarını da “dışarıdan yönetilen kuklalar” olarak değerlendirir. Onlara karşı büsbütün cephe alınır. Dolayısıyla bu toplumun insanları değişim konusunda biraz çekingen ve ürkektirler.

Bu toplum, değişim vaat edene oy veriyor. Bu bir çelişki değil mi?

Veriyor ama ürkütmeyeceksin. Bu toplum değişimden yana fakat aynı zamanda da ürkek. Elindekini kaybetmeyecek. Toplumun bir değişim ivmesi ve arzusu var ama fazla sarsıntı yaratmayacaksın. Evet, bu halk, “değişmeyeceğim” diyene katiyen oy vermiyor ama, ‘değişim için her şeyi yakarım, yıkarım” izlenimini yaratana da oy vermiyor. Siyaset, bir algılar meselesidir. Bizim Türkler, Türkler derken etnik vurgu yapmıyorum, tüm yurttaşları kastediyorum, çok enteresandır. Etnik köken farklı da olsa, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, davranışlarında, beklentilerinde, hal ve tavırlarında herkes birbirine benzer burada. Aslında burası, entegrasyon açısından çok başarılıdır.

Başarısız olduğu nedir? Asimilasyon mu?

Asimilasyon.

Devletin politikası hangisi oldu? Asimilasyon mu, entegrasyon mu?

İkisi de oldu. Entegrasyon başarılı oldu. Asimilasyon ise başarılı olmadı. Çünkü asimilasyonunun başarılı olması mümkün değil. Yeryüzünde böyle bir başarı yok. Asimilasyon mümkünmüş gibi olur, bir süre sonra geri teper. Çünkü asimilasyon, insana aykırıdır. Ne kadar asimile olursan ol, bir gün bir ninenin tınısı, yediğin bir yemeğin lezzeti seni pat diye kökenlerine, onun özlemine, götürür. Bu çok doğaldır ve bu arzuyu kutlamak gerekir. Bu, biz insanların robot, makine olmadığımızı gösterir.

Türkiye’nin şeriat ve bölünme korkusu hiç bitmeyecek mi?

Bölünme, laiklik ve Türklük elden gidecek korkuları zamanla bitecek. Bu korkular giderilmedikçe de, burada işlevsel ve sağlıklı yönetim kurmak mümkün değil. Bu ülkede her zaman çok kalabalık bir kesim korkular içinde yaşıyor. Korku ise insana her şeyi yaptırır. En istemedikleri çılgınlıklara dahi meyledebilir insanlar korku yüzünden. Tarihte görüldü. Hitler’in meşhur kristal gecesinden sonra Almanlar, korkudan Hitler’e sarıldılar. Bazı köşe yazarları, “Görmüyor musunuz, sekiz yıldır iktidardalar neyiniz eksildi?” diyorlar. Ama on yılların geliştirdiği, biriktirdiği korkuları sekiz yılda yok etmek kolay değil ki. Bu korkular daha devam edecek. Kaldı ki bu korkuyu besleyen, provoke eden ve daha azamileşsin diyen çok etkin bir kesim de var.

Korkuyu besleyenler kimler?

Bu korkunun politikacıları, ekonomisi, zenginleri var. Bu korkuyu besleyen asker, yargı gibi endişeli kurumlar var. Mesleklerinde çok iyi eğitimli olan subaylar, Türkiye’nin bölünmeyeceğini biliyorlardır.

Biliyorlarsa niye korku üretmeye devam ediyorlar?

Onların korkusu farklı olabilir. Bu, eski yetkinliği, güç ve iktidarı kaybetme korkusu olabilir. Zenginler de aynı şekilde. Korku çok insani bir şeydir.

Kendisi korkmadığı halde başkaları için yapay korkular üretmek insani midir?

O da insani ama etik değil. Çünkü başka bir korkuya sığınarak aslında kendi çıkarını koruyorsun. Ama bu çıkar güdüsü doğal ve insanidir. Çünkü kimse kaybetmek istemez.

Peki niye korkularla dolu bir toplum burası?

Yüzyıllardır çok içine kapalı bir toplum bu. Bu içe kapalılığı, göçlerle, gidip gelmelerle yeni yeni aşıyor. Rizeliyle Adanalı yeni yeni komşuluk yapıyor, aynı otobüse biniyor. Bu çok yeni bir şey. Oysa varoşlarda hep memleketliler yan yana oturuyorlardı. Niye? Çünkü korkuyorlardı. Ötekini tanımıyorlardı. İnsanlar son otuz yılda tam da birbirlerini tanımaya, gitmeye gelmeye başlamışlardı ki, Kürt sorunu patladı. Ve, Türkiye bu işi alnının akıyla halledemedi. Bu, hem bir eziklik, başaramamışlık duygusuna yol açtı, hem de bu kadar çok şehidin ve ekonomik tahribatın olması, toplumda büyük bir bölünme endişesi, korkusu yarattı. Daha sonra da “Abo geliyorlar” diye başka bir korkuya, şeriat korkusuna geçildi. Gerçi ben Türkiye’de bir şeriat tehlikesi görmüyorum ama…

Niye görmüyorsunuz?

Türkiye’nin geçmişine kuş bakışı baktığımda, Osmanlı’nın hilafeti üstlendiği dönemlerde bile bu toplumda Suudi Arabistanvari bir şeriat düzeni yoktu. Kamu düzenini tayin eden bütün yasalar örfi yasalardı. Eğer o dönemde böyleyse, şimdi niye şeriat olsun? Birden bire bu toprakların insanları Suudilere mi özenecek? Bu toplumun türkülerine bakın. Aşk meşk, yandım, ne zaman kavuşacağız diyen, fevkalade ‘çağdaş’ bir topluma adapte olabilecek insanların türküleri bunlar. Rahatça duygularını anlatan, teklifte bulunan, sevdalısını kaçıran diyarın insanları bunlar. Böyle bir diyarın insanları, işleri güçleri yok, birden bire birileri, İrancılar ya da Talibancılar ya da Vahabiciler düğmeye basacak ve bu ülkeye rap rap rap şeriat gelecek. Mümkün değil!

Hala korkanlar niye korkuyor peki?

Türkiye’de aşılanan yanlış laiklik anlayışının bir sonucu bu. Fransa’dan 1970’lerin başında geldim ben Türkiye’ye. Evimin salonundaki kitaplıkta antika kapaklı bir Kuran-ı Kerim vardı. Kürsü başkanım ziyaretime gelmişti, onu gördü. Bana, “Aaaa Nur Hanım, ben sizi laik zannediyordum” dedi… Hayretler içinde kaldım. Ne alakası var? “Ben zaten laiklikten yanayım’ dedim. Dini sembollere yakınlık göstermek laikliğe sanki halel getirir diye, yeryüzünde mevcudu olmayan çok bağnaz bir laiklik aşılandı bu topluma. Özellikle göçten ötürü bu ülkede, şehirlerde din görünürlük kazanınca da, “eyvah bizim halimiz ne olacak? Biz de onlar gibi giyinmek zorunda mı kalacağız” korkuları başladı. Düşünebiliyor musunuz?

Neyi?

Bu öyle laiklik anlayışı ki, kılık kıyafet üzerine bina edilmiş… Laiklik bu kadar basit, bu kadar somut ve alelade olabilir mi? Laiklik bu değil ki! Bana da dendiği için söyleyeceğim. “Siz İslam nedir bilmiyorsunuz, burada Avrupa’daki laiklik sökmez” denir. Dolayısıyla daha militan, daha buyurgan, dünyadaki örneklerine, hatta laiklikte en sınırlayıcı olan Fransa’dakine bile benzemeyen bir laiklik anlayışı var burada. Fransız halkının çoğunluğunun bayıldığı De Gaulle, her Pazar kiliseye giderdi. Kimse de çıkıp ne olacak Fransız laikliğinin hali demezdi. Ama bizde bütün bunlar hep laiklikten ödün vermenin delilleri olarak algılandı.

Türkiye’deki siyasiler bizim gerçekten laik bir sisteme sahip olduğumuza inanıyorlar mı?

Aralarında inananlar var.

Türkiye’de laik bir sistem yok. Devletin dini kontrol ettiği, dini görünmez kıldığı bir sistem var. Bunun devamını neden istiyorlar?

Onu biliyorlar, ona alışmışlar, faydasını görmüşler. Bir nedeni bu. Bir de, bu laiklik anlayışından kendi kesimi için medet umanlar var. Ben bir zamanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kalmasından yanaydım. Şimdi artık zaman içinde kaldırılabilir diyorum. Çünkü sadece Sünni Hanefi yok ki bu memlekette! Bu ne biçim laiklik? Bir kesim için devasa, çok işlevsel bir Diyanet var. Öbürlerine ise, siz ne haliniz varsa görün, siz namevcutsunuz durumu var. Demek ki, laikliğin prensip olarak öngördüğü “devletin tarafsızlığı ve inanç gruplarına karşı eşit davranması” yok burada. Sadece Sünni Hanefiler var bu ülkede. Bazıları, “bu ülkede çoğunluk Sünni Hanefidir, onlar memnun edilirse mesele yoktur” diye düşünüyorlar. Ama artık öyle olmuyor. Şimdi Alevilerin de, Sünni olup da Hanefi mezhebinden olmayanların da talepleri var.

Bu yanlış laiklik anlayışı Türkiye’yi bölmüyor mu?

Bölüyor. Bir yurttaş için en incitici şey, kaale alınmamaktır. Sen yoksun duygusu korkunçtur. Laikliğin olması için Sünni Hanefi’nin haklarının, onlarda da olması lazım. Ama bazıları, bu laiklik anlayışının Atatürk’ten neşet ettiğini düşünüyorlar. Sadakat gereği onun öngördüğünü savunuyorlar.

Bu laiklik anlayışı Atatürk’ten mi çıktı?

Hayır. Ama ordumuzun yetkin subaylarının çoğunun görüşü, laiklik anlayışının doğrudan Atatürk’ten kaynaklandığı yönünde. Size, dine bakışımıza dair bir örnek daha… Bazıları da, ‘Ezan Türkçe okunsun. Ezan Arapça okununca ben anlamıyorum’ diyor. Bunu diyenlerin çoğu zaten ezanla alakası olmayan insanlar. Ona sormak lazım. Peki sen ezanı anlasan namaza mı duracaksın?

Bu ikiyüzlülüğün nedeni ne?

Bu ikiyüzlülüğün nedeni, bizi Araplardan ayrıştırmak. Bunu söylerken, ben de Araplarla kucak kucağa olalım demiyorum ama… Birileri, Arapları sevmiyor, beğenmiyor, onları geri buluyor. “Tarihte bizi arkadan vurdular” diyor. Peki ezan Türkçe okunursa şeriat tehlikesi olmayacak mı? Aslında ezanın Türkçe okunması isteğinin ardında iki şey yatıyor. Birincisi, dünyada hiçbir Müslüman ülkeyle benzerliği olmayan Türkiye’ye özgü orijinal bir İslami anlayış tesis etmek. Dinin görünür olmasını engellemek.

Bir dinin görünür olmaması mümkün mü?

Bir dinin görünür olmaması, yok olması demektir. Bu, dinin din olmaktan çıkmasıdır. Bir televizyon programına katılmıştım. Biri, ‘benim ninem de dini bütündü. Aynı evde otururduk. Yatak odasına giderdi. Orada sessiz sedasız namazını kılardı. Hiçbirimizin namaz kıldığından haberi olmazdı. Sonra salona gelirdi. Salon nedir? O evin kamusal alanıdır.” Bunu duyduğumda, “din sosyolojinin üstatlarının kemikleri sızlıyordur” dedim. Çünkü bir dinin din olması için ritüellerin kolektif olması gerekir. Aksi takdirde bu bir inançtır, din değildir. Ezanın Türkçe olmasını istemenin ikinci nedeni de, milliyetçi tepkidir. Mesela Allah demeyip tanrı demek, dini Türkleştirmektir. Böyle bir ırkçı tutumun da etkisi var bunda.

Türkiye’de Kürtlere de eşit haklar sağlayacak “eşit vatandaşlık” tarifine de karşı çıkıyorlar. Herkese Türk denmesini istiyorlar. Niye böyle milliyetçi, dolayısıyla da bölücü ve dışlayışı bir anlayışımız var?

Burası bir ulus devlet. Ulus devlette tüm yurttaşlar eşittir. Burada da, Kürt kökenli yurttaşların hukuken eşit hakları var. Ama tek bir şartla. Kimliğini örtbas edecek, görünmez olacak. Bunu Fransa, 1789 devriminden sonra denedi, 20’inci asra kadar geldi. İlham aldığımız Fransa bile topraklarında yaşayan 16 etnik kökene kimliğini tanıdı. Dahası, en az 20 öğrenci talep ettiği takdirde, o bölgede anadilde öğretim hakkını tanıdı. Demek ki ulus devlet yaklaşımcısı olan Fransa bile kimlik olgusunu gürültüsüz, darbesiz, bombasız, copsuz halletti. Netice ne biliyor musunuz? Birçok bölgede talep bile olmadı. Önemli olan, insanların, haklarını elde edebilme imkânına sahip olduklarını bilmeleridir.

Herkese niye Türk denmesi isteniyor bizde hala?

Çünkü imparatorluk yıkıldı, paramparça edildi, Türkiye işgal gördü. Kendisinden olmayanı düşman, tehlike olarak gören bir kuşak bu devleti kurdu. Devleti kuran bu kurucu kuşağın etkisi altındayız. Oysa ne kadar enteresandır! Türkiye NATO üyesi. Sen yabancı orduların askerleriyle omuz omuza savaş yapmayı istiyorsun. Bunun için şimdi Libya’ya gidiyorsun. İngilizle, Fransızla, hatta Yunanlılarla kucak kucağa olabiliyorsun da, peki niye kendi topraklarındaki insanlarla bu kadar dertlisin? Onlarla niye kucak kucağa olmak istemiyorsun? Onlara ancak bir şartla, “kökenini unuttuğu” takdirde kucak açıyorsun?

Anayasa yoluyla Kürtlere zorla Türk olduklarını kabul ettirmeye çalışmak barış getirebilir mi bu ülkeye?

Getirmez. Getirmedi işte! Böyle bir kalıcı bir huzur ve birliktelik dünyada yok. Biz, Kürtlerin kaçıncı isyanından bahsediyoruz. Demek ki bir sükûnet dönemi oluyor ama ardından tekrar isyan oluyor. Bana birisi, “sen Türk değilsin’ dese… Korkuyorsam, bir süre için peki derim ama hiçbir zaman Türk oluşumu içimden silip atmam. Hiçbir kuvvet bana bunu empoze edemez. Ben kabul etmiyorsam, dağdaki Kürt çobanın da kabul etmediğini düşünüyorum. Bir kişinin, “ben, ben olmaktan çıktım” demesi şizofrenik bir şeydir. Zaten bunu da ancak hasta olduğu için kabul ediyordur. Başka türlü kabul edemez.

Peki bir Kürt, anayasa gereği ben Türküm diyebilir mi?

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, yurttaşıyım” der. İstenilmesi gereken de budur.

Anayasa’da herkese Türk denmesi, asimilasyon politikasının bir göstergesi değil midir?

Asimilasyoncu bir eğilimin, bir damarın Türk siyasetinde var olduğunun bir göstergesidir. “Falanca başbakan, bakan paşa da Kürt. Demek ki Kürt olmak, yükselmeye mani değil” deniyor. Ama adam Kürdüm demiyor ki, hatta, “ne alakam var?” diyor.

Türkler çok mu milliyetçi?

Türkler son otuz yılda daha milliyetçi oldular. PKK, buna çok büyük bir ivme kazandırdı. Bakın… Vatanseverlik, milli duygu ve milliyetçiliği birbirinden ayırmak lazım. Milliyetçilik, programı, çözümleri olan çok katı bir ideolojidir. “Ben varım, sen dur bakalım”cıdır. Son raddede, “sen yoksun”a da varabilir.

Irkçı mı bizim toplum?

Bazı kesimler çok dışlayıcı, hoyrat. Irkçı tohumlar yüksek burada. Ama bir devlet politikası ve ideoloji halinde değil bu.

Anayasa maddesiyle herkese Türk demek ve onun kimliğini görünmez kılmak ırkçı bir politika değil midir?

Hiçbir sosyal ve politik hadisenin tek boyutu yoktur. Ama toplumun tüm fertlerini tekdüzeleştirmek sonuç itibarıyla ırkçı bir politikaya götürür. Bu ülkede herkes muzdarip. Kürtler de, Türkler de mutsuz. Türk olmadığı halde ne mutlu Türküm diye bağırmak zorunda olan Kürtler büsbütün mutsuz. Bunu söylemek istemiyorlar diye küsen, kızan, öfkelenen, endişe duyan Türkler var. Rahatsız bir toplum bu. Ama ben gene de iyimserim.

Niye? Bu sorunu çözecek cesur siyasetçilerimiz mi var bizim?

Hayır. Bu sorun toplum katında halledilecek. Bu sorunun halli için “din kardeşliği” çok iyi bir faktör. Varoşlarda insanlar arasında etnik çatışma yok. Çünkü bunlar Müslüman. Din kardeşliği çok önemli. Türkiye’yi yumuşatıcı bir faktör bu. Ben, muktedir olsam, Türkiye’nin sosyal psikolojisi açısından bu din kardeşliğini promote etmeye çalışırım, laiklikten sapmadan böyle bir açılımı desteklerim. Zaten AKP’nin Kürtlerden de oy almasının nedeni bu. Çünkü halk dindar. Başbakan, “ben Rizeliyim. Eşim Siirtli” diyor ve anlayan anlıyor. Aslında din kardeşliğine vurgu yapıyor. Kürtlerden de Türklerden de oy alıyor.

Yarın:
Niye bülünme ve şeriat korkusu bitmiyor?
Türk ve Kürt olarak bu ülke şiddete eğilimli mi?
Tek millet laflarını neden seviyoruz?
Kim Türk?
Bir kesimin niye İslam’la problemi var?

http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-nur-vergin-kurt-sorununu-din-kardesligi.htm#

]]>
/archives/16729/feed 0
Tevfik İzmirli – Ayhan Çarkın içini döktü: “Demek ki insan değilmişim bu güne kadar..” /archives/16629 /archives/16629#comments Sun, 27 Mar 2011 15:03:15 +0000 /?p=16629 Merhabalar,

Gündemin ilk sırasını Libya olayları işgal ediyor.

Bu yüzden, Susurluk hükümlüsü, eski Özel Harekat polisi Ayhan Çarkın’ın açıklamaları gölgede kaldı, hak ettiği ilgiyi çekemedi.

Çarkın, kızı ile birlikte İstanbul’daki Nevruz kutlamalarına katılmış ve orada gazeteciler tarafından farkedilmesi üzerine “Sevdiğim iki Abdullah var.. Biri Abdullah Çatlı’ydı, diğeri de Abdullah Öcalan” sözleriyle başların kendisine dönmesine sebep olmuştu.

Gerçekten de Abdullah Çatlı’ya yakınlık duyan bir insanın Abdullah Öcalan hakkında böyle ifadeler kullanması başlı başına bir haberdi.

Bu haberlerin üzerine 22 Mart Salı akşamı, Cüneyt Özdemir CNN Türk’deki 5N1K programına kendisini görüntülü bağlantıyla konuk etti. Gayet ilginç bir söyleşi izledik.

CNN Türk’ün WEB sitesine bu programın tamamı henüz konulmamış. Google’dan arandığında, söyleşinin bölük pörçük de olsa değişik kısımlarına ulaşılabiliyor.

Şu iki videoyu sırayla izlerseniz, söyleşinin tamamına yakınını izlemiş olursunuz:


1. Video
2. Video

En aşağıda da 26 Mart tarihli Taraf gazetesinde yayımlanan, gözaltına alınmadan önce verdiği, son röportajını da göreceksiniz.

Bu televizyon programından sonra BDP’liler Çarkın’ın devlet tarafından koruma altına alınmasını talep ettiler.
Ardından İstanbul Özel Yetkili Savcılığı Çarkın hakkında yakalama kararı çıkarttı. Çarkın Organize Suçlar Şubesi’ne getirildi. Sonra savcılık sorgusu başladı. On saat sürdü. Savcılık tarafından 26 Mart Cumartesi akşamı tutuklama talebi ile mahkemeye sevk edildi. Gece yarısından sonra mahkeme tarafından serbest bırakıldı.

Çarkın’ın söyledikleri açık. Kulak verildiğinde, ne demek istediği tam olarak anlaşılıyor.
Çarkın, gerek Susurluk kazası ile ortalığa saçılan sürecin ve gerekse daha geniş anlamda Güney Doğu’da yaşananların bir ‘Yanlış Savaş’ olduğuna kanaat getirmiş. Kendisi gibi devlet görevlilerinin kullanıldığına, işin arkasında bambaşka hesaplar, danışıklı dövüşler bulunduğuna inanıyor. Kürtlerin de, Türklerin de, militanların da polis ve askerlerimizin de bu karanlık hesaplar uğruna harcandıklarını söylüyor. “Bu kanı döken, döktüren devletten başkası değil” diyor.

Çarkın, Em. Koramiral Atilla Kıyat’ın daha önce söylemiş olduklarını doğrulamış oldu.
Atilla Kıyat da “İnfaz emirlerini veren yetkililer ortaya çıkıp konuşsunlar. Hiç bir genç subay emir almadan, kendi kafasına göre “Şu adamı öldüreyim de vatan kurtulsun, demez” demişti.
Şimdi de Çarkın o emirleri almış ve uygulamış bir devlet görevlisi olarak aynı talepte bulunuyor. İlk defa tetiği çekenlerden birisinin bu kadar açık ifadelerle konuştuğuna şahit oluyoruz. Fark burada yatıyor..
Çarkın, siyasi ve idari amirlerinin ortaya çıkmalarını, kendisi ile yüzleşmelerini talep ediyor. “Tetiği çeken katil benim.. Bize bu emirleri verenler çıksın ortaya bizimle yüzleşsinler” diyor. ‘Devlet adına işlenen cinayetlerin hesabı sorulsun, devlet bu çirkeften arındırılsın’ diyen herkesin kulak vermesi gereken laflar ediyor..

Benim izlenimim o ki, Çarkın gerçekten açık ve içten konuşuyor.
Vicdanı artık taşımaktan yorulduğu bir yükü yere indiriyor, gibi.. Bazı ifadeleri Susurluk ile Ergenekon’un aynı kirli oyunun parçaları olabileceğini düşündürüyor. ‘Adapazarı üçgeni’ sorulduğunda, “Türkiye’nin üçgeni hiç bitmez, bugün de Heron’lar..” diyerek Heronların düşürülmesini istedikleri iddia edilen subaylara göndermede bulunuyor… Bu da ilginç..

Operasyonlarda öldürdükleri kişi sayısı ile operasyon sonrasında tutulan zabıtlarda yazılı olan sayıların değişik olduğunu, ölü ele geçirilenlerin bir kısmının önceden öldürülüp o çatışmada öldürülmüş gibi gösterildiğini anlatıyor.

Devrin Başbakan’ı Tansu Çiller’den Mehmet Ağar’a, Mehmet Eymür’e kadar isimleri açıkça telaffuz ediyor. Öldürme emirlerinin resmi olarak verildiğini açıklıyor.

‘PKK Destekçilerini temizleme’ kılıfı ile bizlere alenen cinayetler işletildi, bizleri aldatmış oldular, biz devlete hizmet ediyoruz diyerek adam öldürdük, meğerse kullanılmışız. Sadece Kürtler ölmedi. Aynı oyunun içinde pek çok Polisi de katlettiler. Tüm öldürülen Polislerin dosyaları tekrar açılsın. Bu işlerin diğer ucunda uyuşturucu rantı dahil bambaşka hesaplar var” şeklinde konuşuyor.

Hakikatın ortaya çıkması için bildiği her şeyi anlatacağına şerefi ve namusu üzerine yemin ediyor.

Şu ifadeler Ayhan Çarkın’ın ağzından:
Cüneyt Özdemir’in “Her polis bir değil, sizleri hakim önüne çıkaranlar da polisti” şeklindeki ‘meslek gurubunu temize çıkartma’ sorusu üzerine, ‘Sen öyle zannet, yargılanmamız dahil hepsi göstermelikti’ anlamı taşıyan şu sözleri de düşündürücü:
“Bize verilen dört yıllık hapis cezası ceza mıydı? Yaptıklarımızın karşılığı ya müebbeddi ya idamdı.”

Cüneyt Özdemir’in “Yıllarca sustuktan sonra neden bugün bu kadar net ve açık konuşmaya başladınız?” sorusu üzerine söyledikleri:
“Demek ki insan değilmişim bu güne kadar. Demek ki içimde kalan bir tane, birazcık bir insanlık varmış demek.. Allah da söylettiriyor.. Denk getiriyor. Yani artık bir şekilde ya ölümüm yaklaştı ya da bir mükafat ya da bir şey olacak..”

Çarkın, ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ nun bir an önce kurulmasını talep ediyor. Böyle bir komisyon kurulduğu takdirde herkesle yüzleşmek istediğini belirtiyor.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

TARAF’dan Mehmet Baransu’nun röportajı:

Ayhan Çarkın. Eski bir özel harekâtçı. Susurluk’ta bir mercedesin kamyona çarpmasıyla ilk kez adı duyuldu. Devlet adına cinayet işleyen derin devletin tetikçisi olarak yargılandı. Ceza alınca memurluktan atıldı. Cezaevinden çıktıktan sonra Kumkapı sahilde bir baraka içerisinde, sahilde yürüyüş yapanlara çay satarak geçimini sürdürmeye başladı. Newroz’a, ailesiyle birlikte katılması ve ardından çıktığı programlarda Susurluk dönemiyle ilgili çarpıcı açıklamalarla yeniden Türkiye’nin gündemine geldi. Dün İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı Organize Şubesi ekiplerince gözaltına alınan Ayhan Çarkın, son röportajını Taraf ’la yaptı. İşte “kullanıldım” diyen Çarkın’ın açıklamaları…

Önce Diyarbakır günlerinizden başlayalım. Orada ne zaman görev yaptınız?

1986-1990 yıllarında. Özel harekâtın ilk giden grubuyduk. Sonra ikinci grup geldi. İbrahim Şahin’in grubu. Onlar özel harekâtı bozdular. Diyarbakır’da görev yaptığım dönemde, kamuflajla evime gidiyordum. Lojmanımız yoktu. Kirada oturuyorduk. Halkın içerisinde. Bize hiç tepki yoktu.

Diyarbakır’da neler yaşandı da, devlete tepki duymayan halk, daha sonra devletten korkar oldu?

Biz jandarmanın uygulamalarına o dönem karşı çıkıyorduk. Köylere giriyorlardı, infazlar. Özel harekâtçı olarak jandarmanın yaptığı uygulamaları yapmıyorduk. Halka çok işkence yapıldı. Diyarbakır Cezaevi’nde bok yedirdiler halka.

Hepsini asker mi yaptı? Polis bu işlerin içerisinde yok muydu?

Diyarbakır Cezaevi’nin hemen yanındaydı şubelerimiz. Cezaevi, yanında siyasi şube, istihbarat vardı. Hanefi Avcı istihbarattaydı. İstihbarat dediğin işkence yapıyordu. Siyasi şubedeydi. Cezaevi duvarıyla yan yanaydı şubesi. Onun yanında da bizim şube vardı. Cezaevi koridorundan adamlar içeri alınıyor, işkence yapılıyordu. Necdet Menzir o dönem orada müdürdü. Cezaevinden gelen çığlıkları şimdi duyuyorum ben. Kahkaha atıyorlardı.

İtirafçı müessesi de Avcı’nın döneminde başladı sanırım…

İtirafçıları kullanan, onlara operasyon yaptıran da bunlar. Kendi işlerini temizlettiler itirafçılara… Hizbullah diyorlar. Ne Hizbullah’ı, hepsini bunlar yaptı. Dönemimizde Hizbullah falan yoktu. Ne olduysa 1990’dan sonra oldu. Ben de 1990’da İstanbul’a geldim. Operasyon timindeydik. 13 kişiydik. Bütün örgütlerin operasyonuna biz giderdik. Bize adresleri gösteriyorlardı. Operasyon yapıyorduk.

İlk yaptığınız operasyonu hatırlıyor musunuz?

Unutmadım ki. İlk olay TİKKO operasyonuydu. Kemal Yazar. Yaralı ele geçirdik. Ben vurdum. Dursun Karataş Cezaevi’nden firar ettirildi, ondan sonra başladı her şey.

Bahçelievler çatışmasında da siz vardınız sanırım…

Evet. O çatışma 3,5 saat sürdü. Hatta iki tane kadın vardı. Onları aldık. Ben orada üç tane de polis vurdum. Çünkü orada iki çocuk vardı. İçerdekilerle konuştuk. Bir şey yapmayacağız çocuğu ve kadını bırakın diye. Bana inandılar. Çocukları bıraktılar. O arada bizimkiler ateş etmeye kalktılar. Kollarından vurdum.

Dev-Sol’un başına geçeceği söylenen Sinan Kukul ve Sabahat Karataş’ın infazı da derin devletin örgüte yön verme operasyonu muydu?

Sinan Kukul başına geçecekti, ondan öldürüldü. Bunu kime soracaklar. Fikret Işıkkaralar. Bu işleri en iyi bilen o. Dev-Sol masasının başındaydı.

Peki Bedri Yağan operasyonu. Çatışma demişlerdi ama ‘Mösyö’ kitabımda adli tıp raporlarını yayımladım. Kafalarına sıkılarak öldürüldükleri ortaya çıktı.

Bedri Yağan operasyonunda ben başka yerdeydim. Olay yerine gittiğimde bitmişti herşey. Hatta iki tane çocuk vardı. Sağ kurtulmuşlardı çatışmadan. İçeri dahi girmedim. İki çocuğu dışarıda alan kişi benim. O olay infazdı.

Dursun Karataş nasıl kurtuldu?

Karataş o operasyonlardan anlaşarak kurtuldu. Sonra ona polisleri taratma işlerini yaptırdılar. O dönemin bütün polis istihbarat ve MİT yetkililerinin alınması sorgulanması lazım.

Devlet mi polisleri tarattı?

Kağıthane’de beş polis öldürüldü. Çırpıcı deresinde, Şehremini’de, her yerde polis öldürüldü. Polislerin ölümünden sonra bize operasyon yaptırdılar. Dursun Karataş cezaevinden firar ettirildikten sonra her şey başladı. Böyle vatan sevgisi olmaz olsun. Terörü de kendi üretiyor, kahramanını da. Kaç tane polis öldü. Şimdi bunların hepsi ortaya çıkmalı. Ekip otolarını tarattırdılar. Hepsini bunlar yaptı.

Siz olayların neresindeydiniz?

Bizim katıldığımız operasyonlar ortada. Vurduklarımızı söylüyoruz. Hanefi Avcı sinyal kaydırma yapıyordu. Sinyal kaydırma dediğin nedir biliyor musun? Biz şimdi ikimiz burada bir ağaç keseceğiz. Ağaç kesmeye gidiyoruz. Ama oraya gittiğinde bir bakıyorsun ağaç kesilmiş. Sen artık ortasındasın. Bu Topal (Ömür Lütfi Topal) meselesinde falan biliyorsunuz. Bütün telefon dökümleri önümüze geldi. Orası bizim çalıştığımız alandı. Abdullah Çatlı’nın arkadaşı olduğum için bizi de kattılar.

Olayların bazıları sizin üzerinize bilerek mi yıkıldı yani?

Bir tane olay olsa kendimizi savunuruz. Bir operasyona gidiyorsun. Silahlı çatışma çıkmış. Belki üç kişi çatışmış. Ama işi bitiriyorsun, bir bakıyorsun kağıt imzalatılıyor. On bir kişinin ismi yazılmış. İmzanı atıyorsun. Sonra diyorlar “aferin oğlum devam et” sonra bir bakıyorsun birinden 10, birinden 20, derken 80 mermi çıkmış. Sonra gel Ayhan Çarkın ifadeye.

Müdürler imzalamıyorlar mıydı, olay tutanak raporlarını?

Bizim müdürlerden imzalayan da var imzalamayan da. Kim hesap verecek? İbrahim Şahin mi verecek? Adamda bilmem ne hastalığı çıkmış yırtmaya çalışıyor. Mehmet Ağar’ı, Hanefi Avcı’yı dışarıda bırakan devlet, devlet değildir. Tetiği kim düşürdü, kim çekti? Ayhan Çarkın. Suçlu o. Emir verenler nerede? Mehmet Ağar, Susurluk döneminde beni ve Oğuz Yorulmaz’ı Ankara’ya çağırdı. “Aman dikkatli olun” falan. Ben, Oğuz’a “Ne diyor bu” dedim. “Aman paralar ile ev almayın. Paranızı dikkatli harcayın.” O ara Oğuz ile göz göze geldim. “Paraları yurt dışına transfer edin” falan. Kullanıldığımızı o gün anladım. Paramız yoktu çünkü. Bak bu siyasi şubede patlayan bomba vardı. Ben oradan kurtuldum. Tüp şeklinde bomba vardı.

17 Mart 1992 tarihinde siyasi şubede patlayan tüp olayını kastediyorsunuz anladığım kadarıyla. 3 kişi ölmüş, 19 kişi yaralanmıştı.

Beş kişi öldü. Bunlar yerleştirdi. Ben eve doğru çıktım. Çocuğumla ilgili bir sorun vardı. Sonra bomba patladı. Televizyonda alt yazı geçiyor. Ayhan Çarkın öldü diye. Kriminal laboratuarında bugün bu olay sorgulansa iş ortaya çıkar. Diyorlar ki bu bombayı itinalı şekilde içi su dolu tanka koyup imha edin. Ama nedense biri oraya bırakıyor. Şimdi altına bomba koyan zihniyetle nasıl hesaplaşacaksın.

Sizi birileri yok etmek mi istedi…

O tüp gaz meselesinde bizi yok etmek istediler. Muhsin Bozok, Ankara Siyasi Şube’de. Onun alınması lazım. Fikret Işıkkaralar, Şakir diye bir Başkomiser vardı. Bunların alınması lazım. Ercüment Yılmaz bu olaylara en çok karşı çıkan kişiydi. Ona komünist dediler.

Perpa çatışmasında neler oldu?

Perpa’da o kızı vuran Ayhan Özkan’dı. Ona kızı ben verdim. Buna dikkat et başına bir şey gelmesin diye. Kız orada çalışan biriydi. Hatta orada ölenlerden bir çocuk daha vardı. O da suçsuz olabilir. Kızın cenazesini memleketine göndertmemişlerdi.

Ömer Lütfi Topal cinayeti de sizin üzerinize yıkılan bir cinayet miydi?

Topal olayında bir tane Başkomiser tozlu raflara girmiş de Abdullah Çatlı’nın orta parmağının orta bilmem neyinde bulmuş da. Bütün dünyada parmak izi var bu adamın. İnterpol tarafından aranıyor. Montaj. Biri o parmak izini monte etti. Sonra hep birlikte bizi aldılar. Topal olayında kimse gelmesin üstüme, özel mahkeme kurulsun Topal meselesi için. Topal olayını size söylemem. Adalet varsa konuşuruz. O dönem niye konuşmadın diyorlar. Niye konuşayım?

Neden konuşmaya karar verdiniz?

Balyoz Davası’nda 161 subay tutuklandı. ‘Hah adalet böyle olur’ dedim. O gün kapının kapandığına yeni kapının açıldığına karar verdim. “Savcılar olayları çözecekler” dedim. Bir de İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin görevinden alındı. ‘Tamamdır’ dedim. Artık konuşabilirim. Susurluk’u kimler kapattı? Susurluk soruşturmasını yürüten Aykut Cengiz Engin’di. Şimdi karşı karşıya gelelim. O kapattı. Sedat Karagül vardı hâkim. Metin Çetinbaş vardı. Bunlar kapattı. Yargıtay Başkanı Sabih Kanadoğlu’na söyledim. Böyle yargılama mı olur?

Gazi olayında da isminiz geçti, sonra yalan olduğu ortaya çıktı?

Gazi olaylarını Erzincan’dan çıkartırsınız. İlhan Cihaner dosyasına bakın. Aynı orası gibi. Orada Başbağlar’ı da görürsünüz. Gazi’de beni yüz defa teşhise götürdüler. Ben yapanları biliyorum. Bizim bildiğimiz, Hüseyin Kocadağ olayları durdurdu. Oradaki kanı engelledi. Bu işlerden hesap soracağı zaman götürüldü. Gazi olaylarının iç yüzünü biliyordu. Necdet Menzir’le ters düştü. Kavga etti. Asala dosyasını niye açmıyorsunuz. Arşivlere girsenize. Büyük elçilerimizi kim öldürdü?

Kim öldürdü?

Çatlı bu Ermeni meselesinde kullanıldığını anladı. Bizim büyükelçilerimizi öldürenler yine bunlardır. Bu Dağlık Karabağ’a kadar uzanıyor. Orada da bir Ergenekon var. Ermenilere saldırıyoruz değil mi? Bir katliam yapıp fotoğraflarını çektin mi iş Ermeniye kalır. Çiller döneminde bu adama her türlü yetki verildi. Her türlü pasaport verildi. Bu arşivlerde var. Mesut Yılmaz diyor ki “12 Martta ne oldu açıklayamam, devlet sırrı.” Ne devlet sırrı. Siyasilerin de içinde olduğu bir şebeke bunlar. Ben Mehmet Ağar’la adalet huzurunda yüz yüze konuşmak istiyorum. Herkes gelecek oraya.. Burada ben haklıyım demiyorum. Katil mi istiyorsun? Burada, ben katilim. Ama bir sürü namussuzun dosyasını yanıma koymuşlar. Adam burada (İstanbul) katliam yapıyor. Sahte belgeyle, kadrosu Diyarbakır’da.

Kim bu kişi, hangi katliam?

Ayhan Akça. Hangi olay olduğunu mahkemede söylerim. Onu orada söylerim. Bu olay ortaya çıkar. Sonra Hizbullah operasyonu oldu İstanbul’da. Allah korudu, ben orada yoktum. Velioğlu’nun ölü ele geçirildiğin söylenen operasyon. Ona çatışma mı diyorsun. Ne çatışması. Git bilirkişilere nerede çatışma olmuş, nerede infaz olmuş ortaya çıkar. Çatışma falan olmadı orada. Yedi günde Susurluk’u, derin devleti, infazları anlatıp bitireceğim. Aylarca konuşmayacağım. Neyi yaşadıysam kimlerle yaşadıysam anlatacağım savcılara.

Susurluk olayına gelecek olursak, kazayı nasıl öğrendiniz?

Çatlı’nın öldüğünü telefon ile öğrendim. Sedat Bucak’ın hanımının korumasıydım. İstanbul’a geliyordum. Galiba Yaşar Okuyan haber vermiş. Çatlı, Okuyan ile konuşurdu. Ama onun için hiç iyi şeyler düşünmezdi. Ankara Balgat’ta onunla görüşürdü. Ankara’dan İstanbul’a yola çıktım. Telefon gelince Susurluk’a gittim. Morgda Çatlı’yı gördüm. Sonra arabaya baktım, ona baktım. Dedim bu işte ihanet var. Mahkemeye çağıracaklar beni. Kimsenin bilmediği kimsenin tahmin etmediği bir şey çıkacak.

Ne çıkacak?

Herkes o kazanın nasıl olduğunu görecek. Kaydı var. Arena programında bir foto çıkmıştı. Geri çektiler o fotoyu. O fotoyu kim çektiyse cinayeti o işledi. Abdullah Çatlı devletle anlaşma yaptı. Haluk Kırcı’nın idamını engelledi. Mesut Yılmaz’la anlaşma yaptı. Mesut Yılmaz tarafından da çok ciddi ihanete uğramıştır Abdullah Çatlı. Ben bu konuları mahkeme aşamasında anlatacağım. Çatlı istihbaratta kullanıldığını anladı. Bunların yüzünü gördü. Özellikle Mehmet Eymür’ün yüzünü gördü.

Susurluk’ta kaybolan meşhur bir çanta hikâyesi var. Ne vardı o çantada?

O çantanın özelliği yok. Herkes bir şey almış. Kimi defter, kimi çanta almış. Ama bende olan hiç kimsede yok. Yakında göreceksiniz. Adalete anlatacağım. Beni çağıracaklar, “Susurluk’u anlatın” diyecekler. “Buyurun beyefendi” diyeceğim, Susurluk. Buyurun seyredin. Adalet huzurunda anlatacağım. Oradaki resmi görürsen herşeyi anlarsın.

http://www.taraf.com.tr/haber/bazi-buyukelcileri-bizimkiler-vurdu.htm

]]>
/archives/16629/feed 0
Tevfik İzmirli – Libya’da fena çuvalladık.. Küçük düştük.. /archives/16586 /archives/16586#comments Wed, 23 Mar 2011 02:34:04 +0000 /?p=16586 Merhabalar,

Ne kadar üstünü örtmeye çalışsalar da, maalesef hükümetin Libya politikası en azından şu an itibarı ile karaya oturmuş bulunuyor..

Hatta, sadece Libya politikası değil, genel olarak dış politikada yaratmak istedikleri ‘bölgesinde oyun kurucu aktör’ imajı bile yara almış olabilir. Zamanla anlayacağız..

İşe başarılı tahliye operasyonları ile başladılar ama bu operasyonel başarıyı uluslararası stratejik düzlemde sürdüremediler.

Hükümetin uyguladığı Libya politikasının tahliyeler sonrasında yürütülen kısmını en sıradan – aptal dememek için sıradan diyorum – bir insan bile uygulayabilirdi. Çünkü ortada içi boş bir kardeşlik söyleminden başka elle tutulur bir eylem bir yana, bir politika, söylem, girişim, duruş, görüş bile yok..

Bir yerde büyük bir körlük / değerlendirme hatası / boş bulunma veya basiretsizlik yaşanmış olduğu belli. Ama ne yaşandı, neden yaşandı? Bunu şimdilik bilemiyoruz.

İki gündür hem Başbakanımızın, hem Dış İşleri Bakanımızın ağzından Libya hakkında çıkan her sözü dikkatle izliyorum.

Özet olarak şunu söyleyebilirim: Her ikisi de boş konuşuyorlar.. Hem de bomboş..

Söyledikleri laflar dönüyor dolaşıyor şunların tekrarını geçemiyor:
“Olaylar buraya varmadan, kan dökülmeden çözülsün isterdik” – Ben de isterdim..
“Libyalı kardeşlerimize silah doğrultmayacağız..” – Ben de doğrultmak istemem..
“Bizim için Libya’nın yer altı zenginlikleri değil, insanların hayatları önemlidir..” – Benim için de öyle..
“Hangi taraftan olursa olsun, her Libyalı kardeşimizin canı bizim için azizdir..” – Benim için de azizdir..

İyi.. Aferin.. İnsanın “Bu kadar anlamlı konuşmasaydınız.. Biraz da boş konuşun..” diyesi geliyor..

Benim gözüme takılanlar şunlar oldu:

1.
Meğer Başbakanımız Mart başından beri Kaddafi’ye, oğluna ve Başbakan’ına telefonda defalarca “Bırakın, çekilin, yapmayın, etmeyin..” dermiş. Bunu bombardıman başlamadan açıkladın mı? Hayır.. Ne zaman söylüyorsun? 21 Mart akşamında.. Geçmiş olsun..

Halbuki resmi – ya da gerçek diyelim – görüşümüz bu idiyse, bunu dünya kamuoyu önünde yüksek sesle söyleyebilirdin.. ‘Bu işin sonu kötüye gidiyor, kan dökülecek, sizi oradan zorla atacaklar, bunu fırsat bilip Libya’yı parçalamak isteyenler dahi çıkabilir, gelin bu inattan vaz geçin.. Size şerefli bir çıkış ayarlamaya çalışalım.. Bakın bu son ikazımdır.. Yoksa olacaklardan biz sorumlu olmayız..” gibi demeçlerin olurdu.. Şu anda da lafı çiğnenmiş durumda değil, tam tersine en akıllı uyarıyı yapmış ama lafı dinlenmemiş devlet durumunda olurduk..
Ya da asıl görüşün bu yönde değildi.. O takdirde şimdi konuştuklarının bir hükmü yoktur. Hiç söyleme o zaman..
Kısaca söylemdeki çelişkiyi açıklamanın mantıklı bir yolu yok. Zırva tevil kaldırmıyor..

2.
Kabul, Kaddafi çatlak bir diktatör, ailece iğrençler, ama her halkı ayaklanan rejim ülkeyi bırakıp gitmek zorunda mıdır?

Eğer öyleyse, Bahreyn’i yönetenler neden gitmiyorlar? Yarın Suud’da muhalifler ayaklansa, onlara da destek verilecek mi? Hangi muhalifler haklıdır? Hangi muhalefet özgündür, hangisi dış desteklidir? Dış destek almak kimin için ayıptır, kimin için meşrudur? Bu soruların hiçbirinin objektif bir cevabı yoktur. Mahkemede değiliz. Kurtlar sofrasındayız.

Yoksa yarın aynı güçler ufak bir ayaklanma tertip edip – ki bunun ilk işaretleri görülmeye başladı bile – Suriye’nin kapısına dayandıklarında Esad’a “Haydi git artık..” diyemeyiz diye mi Kaddafi’ye sessiz kaldık?

Acaba, “Yarın, öbür gün Diyarbakır’da kitlesel gösteriler başlarsa, büyük çapta sivil itaatsizlik eylemleri sahneye konursa, bu kalabalıklar diyelim ki Vilayet Konağı’nı ateşe verirse, aynı senaryo bize de uygulanabilir” diye mi korkuyoruz? Bu yüzden mi Kaddafi’ye açıkça ‘Git artık’ diyemedik.

O zaman, evi camdan olan komşunun evine taş atmayacak. Daha halkının önemli bir kısmının haklarını tanımamış bir devletten bölgesel güç olmaz.. “Sen önce kendi haline bak” dediklerinde verecek cevabın olmalı.. Halkına Atatürkçü gibi davranıyorsan, dış politikan da Atatürkçü olacak. Tavşan pisliği gibi ne kokacaksın, ne bulaşacaksın.. Fakirliğe razı gelip içine kapanıp büzüleceksin. Hiç bir konuda Batı ile zıtlaşmayacaksın.. Ne istedilerse zaten fazlasıyla vermiş olacaksın.. Bunun adına da ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyeceksin.

Yok, kişilikli dış politikaya özeniyorsan, “Benim de sözüm geçmeli” diyorsan, buna uygun ekonomik, askeri, sosyal, siyasi alt yapın olacak. Siyasi alt yapı dendi mi, aklına Kürt hakları gelsin..

3.
CNN’de Davutoğlu’nun uzun TV sohbetini dinlerken, hem kendisinin hem de Başbakan’ın son günlerdeki seyahat trafiğinden insanın başı dönüyor.. Bizimkiler sanki aleme nizam verme çabalarından Libya’ya konsantre olamamışlar. Mesela Başbakan harekat başladığında Arabistan’da.. Bir türlü ziyareti kesip dönemiyor. Fahri doktora törenleri, vs.. Ülkeye gelip brifing alması 21 Mart akşamını buluyor.. Harekatın başlamasından kırksekiz saat sonra alınan bir brifing söz konusu..
Davutoğlu deseniz, gurur içinde uğraştığı değişik konuları sayarken insanın yine başı dönüyor ama bu arada Libya’da devre dışı kalmışız..

4.
Davutoğlu, açıkça “Çuvalladık, boş bulunduk, öngöremedik, Batı’lı güçler bizi by-pass ettiler.. Mosmor olduk..” diyemediği için, ballandıra ballandıra Bingazi Başkonsolosumuzun tahliye esnasında yaptığı kahramanca çalışmaları anlatıyor.. Mutlaka yapmıştır. Kendisi mutlaka kahraman bir diplomatımızdır. Ama Hocam, Allah aşkına, geç bunları, geç.. Karşında iki Dünya Savaşı’ndan da galip çıkmış devletler var.. Libya yanıyor. Gümbür gümbür bombalıyorlar. Bizi toplantıya davet bile etmemişler. Oldu bittiye getirmişler. Adeta “Yersen! Sen kimsin ki?” diyorlar. Sen Başkonsolosumuzun kahramanlığını anlatıyorsun.. Değirmeni sel götürmüş.. Değirmenci şaşkınlıktan değirmen taşının ‘dingildek’ denen çıngırağını ararmış.. Seninki o hesap..

5.
BM’den Güvenlik Konseyi Kararı çıktığında, olay daha NATO’ya gelmeden, senin Başbakan’ın hemen “Ne işi var NATO’nun Libya’da?” diye demeç verirse, eloğlu deli midir ki konuyu NATO’ya taşıyıp senin vetonla uğraşsın? Zaten seni devre dışı bırakıp dersini vermeye bahane arıyorlardır.. Al şimdi gör bakalım ne işi varmış NATO’nun Libya’da..
Demeçteki zamanlama hatasına bakar mısınız? Değerlendirme hatasına bakar mısınız? Bunu duyan da ‘Adamların mecburi istikameti NATO’ydu’ zanneder. Eh o gediği de Başbakan kapattı. Tehlike yok demektir. Vah, vah, vaah!

6.
Ayın 19′u.. Kaddafi’nin tankları Bingazi’nin kenar mahallelerine kadar yaklaşmış.. Bizimkiler hala hümanist söyleme devam ediyorlar.. Tavır belirliyemiyorlar. Bu durumda akla bizim gizli Kaddafi’ci olduğumuz geliyor.. Tamam Fransa’nın, Sarkozy denen palyaçonun asıl niyeti başka olabilir, dış güçlerin müdahalesi muhalifleri ‘düşmanın işbirlikçileri’ durumuna itebilir ama o tanklar bombalanmasa ne olacaktı? Böyle Ecevit tipi naif humanizmin kime faydası olur?

7.
Güvenlik Konseyi Kararı’nı etkilemeye gücün yetmez diyelim. Peki, neden karar çıkar çıkmaz dünyayı ayağa kaldırmıyorsun? Neden “Bu karardaki ifadelerin ucu açık. Kesin sınırlar çizilmemiş. Bu karara dayanarak yapılacak bir harekat her türlü istenmeyen sonucu doğurabilir. Harekatın planlaması mutlaka meşru bir zeminde ve benim katılımımla yapılmalıdır, aksi halde çok ciddi siyasi tavır alırım” demiyorsun? Senin için Libya konusu gerçekten bu kadar önemli ise, neden açık bir şekilde nelere karşı olduğunu belirtip, bunlara uyulmazsa ne tavır alabileceğini söylemiyorsun? Neden NATO’yu acilen toplantıya çağırmıyorsun? Bir de aksine “Ne işi var NATO’nun Libya’da?” diyorsun? Bu çıkışları yapmış olsaydın, seni by-pass ederek yaptıkları harekatı protesto etme hakkın olurdu..
Şimdi hem kenarda bırakıldık, hem ne dediğimiz anlaşılamadı..

8.
Şu lafı belki kırk yerde okumuşumdur, geçen hafta bir Amerikalı bakanın ağzından tekrar okudum: “Dış politikamızın en güçlü dayanağı silahlı kuvvetlerimizdir”.
Bir de şu laf var: “Arkasında güç olmayan dış politikaya blöf denir”.
Bizimkiler, sanki ‘silahların ortaya çıkma ihtimali yokmuş da güç kullanılınca büyük bir sürpriz olmuş” havasındalar.
Çok hoş gerçekten.. Eğer işin içine silahların girmeyeceği garanti ise, ben de Dış İşleri Bakanlığı’na talip olabilirim, demektir. Devamlı müzakere edeceksin, konuşacaksın, görüşeceksin.. Biraz sıkıcı ama fena bir makam değil.. Sonra silahlar patlayınca başlayacaksın Başkonsolos hikayeleri anlatmaya.. İyiymiş..
Bu olay dünyadaki güç ilişkilerine sadece “Soft Power, Türk dizilerinin etkisi, rol modeli..” penceresinden bakan, darbeci generallere kızıp neredeyse “Askeri güce ne gerek var?” diyen Avrupa’cı liberal arkadaşlara da ders olur diye ummak istiyorum.

9.
Obama ile üzerinde mutabık kalındığı söylenen şartlar züğürt tesellisi bile değil. Konya’yı NATO AWACS’larına açmamıza, Aksaz Deniz Üssü’nü kullanmaya, Türkiye’nin tahsis edeceği iki fırkateyne kimin ihtiyacı var ki? Libya adamların kapı komşusu. Bunlar tamamen göstermelik, teselli planları. Ezip geçtiler, şimdi gönlümüzü almaya, Erdoğan’ın prestijini kurtarmaya çalışıyorlar..
Aslında dış politikamızda kafamıza bir çuval geçti..

9.
Koalisyon güçleri sanki Kaddafi’nin Tripoli civarındaki şehirleri ele geçirmesine göz yumuyorlar gibi. Tripoli’ye yakın bir kaç şehire saldıran Kaddafi güçleri tank ve zırhlı araçlar kullanıyorlar ve bunlara müdahale edildiği yönünde haberler duymuyoruz. Bu doğru ise Koalisyon’un amacı Libya’yı bölmek olabilir.
Kaddafi’ye, ya da onun yerine geçecek olanlara kalacak olan batı bölgesinde yapılan harekata müdahale etmiyorlar demektir. Çünkü hava sahasını kontrol eden, karşı tarafın hava savunma sistemini çökertmiş modern bir hava gücü için, arazideki tank demek bir kartal için yerdeki kuzu demektir. Bunlar elli tonluk çelik yığınları. Yer hedeflerine karşı ejderha gibiler ama havaya karşı acizler. Elektronik izleme uçaklarının ekranlarında tek tek yeşil noktalar halinde görünüyorlar. Uzaktan basılacak bir düğmelik canları var. Tabi, istenirse..

10.
Libya olayı NATO ile olan ilişkilerimizde bir dönüm noktası veya kırılma noktası olabilir. Sovyetler buharlaştıktan sonra, Libya olayı gibi bir olayda bile by-pass edilebiliyorsa, by-pass edenler bizim gibi kendisini NATO’ya bağlı hisseden büyük boy bir üyeyi de by-pass edebiliyorlarsa, “Bu örgüt bizi kimden koruyacak?” sorusu mutlaka gündeme gelecektir..
Kişiliğimiz, kimliğimiz belirginleştikçe aslında bizim ne AB’de ne NATO’da yerimizin olmadığı iyice ortaya çıkıyor.
NATO’ya Sovyetler Birliği korkusundan girmiştik. O anlaşılabilir ve doğru bir adımdı. Ama bugün? Putin’e bile ‘Haçlı Seferi’ sözünü söyleten bir Koalisyon’un başını çektiği bir NATO var.. Bizim yerimiz gerçekten burası mı?

11.
Çok çalışmamız, üretmemiz, büyümemiz, zenginleşmemiz lazım..
2023 hedeflerini tutturmamız lazım..
O günler gelene kadar büyük konuşmaktan kaçınmamız lazım..
İki trilyon dolarlık bir ekonomi haline gelinceye kadar hiç darbe yemeden, tökezlemeden ilerlememiz lazım..
Ya bunları başaracağız.. Ya da susup oturacağız..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/16586/feed 0
Tevfik İzmirli – Prof. İlber Ortaylı’nın CNN Türk’deki sohbetinden notlar.. Ortaylı sanki Atatürk’e de ‘Kutsal Emanetler’ muamelesi yapıyor.. /archives/15808 /archives/15808#comments Wed, 09 Mar 2011 23:41:23 +0000 /?p=15808 Merhabalar,

İlber Ortaylı Hocamız, 20 Şubat, 2011′de CNN’de Taha Akyol’un ‘Eğrisi Doğrusu’ programına konuk oldu.

Sohbetin genel başlığı “Türkiye, Arap ülkelerinden ve İran’dan neden farklı? Tanzimat emperyalizmin oyunu mu, yararlı bir reform mu? Osmanlı’da modernleşme süreci… Cumhuriyet’in Osmanlı’daki kökleri nelerdir?” idi.

Son derece keyifli ve öğretici bir programdı. Zaten İlber Ortaylı Hoca’nın en kuvvetli olduğu devir ve konular bunlar. Bu konuda eserleri var. Programı kayda alarak seyrettim. Daha sonra bazı kısımlarını kayıttan yazıya döktüm. Bu kısa notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Dileyen programın tamamını CNN Türk WEB sitesindeki videodan izleyebilir. Tavsiye ederim. Toplamı 90 dakika.

İlber Hoca’nın sohbetinin benim açımdan iki önemli noktası vardı:

Birincisi, “Osmanlı Modernleşmesi’ni anlatırken, “Atatürk olmasaydı bugün Afganistan seviyesinde olurduk” diye düşünen arkadaşlarımıza cevap vermiş oluyordu. O düşüncenin tamamen bilgisizlikten kaynaklandığını anlattı. (Ben bu bilgisizliğin bireysel değil kitlesel olduğunu, tesadüfen değil, Atatürkçü rejim tarafından bilinçli olarak uygulanan beyin yıkamasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum.)

İkinci konu da şu ki; İlber Ortaylı Hocamız, her zamanki gibi, Atatürk devrinde hatta bizzat Atatürk tarafından yapılmış işleri bile, eğer iş olumsuz ve yanlış ise, Atatürk adını atlayarak anlatmaya dikkat etti. Mesela, Adnan Adıvar’ın dünya çapında alimlerin hayran olduğu bir entellektüel olduğunu anlatırken, o sırada kendisinin Paris’de sürgün olduğunu da söylüyor. Ama Adnan Adıvar’ı ülkesinin dışında yaşamaya mecbur edenin, onu sürgün edenin Gazi Mustafa Kemal Paşa olduğunu ağzına bile almıyor. İlber Hoca’nın bu tavrını kamuoyumuz Kutsal Emanetler hakkındaki görüşlerinden tanır. ‘Kutsal Emanetler’e karbon testi yapılsın, gerçek yaşları ortaya çıkar’ önerisini de aynı mantıkla reddeder. ‘Milletin kutsal bellediği değerleri ellemeyin, artık o eserlerin özgün olup olmadığının önemi yok.. varsın millet hepsini kutsal saysın” şeklinde bir görüşü vardır. Bence bu bir tarihçi yaklaşımı değil.. Bulgunun sonucunun yapacağı etkiyi düşünmek tarihçinin işi midir? Yoksa politikacının mı?

Yani İlber Hoca’nın sohbeti, hem içerik olarak ‘Afganistan ile kıyaslama yapanlara bilimsel bir cevap olması bakımından benim için son derece keyifliydi. Hem de içeriğinin dışında şekil bakımından, benim haddim olmayarak yaptığım “İlber Hoca gibi alimlerimiz eleştirilerinde hiç Atatürk adını kullanmıyorlar” eleştirimi doğruladığı için keyifliydi.

Kısa alıntılar sunuyorum:


‘Hasta Adam’ Tabiri
‘Hasta Adam’ tabiri Rus Çarı I. Nikola tarafından uydurulmuş bir tabirdir.
I. Nikola’dan elli sene sonra dahi Rusya köylerinde bir köylü ailesine çeyrek at düşüyordu. XIX. YY.’da Rusya iki defa açlıkla karşılaştı. Ukrayna’nın, Kırım’ın, Kafkasya’nın daha iyi durumda olduğunu görüyoruz. Böyle bir facia Osmanlı’da söz konusu dahi olmamıştır. Hangi cemiyetin daha hasta olduğu tartışılır. Bu tabir yapıştı kaldı. Bunu benimsetenler bizim orta okul tarihçileri. Bundan daha bayat, daha yavan hatta daha kakavan bir görüş olamaz. Neresi ‘Hasta Adam? Teşkilatını modernize ediyor, hukuk sistemini Romanize etmeye çalışıyor. Maliyesini modernleştiriyor. Ordusunu yeniliyor. Kurmaylık sistemini kuruyor. Bazı mali tedbirler almaya başlıyor. XX. Yüzyılın başında birçok ülkenin hayal dahi edemeyeceği Cavit Bey’in modern maliye sistemi geliyor. Bütçesi ile filan. Kurumlar kuruyor. Galatasaray gibi okulu bir Osmanlı kurabilir, bir de Rusya. Bunu yapamaz çok ülkenin maarifi.

Fen Eğitimi
Mühendislik eğitimi veriyor. Tıp eğitimi var. Mühendisliğimiz bazılarının düşündüğü gibi 1960′larda ODTÜ ile başlamadı. İTÜ’nün iki asırlık tarihi var.

Kadro
Bir kadro vardı. Olmayan kadro, bugün de yok. Sözde hukuk devrimi yaptık. İstediğimiz hukukçu kadrolarını yetiştiremedik. Hiç övünmesinler. Bu hukukçularla bu memleketin selamete gideceğinde dair benim ciddi şüphelerim vardır. Bu sağ sol meselesi değildir. Açık konuşalım. Bizim meslek gurubumuzun, yani mülkiyeliler ve hukukçuların; hekimlerin, mühendislerin, veterinerlerin başarı düzeyinde olduğunu kimse ileri süremez. İleri süren kendini beğenmiştir. Hukukçularımız şimdi şimdi akıllanıyorlar. 15- 20 yıldır.

Türkçemizin Düştüğü Durum
Şu andaki Türkiye tabi ki XIX. Yüzyıl Türkiye’sinden çok daha mükemmel bir durumda. Ama daha geri durumda bulunduğumuz yönler de var. Mesela edebiyat, felsefe, dil. Türkçe’nin durumu. En büyük mukaddesatımız Türkçe’dir. 500 – 1000 kelimeye düşmüş durumda. Refik Halid’i, Halide Edip’i sadeleştirerek yayımlıyoruz. Ayıp. (“Dili sadeleştiriyorum” diyerek bu facianın yolunu açan devlet adamımız kimdir? İlber Hoca bir ‘es’ de burada vermiyor mu?

‘Duraklama – Gerileme Devirleri’
Bunlar sonradan indi olarak konmuş isimlerdir. Bu tasnifleri yapanlar büyük tarihçiler değildir. Bu tip dönemlemeler her zaman hata payı taşır. Ama büyük tarihçiler yapmışlarsa önemi vardır. Bizdeki bu sınıflandırma tam anlamıyla ‘çakma’. Abuk subuk bir iş. Tamamen İttihatçıların II. Meşrutiyet ve Balkan Faciası yıllarındaki kapılmaları. “Artık yeni bir yöne gidelim, dirilelim” gibisinden. Ama maalesef nesillerin tarih eğitimini ve düşüncesini dumura uğratmıştır.

Sürgün
(İlber Ortaylı burada dünyaca bilinen düşünür ve aydınların isimlerini sayıyor. İçlerinde Bernard Lewis de var.) Bunlar 1930′lu yıllarda Paris’de aynı sınıftalar. Her biri bir kaç lisan bilen gençler. Taptıkları tek bir hoca var. Kim biliyor musunuz? Adnan Adıvar. Adnan Bey o sırada bizden kovulmuş. Bernard Lewis diyor ki “Herşeyi ondan öğrendik”. “Neyi mesela?” diye sordum. “Goethe’yi, Faust’u bile ondan öğrendik” dedi. Bu sınıfdaki çocukların bazıları sonra benim hocalarım oldu. Adamı görüyor musun? 19. Yüzyıl Osmanlı aydını. (Yukarıda değindim. ‘Bizden kovulmuş’ deyip geçiyor. Kimin kovduğunu söylemeyeceksin ki millet uykusuna devam etsin.)

II. Abdülhamid
II. Abdülhamid çok önemli modernleşmeci bir otokrattır. Ruslar, “Artık okul lazım, yol lazım” dediğinde, Abdülhamid zaten o kafadaydı. Bürokrasiyi modernleştirdi. Okullar. Bütün büyük liseler onun zamanında kurulmuştur. Demiryolu. Hastaneler.. Demiryolu boyunca yerleştirilen Balkan göçmenleri. Anadolu tahılının orduyu besler hale gelmesi. Anadolu vilayetlerinde nerede önemli bir maarif müessesesi bulursanız Abdülhamid’indir. Konya Lisesi, Kastamonu Lisesi, Balıkesir Lisesi, İzmir Kız Lisesi. Onun zamanında İmparatorluğun neresine baksan birşeyler oluyor. Ama sansür denen felaket adam yetişmesini engelledi. Araplar, Bulgarlar yetişti, bizim insanımız yetişmedi.

Osmanlı – Cumhuriyet Devamlılığı
Kanunlar, Borçlar, Sayıştay, Yargıtay, Danıştay, devlet, toplum, devlet anlayışı..

Meclis Tecrübesi
23 Nisan Meclisi acemi değil. 1877 Meclisi de acemi değil. Onlar nerede öğrenmişler? Tanzimat’dan beri Vilayet İdare Meclisleri’nden biliyorlar. Usul biliyor. Tartışma biliyor. Parlamenter gelenekler de Osmanlı’dan geçmiş.. Hatta geçememiş bile..

Maarif
Maarif aynen devam eder. Taa, Dar-ül Muallimat’a kadar gider.

]]>
/archives/15808/feed 0
Tevfik İzmirli – Lozan.. Tarihimizdeki en kalın İngiliz kalemi.. Bütün telgraflarımızı okumuşlar.. – VII. Bölüm - /archives/15910 /archives/15910#comments Mon, 07 Mar 2011 01:09:19 +0000 /?p=15910 Merhabalar,

Kurtuluş Savaşı’mızın belli bir aşamasından, yaklaşık olarak 1921 başlarından itibaren, Sovyetler Birliği’nin ‘Batı’nın emperyalist güçlerine, özellikle İngiltere’ye dönük en büyük tehdit’ olarak dünya sahnesine çıkması bir dönüm noktası.

Bu küresel tehdit değişimine paralel olarak, dış dinamiklerin bizim üzerimizdeki etkilerinin olumluya döndüğünü söylüyordum.

Aynı etkinin Lozan sürecinde, yeni devletimizin şekillenmesinde ve Atatürk İnkilapları olarak bilinen uygulamalarda tüm ağırlığıyla kendisini gösterdiği açık.

Biz çocuklarımıza “Bütün bu yapılanlar bir dahinin eseri, onun fikirlerinin hayata yansımasıdır” diye öğretsek de, tarafsız bakıldığında pek böyle gözükmüyor.

Bu değerlendirme pek çoğumuzu rahatsız edecektir ama neredeyse büyük bir ‘İngiliz Projesi’nin bize kendi irademiz olarak uygulatıldığını düşünüyorum.

Eğer böyle değilse, gerçekten büyük bir tesadüfler serisiyle karşı karşıyayız demektir. O kadar ki, bizim kendi irademizle, ya da şöyle diyeyim, bizim büyük liderimizin iradesiyle attığımız her ‘inkilapçı adım’ nasıl olduysa her seferinde tam da İngilizlerin en işine gelecek opsiyon yönünde atılmış.

Harf Devrimi’nden, Tarih ve Dil İnkilaplarına, Şapka İnkilabı’ndan Türkçe Ezan’a, Ayasofya’nın ibadete kapatılmasından Hristiyanların kutsal gününün hafta tatili olarak kabul edilmesine, Hilafet’in kaldırılmasından dış politikaya hakim kılınan paradigmaya kadar, yapılan pek çok uygulama İngiltere’nin yararına hatta bazıları kendi kolonilerinde yapmaya cesaret edemediği uygulamalar.

Hele bu inkilapların (!) Osmanlı’nın varisi – yani İslam dünyasındaki tek potansiyel tehdit kaynağı – olan Türkiye Cumhuriyeti ve onun halkına dayatılmış olması İngiltere’nin bütün dualarının kabulü anlamına geliyor. Allah’ın İngilizler’i hiç kırmadığı anlaşılıyor.

Biz yine iyimserliği elden bırakmayalım, ya tesadüf olmuş, ya da büyük önderimiz halkımıza işin aslını söyleyememiş ama ‘hayatta kalmamızın tek yolu bu inanılmaz tavizleri vermekmiş herhalde’ diye düşünelim…

Bugün konuya Lozan ile devam ediyoruz.

1. İNGİLİZ ARŞİVLERİNDEN LOZAN KONFERANSI

Dr. Sevtap Demirci
Lozan Konferansı – Stratejiler ve Mücadeleler
İSİS Yayınları. 2005. 218 Sayfa


Dr. Sevtap Demirci, yüksek lisans derecesini Cambridge’den almış, doktorasını ise The London School of Economics and Social Sciences’dan kazanmış bir tarihçimiz.

Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nde.

Yanda görülen kitabı, Dr. Demirci’nin İngiliz devlet arşivlerindeki gizliliği kaldırılmış belgeler üzerinde yaptığı araştırmalara dayanıyor.

Bazı belgeler araştırmacılara açılmış olmakla birlikte henüz isimleri karartılmış olarak verilen belgeler de var. Zamanla onlar da açıldığında aramızdaki İngilizleri tam olarak tanıma imkanımız olabilecek.

Bu yazı çerçevesinde Lozan Konferansı’nın detaylarına girecek değilim. Bu gayet geniş ve kapsamlı bir konu. Üzerine kitaplar yazılıyor. Hala tartışılıyor. Lozan, sadece yeni Türkiye’nin kuruluş anlaşması değil. Aynı zamanda büyük güçlerin ‘Doğu Meselesi’ni kalıcı bir çözüme bağlamak amacıyla Osmanlı mirasını masaya yatırdıkları bir anlaşma. O yüzden o kadar geniş kapsamlı müzakereler cereyan etmiş.

‘Musul’u bıraktık’, ‘Boğazlar’ı Türk hakimiyetine alamadık’ gibi, tarafların karşılıklı güçlerini dikkate almayan eleştiriler yapacak da değilim.

Lozan’la ilgili olarak bugün değinmek istediğim tek nokta, Dr. Sevtap Demirci’nin kitabından önce bilmediğimiz ve onun araştırmalarından öğrendiğimiz bir gerçek:

Meğer Lozan Konferansı esnasında İsmet İnönü başkanlığındaki heyetimizin Ankara ile yaptığı tüm telgraf haberleşmesi İngiliz istihbaratı tarafından okunuyormuş!!

Lozan’ın II. Döneminde İngiliz heyetinin başkanlığını Lord Curzon’dan devralan Rumbold’un “Rakibinin elini görerek oynayan briç oyuncuları gibiydik” lafı bizim açımızdan iç acıtıcı.

İngiliz İstihbaratı Lozan’ın yerini seçme aşamasından başlayarak tüm hazırlıklarını yapmış. İster ‘Doğu Hattı’ - Eastern Line – denilen hattan yollansın, ister Köstence hattı üzerinden, Türk tarafının telgrafları okunuyor ve tercüme edilmiş olarak İngiliz heyetinin yetkililerine bir iki saat içinde sunuluyor.

Bunun dışında, İngiliz yazışmalarından anlaşılıyor ki, hem Türk Heyeti’nde, hem Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın yakın çevresinde hem de Türkiye Millet Meclisi’nde İngilizlere casusluk yapanlar var.

Ayrıca heyetimizin özel yazışmalarının da okunduğunu kaydedelim.

Bu yazıda başka detaya girmiyorum.

İsmet Paşa’nın elinde Ankara’dan verilen 25 – 30 sayfadan ibaret bir nottan başka hazırlık olmamasına, karşı tarafın ise Musul Meselesi gibi, Osmanlı Borçları gibi, Boğazlar Meselesi gibi her konu hakkında sandık sandık belgelerle geldiğine değinmiyorum. Bizim heyetimiz ihtiyaç duyduğunda yürürlükteki anlaşmaların metinlerini bile bulamıyor.

İsmet Paşa’nın duyma engeli ve lisan yetersizliği ve diplomatik tecrübe yokluğu yüzünden çekilen sıkıntılara değinmiyorum.

Heyetimizde ‘Mali Konular Uzmanı’ olarak yer alan Hasan Saka’nın her hesapladığında Osmanlı Borçları için değişik bir rakam bulduğuna değinmiyorum.

Heyetimizde, İstanbul’daki diplomatik ve mali kadrolardan destek talep etme konusundaki isteksizlik yüzünden, ‘Diplomatik Fransızca’ya yeterince vakıf kimse bulunmamasına ve bu yüzden uğranılan kayıplara değinmiyorum.

İngiliz ve Fransızların arka planda kendi aralarında ve iç politikalarında yaşadıkları zaafları yeterince analiz edememiş olmamıza değinmiyorum.

İngilizler Musul’un petrol gelirlerinden yüzde yirmibeşlik hisse vermeye dünden razı iken acemi İsmet Paşa’nın yüzde on talep edivermesine İngilizlerin ne kadar memnun olduğuna değinmiyorum.

Telgraf konusu yeterli. Hani asker “Barut bitti” deyince komutan, ‘Tamam başka sebep sayma, bu yeter ” demiş ya. O hesap.

Telgrafların okunuyor olması ve bizim en üst düzeydeki iki kahramanımızın bunu düşünmekten bile aciz bir görgü bilgi seviyesinde olmaları bile yeterince utandırıcı, üzücü ve düşündürücü.

Maalesef bu üzücü gerçekler de benim tezimi güçlendiriyor. Ülkemizin idaresini, vatanı kurtarmış olmanın prestijiyle ele geçiren bu kadronun gücü kendi halkına yetmiş. İngiliz’in önünde küçük düşen bu insanlar dönüp bize bu antlaşmayı ‘Lozan Zaferi’, vasat bir heyet başkanı olan İsmet Paşayı da ‘Lozan Kahramanı’ olarak dayatmışlar. Nesiller boyunca belletmişler.

Belgeler çıktıça pullar dökülüyor. Gerçek kapasite ortaya çıkıyor. Lozan’da karşı taraf bir imparatorluk olduğu için dünya ayarında bir arşiv bugünümüzü aydınlatabiliyor. O devirlere ait kendi belgelerimiz incelendikçe daha kimbilir hangi basiretsiz uygulamaların bize müthiş icraat adı altında pazarlandığını göreceğiz. Sırada o kadar konu var ki böyle belgelerin incelenmesini bekleyen.

Her çıkan belge o ‘Altın Devir’ hakkında bir gerçeği daha ortaya dökecek. Böyle böyle tarihimize bir yetişkin bakışı ile bakmayı öğreneceğiz.

2. LOZAN SONRASI ve HİLAFETİN KALDIRILMASI

Lozan’ın imzalanma tarihi, TMM’de onaylanma tarihi, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından onaylanarak yürürlüğe girme tarihi ile İngiltere tarafından onaylanması ve Halifeliğin kaldırılması arasındaki ilişki de ilginç.. Tesadüfler devam ediyor, diyelim..

Lozan Antlaşması’nın imza tarihi 24 Temmuz, 1923.
TBMM’de onay tarihi 23 Ağustos, 1923
Hilafetin Kaldırılması 3 Mart, 1924
Lozan’ın Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından onaylanması 31 Mart, 1924
İngiltere Avam Kamarası’nda onaylanması 10 Nisan, 2004
İngiltere’nin onay tarihi: 6 Ağustos, 1924
İngiltere’nin Musul Meselesi’ni Cemiyet-i Akvam’a müracaatı: 6 Ağustos, 1924

Pek çok kişi, bu kronoloji çerçevesinde Mustafa Kemal’in, Musul Meselesi sonuca bağlanmadan Hilafet’i kaldırmasını eleştirir. O devrin en büyük Müslüman nüfusu, başta Hindistan olmak üzere, İngiltere’nin yönettiği kolonilerdeydi. Bu Müslüman nüfusun tepkileri İngiltere üzerinde Lozan esnasında da bir baskı unsuruydu. Yeni açıklanan İngiliz belgelerinden anlaşılıyor ki, Hindistan Genel Valisi Londra’ya yolladığı raporlarda bunu vurguluyor. Vali, kendi hükümetine yazdığı raporlarda “Türklerin Lozan’dan mutlaka rencide etmeyecek bir sonuçla ayrılmasının önemini” vurguluyor. Aksi halde “Hindistan’ı idare etmekte zorlanacağını” söylüyor. Aynı baskı Cemiyet’i Akvam sürecinde de bizim lehimize çalışabilirdi. Mustafa Kemal tam bu aşamada Hilafet’i kaldırarak Hint Müslümanları’nı hayal kırıklığına uğratmış, İngilizlerin elini rahatlatmıştır. Haberi duyan Hindistan Müslümanları, o sırada orada bulunan yardım toplama heyetimizi zaten anında kapı dışarı ederler.

Şimdi, elinizi vicdanınıza koyarak ve zihninizdeki Atatürkçü şartlanmaları bir kenara koyarak cevap verin, lütfen.

Mustafa Kemal Paşa’nın baş danışmanı bir İngiliz ajanı olsaydı, Hilafet’in kaldırılması konusunda İngiltere için bundan daha avantajlı bir zamanlama önerebilir miydi?

Ben; ajan olduğu belli olmasın diye, fazla şüphe çekmemek amacıyla, biraz daha Türkiye lehine bir takvim önerirdi, diyorum..

Bence bu konudaki asıl büyük soru, Hilafet’in kaldırılması ile Musul arasındaki ilişkiden kaynaklanmıyor. Hilafetin kaldırılması ile asıl Lozan’ın İngiltere tarafından onaylanması arasındaki ilişki belki daha da önemli. Bu duruşu ile İngiltere, “Seni bağımsız devlet yapacak imzayı atarım ama önce şu Hilafet’i kaldırdığını bir göreyim bakalım…” der gibi..
İşte size bir İngiliz cetveli – kalemi daha…

]]>
/archives/15910/feed 0
Tevfik İzmirli – Bu da Fransız kalemi.. Ordumuz Büyük Taarruz’a hazırlanırken, Ankara Antlaşması ile hızır gibi yetişen Fransız yardımı.. VI. Bölüm /archives/16197 /archives/16197#comments Tue, 01 Mar 2011 22:49:01 +0000 /?p=16197 Merhabalar,

Soru IV
Büyük Taarruza hazırlandığımız sırada, Ankara Antlaşması ile gelen Fransız yardımını nasıl yorumlamak lazım?

Ankara Antlaşması’nın tarihi 20 Ekim, 1921..

Kazım Karabekir Doğu Cephesi’nde Ermenistan’a karşı harekete geçiyor. 29 Eylül, 1920.
Zamanlama müthiş. Kızıl Ordu’nun galibiyetini gören İngilizler Kafkasya’dan çekilmiş ama Kızıl Ordu henüz sınırımıza dayanmamış. Ne erken ne de geç. Karabekir’in bu zamanlamayı Ankara’ya kabul ettirebilmek için neler çektiğini tüm detayları ile biliyoruz.

Karabekir’in 15. Kolordu’su arka arkaya yaptığı muharebeleri kazanarak Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır’ı kurtarıyor.
Son olarak da Gümrü’ye kadar ilerleyip Gümrü Savaşı’nı da kazanınca Ermenistan barış istiyor.
Ermenistan ile barış görüşmeleri başlıyor. 22 Kasım, 1920.

Gümrü Anlaşmasını imzalıyoruz. 3 Aralık, 1920.
İmzadan bir gün sonra, henüz Gümrü Antlaşması onaylanmadan Kızıl Ordu Ermenistan’ı işgal ediyor.

Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması’nı imzalıyoruz. 16 Mart, 1921.
Bu antlaşmayla Batum’u ve Azerbaycan’ı Sovyetler’e bırakıyoruz. Bugünkü doğu sınırımız tanınıyor.
Sovyetler’in Milli Mücadelemiz’e nakit ve silah yardımı başlıyor. Aslında biz savaşı stratejik olarak bugün kazanmış oluyoruz. Bundan sonraya kalan, gereken gayreti gösterip Yunan’ı denize dökmek.

9 Haziran, 1921′de Fransa, eski dışişleri bakanlarından Henry Franklin-Bouillon’u, gayri resmi olarak, Ankara’ya yolluyor.
Bu hangi Fransa? 1920 yılında Güney Cephemizde, Ermenilerden oluşturduğu birliklerle, Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş ve Adana’da Türk kanı döken saldırgan Fransa.
İnsanın “Hay Allah senden razı olsun Lenin!” diyesi gelmiyor mu?

Ardından başlıyor Fransız yardımı. Evet Sevr’de Türkiye’yi paylaşanların arasında bulunan, Güney Cephesi’nde Türk kanı döken, Lozan’da da karşımızda oturacak Fransa Kurtuluş Savaşı’mıza yardıma başlıyor.


Fransızlar’dan lokomotif, ray, demiryolu için kömür almaya başlıyoruz.

Bu yardımın Sakarya Savaşı’ndan muzaffer ama yıpranmış olarak çıkmış, önünde Büyük Taarruz’a kadar bir yıldan az zaman kalmış ordumuz için ne kadar önemli olduğuna ‘Behiç Bey’in, Mütareke Dönemi, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hizmetleri.. II. Bölüm’ başlıklı yazımda değinmiştim.
Bu yazımdan bir alıntı yapıyorum:

Trenlerde odun kullanımının sakıncaları
Bir kere odun hacmen çok yer kapladığından, trenlerde askere ve mühimmata ayrılacak yer azalıyordu. İkincisi odunun buhar verimi düşük olduğundan trenler yokuşları çıkmakta zorlanıyor, hatta bazen yokuşun ortasında kalıyorlardı. Bu da nakliyat süresini bazen üç katına kadar arttırıyordu. Üçüncüsü, bir ileri harekat yapılacaksa odunun önceden ve hat boyuna depolanması gerekecekti ki bu da düşmanın ileri harekattan haberdar olmasına yol açacaktı.
1922 yılının Mart ayı geldiğinde cephede yaşanan hareketlilik günlük odun tüketimini 250 tona yükseltti. Gerçek tarruz ve harp başladığında bu rakamın 600 ton oduna ya da 100 ton kömüre fırlayacağı hesaplandı.

Yunanlılar ve İngilizler yoldaki gemilere el koyunca Zonguldak kömürünü Fransız gemileri taşıyor..
Zonguldak kömürlerini işleten ‘Osmanlı Kömür Şirketi’ ile iki ay içinde 8,000 ton kömür almak için anlaşma yapılır. 15 Şubat, 1922′de Fransız bandralı Espuvar gemisi yola çıkar. Yunanlılar bu gemiyi Ege Denizi’nde yakalayıp Pire limanına çekerler ve kömürü oraya boşaltırlar. Bu haberi veren İstanbul’daki Fransız komutanı General Pelle idi.
Ardından 2,750 ton kömür ile ikinci gemi yola çıkar Onu da daha Boğaz’a girmeden İngilizler yakalarlar. Gemiyi İstanbul’a çekip içindeki kömürü çok düşük bir fiyatla halka satarlar.
Behiç Bey gemilerin Adana’daki Fransız demiryolu işletmesi için kömür taşıdığını gösteren belgeler düzenlenmesini talep eder. Bunun üzerine Ararat isimi bir Fransız gemisi, içinde bir Fransız subayı ile Osmanlı Bankası ve Fransız şirketi adına yola çıkarılır. Bu gemi sağ salim 1,270 ton kömürü Şubat ayının sonunda Mersin Limanı’na getirir. Bu geminin boşaltılması parasızlık yüzünden aksar. Sonunda Osmanlı Bankası’ndan borç alınarak konu halledilir.
Ardından Rusya isimli ikinci bir Fransız gemisi de aynı şekilde 2,500 ton kömürü getirince demiryollarının kömür sıkıntısı atlatılmış olur.

Behiç Bey lojistikten sorumlu olduğu için, Fransızlardan temin edilen malzelerden sadece kendi alanına girenleri sayıyor. Fransızların çekilirken teslim ettikleri silahlar ve cephane bunun dışında. Ayrıca, Fransa’ya gönderdiğimiz bir satın alma heyeti vasıtasıyla edindiğimiz silah, mühimmat ve kamyonlar var. Bunların arasında 1,500 adet hafif makineli tüfek, bunların 2,750 sandık cephanesi, 200 adet Berliet kamyonu da sayabiliriz. Bu teçhizatın bedeli Sovyet altınları ile ödeniyor.

Fransa’nın bu dönüşünün arkasında hangi sebepler vardı?
Dört tane sebep sayacağım. Her sebebi de altına, Dr. Hülya Baykal’ın ‘Kurtuluş Savaşında Türk – Fransız İlişkileri ve Türk Dostu Bir Fransız: Albay Mougin’ isimli çalışmasından bir alıntı vererek destekleyeceğim.

1.
Önce, kuşkusuz özgürlüğümüzün Güney Cephesi’nde de kanımızla ödediğimiz bedeli gelir..

“Kilikya, Antep, Urfa, Maraş direnmeleri üzerine buraları kaybedeceğini anlayan Fransa…..”

2.
Moskova Antlaşması ile başlayan Türk – Sovyet dostluğu ve Sovyet yardımı İngiltere’nin olduğu kadar Fransa’nın da gözünü açmıştır. “Türkiye sıkıştığı köşeden kurtulabilmek uğruna Bolşevikliği kabul ederse, bunun daha büyük plandaki sonuçları neler olur? sorusunun olası cevapları Fransa’yı da kendine getirmiştir.

“….Ankara’nın Moskova’da bir antlaşma imzalamasının aynı günlere rastlaması Fransa’yı endişeye itmişti. Ankara Hükümeti’ne karşı bu çekimser hava, sonraki bazı gelişmelerle ortadan kalkmış, Ankara-Moskova ilişkilerinin boyutlarının ortaya konması şüphe ve tedirginlikleri sona erdirmişti. Nitekim Bu konuda Mustafa Kemal’in 10 Mayıs 1920′de Chicago Tribune muhabirine verdiği demeç, Fransızları çok rahatlatmıştı. …. Kemalist hareketin Bolşevizm’e doğru gösterdiği gelişme kuşku yaratacak bir görünüm arzetmemektedir”.

3.
Fransa’nın İngiltere ile olan rekabeti, özellikle bu ikilinin Almanya’dan tahsil edecekleri harp tazminatı konusunda İngiltere’nin Fransa’nın işine gelmeyen bir tavır takınması.

“Bu anlaşma ile I. Dünya Savaşı öncesi kurulmuş bulunan İtilaf Bloku parçalandı. Versay’da kendisini desteklemeyen ve Almanya’ya yumuşak davranan İngiltere’ye kızan Fransa, Türkiye konusunda İngiltere’ye oyun oynuyor ve tek başına hareket ediyordu.”

“….esasta Fransızların Türk milliyetçileriyle ulusal akımın başlangıcından beri, bir anlaşmaya varmak istedikleri gözden kaçmıyordu. Bunun da birçok sebebi vardı. Bir kere Fransızlar İngilizlere, karşı bir tutum içine girmişlerdi. İngilizlerin üstünlüğünü ve gücünü kabul ediyor ve Orta Doğu’da kendi durumlarını yitirmekten korkuyorlardı. Fransızların görüşünce, İngiliz siyasasının amacı, Türkiye’yi Hindistan yolu üstünde bir kale olarak yeni bir Mısır durumuna getirmekti. İngilizlerin, İslam Dünyası anahtarı olan hilafete ihtiyaçları vardı ve Türkiye üzerinde bir koruyuculuk kurabilmek için, Türk ulusal akımının bastırılması gereğine inanıyorlardı.”

4.
Batı Anadolu’da kuvvetli bir Yunanistan Fransız çıkarlarına aykırı düşüyor.

“İşte bu gelişmeler karşısında İngilizlere karşı biricik dayanak olarak Türk ulusal akımını görmeye; Batı Anadolu’da, İngiltere’nin desteğinde kuvvetli bir Yunanistan’ın bulunmasını da kendi çıkarlarına aykırı bulmaya ve Türkiye’nin varlığını sürdürmesinin kendisi için daha yararlı olduğunu görmeye başlamışlardı..”

Şu alıntı, yine Dr. Hülya Baykal’ın aynı çalışmasından. Fransızların bizim lehimize Yunanlılar’a karşı askeri güç kullandığını anlatıyor.:

“Türklerle Fransızlar arasında yeniden doğan dostluk çerçevesinde, sözü geçen birliklerin garnizonları, Kilikya’da olduğu gibi İstanbul’da da Türk ordusuna silah, cephane, mühimmat, teçhizat teslim ettiler. Ve hatta Mayıs 1922′de “Helle” isimli bir Yunan Kurvazörünün hücumunu da, Kilikya yakasında bir Fransız harp gemisi püskürttü.”

Sonuç :

Mustafa Kemal Paşa’nın komutasında yürütülen Kurtuluş Savaşımız, öncelikle bu memleketin kendi evlatlarının döktüğü kanların sayesinde kazanılmıştır. Bu savaşı, hatta her hangi bir savaşı kazanmak amacıyla, eldeki her imkandan istifade edilecektir.  Milli Mücadele döneminde Türkiye de jeopolitik konumunun kendisine sağladığı her imkanı kullanmaya çalışmış, bunda başarılı da olmuştur. Sovyetlerle karşılıklı çıkarlarımızın uyuşması bir yakınlaşma getirmiş, bu yakınlaşma hem İngiltere’nin hem Fransa’nın  Türkiye’ye karşı olan ‘İmha, bölme ve işgal’ politikalarında kırılma yaratmıştır. Buna ek olarak İngiltere ve Fransa’nın aralarında, hem Orta Doğu politikaları, hem Anadolu üzerindeki hesapları, hem de Almanya ile olan ilişkileri yüzünden ortaya çıkan ayrışma, Ankara tarafından gayet başarılı bir şekilde kullanılmıştır.
Burada İngiltere ile Sovyetlerin karşılıklı stratejileri de önemli. Türkiye’nin varlığı, Sovyetler açısından İngiltere’yi Bakü petrolleri ve Boğazlardan uzak tutacak, İngiltere açısından ise Sovyetler’i Musul’dan uzak tutacaktır. Türkiye’nin yaşaması her ikisinin de işine gelmektedir.

Kurtuluş Savaşımızın kazanılmasında bu denge politikalarından yararlanmış olmamız, zaferimizin önemini azaltmaz. Bunların üzerini örtmek de önemini arttırmaz.

İtirazım, kendi tarihimizin kendi çocuklarımıza, – sadece çocuklarımıza da değil, yazdırılan romanlarla yetişkinlerimize de – kendi devletimiz tarafından, bir tek insanı ilahlaştırmak gibi çağdışı bir amaçla, çarpıtılarak öğretilmesine.

Anlatmaya çalıştığım gibi, Kurtuluş Savaşı’nda yendiğimiz Yunan Ordusu’nun arkasında yedi düvel mevcut değildi. Hele kati neticeyi aldığımız 1922 yılında Fransa ve İtalya açıkça bizim yanımızdaydı, İngiltere ise artık Anadolu’daki Yunan ordusuna bir tek çivi ile bir kangal dikenli tel bile vermiyordu.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

- d e v a m e d e c e k -

]]>
/archives/16197/feed 0
Tevfik İzmirli – İstanbul’un işgal yılları.. Yakın tarihimizde Batı’nın fırça darbeleri… – V. Bölüm - /archives/16031 /archives/16031#comments Mon, 28 Feb 2011 18:41:51 +0000 /?p=16031 Merhabalar,

Bugün, yakın tarihimizde Batı’nın fırça ve kalem izleri konusuna yeni bir soruyla devam ediyorum.:

III. Soru
Mondros Mütarekesi’nin (ateşkes anlaşması) ertesinde İstanbul’un Müttefiklerce işgali nasıl bir işgaldir?

I. Dünya Harbi bitmiş. Yenilmişiz. Ateşkes anlaşması yapılacak. Anlaşmanın yeri Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda demirli bulunan İngilizlerin Agamemnon zırhlısı. - Agamemnon 18 Mart, 1915′de Çanakkale’ye saldıran ama ağır kayıplar sonucunda perişan olup çekilen müttefik donanmasında görev almış ve 18 Mart gününü aldığı ağır yaralarla hizmet dışı kalarak kapatmış bir zırhlı. Seçiminde sembolik bir intikam işareti de var. - Tarih 30 Ekim 1918. Müttefik heyetinin başında Müttefik Kuvvetler Akdeniz Donanması Komutanı Amiral Calthorp, Osmanlı heyetinin başında ise Bahriye Nazırı Rauf Bey (Orbay) var.. Detaya girmeye gerek yok. Rauf Bey sonradan pişman olacağı bu anlaşmayı, Amiral Calthorp’un sözlü garantilerini de dikkate alarak imzalıyor. - Burada Kenan Evren’in, NATO Avrupa Başkomutanı olduğu yıllarda tanıdığı General Alexandr Haig’in sözlü garantisine inanarak Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüş vetomuzu kaldırmasını hatırlamamak elde değil. Askerlerimizin dünyayı anlama konusundaki sıkıntıları nesilden nesile geçmiş -

İlk Müttefik askerleri Mondros’un imzasından bir hafta sonra, 6 – 7 Kasım 1918′de İstanbul’a çıkarlar.
Asıl işgal gücü 55 gemilik büyük bir donanma ve 3,500 asker ile 13 Kasım günü Çanakkale yoluyla İstanbul’a vararak Boğaz’a demir atar. Tam o günlerde Suriye Cephesi’ndeki görevinden İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa’nın gördüğünde “Geldikleri gibi giderler” dediği bu donanmadır.

Fiilen 1918 yılının Kasım ayında işgal altına düşen İstanbul’un bir de resmen işgal tarihi vardır: 16 Mart, 1920.
Yani resmi işgal, fiili işgalden onaltı ay sonra başlamıştır. İngiliz kuvvetlerinin Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak askerlerimizi şehit ettikleri kara gün bugündür.

İstanbul ancak 6 Ekim, 1923′de, Lozan’da kabul edilen şarta uygun olarak, yani Lozan antlaşmasının Meclis’de onaylanmasından altı hafta sonra, bu işgalden kurtulur. İşgal dönemi yaklaşık beş yıl sürmüştür.

İşgalin başladığı tarihde Rusya’da Kızıllarla Beyazlar arasındaki iç savaş, tüm cephelerde bütün şiddeti ile sürüyordu. İngilizler’in Beyaz Ordu’nun komünist ihtilali söndüreceği yönündeki ümitleri hala canlıydı. İngiliz politikasında, önceki yazılarımda değindiğim, Sovyetler Birliği korkusuna bağlı olarak ortaya çıkan Türkiye lehine kırılma henüz yaşanmamıştı. Kızıl Ordu henüz ülkeye hakim değildi. Kendi derdindeydi. Henüz Kafkasya’da Rus kuvveti yoktu.

Dolayısı ile bu dönemde İngiliz işgal kuvvetlerinin Türkiye yanlısı bir tutum izlemesi gerektiren bir sebep mevcut değildi. Zaten böyle bir icraatlarını da görmüyoruz. Ne zamana kadar? Ta ki, General Vrangel Ordusu’nun Kızıl Ordu önünde perişan olarak 1920 sonlarında Kırım üzerinden İstanbul’a sığınmasına kadar. Zaten Beyaz Ordu’nun bu büyük çöküşü, Kızıl Ordu’nun çığ gibi Kafkaslar’a inmesi İngiliz politikasını değiştirecektir. Buna değinmiştim.

Buna rağmen Müttefik işgali hakkındaki sorularım olacak:


1.
Milli kurtuluş hareketimizin ne kadar kahramanı varsa, bu işgal günlerinde İstanbul’dalar.

Başta Mustafa Kemal Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Albay İsmet Bey (İnönü) ve diğerleri. Buluşuyorlar, konuşuyorlar.. Anadolu’ya ilk geçen komutanımız Kazım Karabekir, Anadolu’ya geçtiği Nisan 1919′a kadar, Anadolu’ya ikinci geçen komutanımız Mustafa Kemal ise Anadolu’ya geçtiği 15 Mayıs, 1919′a kadar hep İstanbul’dalar.

Mustafa Kemal İstanbul’da bu şekilde altı ay geçiriyor. Harbiye Nazırı olma girişimleri, politik temasları hep bu dönemde. En kısa kalanları Karabekir. İstanbulda sadece 134 gün kalıyor. Onun kafası net. “Boşuna politik çözüm aramayın, burada İngilizlerin dibinde kalıp riske girmeyin, hemen Doğu’ya gelin mücadeleye başlayalım” diyen, Karabekir. 28 Kasım, 1918′de döndüğü İstanbul’dan, kendisini Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanlığı’na tayin ettirmiş olarak 12 Nisan, 1919′da, Gülcemal Vapuru ile, Trabzon’a doğru yola çıkıyor.

Siz müttefik işgal güçleri komutanı olsanız, bu generallere yönelik tedbir almaz mıydınız?
Bir kere ilk yapacağınız iş olarak mesela, albaydan yukarı rütbeli tüm askeri personeli emekli edip üniformadan ve rütbeden arındırmayı düşünmez misiniz? Ardından bu durumdaki tüm subayları ya ülke dışına sürgüne yollayıp, ya da – doğrudan hapse atamıyorsanız – ev hapsine alıp tecrit etmez misiniz? Bir tane tutuklama yok. Allah’dan ki yok.. Ama yok..

2.
Osmanlı’nın Genel Kurmay Başkanlığı da Savunma Bakanlığı da faaliyette.

Son zamanlara kadar tayinler, terfiler yapıyorlar. Anadolu’daki Kolordularımız ile haberleşiyorlar. Anadolu’da başlayacak olan direnişe uygun tayinleri çıkarıyorlar. İstanbuldaki askeri varlığımız, İngilizlere belli etmemeye çalışarak, Milli Mücadelemize tam destek veriyor. Karabekir’i de, Mustafa Kemal’i de Anadolu’da görevlendirilmelerini sağlayanlar bu teşkilatlarımız. Zamanı gelen Anadolu’ya geçiyor. En son geçenler İsmet İnönü ile Fevzi Çakmak.

O kadar ki, İngilizler Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ne niyetle yollandığından şüphelenip hükümete nota verdiklerinde Sadrazam Vekili İngilizlere Mustafa Kemal’in geri çağrılmasını talep ettikleri için teşekkür ederken, Anadolu’daki hareketin arkasında Harbiye Nezareti’nin bulunduğunu söyleyebiliyor. Ama aynı anda Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa (Çobanlı) ise Mustafa Kemal ile şifreli telgrafla haberleşmektedir.

Siz müttefik işgal güçleri komutanı olsanız, buna yönelik tedbir almaz mıydınız?
Savunma Bakanlığı’nı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı hemen lağv edip geriye mesela cılız bir Jandarma Komutanlığı bırakmayı düşünmez miydiniz? Veya I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerimiz Almanların en üst düzeyde yaptıkları gibi doğrudan doğruya kurmay subaylarınızı Genelkurmay’ın içine sokmayı düşünmez miydiniz?

Kazım Karabekir’in günlüklerinden öğreniyoruz ki; Karabekir, Mustafa Kemal’in Samsun’a ne amaçla tayin edildiğini biliyor. Günlüğüne, ‘Mustafa Kemal Paşa bugün Samsun’a çıktı. Muvaffak olacaktır inşaallah’ yazmış. Herşeyden bilgisi olduğu açık. ‘Derin Devlet’imiz işbaşında. Zaten Mustafa Kemal Anadolu’ya Ordu Müfettişi olarak tayin edildiğinde Genel Kurmay Başkanlığı koltuğunda Fevzi Paşa (Çakmak) oturuyordu. Aynı Fevzi Paşa İstanbul’un resmen işgaline kadar ise Harbiye Nazırlığı yapacaktı.

Atatürkçü tarihçilik, son yıllara kadar Mustafa Kemal’in Anadolu’ya İngilizler’den gizli geçtiği yalanını yayardı. Belgeler ortaya çıktıkça sesleri kesiliyor. Artık kendisinin ve karargah personelinin ellerinde kapı gibi İngiliz vizesi olduğunu biliyoruz. Vizenin aslı bulundu ve yayımlandı. Bindikleri Bandırma Vapuru’nun da öyle pusulasız ve hurda bir gemi olmadığını, o anda İstanbul’da bulunan en düzgün durumdaki posta vapuru olduğunu Atatürkçü tarihçilerimiz bile artık yazıyorlar. Zamanın ve belgelerin ortaya çıkaramayacakları gerçek yok. Sadece sabır meselesi. Bizim neslimizin ömrü görmeye yetmese de bu büyük sis perdesi mutlaka kalkacak. Gelecek nesiller Atatürk’ün kendi soytarılarına yazdırdığı bu Karagöz – Hacivat tarihini okumaktan kurtulacaklar.

3.
16 Mart, 1920′deki resmi işgali tetikleyen de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Misak-ı Milli’yi onaylaması.

Kasım 1919′da tüm memlekette seçimler yapılıyor. Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin adayları pek çok vilayetimizden seçiliyorlar. Bunların çoğu Ankara’ya uğrayıp Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye üyeleri ile görüştükten sonra İstanbul’a geçiyorlar. Meclisi- Mebusan, 1920 Yılının 12 Ocak günü İstanbul’da açılıyor. Bizim Millicilerin gurubuna Felah-ı Vatan gurubu deniyor. Başlarında Ankara’dan gelen Rauf Orbay var.. Millici gurubun Anakara’nın arzusuna uygun girişimi ile ‘Misak-ı Milli’ Osmanlı’nın bu son Meclis-i Mebusan’ı tarafından 28 Şubat, 1920 günü kabul ve ilan edilince, İngilizler işgali resmi bir hale sokuyorlar. Meclis-i Mebusan’ı basarak dağıtıyorlar. Rauf Orbay dahil, bir çok kişiyi tutuklayıp Malta’ya sürüyorlar.
Ne zaman? İstanbul’a asker çıkardıkları tarihten onaltı ay sonra.. Günaydın!

Bir de şu nokta var: Meclis-i Mebusan’ın Müttefiklerce dağıtılması Ankara’da sevinçle karşılanıyor. Çünkü İstanbul’da meşru bir Osmanlı meclisi faaliyet gösterirken Ankara’da yeni bir meclis açmaya cesaret edilemiyor. Halk nezdinde bu yeni meclis açma teşebbüsünün Padişah’a baş kaldırmak olarak algılanacağından korkuluyor. O sıralarda Milli Mücadele’nin halk desteği kazanmasında en önemli sebeplerden biri ‘Vatan toprakları ile birlikte, aynı zamanda Halife olan Sultan’ın kurtarılması”. Müttefiklerin bu hareketi Ankara’nın dualarının kabulu gibi. Hemen harekete geçiliyor. Kaçabilen mebuslarımız Ankara’ya geçiyorlar ve hemen 23 Nisan, 1920′de Millet Meclisimiz bu mebuslar ve Anadolu’dan yeni katılanlarla açılıyor. Ankara’da toplanan Meclis, kapatılan meclisin işgal altında olmayan bir şehrimizde toplanması. Zaten ilk görüştüğü kanun, İstanbul’daki son toplantısında görüşmesi yarıda kalan kanundan başkası değil. Bu hareketle de devamlılık ve süreklilik vurgulanmış oluyor.

Bu, I. Meclis. Milli Mücadeleyi yürüten ‘Gazi Meclisimiz’. Mustafa Kemal tarafından oluşturulan güdümlü II. Meclis’e yerini bırakıncaya kadar görev yapacak. 1950 Yılına kadar bir daha bu kadar özgür bir meclisimiz olmayacak.

4.
İstanbul’dan Anadolu’ya subay ve mühimmat akışı devam ediyor.
Önceki yazılarımda değindim. İstanbul’daki depolardan top bile alınabiliyor. Subaylara gelince, Osmanlı Ordusunda subay olup da Milli Mücadele saflarına katılmak istemiş ve Müttefiklerin engellemesiyle katılamamış tek bir subayımız yoktur. Ama İzmit üzerinden, ama Bursa üzerinden Ankara’ya geçebiliyorlar. Yollar tehlikeli. Milli Mücadele karşıtı çeteler var. Ama Müttefiklerin işgali altındaki İstanbul’da serbest oldukları için, gizlice de olsa, bir şekilde şehri terkedebiliyorlar. İstanbul’dan çıktıktan sonra, ‘Millici Çeteler’ tarafından oluşturulmuş ulaşım zinciri bunları Eskişehir’deki tren hattına kadar ulaştırıyor.

Genelkurmayımız çalışıyor, Savunma Bakanlığımız çalışıyor. Tayinler, terfiler, maaş ödemeleri yapılıyor. Komuta kademesinde bir tasviye söz konusu değil. Osmanlı’nın kurmay heyeti sanki mola almış, dinleniyor, hazırlık yapıyorlar.. Cephelerden yeni dönmüş generallerimiz serbest. Silahlar, cephaneler kaçırılıyor. Seçimler yapılıyor, meclis toplanıyor. Yapılan seçimler bu meclisteki çoğunluğun millicilerin eline geçmesine imkan verecek kadar serbest… Aslında 1950 yılına kadar göreceğimiz ilk ve son baskısız seçim bile diyebiliriz..

Allah bir daha değil işgal göstermek, işgalin adını bile duyurmasın ama “bu kadar yumuşak, bu kadar medeni, bu kadar müsamahalı, deyim yerindeyse ‘kevgir gibi’ bir işgal idaresi - hele Yunan’ın İzmir işgali ile karşılaştırınca - dostlar başına” desem, haksızlık olur mu?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

- d e v a m e d e c e k -

]]>
/archives/16031/feed 0
Tevfik İzmirli – Zihinsel sınırlarımıza devam. Kısa bir değerlendirme… – IV. Bölüm - /archives/16087 /archives/16087#comments Sat, 26 Feb 2011 02:50:59 +0000 /?p=16087 “Atatürk’ün öncülüğünde kurduğumuz Cumhuriyetimizin batılı güçlere rağmen değil, aksine onların gizli ya da açık destek ve onaylarıyla kurulduğunu söylüyorum. O yıllarda değişen dünya dengeleri, Anadolu’da Türk varlığının devamını Batı açısından tekrar gerekli hala getirmişti. Bu yüzden dolaylı dolaysız bizi desteklediler.”

“Kurtuluş döneminden sonra da, Atatürk idaresinin kendi milletine karşı izlediği politikaları da kıs kıs gülerek ve ellerini ovuşturarak izlediklerini düşünüyorum. ‘Köre lazım bir göz, Allah verdi iki göz’ demiş olmalılar..”

“Açık söylüyorum: Atatürk’ün İngiliz menfaatlerine ters düşen tek bir icraatı yoktur. Olmamıştır. ‘İnkilap’ adı altında yaptıkları da İngilizlerin başka hiç bir yoldan elde edemiyecekleri kadar İngiliz amaçlarına uygun icraatlardır.”

“Bunları Atatürk’e İngilizler yaptırdı” demiyorum. Ama, “Kalem İngilizlerin elinde olsaydı daha başka ne yapabilirlerdi ki?” diye düşünmeden edemiyorum..”

‘Kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ Allah’ın Türk milletine bir hediyesi ise, ‘İnkilapçı Atatürk’ de Allah’ın İngilizlere bir hediyesi olmuştur..”

“Atatürkçülerin kutsal kitabı Nutuk, belki de dilimizde yazılmış olan tüm kitaplar içinde en fazla çarpıtma içeren eserdir. Bunu ciddi Atatürkçüler de itiraf ederler.. ‘Yalan söylüyor’ diyemeyecekleri için, ‘O yılların politik havası vs.’ gibi gevelemelerle geçiştirirler..”


* * *
Merhabalar,

Aslında sorularım hazır ama sormaya bir gün ara vererek aynı konuda kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum:

Yakın tarihimizin şekillenmesinde dış dinamiklerin büyük etkisi olduğunu, bu açıdan Araplardan o kadar da farklı olmadığımızı öne sürmüştüm.

İddiam, daha geniş olarak şu noktaları içeriyor:

Atatürk’ün öncülüğünde kurduğumuz Cumhuriyetimizin batılı güçlere rağmen değil, aksine onların gizli ya da açık destek ve onaylarıyla kurulduğunu söylüyorum. O yıllarda değişen dünya dengeleri, Anadolu’da Türk varlığının devamını Batı açısından tekrar gerekli hala getirmişti. Bu yüzden dolaylı dolaysız desteklediler.

Kurtuluş döneminden sonra da, Atatürk idaresinin kendi milletine karşı izlediği politikaları da kıs kıs gülerek ve ellerini ovuşturarak izlediklerini düşünüyorum. ‘Köre lazım bir göz, Allah verdi iki göz’ demiş olmalılar..

Açık söylüyorum: Atatürk’ün İngiliz menfaatlerine ters düşen tek bir icraatı yoktur. Olmamıştır. ‘İnkilap’ adı altında yaptıkları da İngilizlerin başka hiç bir yoldan elde edemiyecekleri kadar İngiliz amaçlarına uygun icraatlardır.

“Bunları Atatürk’e İngilizler yaptırdı” demiyorum. Ama, “Kalem İngilizlerin elinde olsaydı daha başka ne yapabilirlerdi ki?” diye düşünmeden edemiyorum..

‘Kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ Allah’ın Türk milletine bir hediyesi ise, ‘İnkilapçı Atatürk’ de Allah’ın İngilizlere bir hediyesi olmuştur..

‘Kurtuluş’ bize Batı’nın bir hediyesi miydi? Tabi ki hayır. Biz kanımızı döktük, canımızı verdik. Millet olarak üstümüze düşeni fazlasıyla yaptık. O yokluklar içinde Yunan Ordusu’nu dağıtıp Anadolu’dan attık. - Bu arada büyük devletlerin ne kadar kolay dönebildiğini çok geç anlayan Yunanlıların hali ibretlik bir vaka olarak tarihe geçti. – Ama kurtuluş mücadelemizin bir noktasından başlayarak, batılı güçlerin Yunanlıların arkasından çekildiklerini, bizim kefemize ağırlık attıklarını da bilelim, anlayalım, söyleyelim. Bu bizi küçültmez. Yetişkin insanlar masal dinlemek değil, gerçekleri bilmek ister. Asıl küçük düşürücü tutum, tüm dünyanın bildiği bu gerçekler yokmuş gibi davranmaktır. Atatürkçülük bizden bu boş böbürlenmeyi bekler.

Atatürkçü tarihe bakarsanız Sakarya Zaferimizden önce yapılan Kütahya – Eskişehir – Altıntaş muharebelerinde uğradığımız bozgun da önemsizdir. Sanki ordumuz Sakarya’nın doğusuna keyiften çekilmiştir. Kurtuluş Savaşımızın muharebelerini sayarken bu bozgunu atlayarak, I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ile Büyük Taarruz ve Başkumandanlık Meydan Muharebelerini saymak adetdendir. İşte Atatürk’ü yenilmez göstermek isterken kendi tarihimizi karartma utanmazlığının bir örneği daha. Hepimiz sürekli olarak oniki yaşında kalsak sakıncası olmayacak.

‘Kurtuluş’dan sonra hayata geçirilen, Atatürk Devrimlerini de içeren, çoğu gereksiz ve bir kısmı da – milletimizi boş yere bölerek dindarları devletine karşı kutuplaştırarak, ırk bazında ayrım yaratıp Kürt sorununu kronikleştirerek, Türkçeyi bozarak, Türk tarihini yaz boz tahtasına çevirip uyduruklaştırarak, dünyanın güldüğü kendi icadı akıl dışı tarih tezini okul müfredatına koyarak, kültürel ve tarihi bağlarımızı zedeleyerek, kopya yolu ile Avrupalıları taklit ederken kimlik problemleri yaratarak, fikir ve siyaset hayatımızı sansürlerle, sürgünlerle, hapislerle çölleştirerek, adliyeyi oyuncağa çevirip hukuku perişan ederek, kalkınmayı erteleyerek – zararlı olmuş uygulamaların da Batı’nın çıkarlarına uygun tasarımlar içerdiğini düşünüyorum.

Batı, Atatürk’ün şahsında – dil gibi, din gibi, tarih gibi, sosyoloji gibi, iktisat gibi, şehircilik gibi, müzik gibi, eğitim gibi – hiç bir uzmanlığı olmayan konulara bodoslama dalacak kadar cüretkar ve kendisini gerçekten her konuda dahi sanan – Askerlik Dahisi, Ziraat Dahisi, Adliye Dahisi, İdare Dahisi, vs. – bir kişilik bulmuş, Türk milletinin harsının, tarihinin, dilinin, kültürünün bu heveskar dahinin elinde oyuncak edilmesini çubuğunu yakarak seyretmiştir.

XX. Yüzyıl’ın başından beri bu tasarımları aşağı yukarı her önemli dönemeçte görmek mümkün. O bakımdan, Atatürkçülerin böbürlendikleri ‘Kurtuluş Savaşı yedi düvele karşı kazanılmıştır’ palavrasından tutun, ‘Cumhuriyetimiz ezilen ulusların Batı’ya meydan okumasının sembolüdür’ söylemlerine kadar tüm yalanlarını tek tek çürütmek gerek.

Atatürkçülerin inanmamızı istedikleri şekilde anlatılan yakın tarihimiz, çarpıtmalarla, karartmalarla, görmezden gelmelerle, eksikliklerle dolu bir uydurulmuş tarihtir. Atatürkçülerin kutsal kitabı Nutuk, belki de dilimizde yazılmış olan tüm kitaplar içinde en fazla çarpıtma içeren kitaptır. Bunu ciddi Atatürkçüler de itiraf ederler.. ‘Yalan söylüyor’ diyemeyecekleri için, ‘O yılların politik havası vs.’ gibi gevelemelerle geçiştirirler..

Bu uydurulmuş gerçekliğin milletimize nesiller boyu hipnoz yoluyla benimsetilmesi gayretlerine de Atatürkçülük denir.
Milletçe kurtuluşumuz bu Atatürkçü hipnozdan kurtulup kişiliğimize kavuşmamıza bağlı.
Nitekim; kurtuldukça kendimize geldiğimizi, kişiliğimizi bulduğumuzu, güçlendiğimizi, yavaş da olsa komik olmaktan çıktığımızı, dünyada da saygı görmeye başladığımızı görüyoruz.

Bu hipnozun farkına varmak için Atatürk öncesini, Atatürk dönemini ve Atatürk sonrası dönemi iyice anlayıp analiz edebilmemiz şart. Yoksa Atatürk öncesini ‘Karanlık Devirler’, Atatürk dönemini ‘Altın Çağ’, Atatürk sonrasını ise ‘Karşı Devrim Çağı’ olarak yaftalayan, menfaati icabı bilerek yalan söyleyen profesyonel Atatürkçülerin, emekli yüksek yargıçların, emekli generallerin martavallarına kapılmış oluruz.

Maalesef, okur yazar olup kendi mesleğinde en üst basamaklara çıkabilmiş, toplumuzun en iyi yetişmiş insanları arasında bulunan ama bu martavallardan kurtulamamış pek çok vatandaşımız mevcut. Bu insanlar ömür boyu maruz kaldıkları propaganda sonunda, ciddi ciddi “Atatürk gelmeseydi, bugün Afganistan seviyesinde olacaktık” diye düşünüyorlar.

Halbuki Irak’lı Arap gayet iyi biliyor ki, 1860′larda, Irak’ın ilk Teknik Okulu’nu kuran da, ilk Askeri Okul’unu açan da, Dicle’ye bent yaparak Bağdat’a şehir ve sulama suyunu getiren de Osmanlı’nın, hem de Abdülaziz devrindeki Bağdat Valisi Mithat Paşa’dır. Bunu Bağdat’lı Arap bilir ama 2011 yılında İstanbul’lu Türk bilmez. Bilmemesi istenmiş ve bilmemesi ‘Maaşlı Atatürkçüler’ eliyle sağlanmıştır.
Aynı Mithat Paşa, İlber Ortaylı’ya göre, Avrupa’nın XIX. Yüzyılda çıkardığı iki en büyük validen biridir. Tuna Valiliği apayrı bir başarı hikayesidir.

Bugünün Afganistan’ı bir Mithat Paşa çıkarabilmek için kaç yıla muhtaçtır? Bir de üzerine 1860′dan bugüne geçen 150 yılı koyun. İşte Afganistan’la olan farkımız. İşte Atatürkçü beyin yıkama! Atatürkü büyük gösterebilmek için kendi tarihimizi ne kadar aşağılatmışlar ve bizim insanlarımız bunu nasıl benimsemiş! Şu tahribata bakın…

Bu iyi yetişmiş, tahsilli kesim aslında insan sermayemizin en değerli kısmı. En büyük eğitim yatırımı bu kesime yapılmış. Çoğu iyi eğitimli, düzgün ahlaklı, çalışkan, temiz, yurtsever insanlar. Tek kusurları Atatürkçü hipnoz içinde yetişmiş olmaları. Bu vatandaşlarımızı ikna etmemiz, hipnozdan uyandırmamız gerek.

Bu kesimin eğitimli olması ve genellikle sadece hipnoz yüzünden Atatürkçü olmaları – daha doğrusu kendilerini Atatürkçü olarak görmeleri – bizim işimizi kolaylaştırıyor. Bu kesim profesyonel / çıkar yüzünden Atatürkçü olan ‘kaşarlanmış’ kesimden çok farklı… Gerçekten Atatürkçü düşüncenin memleketimize faydalı olduğunu sandıkları için Atatürkçülüğü savunuyorlar. Ama kendilerine akla hitap eden analizler ve tarihi gerçekler sunulduğunda düşünmeye başlıyorlar. Akılları ve vicdanları devreye giriyor. Sadece bıkmadan anlatmak lazım.

Milli güç unsurumuzun en kıymetli parçası olan bu eğitimli insanlarımızı Atatürkçülük narkozundan uyandırmak için anlatacağız.
Atatürkçülük tarafından körüklenmiş ırk ve yaşam tarzı bölünmelerini aşıp bütünleşmek için anlatacağız.
Cumhuriyetimiz, milletiyle barışmış, kucaklaşmış bir devlete dönüşsün diye anlatacağız.
İkna yolundan başka yürüyecek yolumuz yok.
İşte tarih bu noktada işe yarıyor.

Ben amatör bir okuyucuyum. Tarihçi değilim. Asıl görev milyonlarca insanın karşısına ‘Tarihçi’ etiketiyle çıkan konunun uzmanlarında. Ama bunların en tanınmışlarında bile ‘fincancı katırlarını’ ürkütmeme refleksi gelişmiş. Epey zamandır kamuoyunun önünde yazıp konuşanları bu gözle izliyorum. Tarihçi olup da Atatürk döneminin içyüzünü, gerçeklerini bilmeyen aklı başında birisine rastlamadım. Ama laf Atatürk dönemine ve Atatürk’e gelince, ne hikmetse, eleştirinin tam o noktasında ‘es’ geçiyorlar. ‘Belli bir konuda tarih kitaplarında yazanların doğru olmadığını’ söylüyorlar, o kitapların yazıldığı dönemin ‘Atatürk dönemi’ olduğunu es geçiyorlar. “Türkçe büyük darbe yemiştir” diyorlar, bu darbenin Atatürk’ün dahiyane dil devriminden geldiğini es geçiyorlar. ‘Şu alim Türkiye’den kovulmuştu’ diyorlar, kovanın adını ağza almıyorlar..

Tarihçilerimiz sanki rejimle gizli bir anlaşma yapmış gibiler. Statüko, sanki bu alimlere, “Sen bil, ama kimseye söyleme.. Profesörlük de senin, makam da, statü de…” demiş, bunlar da kabul etmişler gibi.. Tam şerefsizleri alenen yalan söylüyorlar. Kendisine biraz saygısı olanları ise yalan söylemiyorlar ama gerçekleri es geçiyorlar. Kimileri de herhalde halkın duymaya hazır olmadığını düşündüklerinden olsa gerek, özelde farklı, halka karşı farklı konuşuyorlar. Bu da ‘Benden duymasınlar’ diyerek vefat haberini aileden saklayan komşu rolü… Bu ‘alim’lerimiz adına bazen ben utanıyorum.

Marksist ve İslamcı kökenli tarihçilerin, Atatürkçülük narkozu yememiş oldukları için, konuya daha cesur yaklaşabildiklerini görüyorum.
Bunların dışında bulduğunu, gördüğünü, düşündüğünü yazan bilim ahlakı sahibi seviyeli tarihçi sayımız iki elin parmaklarını geçmiyor.

Yarın, “İstanbul’un işgal yılları. Yakın tarihimizde Batı’nın fırça darbeleri… – V. Bölüm – ” başlıklı yazıyla devam etmek üzere..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/16087/feed 0
Tevfik İzmirli – İngiliz kalemi bu defa İstanbul’un silah depolarında.. Bir soru daha.. – III. Bölüm - /archives/15943 /archives/15943#comments Fri, 25 Feb 2011 03:39:31 +0000 /?p=15943 Merhabalar,

Konuya devam ediyoruz. Bugün de bir sorumuz olacak.

II. Soru
Kurtuluş Savaşı esnasında gizli teşkilatımız Müttefiklerin İstanbul’daki silah depolarından, Anadolu’ya silah kaçırıyordu.. Neredeyse Ankara’nın verdiği sipariş listesine göre sevkiyat yapılıyordu. Bu nasıl mümkün oldu?

Doğru. Gerçekten kaçırmışlardı.. Bize anlatılan nasıldı? Gizlice kaçırmışlardı.. Geceleri, sandık sandık cephaneler, tüfekler.. Kayıkçılar, motorcular.. Fransız işgal bölgesinde kalmış Bakıköy’deki depolardan, İngiliz işgal bölgesindeki Haliç depolarından..

Hatıraları ve belgeleri okudukça ne öğreniyoruz? Meğer bizim teşkilat bu silahları – en azından bir kısmını – para (rüşvet) ödeyerek İngiliz ve Fransız subaylarından satın alıyormuş. Koskoca toplar dahil.. Toplar da mı motorlara sırtta taşınarak gizlice yükleniyordu?

Lozan’ın ikinci dönem toplantıları yaklaşık iki buçuk aylık bir aradan sonra, 23 Nisan, 1923 tarihinde başlar.. Masadaki, müzakerelerin ilk döneminden kalmış, halledilmeyi bekleyen konulardan biri de Yunanlılardan talep ettiğimiz harp tazminatıdır. Yunanlılar tazminat ödeme şartına direnmektedirler. Üzerimizde baskı uygulamak amacıyla Trakya’ya asker sokma tehdidinde bulunurlar. Trakya’da, o sırada yürürlükte bulunan ve Trakya’da en fazla 10,000 jandarma bulundurmamıza izin veren Mudanya Mütarekesi’ne uygun olarak, sadece 7 – 8,000 arasında jandarmamız görev yapmaktadır. Yunanlılar ise daha konferansa ara verilmeden, Ocak ayı içinde, sınıra 50,000 civarında mevcutlu sekiz tümen yığmış durumdadırlar.

- Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde tümen ve kolordu komutanlarımızın yaptıkları hatalar olmasa Yunanistan’ın Meriç boyuna yığdığı bu sekiz tümenlik gücü bir araya getiremeyeceğini de asker kökenli askeri tarihçilerimizden öğreniyoruz. Bu hatalardan faydalanan en az dört Yunan tümeni kuzeye, Bursa üzerine, çekilerek Mudanya’dan gemilerle tahliye ediliyorlar ve burunları kanamadan Yunanistan’a ulaşıyorlar.

‘Atatürkçü tarih’ ise bunları görmezden gelir, kendi vatandaşı olan ‘biz sivil koyunlar’a, kendi zaferimizi dahi çarpıtarak, bir efsane havasında anlatır. Bu da göstermeye çalıştığım ‘Atatürkçü hipnoz’un başka bir yüzüdür. Çünkü ‘Büyük Dahi’nin yönettiği bir savaşta eksik, kusurlu, yanlış harekat yapılmış olamaz!

Çeşitli hatalarımız sonucunda elimizden kurtulan bu Yunan tümenleri ‘Büyük Dahi’ (bu kitap yazarının kullandığı tabirdir) Fevzi Paşa’nın önerisi yerine İsmet Paşa’nın önerdiği hareket tarzını onayladığı için takip edilmemişlerdir. Sorumlu Büyük Dahi’yi yanıltan İsmet Paşa’dır! Çünkü ‘Büyük Dahi’ hiçbir kararında kusurlu olamaz! (1) –

İşte o sıralarda Ankara Hükümeti, Trakya’daki birliklerimizi güçlendirerek Yunan tehdidini dengelemek amacıyla, Tekirdağ Limanı’na gizlice 30 adet top sevk etmek ister. Bir İngiliz harp gemisi bu topları taşıyan gemiyi Marmara’da yakalar. İngilizler toplara el koyarlar.

Bunun üzerine İsmet Paşa, konuyu gündeme getirerek, İngiltere’nin Lozan’ın ikinci dönemindeki Baş Temsilcisi Rumbold’dan, topların iadesini talep eder. Rumbold, “Olmaz” der. İsmet Paşa ısrar eder. Rumbold köpürür ve “O toplar sizin değildir” der. İsmet Paşa “Bizimdir” der. Rumbold diplomatik sınırları geçerek der ki: “O toplar Mondros mütarekesi uyarınca tarafımızdan muhafaza altına alınmıştı. Oradan çaldınız. Siz hırsızsınız!”. İsmet Paşa çileden çıkar. Sinirden eli ayağı titremeye başlar. Kendisini zorlukla kontrol eder. Renk vermez. Konferansın yarım kalmasından çekinerek söylemek istediklerini söylemez. Kendini toparlar. Topların iadesini talep etmeye devam eder.

Bu sahneyi nakleden Lozan’daki Türk Heyeti’nin İkinci Delegesi, Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur şöyle devam ediyor:

“Rumbold’un dediğini anlatayım: Sözü doğru. Mütareke olunca, Müttefik Devletler Türkiye’nin silahlarını toplatmış, tahrip edebildiklerini etmişler, diğerlerini depolara doldurmuşlar. Bir kısmını İngiliz, bir kısmını Fransız askerleri nöbet bekleyerek muhafaza ediyorlardı. Milli hareket harpleri zamanında İstanbul’daki teşkilat İngiliz ve Fransız zabitlerine para veriyor, buradan silah aşırıyorlar, Anadolu’ya gönderiyorlar. Bu zabitler para mukabilinde bizim bütün silahlarımızı hırsızlama suretiyle bize vermişlerdi. Hatta İngiliz kumandanı General Harrington’un yaverine de para vererek onlardaki silahları aşırmıştık.

Dilimin ucuna da geldi… Hemen, “Hırsız biz değil sizsiniz. Çünkü mal bizim. Cebren eşkiya gibi malımızı müsadere ettiniz. Sonra da zabitleriniz depolardan çalıp çalıp bize sattılar. Hem de sizin hırsızlığınız katmerli” diyeyim. Fakat hiç söyler miyim? Sonra çıksın, Rumbold’un maksadı hasıl olsun. Adamın gayesi apaçık… (2)

“Müttefik depolarından aktarılan silahların tamamı bu yöntemle alınmıştır, bizim teşkilatımız riske girmeden bakkaldan peynir alır gibi bu silahları temin etmişlerdir” demiyorum. Ama top gibi ağır silahlar ve İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı’nın yaveri gibi kritik mevkideki subaylar söz konusu olduğunda işin başka yönlerinin da bulunduğu ortaya çıkmıyor mu?

Dünkü yazımda bahsettiğim ve link verdiğim Yunan belgeleri de bu silah ve cephane akışına gösterdikleri müsamaha nedeniyle Yunanlıların İngilizler’e ettiği sitemi yansıtmıyor muydu? Yunan istihbaratının haberdar olduğu bu akışdan İngiliz İstihbaratının haberdar olmaması beklenebilir mi?

Bizim gizli örgütümüz kurnaz da İngilizler mi saf? Burada açıkça bir göz yumma, bir yumuşak davranma, yol verme olduğu akla yakın değil mi? Aynı İngiliz bizi düşman gördüğü Filistin Cephesi’nde bize silah satmış mı? Ya da Kurtuluş Savaşımızda bize silah satan Yunan Subayı çıkmış mı? Çünkü onlar o anda gerçekten düşmanımız. Halbuki yukardaki örnekten de anlaşıldığı gibi, İngiltere resmen Yunanistan’ın arkasında dursa da, derin İngiltere dünya dengelerinin değiştiğini okumuş, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Türk milli direnişinin ezilmemesi için ipi gevşetiyor. Olay ortaya çıksa, “Haberimiz yok, bazı subayların kişisel kusuru, ihmali olmuş olabilir” deyip işin içinden sıyrılacak.. Hatta belki de sırf bu sebeple, yani siyasi bir kararla verildiği belli olmasın diyerek, emirle değil de kişisel rüşvetle verilmiş süsü vermek amacıyla bile para almış olamaz mı İngiliz istihbaratçıları?

Yoksa tüm silahları yurt dışına çıkartmak, hiç olmadı hepsini imha etmek, o kadar zor muydu Müttefikler için?

Burada da görünmüyor mu İngiliz’in tarihimize – hem de Yunanistan’a karşı dövüşürken bizim lehimize olacak şekilde – dokunan kalemi?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

(1)
Em. Tüm. Gen. Celal Erikan – ‘Komutan Atatürk’. T. İş Bankası Kültür Yayınları. I. Baskı: 1964

(2)
Dr. Rıza Nur, Joseph J. Grew – ‘Lozan Barış Konferansı’nın Perde Arkası’. Örgün Yayınevi. I. Baskı 1994

- d e v a m e d e c e k -

]]>
/archives/15943/feed 0
Tevfik İzmirli – Arapların siyasi sınırları, bizim zihinsel sınırlarımız… Cetvel aynı cetvel… Bizdeki adı Atatürkçülük olmuş… İlk sorumuz… – II. Bölüm – /archives/15825 /archives/15825#comments Thu, 24 Feb 2011 03:12:22 +0000 /?p=15825 Merhabalar,

İlk yazıyı bitirirken “Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik. Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor” demiştim.

İlk sorumuzla başlayalım..
Bugünkü sorumuz ‘Kurtuluş Dönemi’ne ait..

I. Soru
Kurtuluş Savaşı’mız devam ederken, 1921 yılının Nisan ayından başlayarak, İngiltere’nin menfaati hangi tarafın galip gelmesini gerektiriyordu? Bizim mi, Yunanlıların mı?

Resmi tarihe göre bu soruyu soran ya delidir, ya hain. Cevap bellidir: Tabi ki Yunanlıların.
Bence öyle değil.

Dünya konjektürü, Kızıl Ordu’nun 1920 yılının Aralık ayında Kafkasya’ya girmesi ile allak bullak olmuş, bu stratejik değişiklik İngiliz politikasında büyük bir kırılma yaratmıştı.

Bu konuya, “Atatürkçü tarih profesörleri, Atatürkçülük yapalım derken belgeleri nasıl çarpıtıyorlar.. “Kurtuluş Savaşı ile İlgili Yunan Belgeleri”.. başlıklı yazımda değinmiştim.

O belgelerde, Yunanistan’ın, İngiltere’nin tavrında beliren bu ikiyüzlülüğe, dönekliğe nasıl sitem ettiği apaçık görülüyordu:
“İstanbul’u işgal ettiniz, ama ne kadar Osmanlı subayı varsa Anadolu’ya geçmelerine göz yumuyorsunuz”,
“İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve cephane akışına mani olmuyorsunuz”,
“Biz işgal edelim diyoruz, izin vermiyorsunuz”,
“Bizi getirip Anadolu’nun ortasında tek başımıza bıraktınız” gibi.
Yani bizim Atatürkçü tarihçilerin bizlerden gizlediklerini Yunan belgeleri apaçık anlatıyordu.
Belgeleri derlemiş olan Atatürkçü profesörümüz ne kadar örtmeye çalışsa da mektupların kendileri konuşuyordu.

Sevr’e göre Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti, onun güneyinde bir Kürt Devleti kurdurma planı Kızıl Ordu’nun Kafkaslar’a hakim olmasıyla anlamını kaybetmişti hatta zararlı bir fantazi haline dönüşmüştü. Zaten Lozan’da İngilizlerin Ermenilere toprak verilmesi konusunda hiç israr etmediklerini göreceğiz.

Batum – Bakü arasında, Karadeniz’den Hazar Denizi’ne kadar kurulmuş olan ‘İngiliz Seddi’ apar topar gündemden kaldırılmış, İngiliz kuvvetleri Batum üzerinden hızla tahliye edilmişlerdi.

İngiltere, “Türk’ü Yunan’a boğdurayım” derken; Rusya’yı, Musul’a, hatta oradan da Basra ve Süveyş’e indireceğini farkedince, politikasını değiştirmişti.

Nasıl Çanakkale Zaferi ile Rus Çarlığı’nın çöküş yolunu biz açıp, niyetimizden bağımsız olarak komünist ihtilaline kolaylık sağlamış olduysak, şimdi de Kızıl Ordu Sovyetleri bizimle sınırdaş kılarak bizim kurtuluş yolumuzu açıyordu.

Artık Rusya ile arasında engel kalmamış bir Türkiye’yi köşeye sıkışmış kedi durumuna düşürmek akıl karı iş değildi. Böyle bir Türkiye, İngiliz – Yunan baskısı ile baş edebilmek ve hayatta kalmak amacıyla Sovyetlere ideolojik olarak yaklaşsa başka beladır, Kızıl Ordu ile işbirliğine gitse başka bela.

Zaten Doğu Cephesi’nde Ermenileri yenip, Sovyetlerle sınır ve yardım anlaşması imzaladıktan sonra Kurtuluş Savaşı’nın stratejik olarak kazanıldığı belli olmuştu. Bundan sonrası Batı Cephesi’nde gereken fedakarlığı yapıp Yunan kuvvetlerini atmaya kalmıştı. Bunu kendi Paşalarımızın birbirleriyle yazışmalarında okuyoruz. En azından arkamız sağlama dayanmıştı ve yenilme ihtimalimiz ortadan kalkmıştı. Belki zaferimiz bu kadar kesin olmaz, belki ne bileyim Edirne ya da İzmir düşman elinde kalabilirdi ama en azından Anadolu’nun hakimi olarak kalacağımız belli olmuştu.
Bunu Türk Paşaları görüyordu da İngiliz Genel Kurmayı mı görmeyecekti?

İşte İngilizlerin 1921 yılının Nisan ayında, II. İnönü Zaferi’nin hemen ardından tarafsızlık ilan edip Yunanlıları kızdırmasının altında bu politika değişikliği vardı. Venizelos’un gözünü açan da, Lozan’da İsmet Paşa’ya dert yandıran da, ardından Atatürk devrindeki Türk – Yunan dostluğunu başlatmasına yol açan da, İngiltere’nin bu çark hareketiydi. Venizelos’u, “Büyük güçler bizi sizin üzerinize saldılar, ondan sonra Anadolu’nun ortasında tek başımıza ortada bıraktılar, oyuncakları olduk” mealinde konuşturan işte bu, büyük devletlere özgü, sadece kendi menfaatini düşünme refleksi ve hatta hakkıydı..

Tabi ki bu politikayı alenen ilan etmeyeceklerdi. Bizim elimizi fazla güçlendirdikleri takdirde Musul tehlikeye girerdi. İngiliz’in işine gelen Türkiye, kendisinden Musul’u alamayacak kadar zayıf ama Rusya’ya karşı kendi topraklarını savunma azmine sahip bir Türkiye’ydi. Zaten kendi topraklarını savunan Türkiye Musul’u da savunmuş olacaktı.

Hem XIX., hem de XX. Asrın tamamında bizi hayatta tutan, zaten Rusların sıcak denizlere inmesinin önünde duvar oluşturan bu coğrafi konumumuz ve buna dayanarak güttüğümüz denge politikası değil midir?
Temelde var mıdır bunun II. Abdülhamid’in denge politikasından bir farkı?

Kafkasya’da Kızıl Ordu beklerken ortaya çıkabilecek bir Yunan zaferinin İngiltere’nin başına ne büyük ve küresel bir bela açacağını, ne muazzam kayıplara sebep olacağını düşünebiliyor musunuz?

Kimbilir bizim zaferimiz için Londra kliselerinde gizli gizli ne dualar etmişlerdir.

Atatürkçü masal yazarlarına bakarsak zafer; bir dahi komutan, kahraman Mehmetçikler ve sırtında mermi taşıyan kadınlarımız üçlemesi ile yedi düvele karşı kazanılmıştır ve bu savaş her türlü dış dinamikden azadedir.. Bu izah tarzını zihinlerimize yazdırdıran kimin kalemiydi, peki?

İngiltere Lozan öncesinde bizim coğrafyamız ile ilgili tüm stratejik isteklerini gerçekleştirmiştir. Lozan’dan sonra bunun artarak devam ettiğini de görüyoruz…

Bu İngiliz – sonradan NATO ve ABD – cetveli değil de nedir?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

- d e v a m e d e c e k -

]]>
/archives/15825/feed 0
Tevfik İzmirli – Arapların siyasi sınırlarını cetvelle çizen güçler bizim de zihinsel sınırlarımızı cetvelle çizdiler… O cetvel Atatürkçülük… Bu hipnozun bilincine vardıkça kurtulacağız… – I. Bölüm – /archives/15738 /archives/15738#comments Tue, 22 Feb 2011 20:52:42 +0000 /?p=15738 Arap ülkelerinin son yüz yıllık serüvenini, kaba hatlarla da olsa az çok hepimiz biliyoruz. Büyük güçlerin Arapların kaderi üzerindeki rolü o kadar açık.

Olayları, aynı kaderi biz de paylaşmamışız gibi, dışarıdan bakan bir gözle izliyoruz.

“Arapları batılılar dizayn etti, halbuki biz kendimizi kendimiz dizayn ettik” tarzında bir bakışımız var. Halbuki, bizim şu an içinde bulunduğuz halde de Arapların kaderini çizen o güçlerin rolü yok mu?

Yakın tarihimizdeki, 1946′da çok partili rejime geri dönmemizden, darbelere kadar her gelişimi ‘dış konjektür’ ile açıklamaya yatkın zihinlerimiz neden 1946 öncesini anlamaya çalışırken bu dış dinamikleri yok sayar?

Bizi ilgilendiren asıl soru şu olmalı: Peki aynı kalem bize ne yazmıştı?

Neden bu soruyu yeteri kadar irdelemiyoruz? Halbuki asıl soru bu…

Bize çizilecek sınır ile Kuveyt’e çizilecek sınırın niteliği tabi ki aynı olmayacaktı.

Kuveyt, Osmanlı’nın Irak Eyaleti’nin Basra Vilayeti’ne bağlı bir Sancak’dı. Biz İngiliz Başbakanı olsak bu iki ülke hakkında düşüneceğimiz çözüm aynı düzlemde mi olurdu?

Çöle bastonla bir çizgi çek, oldu sana Kuveyt sınırı. Halbuki tarihi ‘Doğu Roma’ gücüne sınır çizmek istiyorsan… Onlara beyin ameliyatı yapman lazım… Operasyonun zihinlerde yapılması lazım…

Bu yapıldı mı yapılmadı mı? Bence yapıldı. Atatürk eliyle ve önce ‘Atatürk Devrimleri’, Atatürk’ün ölümünden sonra da ‘Atatürkçülük’ adı altında yapılan bundan başka birşey değildi…

Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik.

Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor.


* * *
Merhabalar,

Orta Doğu kaynıyor. Kalabalıklar sokaklarda. Kukla rejimler sallanıyor. Osmanlı’nın yarım kalmış tasviye süreci hızlandı. ‘Soğuk savaşın bitmesi’, ‘demir perdenin çökmesi’ derken sıra geldi Arap kitlelerine ve Arap demir perdelerinin çökmesine.

Osmanlı bir imparatorluk olarak doğal ömrünü tamamlayalı  doksan yılı geçti. Dağılması kaçınılmazdı, dağıldı. Bu ne üzülecek, ne sevinilecek bir gelişme. Tarihi bir olgu. Tarih öyle aktı, öyle oldu. Bin tane sebebi vardır.

Devrin büyük güçleri, tabiat kanununa uygun şekilde düşen avı parçaladılar. Bu da normal. Dünya düzeni bir kurtlar sofrası. Düşen av oluyor. Bizim taraf kazansaydı biz de onların çıkarlarını sınırlayacak adımlar atacak, kendi düzenimizi kuracaktık.

Bu parçalamanın gözle en kolay görünen sonucu siyasi haritalar. Birileri eline kalemi hatta cetveli almış, çıkarları nasıl gerektiriyorsa sınırları oralardan geçirmiş. Bunu artık lise öğrencileri dahi biliyor, anlıyor.

Arap ülkelerinin son yüz yıllık serüvenini, kaba hatlarla da olsa az çok hepimiz biliyoruz. Büyük güçlerin Arapların kaderi üzerindeki rolü o kadar açık. Olayları, aynı kaderi biz de paylaşmamışız gibi, dışarıdan bakan bir gözle izliyoruz. “Arapları batılılar dizayn etti, halbuki biz kendimizi kendimiz dizayn ettik” tarzında bir bakışımız var. Halbuki, bizim şu an içinde bulunduğuz halde de Arapların kaderini çizen o güçlerin rolü yok mu?

Yakın tarihimizdeki, 1946′da çok partili rejime geri dönmemizden, darbelere kadar her gelişimi ‘dış konjektür’ ile açıklamaya yatkın zihinlerimiz neden 1946 öncesini anlamaya çalışırken bu dış dinamikleri yok sayar?

Bizi ilgilendiren asıl soru şu olmalı: Peki aynı kalem bize ne yazmış? Neden bu soruyu yeteri kadar irdelemiyoruz? Halbuki asıl soru bu..

Nasıl sınırları dışarıdan çizilmiş bir Arap ülkesinin sonraki nesillerinin gözünde o sınırlar kutsallık kazanmış durumda ise, bizim sonraki nesillerimizin gözünde de dışarıdan çizilmiş ‘zihin sınırlarımız’ kutsallık kazanmış durumda. Bunu anlamamız ve anlatmamız lazım.

Kendimizi o kalemi tutan gücün yerine koyalım ve öyle düşünelim.

Londra’da Başbakanlık ofisindeyiz – bugünün Washington D.C.’si ve Beyaz Saray’ı gibi düşünelim – duvarda dev bir harita, Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Müsteşarı, Denizaşırı Topraklar Bakanı, Birinci Deniz Lordu, Kraliyet Gizli Servisi’nin Başkanı, upuzun maun masanın etrafında oturmuşuz, elde kalem uluslara kader çiziyoruz… Toplantıya bir de isim bulalım. “Büyük Britanya Hükümeti Periyodik Dış Politika Gözden Geçirme Toplantısı” olsun. - ‘The Periodical Foreign Policy Review Meeting of the Goverment of Great Britain’ -

Yıl 1918, 1923 veya 1926… Farketmez.
Bu toplantı bir kereye mahsus değil. Şartları sürekli değerlendiriyoruz. Şartlar değiştikçe politikalarımızı gözden geçiriyoruz. Siyasi kadrolar, hatta hakim devlet değişiyor, kalıcı olan ‘adına ister Büyük Britanya ister II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD densin, dünya hakimiyet merkezinin çıkarlarını sağlama alma’ amacı.

Biz bu kararları verdikten sonra imparatorluğun o büyük uygulama mekanizması harekete geçecek. Bu kararları hayata geçirmek üzere müttefiklerimizle diplomatik müzakereler, mağluplarla anlaşmalar, askeri, siyasi operasyonlar yapılacak… Bizim amacımız Büyük Britanya’nın – bugün ABD’nin – ve derece derece onun müttefiklerinin hayat alanlarını genişletmek, çıkarlarını güvence altına almak… mevcut ya da potansiyel tehdit odaklarını etkisizleştirmek… Bu amaçları gerçekleştirecek politikaları belirlemek…

“Kuveyt’de büyük petrol rezervi var, orayı ayrı bir şeyhlik yapalım”, “Katar da öyle!”, “Kerkük’de petrol var, Musul Vilayeti’ni Irak’a dahil edelim”, “Şu aileyi şu coğrafyanın tahtına oturtalım” gibi görüşleri, raporları tartışıyoruz. İmparatorluğumuz için en optimal çözümleri arıyoruz..

Peki biz neredeyse tek tek her petrol kuyusunu, her kabileyi, her aşireti, her şeyhi hesaba katarken elimizdeki kalemle acaba bu çökmüş yapının asıl siyasi, askeri, idari ve dini merkezi olan Türkiye hakkında neler yazdık, neler çizdik?

Bizim Atatürkçülere sorsak, “Biz Kurtuluş Savaşı ile o kalemi kırdık” derler.
Buna gerçekten inanırlar. Olsa olsa Musul’u kaptırmamızı ‘o kalem’e bağlarlar. Acaba bu kadarcık mı? Musul’u verince kurtulmuş mu olduk? Yani, Musul’u alan İngiliz kalemi bunun öncesinde ve sonrasında nerededir? Musul’dan önce mesela bizim Kurtuluş Savaşı’mızda rolü sadece bize anlatıldığı gibi Yunanistan’a destek sağlamaktan mı ibarettir? Musul’dan sonra Mustafa Kemal toplumu tarihi ve kültürü ile ters yüz ederken bu ‘kalem’ nerededir? Kalemi tutan eller kalemi bir kenara mı koymuşlardır?

Yoksa kestaneyi ateşten almak Atatürk’e mi bırakılmıştır?

Bize okullarda öğretilenler işin sadece siyasi sınırları kısmını anlatır.
“Lozan Anlaşması ile sınırlarımız belirlendi. Musul gitti, Mısak-ı Milli’den başka kayıplar da verdik. Ama tanınmış sınırlara kavuştuk.” Tez budur. Halbuki bu cevap işin sadece ‘siyasi sınırlar’ kısmını açıklar. Yani ‘Diğer bölge ülkelerinin sınırları cetvel ile çizilirken bizim sınırlarımız kazanılmış bir Kurtuluş Savaşı ve onu takip eden Lozan Antlaşması ile çizilmiştir. Bu açıdan diğer ülkelerle aramızda bir nitelik farkı vardır.’
Yalan değil. Gerçekten vardır. Hem de o fark sadece Kurtuluş Savaşı ile ya da Cumhuriyet ile de başlamamıştı. Bizden kopan ya da o tarihten önce fiilen zaten kopmuş bulunan ülkeler ile hepsinin yönetim merkezi olan ‘bizim milli varlığımızın ağırlık merkezi’ arasında gerçekten bir nitelik farkı vardır… Bu dört beş asırdan beri böyledir… İşin tuhafı bunu bizim yeni nesillerimiz görmez ama ‘İngiliz Aklı’ hiç unutmaz ve göz ardı etmez. Tedbir alacağı zaman da ona göre alır…

Bize çizilecek sınır ile Kuvet’e çizilecek sınırın niteliği tabi ki aynı olmayacaktı.
Kuveyt Osmanlı’nın Irak Eyaleti’nin Basra Vilayeti’ne bağlı bir Sancak’dı. Biz İngiliz Başbakanı olsak bu iki ülke hakkında düşüneceğimiz çözüm aynı düzlemde mi olurdu? Çöle bastonla bir çizgi çek, oldu sana Kuveyt sınırı. Halbuki tarihi ‘Doğu Roma’ gücüne sınır çizmek istiyorsan… Onlara beyin ameliyatı yapman lazım… Operasyonun zihinlerde yapılması lazım… Bu yapıldı mı yapılmadı mı? Bence yapıldı. Atatürk eliyle ve önce ‘Atatürk Devrimleri’, Atatürk’ün ölümünden sonra da ‘Atatürkçülük’ adı altında yapılan bundan başka birşey değildi..

Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik.
Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor.

Saygılarımla,
Tevfik İzmirli

- d e v a m e d e c e k -

]]>
/archives/15738/feed 0
Tevfik İzmirli – “Gelecek 100 Yıl”ın Yazarı George Friedman’ın Yeni Kitabı: “Gelecek 10 yıl”.. /archives/15510 /archives/15510#comments Sun, 20 Feb 2011 23:01:18 +0000 /?p=15510 Doubleday Yayınevi. Ocak, 2011. 443 Sayfa.

Merhabalar,

George Friedman’ın Türkçeye çevrilmiş olan “Gelecek 100 Yıl” – The Next 100 Years – kitabı ilgiyle karşılanmıştı. Bir çok basın organı kitaptan alıntılar yaparak okuyucuları ile paylaştı. Kitapta Türkiye’ye biçilen rol milli gururumuzu okşadığından olsa gerek kitaba duyulan ilgi hala devam ediyor. Biz de sitemizde bir yazıyı bu kitaba ayırmıştık.

Bu defa George Friedman’ın geçtiğimiz Ocak ayında yayımlanan son kitabını tanıtıyoruz. Muhtemelen bu kitap da yakında Türkçeye çevrilecektir.

Kitaptan seçtiğim alıntıları, araya yorum katmadan, Friedman’ın ağzından ve serbest tercüme ile vermeye çalışacağım:


“Bu kitap önümüzdeki 10 yılda imparatorluk, cumhuriyet ve gücü kullanmak arasındaki ilişkiler hakkındadır.”

“ABD, kuruluş aşamasında ‘Cumhuriyet İlkeleri’ üzerinde tasarlanmış bir devletti. Cumhuriyetimiz, İngiliz Sömürgeciliği’ne karşı verilen mücadele sonucunda kurulduğu için dışarıda ‘Halkların Kendi Kaderini Tayin’ (Self Determination) ilkesine, içeride ise demokrasiye dayanıyordu. Ancak ABD zamanla bir imparatorluğa dönüştü. Cumhuriyetçi prensiplerle ile bir İmparatorluğun idaresi ne kadar mümkün olabilir?”

“Cumhuriyet, İmparatorluğun sebep olacağı baskıyı taşıyabilecek mi? ABD kötü yönetilen bir imparatorluğa rağmen hayatta kalabilir mi? Ya da imparatorluğun yönetimi cumhuriyet ilkeleri ile nasıl bağdaşabilecek?”

“En başarılı üç başkanımız Lincoln, Franklin Roosevelt ve Reagan, ‘Makyavelist Başkanlık’ örnekleri verdikleri için başarılı oldular. ABD Başkanlarını bekleyen en önemli meydan okuma bu çelişkili prensipleri bağdaştırabilmektir.”

“Asırlar olgular, on yıllar ise kişiler hakkındadır.”

“İnsanlar uzun zamanı kapsayan tahmin yapmanın daha zor olduğunu düşünürler. Ben aksi kanaatteyim. Tahmini en zor unsurlardan biri insan davranışlarıdır. Önümüzdeki on yılda neler olacağı büyük ölçüde ABD Başkanlarının alacakları kararlara bağlı olacaktır.”

11 Eylül olaylarına kadar ABD dünyayı, Roma İmparatorluğu ve Büyük Britanya gibi, bir denge politikası ile idare ediyordu: Bölgesel tehdit oluşturma potansiyeli olan güçleri yakınlarındaki başka bir güçle dengeleme politikası.. Hindistan’ı Pakistan’la, İran’ı Irak’la, Arapları İsrail ile.. gibi.. Kendi askeri gücüne ancak son çare olarak başvururdu.”

“11 Eylül olayları ABD’nin dengesini bozacak bir etki yaptı.”
“Başkan’ın hemen bu tehlikeyi ezecek ve yok edecek bir karşılık vermesi kamuoyunun bir numaralı talebi haline geldi. Başkan Bush ve sonrasında Başkan Obama bu baskı sonucunda geleneksel stratejiyi bozacak adımlar attılar. Halkın taleplerini karşılayalım derken ABD’yi Afganistan ve Irak’da savaşlara gömdüler. Halbuki marifet, halkın taleplerini tatmin edecek hareketleri bu stratejiyi bozmadan yapabilmekti.”

“Bu doğrudan müdahaleler sonucunda dengeleri bozduk. Artık Irak, İran’ı dengeleyecek güçte değil. Hindistan’ın karşısında bizim Afganistan operasyonumuzun zayıflattığı bir Pakistan var.”

“Bu çıkmaz bir yol. Her çıkan bölgesel çatışmaya Amerikan Ordusunu’mu yollayacağız? Buna ne asker yeter ne kaynak.. İşte önümüzdeki on yıl bu dengesizlikleri tamir ile geçecek.”

“Zaman içinde ve belli bir planın sonucu olmadan, ABD bir imparatorluğa ve ABD başkanları da imparatora dönüşmüş durumdalar. Bu adı konmamış, resmi olarak ilan edilmemiş ancak fiiliyatta benimsenmiş bir imparatorluk. Aksi halde ABD Başkanlık seçimleri hakkında neden dünya çapında bahisler açılsın? Neden Obama’nın zaferi Belçika’dan Afrika’ya kadar pek çok yerde kutlamalara yol açsın?”

“ABD Başkanları dış politika dışındaki konularda yetkilerini diğer erklerle bölüşürler. Kongre ve Yüksek mahkeme karşısında aciz duruma düştükleri olur. Ancak kurucu idare ABD Başkanlarının elini dış politikada serbest bırakmıştır. Resmen savaş ilan etme yetkisi Kongre’de olsa da, Başkan savaş ilanı olmadan yurt dışına asker yollayabilir, ambargo uygulayabilir. Zaten ABD, tarihinde bugüne kadar sadece beş defa savaş ilan ettiği halde katıldığı savaşların sayısı bunun kat be kat üzerindedir.”

“ABD Başkanı’nın bu konumu fetihler, ilahi kurallar ya da belli bir plan sonucunda ortaya çıkmış değildir. ABD’nin yeryüzündeki tek küresel askeri güç olması bu fiili durumu yaratmıştır.”

” Amerikan gücünün bir ölçüsü de, ironik bir şekilde, Amerikan finansal elitlerinin yaptığı yanlışlıkların dünyaya zarar verme kapasitesidir. Bunu da 2008 mali krizinde gördük.”

“El Kaide’nin 11 Eylül’de sağladığı en büyük başarı, sebep olduğu can ve mal kayıpları değil, ABD Başkanı’nı denenmiş ve faydalı bir stratejiyi terk etmeye zorlamış olmasıdır. ABD hem kendi halkını tatmin etmek, hem de Orta Doğu’daki petrol ülkelerine gereken güveni verme zorunluluğu ile kendisini bir telaş içinde ortaya atmak zorunda kalmıştır.”
“Sonuçta Bin Ladin ABD Başkanı’nın bu zokayı yutmasını sağlamıştır.”

“Hem El Kaide’nin, hem ABD’nin stratejik harp alanları aslında Müslümanların zihinleri ve kalpleriydi. El Kaide baskıcı rejimler altında yaşayan Müslümanlara, kendi şeyhlerinin, diktatörleri bir yana, ABD’nin bile dokunulmaz olmadığını göstermek istiyordu. Halbuki ABD önceliğini kendi halkının – haksız da olmayan – korkularını yatıştırmaya vermek zorunda kaldı. Halkı rahatlatacak ama aslında terörist saldırılara karşı etkisi son derece sınırlı olan bir çok alana – hava alanlarındaki güvenlik tedbirleri gibi – büyük kaynaklar aktarıldı. Önümüzdeki on yıl bu kaynakların da dengelenmesine şahit olmak zorunda.”

“İranlılar, Kuzey Kore’nin başarısında dersler çıkardılar.”
K. Kore’nin kendi hükümeti bile, Sovyetlerin çöküşünden sonra rejimin ayakta kalamayacağından korkuyordu. Kendilerini olduklarından daha tehlikeli ve psikolojik olarak da dengesiz bir devlet olarak göstermek suretiyle, ABD, Rusya, Çin, Japonya G.Kore gibi güçleri kendileriyle, pazarlığa başlamanın pazarlığını yapmak üzere, masaya oturtmayı başardılar. Hem de yardım paketleriyle. Bu olağanüstü bir başarıydı.”

“Aynı işi İran yapmaya çalışıyor. Artık karşısında Irak da yok. İran’ı dengeleyebilecek tek güç ABD’nin kendisi. İşte temel stratejik kuralları çiğnemenin bizi getirdiği jeopolitik çıkmaz.”

“ABD, önümüzdeki on yılda 11 Eylül ile düştüğü bu tuzaktan çıkmak zorunda.”

“Düşmanın adını koyamazsanız savaşın sonu pek iyi bitmez.”

Biz terörle mi savaşıyoruz? O zaman dünyada terör uygulayan her örgütle savaşacak mıyız? II. Dünya Savaşı’nda Japon uçak gemilerinden kalkan uçaklarla mı savaşıyorduk? Adını doğru koymamız şart. II. Dünya Savaşı’nda Japonya ile savaşıyorduk. Amaç Japonya’nın savaşa devam etme iradesini kırmaktı. Terör düşmanın adı değil. Düşmanın kullandığı bir mücadele tekniğinin adı. Şimdi de ‘Köktendinci İslam’ ile savaşıyoruz. O zaman kökten dincilikle hiç ilgisi olmayan Irak’ı neden işgal ettik?”

“İsrail ile aramıza mesafe koymalıyız.”
Bu ABD için ahlaki bir sıkıntı yaratmaz. Artık İsrail’in varoluşu tehdit altında değil. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimleri İsrail için son derece önemli olabilir. ABD için bu konunun hiçbir önemi yoktur. ABD’nin İsrail’e sağladığı yardım bölgenin Müslüman halkları gözünde ABD’yi de ‘düşman’ kategorisine sokmakta. Bu yardımın kaldırılması, ABD’deki İsrail karşıtı lobinin elindeki en önemli silahı alacağı için, İsrail’in de işine yarayacaktır.”

“ABD’nin Üç Amacı”
“Doğu Akdeniz ile Hindikuş dağları arasında yer alan bölgede, ABD’nin belli başlı üç hedefi vardır:
- Bölgesel bir güç dengesini devam ettirmek..
- Petrolün bölgeden kesintisiz akışının devamı..
- Bölgede konuşlanmış ve ABD’yi tehdit eden İslami örgütlerin imha edilmesi..”

“Güç dengesini kendimiz bozduk. İran ve Hindistan’ın elleri serbest. Çin’den başka büyük bir gücün olmadığı bölgede Hindistan kaynaklarını Hint Okyanusu’nda hakimiyet kurmaya yönlendirebilecek duruma geldi.”

Türkiye
“Arap yarımadasını tehdit edebilecek bir İran’ı kim dengeleyecek? Türkiye, büyük nüfusu olan ve yükselen bir güç. Ama hala sınırlı bir güç. İran Körfezi’ne güç aktarımı yapabilecek durumda değil. Irak ve İran’a kuzeyden baskı uygulayarak, dikkatlerini Körfez’den uzaklaştırabilir. Ama Arapların petrol kuyularını korumak için doğrudan müdahalede bulunamaz.”

“Dünyada deniz yoluyla ihraç edilen bütün petrolün %45′i Hürmüz boğazı’ndan geçer. İran karaya konuşlanmış füzeleri, dökebileceği mayınları ile burayı kapatacak kapasiteye sahip.”

“ABD İran’la anlaşmalı”
İran’ın karşısına bir denge unsuru olarak çıkabilecek bir Irak’ı tekrar yaratmak kısa dönemde hayata geçebilecek bir düşünce değil. ABD, büyük bir askeri gücü bölgede uzun vadeli olarak konuşlandırmak istemiyorsa, ki istemiyor, önündeki tek seçenek İran’la arasını düzeltmektir.”

“Tarihte Stalinist Sovyetler ile, Maoist Çin ile anlaşmadık mı? Stalin ile anlaşmamanın bedeli bir Nazi zaferi olabilirdi. Çin ile anlaşmamızın sebebi, Vietnam savaşından mağlup çıkmamızdan yararlanmak isteyen Sovyetler’i dengelemek değil miydi? Bugün de İran ile benzer bir durum içindeyiz. ABD Başkanları, stratejik hedeflerini elde edebilmek için İran ile anlaşmak zorundalar. Bu anlaşma her iki tarafa da yarar sağlar. ABD, petrol akışını garantiye almış olur. Bölgedeki askerlerini geri çekebilir. İran’ın bir numaralı önceliği rejiminin devamıdır. Son on yılda hem doğularında hem batılarında ABD askeri varlığı ile yaşıyorlar. Irak’ın tekrar bir güç haline gelmemesini ve yıkıcı bir ABD darbesi yememeyi önemserler. Ayrıca bu anlaşma ile Orta Doğu’daki etkilerini arttırabilirler.”

“İran’ın bu anlaşma ile sağlayacağı serbestliğin sınırları olacaktır. Doğrudan Amerikan müdahalesini gerektirecek eylemlere girişmemek gibi. Arap yarımadası’na askeri bir harekat düzenlemek hem İran’ın askeri kabiliyeti açısından imkansızdır hem de doğrudan bir Amerikan müdahalesini davet edeceği için, İran bu maceraya atılmayacaktır. Tabi ki bu anlaşma da Stalin ve Mao ile yaptıklarımız gibi geçici bir süreyi kapsayacaktır.”

“Bu anlaşmadan en çok zararlı çıkanlar başta Suud hanedanı olmak üzere Arabistan Yarımadası’nın Sünnileri olacaktır.
Irak’ın desteği olmadan bu devletler kendi topraklarını savunmaktan acizdirler. Petrol serbestçe aktıkça ve bölge tek bir gücün kontrolüne girmedikçe, bu ülkelerin ve halklarının ekonomik ve politik refahları ABD’nin ilgi alanı dışındadır. Suudiler, ABD’ye çıkarlarının garantörü olarak bakmaya devam ederken İran ile de politik olarak geçinmenin yolunu bulmak zorunda kalacaklar. Körfezin politik dinamikleri herkes için yeniden tanımlanmış olacak.”

“ABD Başkanı bu anlaşmayı Amerikan kamuoyuna ‘El Kaide ile savaşta faydalı olacak’ söylemi ile kabul ettirebilir.
İran’a bir hava harekatı düzenlemek Obama’nın politik desteğini tabi ki yükseltirdi. Bu anlaşma Başkan’ın zayıflığına işaret olarak algılanabilir. Fakat yine de anlaşmanın alternatifleri halka anlatılabilirse destek sağlanabilir. Başkan Çin ile sağlanmış olan yakınlaşmanın zaman içinde getirdiği faydaları örnek gösterebilir.”

“ABD’deki Suud ve İsrail lobileri itiraz edeceklerdir. Bu manevra İsrail’i kızdıracak, Suudları korkutacaktır. İsrail kolaylıkla adapte olabilir. Çünkü, İran’ın Hızbullah’a verdiği desteğe rağmen, İsrail silahlı kuvvetleri ve istihbarat teşkilatı tarihi olarak İran’ı Araplar’a karşı potansiyel bir müttefik olarak görmeye alışıktır. Ayrıca anlaşmanın Araplar üzerinde yarattığı baslı İsrail’i memnun edecektir. İran anlaşması, ABD’nin İsrail tarafından kontrol edilmediğini de ispat edecektir.”

İran’ı dengelemek

İran’a karşı diğer seçenekler
“İran yaratılıştan savunma durumunda bir ülkedir. Gücü ne uzun vadelidir ne de ABD’nin bölge politikasını üzerine oturtabileceği kadar güçlüdür. Nufusu ülkenin sınırlarındaki dağlık bölgelerde yoğunlaşmıştır. Ülkenin ortası ya tamamen insansızdır ya da gayet az bir nüfusu barındırır. Sadece şu anda içinde bulunduğumuz durum gibi özel hallerde dışarıya güç aktarabilir.. Uzun vadede ya dış güçlerin kurbanıdır ya da yalıtılmış bir haldedir. ABD ile varacağı anlaşma Araplar karşısında İran’a geçici bir üstünlük sağlayacaktır.”

“ABD bir kaç yıl içinde bu bölgede yeni bir güç dengesini diriltmek zorundadır. Pakistan etkisini batı yönüne uzatamaz. İsrail İran’ı dengelemek için hem fazla ufak hem de uzakta. Arap yarımadası bölünmüşlük içindedir ve bir karşı ağırlık oluşturacak durumda değildir. Daha gerçekçi bir seçim, Rusya’nın etkisini İran sınırlarına kadar indirmesi olabilir. Bu zaten olabilir ama başka yerlerde büyük problemlere sebep olacaktır.”

Türkiye
Bölgedeki uzun vadeli bir güç olabilecek ve İran’a bir karşı denge oluşturmaya gücü yetecek tek ülke Türkiyedir. Türkiye bu konumu, gelecek on yıllar içinde, ABD ne yaparsa yapsın elde edecektir. Türkiye bölgenin en büyük ve dünyanın onyedinci ekonomisidir. Rusya – bir de belki İngiltere – dışarda tutulursa muhtemelen Avrupa’nın en güçlü ordusuna sahiptir. Müslüman ülkelerin çoğu gibi kendi sınırları içinde laikler ve İslamcılar bölünmesi yaşamaktadır. Fakat bu mücadele diğer ülkelere Müslüman dünyanın diğer kısımlarına göre daha sınırlıdır.”

İran’ın Arap Yarımadası’na hakim olması Türkiye’nin çıkarına uygun değildir. Türkiye bölgenin petrolüne – Rus petrolüne olan bağımlılığını azaltmak amacıyla – iştah duymaktadır. (Tevfik İzmirli’nin notu: Yazar burada işi karıştırmış. Türkiye Rus petrolüne değil doğal gazına bağımlıdır.) Ayrıca Türkiye, İran’ın kendisinden daha güçlü hale gelmesine sıcak bakmaz. İran’da küçük bir Kürt nüfus yaşarken Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde, İran’ın kötüye kullanabileceği büyük bir Kürt nüfus bulunmaktadır. Bölgesel ve küresel güçler Kürtlere verdikleri desteği Irak, İran ve Türkiye’yi baskı altına almak ya da istikrarsızlığa sokmak için kullanmaktadırlar. Bu eski bir oyun ve sürekli bir zarar görebilme durumudur (vulnerability).”

İran, önümüzdeki on yıl boyunca Türkiye ile başa çıkabilmek amacıyla büyük kaynaklar tahsis etmek zorunda kalacaktır. Bu arada Arap dünyası Şii İran’a karşı bir koruyucu arayışı içinde olacaktır. ‘Türk Gücü’nün Osmanlı İmparatorluğu esnasında Arap Dünyası üzerinde bıraktığı acı hatıralara rağmen Sünni Türkiye en iyi seçenektir.”

Gelecek on yılda ABD, Türkiye’nin Amerikan çıkarlarına karşı cephe almamasını ve Türkiye ile İran’ın aralarında anlaşarak Arap dünyasına hükmetmek ve aralarında bölüşmek üzere bir ittifaka girmemelerini sağlamak zorundadır. Türkiye ve İran Amerika’dan ne kadar fazla korkarlarsa böyle bir ittifakın ortaya çıkma ihtimali o kadar artar. İranlılar kısa dönemde ABD ile anlaşmış olmaktan tatmin duyacaklardır. Ancak bunun uzun vadeli bir arkadaşlık olmadığının bilincinde olacaklardır. Amerika ile uzun vadeli bir ittifaka açık olan taraf Türklerdir. Türkler Amerika için diğer bölgelerde, özellikle Rus emellerini önleyebilecekleri Balkanlar ve Kafkasya’da de kıymetli olabilirler.”

ABD, İran ile yapacağı anlaşmanın temellerine sadık kaldığı müddetçe, İran Türkiye için bir tehdit oluşturacaktır. Türklerin eğilimleri ne yönde olursa olsun kendilerini korumak isteyecekler ve bunu yapabilmek için İran’ın Arabistan Yarımadası’ndaki ve onun kuzeyindeki Irak, Suriye, Lübnan gibi ülkelerdeki gücünü kırmaya çalışacaklardır. Bunu sadece İran’ı sınırlandırmak amacıyla değil aynı zamanda güneylerindeki petrole kendi erişimlerini geliştirmek için yapmak isteyeceklerdir. Hem bu petrole ihtiyaçları olduğu için hem de bu petrolden kar etmek istedikleri için.”

Türkiye ve İran gelecek on yıl boyunca rekabet ederken İsrail ve Pakistan yerel güç dengeleri ile uğraşıyor olacaklar. Uzun vadede Türkiye İran tarafından sınırlandırılamaz. Türkiye ekonomik bakımdan açık ara ile daha dinamik bir ülkedir ve bu sebeple daha üst düzeyde bir orduyu ayakta tutabilir. Bundan daha önemlisi, İran coğrafi olarak sınırlı seçeneklere sahipken Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika havzalarına ulaşabilir konumda olduğu için, İran’ın ulaşamayacağı fırsatlara ve müttefiklere ulaşabilecek durumdadır. İran antik çağlardan beri hiçbir zaman önemli bir deniz gücü olamamıştır. Limanlarının konumlarından dolayı gelecekte de olamayacaktır. Türkiye ise tam tersine Akdenizde sıklıkla hakim güç haline gelmiştir ve tekrar gelecektir. Gelecek on yıl süresince Türkiye’nin bölgenin hakim gücü konumuna gelmesinin başlangıcına şahit olacağız. İlginçtir ki, biz önümüzdeki yüzyılı Türkiye’nin son derece önemli bir rol oynamayacağı bir yüz yıl olarak düşünemezken, bu on yıl hazırlık on yıllarının birisi olacaktır. Türkiye içindeki çelişkileri çözüp ekonomisini büyütmelidir. Türkiye’nin takip etmekte olduğu dikkatli dış politika devam ettirilmelidir. Türkiye çatışmalara dalmayacak böylece bölgenin tanımlayıcı gücü olmasa da etkileyici gücü olacaktır. Amerika Türkiye’ye uzun vadeli bakmalı ve gelişmesini tehlikeye düşürecek bir baskı uygulamaktan kaçınmalıdır.”

Buraya kadar George Friedman’ın ağzından yazdım. Yazar, kitabın devamında Amerika’nın dünyanın diğer bölgelerinde karşılacağı fırsatları ve problemleri ele alıyor. Onları tek tek özetlemiyeceğim.

Yazıyı, bizim insanımızın ilgisini çekeceğini düşünerek, Friedman’ın ABD’ye, Rusya ilişkileri çerçevesinde önerdiği Gürcistan politikasını özetleyerek bitirmek istiyorum:

Türkiye’nin Rus baskısı altında Boğazları terketmesi ya da Kafkasya sınırını güneye doğru çekmesi beklenmeyeceğine göre, Türkiye sadece bulunduğu yerde var olmakla Rusya karşısında Amerikan çıkarlarını koruyor demektir. ABD açısından Rusya Kafkasya’da tutulduğu müddetçe Kafkasya’nın neresinde tutulduğu fark etmeyeceği için Gürcistan’da geniş yükümlülükler üstlenmemizin anlamı yoktur. Gürcistan, pek az bir getiri karşılığında Amerika’nın gücünü emen bir yer halindedir. Dolayısı ile ABD’nin Gürcistan stratejisi terkedilmelidir. Bu strateji Amerikalıların bu pozisyonun risksiz ve maliyetsiz olduğunu düşündükleri yıllardan kalmadır. Risk ve maliyetlerin arttığı şu zamanda ABD, Gürcistan’ın bir varlıktan ziyade yükümlülük olduğunun farkına vararak, risklerini çok daha dikkatle yönetmek zorundadır.”

Önümüzdeki on yıl içinde ABD’nin önünde kendisini Gürcistan’dan ve Kafkasya’dan, yeni müttefiklerine psikolojik hasar yaratmadan çekip çıkartmak için dar bir zaman aralığı bulunacaktır. Gürcistan’ın terk edilmesi büyük ihtimalle Polonya ve Intermarium’da – Baltık Denizi ve Karadeniz arasındaki bölge - hemen kendi duruşlarını yeniden değerlendirmelerine sebep olabilecek bir psikolojik belirsizliğe yol açacaktır. Gürcistan’dan çıkmayı Polonya ile Rusya’nın karşı karşıya gelmelerine kadar ertelemek sadece sıkıntının boyutlarını arttıracaktır. Dolayısı ile Gürcistan konusunu mümkün olan en kısa zamanda ele almanın dört faydası olacaktır:
Birincisi, bu Amerika’ya İntermarium’un psikolojisini düzeltecek zamanı kazandıracaktır.
İkincisi, Amerika’nın bu hareketi Rusya’nın baskısı ile değil, kendi arzusu ile yaptığını gösterecektir.
Üçüncüsü, Türklere Amerika’nın pozisyon değiştirebileceğini gösterecektir. Bu kendisinden aşırı derecede emin bir Türkiye’yi biraz endişelendirecektir ki bazen endişenin de faydası vardır.
Dördüncüsü, Amerika Kafkasya’da atacağı bu geri adımın karşılığında Rusya’dan Orta Asya’da bir takım tavizler talep edebilecektir.

ABD, Gürcistan’a şimdi tutmayacağı sözler vermiş durumdadır. Ancak daha geniş resme baktığımızda bu ihanet Amerika’nın diğer yükümlülüklerini yerine getirme gücünü arttıracaktır. ABD için az önemde olan Gürcistan, Rusya açısından, güney sınırının güvenliğini garanti ettiğinden, muazzam bir önem taşımaktadır. Ruslar, Gürcistan için esaslı bir fiyat ödemeye hazır olacaklardır. Amerikan’ın buradan gönüllü olarak ve kısa zamanda çıkmak istemesi bir pirimi hak edecektir.”

“Rusya’nın ödeyeceği bu fiyat, İran’a silah sağlamamak ve Amerikan’ın teklifleri kabul görmediği takdirde uygulanacak olan etkili ambargoya katılmak olabilir. İran’ın ABD’nin yaklaşımını kabul etmesi halinde ise bu defa ABD Rusya’dan bölgeye, özellikle Suriye’ye silah satmamasını talep edebilir. Böyle bir anlaşma İran’a yapılan teklifle aynı anda yapılırsa bu tekliflerin ağırlığını da arttıracaktır..”

Kafkasya’da bir dayanak noktası olarak Gürcistan’ın, Azerbaycan’a kıyasla çok daha az yaşama şansı vardır. Azerbaycan hem Rusya ve İran’la sınırdaştır hem Türkiye ile yakın ilişkiler içindedir ve önemli bir petrol kaynağıdır. Ermenistan bir Rus müttefiki iken, Gürcistan güçlü bir ekonomik temelden yoksun iken Azerbaycan’ın ekonomik kaynakları vardır ve Amerikan operasyonları için bir platform olabilir. Dolayısı ile, önümüzdeki on yılda hem çekilme stratejileri hem yeni ittifaklar kurma stratejilerinin her ikisi birlikte var olacaktır. Ama şu andaki stratejimiz var olmayacaktır.”

Burada bitiriyorum.. Bu kitap da, jeopolitik kahve sohbetleri ile gelecek okumanın Amerikanca bir karışımı.. Bunda da Türkiye ilginin odağında.. Tavsiye ediyorum.. Rahat okunan ve düşündüren bir kitap..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
/archives/15510/feed 0
Tevfik İzmirli – “Son Balyoz tutuklamaları bir komplonun mu parçası? ‘Evet’ diyenlerin önce şu sorulara cevap vermesi gerekmez mi?..” /archives/15401 /archives/15401#comments Tue, 15 Feb 2011 02:38:41 +0000 /?p=15401 Merhabalar,

Son tutuklamaları; üzüntü, endişe hatta korku ile seyreden bir kesim vatandaşımız var. Bu kesimin kanaat önderleri ısrarla Ergenekon ve Balyoz davalarının büyük bir planın hatta komplonun parçaları olduğunu vurguluyorlar..

Onlara göre tüm yaşananlar; asıl amacı Türkiye’yi bir ‘Şeriat Devleti’ne veya ‘Ilımlı bir İslam Devleti’ne dönüştürmek olan AKP iktidarı tarafından – hatta belki de bu iktidar eliyle ABD tarafından – bu hedefe giden yoldaki engelleri teker teker ortadan kaldırmak amacıyla yapılıyor.

Yüksek yargıda yapılan değişiklikler de bu amaca yönelik, emekli ya da muvazzaf TSK mensuplarınına yönelik darbe iddiaları da..

Tarafsızmış gibi yapmama gerek yok.. Ben tam aksine inanıyorum.
Bence ülkemizin boynuna takılmış olan tek bir tasma kaldı: Atatürkçülük ambalajına bürünmüş asker ve yüksek yargı vesayeti..

Bizi bu insan haysiyetine yakışmayan tasmadan kurtaracak her türlü meşru girişim benim gözümde bir kanser ameliyatı gibi.

Yeterki bu ‘ur’ dan kurtulalım. Ameliyatın tüm zorluğuna değer.

Bence yapılan budur ve Türkiye Cumhuriyeti bu işi hukuk yoluyla başarmış olmaya son derece yaklaşmıştır.

Peki, karşı tarafın söylemleri, benim ve benim gibi düşünenlerin zihinlerinde ve vicdanlarında yer etmiş bu kanaati değiştirebilir mi? Nasıl değiştirebilir?

Tabi ki değiştirebilirler. Nasıl ‘bilimsel gerçek’ denen bir bilginin bile bilimsel sayılabilmesi için ‘yanlışlanabilir’ olması gerekiyorsa, bir kanaatin de mantıklı deliller karşısında değişebilir olması gerekir. Aksi halde ona ‘kanaat’ demezler ‘takıntı’ derler.

Yapacakları iş basit. Aşağıda yedi başlık altında topladığım sorulara ikna edici cevaplar verebilirlerse, ben kanaatimi değiştirmeye tabi ki hazırım:


1.
12 Eylül, 2010′da halk oylaması ile kabul edilen anayasa değişikliği, oya sunulmadan önce, CHP tarafından iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü mü, götürülmedi mi?
Geçmişte vermiş olduğu kararlarla, altı okçuların kalesi olarak algılanan bu mahkeme bile, yaptığı inceleme sonucunda, yüksek yargı ile ilgili maddelerden sadece bir tek maddeyi iptal ederek; halk oyuna sunulan hali ile bu tasarıda Anayasa’ya aykırı yön bulunmadığını açıkladı mı, açıklamadı mı?
Hatta kararında, oya sunulacak değişikliklerin, yargıyı mevcut duruma göre daha demokratik bir yapıya taşıyacağını belirtti mi, belirtmedi mi?

2.
Halk oylamasındaki sonucu öne sürmeyeceğim. Halk ne de olsa cahil ve bidon kafalı. Oylarını iki araba kömüre satıyor.

Ama şunu soracağım: Referandum sonrasında kabul edilerek yürürlüğe giren metin, AB’nin bu konulardaki danışma organı olan Venedik Komisyonu’na yollandı mı, yollanmadı mı? Venedik Komisyonu yargıda yapılan bu değişiklikleri inceleyerek AB normlarına uygun ve olumlu buldu mu, bulmadı mı? Hatta aynı istikamette daha ileri adımlar atılması gerektiğini belirtti mi, belirtmedi mi? Venedik Komisyonu’nun raporu basında yer aldı mı, almadı mı? Bu rapordan neden pek bahsedilmiyor?

3.
Anayasa’nın yenilenen maddesine göre HSYK üyelikleri için seçimler yapıldı mı, yapılmadı mı?
Bu seçimlerde yurt çapında sayıları 12,000 civarında olan kürsü hakimleri ve savcıların tümü oy kulandı mı, kullanmadı mı?
Bu seçimlere ayrı listeler ile katılan Demokrat Yargı Derneği ve rakibi Yarsav umduklarını bulamazken şu anda görevde olan hakimler seçildi mi, seçilmedi mi?

Oy kullanan binlerce savcı ve hakim satılmış mıdır? Yoksa AKP militanı mıdır? Yoksa sadece, gölgelerinden bile korkan bir takım pısırık, şahsiyetsiz, şerefsiz bir guruptan mı bahsediyoruz?

Koskoca genel seçimleri bu adamların gözetiminde yapmıyor muyuz? Bu kadro kendi seçimini doğru dürüst yapamayacak bir gurup mudur? Bunu mu iddia etmek istiyorlar?

İnternet çağındayız. Eğer bu seçimlerde bir usulsüzlük yaşandıysa neden bu konuda hiç bir ihbar gelmiyor? Neden ‘”Şu şu şekilde hileler, baskılar yapıldı” iddialarına rastlamıyoruz?

4.
Habertürk ekranında ilk defa Ali Bayramoğlu açıklamıştı. Ertesi gün Adalet Bakanı doğruladı. Eski HSYK Başkanı yalanlamadı. İddia şuydu:
Taslak üzerinde konuşulurken, Adalet Bakanı HSYK Başkanı’na bir teklifte bulunuyor: “Gelin karşılıklı zıtlaşmayı bırakalım. Ne siz aday gösterin, ne TBMM üye seçsin. Hem Adalet Bakanını hem Müsteşar’ını Kurul’dan çıkarmayı da kabul ediyorum. Yalnız, HSYK üyelerinin tamamını hakim ve savcılar seçsin”. Bu teklif kabul görmemiş. Acaba neden?

5.
Yeni oluşan HSYK, ilk icraat olarak Özel Yetkili Mahkeme hakimlerinin bazılarının görev yerlerini değiştirdi.
Karşı tarafın kanaat önderleri, yaşanan yeni tutuklamaların bu kasıtlı görev yeri değişikliklerinden sonra geldiğini, bunun tesadüf olmadığını söylüyorlar. Önceki tutuklamalara tahliye kararı veren hakimlerin bu mahkemelerden ayıklandığına işaret ediyorlar.

Üye sayısı yeni seçilenlerle 22′ye çıkan HSYK, bu hakim tayinlerine nasıl olmuştur da ‘oy birliği’ ile karar vermiştir? Yani hem eskiden kalan üyeler, hem yüksek yargı mensupları arasından girenler, hem de kürsü hakimlerince seçilen üyelerin tamamı, Adalet Bakanı’nın katılmadığı oturumda, hangi sebeple oy birliği ile bu karara varmıştır?

Bu 22 üye de mi satılık ya da AKP militanıdır? Yoksa görev yeri değiştirilince emekliliğini isteyen bir ağır ceza hakimi, bir uyuşturucu baronu ile, sadece bu amaçla alınmış bir cep telefonu üzerinden kısa mesajlarla randevulaştığı ve gizlice buluştuğu için mi meslektaşları tarafından görevden alınmıştır?
Bu hakim ile uyuşturucu baronu arasındaki konuşmaların ses kaydı HSYK üyelerine dinletilmiş midir? Bu hakim, suçlanan emekli generallerden birisinin eşi tarafından “Dosyayı şu numaralı mahkemeye düşürün, o mahkemenin başkanı bizden” şeklinde bahsedilen hakim midir?

Son dakika notu:
Bu yazının yayımlanmasının üzerinden daha bir gün geçmeden, HSYK’nın açıklaması geldi. HSYK Başkan Vekili;
“İstanbul 10 ve 14′üncü Ağır Ceza Mahkemesi Başkanları hakkında yürütülen ‘resmi sıfatlarının gerektirdiği saygınlık ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunma, irtikâpta bulunma ve rüşvet alma iddialarını içeren’ soruşturmalar sonucunda aynı yerde göreve devamlarının soruşturmaların selametine ve yargı erkinin nüfuz ve itibarına zarar vereceğinden, görev yerlerinin değiştirilmesi teklifini içeren soruşturma raporu Kurulumuzca 13 Aralık 2010 tarihinde görüşülüp, adı geçen başkanların bu görevlerinden alınarak başka bir yargı alanında görevlendirilmelerine, Sayın Bakanın katılmadığı toplantıda 21 Kurul Üyemizin oybirliğiyle karar verilmiştir.” diyor.

6.
Ergenekon soruşturması en başında Ümraniye’de bir astsubayın evinde bulunan silahlarla başlamıştı. O günlerden sonra köprülerin altından çok sular aktı. Danıştay cinayeti, Cumhuriyet bombaları, soba boruları, Poyrazköy, Zir Vadisi, ‘basit kağıt parçaları’, Balyoz derken geldik Gölcük Donanma Komutanlı’ğının göbeğinde döşeme altı evrak depolarına. Atatürkçü bazı subaylarımız buna da ‘yer yokluğundan’ kulbunu taktı.. Hatta bu zırvaya bazı Ergenekon dostları bile ‘ya sabır’ çekmek zorunda kaldılar..

Savcının Donanma Komutanlığı’nda yaptığı arama, başından sonuna kadar askeri yetkililerin gözetiminde yapıldı mı, yapılmadı mı? Başından sonuna kadar videoya kaydedildi mi, kaydedilmedi mi?

Bu yeni bulunan delillerden sonra yüzlerce subayın tutuklanmasına muhalefet partilerinden bile büyük bir karşı çıkış duyulmadı. Acaba, bu siyasilere, delillerin ciddi olduğu yolunda bir bilgi gitmiş olabilir mi?

Savcının yaptığı aramada asker tarafının eskisi gibi mırın kırın etmeden, aramayı geciktirmeden, sadece refakat görevi yapmış olması neye işaret etmektedir?

7.
Yüzyetmişe yakın subay ve generalin tutuklanmasına karşı çıkıyorlar. Hukukçu değilim ama dinleye dinleye ezberledik. Yargılamanın tutuklu yapılması için şu üç sebepten birisinin aranması gerekiyor: Ya sanığın kaçma ihtimali olacak, ya isnad edilen suç, ‘katalog suçlar’ denen suçlardan birisi olacak ki bu davaya konu olan suçlamalar bu listeye dahil – yani sadece bu sebepten dahi tutuklanabilirler – ya da sanıkların tutuklanmadıkları takdirde delilleri karartma ihtimali bulunacak.
Diyelim ki hakimler bu sanıkların kaçma ihtimalini varit görmediler. Diyelim ki işledikleri iddia edilen suç katalog şuçlardan olmasına rağmen hakimler takdir yetkilerini kullanarak tutuklamaya gitmediler. Bunlara hiç bir söz söylemeyelim.

Peki, Allah aşkına, “Bu sanıkların delil karatma ihtimalleri yoktur’ denebilir mi?
Geçen yılın yaz aylarında haklarında yakalama kararı çıktığında, sonradan bu karar kaldırılıncaya kadar Genel Kurmay tarafından ordu evlerinde saklananlar bunlar değil miydi?
Ne malum Gölcük’de bulunan belgelerin benzerlerinin daha başka karargahlarda bu süre içinde yok edilmedikleri?
Kim garanti edebilir, başka karargahların bambaşka yerlerinde saklı daha bu gibi pek çok belgenin mevcut olmadığını?
Aradan geçen zaman içinde subaylar tayinlerle yer değiştirmiş, bir takım belgeler bu ekibin ulaşamayacağı bölümlerde, karargahlarda saklı kalmış olamaz mı? Şimdi gidip açıktan “Bizim darbe hazırlık belgelerimiz sizin karargahın şurasında kalmıştı, alabilir miyiz?” diyemedikleri için, o belgelere ulaşmanın yolunu aramakta olduklarından – en azından içlerinde bu halde bir kaç kişi olduğundan – şüphelenmek yersiz midir?

Sorular bu kadardı..

Sanıkların avukatlarını anlıyorum. Müvekkillerinin aleyhine konuşmaları beklenemez. Görevlerini yapıyorlar. Anasını kesenin bile, kendi tutamazsa, avukatı barodan veriliyor. Avukat her fırsatta iddiaları çürütmeye çalışacak.

Sanıkları ve sanık yakınlarını da anlıyorum. Bu planların yapıldığı iddia edilen yıllarda akıllarına gelmeyecek bir durumla karşı karşıyalar. Sivil mahkemelerde yargılanıyorlar. Sözüm meclisten dışarı, tam anlamıyla ‘eşekten düşmüş karpuz’ durumundalar. Mahkemenin tutuklama kararına karşı, ‘bir üst rütbem gelmeden teslim olmam’ diyecek kadar akıl kaybı içindeler. Neredeyse Levent Kırca skeçlerindeki ihtilalci emekli – bunak subayları andırıyorlar ve işin ucunda – şaka değil – 20 yıl hapis görünüyor. Yapanı da, yapmayanı da ‘yapmadım’ diyecektir. Bu da gayet anlaşılır bir insanlık hali.

Tutukluluk sürelerinin uzunluğundan, davaların uzun sürmesinden şikayet etmekte yerden göğe kadar haklılar. Suçlu ile suçsuzun bir an evvel ayrılması için ne gerekiyorsa yapılsın. Ayıptır, günahtır. Boş yere yatanların kayıpları neyle tazmin edilebilir?

‘TARAF’a gelen Balyoz belgelerinin kim tarafından sızdırıldığı’ ya da ‘Gölcük’deki evrakların orada saklı olduğunu kimin ihbar ettiği’ gibi sorular da gayet kritiktir. Milletçe dileriz ki bu gayretlerin ardında ya kendi vatansever subaylarımız ya da kendi istihbarat teşkilatımız olsun. Onlar değil de, yabancı bir parmak varsa, yandı gülüm keten helva. Bugün darbecileri yakalatabilen yabancı elin yarın hangi amaç uğruna neler yapabileceğini düşünmek lazım. Bu endişeler de paranoya değil, yerinde düşüncelerdir.

Ancak bunların dışında kalan ve genellikle ‘Baro Başkanı’, ‘Hukuk Profesörü’ gibi sıfatlara sahip bir takım zevat tarafından dillendirilen görüşler var ki insan ne diyeceğini şaşırıyor. Göz göre hepimizi aptal yerine koymaya çalışıyorlar.

Sen kalk.. benim vergilerimden maaş alırken benim seçtiğim hükümeti devirmeye çalışanları koru. Yakalandıklarında “Karısı türbanlı adam Cumhurbaşkanı oldu”, “Başbakan Arap yanlısı dış politika izliyor”, “Atatürkçülük elden gidiyor, şeriat getiriyorlar” gibi zırvalarla durumu kurtarmaya çalışanları savun.. Bir de lugat paralayarak bilgiçlik tasla.. Neredeyse olayı bir iftiralar demetine indirge.. İşte bunlara dayanamıyorum..

O bakımdan, “Önce yukarıdaki yedi gurup soruya cevap verin.. ondan sonra konuşun” diyorum..

Son söz:

Bu Atatürkçü (!) darbecileri koruyan sivil ve çok bilmiş Atatürkçülere (!) bir çift sözüm var:
“Geçti o devirler arkadaşlar.. Tek parti zihniyetiniz tam anlamıyla sırıtıyor.
Milletin verdiği oyları hazmedemiyorsunuz. Kurduğunuz al gülüm ver gülüm düzeni çöktü..
Güvendiğiniz dağların sonuncusuna da kar yağdı..
Önümüz seçim, daha da yağacak..
Bu – kendi çapında – demokratik devrimi de şu beğenmediğiniz karısı baş örtülü olanlar yaptı..
Şimdi tek çıkar yolunuz ‘Tek Parti Dönemi’nin iki dereceli, tüm adayların Ebedi Şef tarafından belirlendiği Hacivat tarzı seçim sistemi.
Onu da getiremiyeceğinize göre.. size geçmiş olsun..”

Saygılarımla..
Tevfik İzmirli

]]>
/archives/15401/feed 0