Tevfik İzmirli – Erol Kadiroğlu ile Sohbet – 2 – (ikinci bölüm) – “Kürt sorunu ve çözüm önerim”
Üç tarihi sorun..
İdealimizdeki ülke, benim yaklaşımım, elimizdeki malzeme, kültürel yapımız.. gelelim bugüne..Türkiye olarak önümüzde üç büyük mesele olduğu söylenir.. nesilden nesile geçen.. Geri kalmışlık.. Kürt sorunu ve irtica dedikleri, dindar kesimlerin idareye ağırlık koyması.. Bunlardan geri kalmışlık sorununu bir kenara bırakıyorum.. daha gidecek çok yolumuz var ama bu konuda zincirleri kırdık sayılır.. on yıllar boyunca uğraştık.. özellikle Özal ile birlikte koşmaya başladık.. (Bkz. Ek Yorum 3)
Diğer iki konunun, Kürt konusunun ve bu irtica denen konunun tarihi kökleri var…
1. Kürt Sorunu
Kürdistan, Osmanlı idaresine girdikten sonra da, muhtemelen dağlık ve izole bir coğrafyaya sahip olmasının da etkisiyle, Osmanlı toprak düzeni dışında bırakılmış bir bölge.. Osmanlı bu bölgeyi, içine nüfuz etmeden, dışardan ve Kürt beyleri, aşiret reisleri eliyle idare etme yoluna gitmiş. Bunun da etkisi ile bölgenin feodal yapısı zedelenmeden 20. Yüzyıla kadar ulaşabilmiş. Bu açıdan bölge, şu günkü topraklarımız içinde başka benzeri olmayan tarihi bir arka plana sahip. Kürtler, Osmanlı’nın tüm etnik ve dini unsurları (Osmanlı bunları millet olarak adlandırıyor) kapsayan şemsiyesi altında ve dindar müslüman kimlikleri ile fazla bir siyasi sıkıntı yaratmadan 19. Yüzyılın sonlarına kadar gelmişler. Ortodoks Rus Çarlığı’nın, Osmanlı üzerindeki tarihi emelleri malum. 19. Yüzyılın başında hızını arttıran Rus yayılması, bu yüzyılın ikinci yarısında, bir yandan kendi askeri gücüyle, diğer yandan Balkan Ortodoks’larını destekleyip kışkırtarak, Balkanların elimizden çıkmasına yol açarken, eş zamanlı olarak aynı genişlemeci siyasetini, Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu üzerine baskı yaparak da uygulamış. Doğu Anadolu’daki müttefiki de Ermeni unsuru olmuş. Doğu Anadolu’da taşları yerinden oynatan ‘93 Harbi (Hicri 1293 / Miladi 1878), Osmanlı’nın belinin kırıldığı harp. Meşhur Plevne Savunması (Şerefli Yenilgisi) ‘93 harbinin Balkan cephesinde yaşandı.. Rus orduları Balkan cephesinde Ayetafenos’a (bugünkü Yeşilköy) kadar geldiler, Doğu Anadolu’da Erzurum bile kısa bir süre Ruş İşgaline girdi ve Osmanlı Ayestafenos Anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı.. Rusların, Osmanlı aleyhine bu kadar büyük kazançlar elde etmesi, İngiltere ve Avusturya – Macaristan İmparatorluklarının stratejik menfaatlerini zedelediğinden, bunların isteği üzerine yapılan Berlin Anlaşması ile Osmanlı’nın Balkanlar’daki ömrü bir miktar uzatıldığını.. Bu geri kazanım karşılığında, Osmanlı’nın Kıbrıs adasını İngiltere’ye kiraladığını görüyoruz.. Gidiş o gidiş.. Kıbrıs da böylece gitmiş oluyor.. Berlin Anlaşması’nın Balkanlar’daki sonuçları konumuz dışında.. Doğu Anadolu’da ise, Ruslar bir miktar toprağı bize terketmekle birlikte, Kars, Batum, Artvin ve Ardahan sancaklarını alıyorlar.. taa 1918’de, o da Çarlık çöktüğü için girebildiğimiz mesela Kars’ı, bu defa Osmanlı yenilince tekrar Ruslar’a terkedeceğiz.. 1920’de Karabekir gelene kadar.. Batum hariç.. ‘93 Harbinde, Rus Ordusunda Ermeni komutanlar ve askerler olduğunu da hatırlayalım..
Hamidiye Alayları
Bu zamanlardan itibaren, işlerin artık iyiye gitmeyeceğini gören II. Abdülhamid’in 1890’lardan itibaren Kürt aşiretlerini silahlandırdığını, Kürt’lerden, Hamidiye Alayları olarak anılan süvari birlikleri oluşturduğunu görüyoruz.. Kürt aşiretleri Osmanlı’nın yanında hem Ruslar’a karşı savaşabilirler, hem İran’a karşı, hem de olası Ermeni isyanlarında işe yararlar, plan bu.. Zaman ilerliyor, Ermeni ayaklanmaları başlıyor..
I. Dünya Savaşı
1914’de I.Dünya Savaşı patlıyor.. Tekrar Ermeni ayaklanmaları, isyanları….Tekrar Rus ilerlemesi. Rus ordusunda Ermeni generaller ve Ermeni alayları var.. 1915’de tehcir geliyor.. 1916 yılının Temmuz ayında, Erzurum’dan vazgeçtim, Ruslar artık Erzincan’ı da işgal etmişler ama Sivas istikametini fazla zorlamıyorlar.. Orta Anadolu’da bir işleri yok.. Stratejik hedefleri olan Musul’a öncelik verdiklerinden, Van – Bitlis – Muş’u almışlar ve bu hat üzerinden Diyarbakır yönünü zorlamaya hazırlanıyorlar.. bu istikamette dekovil hattı döşeyerek yığınak yapmaktalar.. Zaten İngilizler de, güneyden, Basra – Bağdat hattı üzerinden Musul’a ilerlemeye çalışıyorlar. Osmanlı da, savaşın kaderini belirleyecek en hayati cephe burası olmadığından, hem coğrafi derinlik, hem topografik engel bol olduğundan, önceliği buraya değil, İstanbul’u tutan Çanakkale cephesine vermiş durumda.. Burada karşılarında 16. Kolordu Komutanı olarak Mustafa Kemal çıkıyor.. Muş’u ve Bitlis’I Rus’lardan geriye alıyoruz.. Mustafa Kemal bir ara burada kolordusunun bağlı olduğu II. Ordu Komutanlığı’na vekalet de ediyor. Allah’tan devrimin eli kulağında, Rusya sıkıntıda, kendi Batı cephesinde başı sıkışık, Rus ordusunda gevşemeler başlıyor.. bizim de Çanakkale’den kaydırılan iyi eğitimli, teçhizatlı, tecrübeli birliklerimiz Doğu Cephesine yetişiyor.. Ruslar daha ileri gidemiyorlar.. bütün bu sıkıntılı zamanlarda Kürtler yanımızda.. Mustafa Kemal bu Muş – Bitlis’de geçirdiği zaman içinde Kürt’lerin ileri gelenleri ile iyi ilişkiler kuruyor. Zamanı geldiğinde, Sıvas Kongresi’nden, Ankara’dan bunlara iltifatlar içeren mektuplar yazacak, yardımlarını isteyecektir..
Mütareke Dönemi
Peki, bu Kürtler’le Türk’lerin arasına kara kedi ne zaman giriyor? Şöyle: Ne zaman ki, Osmanlı Devleti yeniliyor, Mondros Mütarekesi ile silah bırakıyoruz.. Mütareke devri denilen, düşman işgali yaşadığımız devir başlıyor.. Kürtlerin de siyasi olarak hareketlendiğini, İngiliz’lerin konuya artık açıktan müdahil olduklarına, Kürt’lerin de kendi istikballeri hakkında arayışa girdiklerine şahit oluyoruz..
Kürtler de, Türk’ler gibi.. bu konuda homojen değiller.. Halife yanlıları var, Milli Mücadeleye destek verenleri var.. İngilizler’le işbirliği yaparak bağımsızlık ya da özerklik peşinde olanları var.. İngiliz kışkırtmasıyla isyan edenleri oluyor.. Kurtuluş Savaşı sırasında yurdun pek çok yerinde etnik temelli, padişah yanlısı, İngiliz destekli isyanlar çıkarken, Kürt’lerin de bazı isyanlarda rol aldığını görüyoruz.. ama Erzurum kongresi’ndeki 56 delegenin 32 tanesinin Kürt olduğunu da biliyoruz..
Kurtuluş Savaşı
Kürtleri kendi bölgelerinde işgalcilerle savaşırken görüyoruz. Okullarda pek öğretmiyoruz ama, tehcir ile Suriye’ye sürülen Ermenilerin ciddi bir bölümü Fransız ordusuna gönüllü yazılmış olarak, geri dönmüştü. Kahramanmaraş, Şanlıurfa ve Gaziantep ve Adana cephelerinde savaştığımız Fransız ve İngilizlerin saflarında gerek yerli gerek bu geri dönen Ermeniler yer alıyordu. Güney Cephesi denen bu alanda vatanseverlik destanları yazılırken kan döken vatandaşlarımızın içinde Kürtler’de vardır. Bu konuda Atılgan Bayar’ın 24 Haziran, 2010 tarihli Akşam’daki yazısı bile yeterli olur. Meclis kuruluyor.. Mesela Dersim’li Diyap Ağa mebus.. Bu adam, Sakarya Savaşı esnasında Yunan, Polatlı – Haymana’ya dayanıp, top sesleri Ankara’dan duyulmaya başladığında, Meclis Kayseri’ye taşınsın mı konusu görüşülürken söz alıp, “Ben buraya karı gibi kaçmaya gelmedim, erkek gibi dövüşerek ölmeye geldim.. Giden gitsin, ben gitmiyorum” diyen ve bu konuşması ile herkesi bir yandan ağlatıp, bir yandan moralini yükselterek, taşınma konusunu kapattıran adam.. Dağ gibi heybetli, cesur, vatansever bir Kürt.. Atatürk’le üstü açık otomobildeki şu fotoğrafı da gayet meşhurdur:
Said-i Nursi’nin Mustafa Kemal’in daveti ile Ankara’ya geldiğini, 1. Meclis kürsüsünden milletvekillerine hitaben bir konuşma yaptığını biliyoruz. Diğer unsurlar gibi Kürtlerin içinde de Milli Mücadele’ye omuz vermiş olanlar da vardır, düşmanla işbrliği yapmış olanlar da. Aynı Türklerde olduğu gibi.
Lozan ve sonrası
Memleket düşmandan temizlenir temizlenmez, Atatürk’ün İzmit’de gazetecilerle yaptığı bir konuşma var.. 16 Ocak gecesi oturuluyor, 17 Ocak sabahına kadar Atatürk devrin en önemli gazetecileri ile sohbet ediyor. Meclis zabıt katiplerinden dört tanesi de aynı salonda.. tüm konuşmaları kayda alıyorlar. Bu konuşmaların yayınlanmaması kararlaştırılıyor.. ama ucundan, kenarından basında yer alıyorlar.. daha sonra sansürlü olarak Atatürk Devrimleri Ensitüsü tarafından yayınlanıyor.. Ardından, devir değişince tamamı yayınlanıyor, vs.. Tam 64 başlık var görüşülen.. Kürtlerin durumu da içinde.. Nutuk’da, pek çok konuda yaptığı çarpıtmayı bu konuda da tekrarlıyor, Atatürk.. Bu konuşmanın sadece ufak bir bölümünden bahsediyor, Nutuk’da.. Hilafet ve laiklik kısımlarından..
Atatürk Kürtleri aldattı mı?
Bu konuşmalar kitap halinde de yayınlandı.. İsteyen alır, okur.. Atatürk’ün Kürt’lere neler vaad etmiş olduğunu öğrenir.. Atatürk, zaman tam Lozan görüşmeleri sırası olduğu için, Kürtlerden Lozan’a gidebilecek, “Bizi de azınlık sayın” taleplerine mani olmak amacıyla, yine yalan söylüyor.. Yerel özerklik, her konuda Türk unsur ile eşitlik, vs.. Ardından Lozan imzalanıyor.. Zaten I. Meclis’in, Musul verildiği için Lozan’ı tasdiki konusunda sıkıntı çıkardığı malum.. meclis fesh edilip, 2. Meclis kuruluyor. Bu meclis 1924 Anayasası’nı yapıyor. Ara ki bulasın Kürt haklarını.. Hadi bakalım.. Ondan sonra Atatürk’ün vefatına kadar 15 – 16 Kürt isyanı var. Devamlı baskı, inkar, imha, sürgün politikaları.. Irkçı – faşist bir Kürt politikası.. Kasten okulsuz, yolsuz bırakmak, hizmet götürmemek.. Sadece askeri tedbirler düşünmek.. Kendi Başbakanı İnönü’nün, Atatürk’ün emri ile yaptığı Doğu gezisini anlattığı Kürt Raporu basıldı. (Bkz: “İsmet Paşa’nın Kürt Raporu”..1935 Yılında Atatürk’e Sunulan Gizli Rapor ) Tavsiye ederim.. herkes okusun.. Okuyanın o parlak Atatürk devri hakkında gözü açılır.. Bir sene sonra da, Celal Bayar’ı yolluyor, Atatürk.. O zaman Bayar, Atatürk’ün İktisat Vekili.. O da yayınlandı..(Bkz: “Celal Bayar – Şark Raporu”..1936 Yılında Atatürk’e Sunulan Gizli Rapor” ama o çok daha akıllı, konulara medeni bir sivil olarak bakabilen, kafalı bir insan.. Onun raporunu da okumak lazım.. O da ibretlik..
1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında, “Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye”dir, samimi bir mecmuadır” diye konuşarak Kürtlerin gönlüne girmeye çalışan Mustafa Kemal’in, dizginler eline geçtikten sonra Kürtlerin hakkını, hukukunu hatırlamaz olduğunu görüyoruz.
Sıkıntının kaynağı Atatürkçü düşünce sisteminde
Şimdi biraz yukardan bakarsak.. Atatürk başa geçinceye kadar bu konuda büyük bir sıkıntı yok.. Tüm önemli isyanlar onun devrinde.. En önemlisi, bugün pek çok Kürt’ün neredeyse bilinçaltına yerleşmiş olan hınç, Atatürk döneminde başlatılan ve Kemalist devlet tarafından son yıllara kadar sürdürülen Atatürkçü devlet politikalarına yöneliktir. Atatürk döneminden önce iki halk arasında bir gerilim söz konusu bile değil. Atatürk, İnönü, Cemal Gürsel, Evren dönemleri herhalde Kürtçede zulüm, baskı ve sürgün anlamına geliyordur. Ben hiç Türklerden nefret eden Kürt duymadım.. Düşmanlık, nefret, Kemalist devletin zihniyeti ve uygulamaları ile Kürt halkı arasında. Ortada, Kürt sorunu değil, bir “Atatürkçü düşünce sisteminin kör ve sakat bıraktığı bir Türk zihniyeti sorunu” var. Bugün devlet olarak, bu akılsız dayatma politikalarını tamamen terkedebilsek, ama sadece hükümet olarak değil, devletin her kademesi ile, samimi bir şekilde terketsek.. devletimizin yanlış politikaları için Kürt vatandaşlarımızdan samimi bir özür dilesek, aniden halkımızın Türk asıllı kısmı da Kürt vatandaşlarımızın bu vatanda en az kendileri kadar hak sahibi olduklarını içlerine sindirmiş olarak uyansalar, tüm ırkçı reflekslerimizden arınabilsek, Kürt sorunu denen sıkıntının aynı anda buhar olup gittiğini, geriye sadece “Kürt ayrılıkçılığı sorunu”nun kaldığını görürüz.
Çok partili dönem
II. Dünya Savaşı yıllarını saymayalım, o yıllarda herkes zaten silah altında.. Arkadan DP devri başlıyor.. İsyan sayısı sıfır, isyanı bırakalım Kürtlerin arasında mırıldanma dahi yok. Hatta Yassıada’da, Menderes’e soruluyor, nasıl oldu da sizin devrinizde hiç isyan etmediler, diye.. Cevap çok manidar: “Biz onları insan yerine koyduk..” Tersten okursan, “Tek parti dönemi hayvan yerine koymuştu”.. Ayrıca, zaten demokrasinin nimeti odur ki, DP Kürtlerden oy almak zorundaydı.. Olayın 1984’de Eruk ve Şemdinli baskınları ile başlamadığı, Atatürk ile başladığı açık. Arkadan de, bir Atatürk karikatürü olan Evren Paşa devrinde uygulanan işkenceler, insanlık dışı muameleler, “Kürt yoktur, dağ Türkleri karda yürürken ayaklarından kart – kurt sesi çıkardı, onun için bunlara Kürt denmiş” tarzındaki akıl hastası saçmalamaları.. işi iyice azdırdı.. O kadar yanlışlar yaptık ki, Kemalist devlet olarak.. “Acaba Kürtlere dış yardımı kim sağlıyor?” sorusu bile bana anlamlı gelmiyor.. Ben de Kürt olsaydım, şeytan yardım etse kabul ederdim, tek bu ırkçı Türk devletinden kurtulmak için.. Bunlar yine de sabırlı ve bilge bir halk, diye düşünüyorum.. Atatürk ve Evren gibi iki sosyal dehanın arasında geçen diğer Kemalist devlet adamları da bu konuda daha az parlak değildiler.. İnönü’nün politikaları malum.. Cemal Gürsel ayrı bir dangalaklık zirvesi idi.. YKB yayınlarından, “27 Mayıs’ın Kabine Zabıtları” yayınlandı.. komedi kitabı gibi.. Bu Paşa da, Kürt yoktur, kart – kurt vardır.. fikrinde.. lafın kısası.. sıkıntının PKK ile başlamadığını, Atatürk devrinde, bizim tarafımızdan başlatıldığını söyleyebilirim.. Bu Atatürkçü kafayı değiştiremezsek de, göz göre göre bölünürüz.. çünkü Atatürkçülük denen şablonlar seti, gerçekleri görmemizi, çare üretmemizi engelliyor.. kaç yıldır dağda silahlı adamlarla boğuşuyoruz.. Milletimiz ancak yeni yeni Kürt’lerin bir halk olarak varlığını kabul etmeye başladı.. Bir zihin devrimi yapamazsak, bu Atatürkçü kafalar makul bir çözüm bulma aşamasına gelinceye kadar memleket bölünmüş olacak.. bu kafadaki vatandaşlarımızı uyarmak da bize bir görevdir.
Devlet olarak hem akılsızlık, hem haksızlık yaptık
Kendini koy Kürtlerin yerine.. Sana, “Sen Türk değilsin, Kürt’sün aslında” diyen bir devletin vatandaşı olarak kalmak ister misin? Ya devletin seni olduğu gibi kabul etmesi için mücadele edersin.. ya da, baktın olmuyor, “Bırakın beni gideyim” demezmisin?
Arada bir söylerim, insan haksız olmaktan korkmalı, diye.. Bu davada bizim taraf haksız. Zalim olan, hak yiyen taraf biziz.. Maalesef, burnumuzu sürte sürte haklarını alıyorlar şimdi.. Yazık akan kanlara.. boşuna akıyorlar.. Halbuki hangi hakları vermemiz hukuka, vicdana uygunsa, onları zamanında kendimiz verebilseydik, Atatürkçü ideolojiye kapılıp, olaya ırkçı gözlükle bakmamayı becerebilseydik, bugün hem bu düşmanlık yoktu, hem Türkiyemiz kimbilir kaç basamak daha yukardaydı.. Hem de savunulabilir bir hukuki mevzimiz olurdu.. o hattı savunurken dökülebilecek kanlar için de kimse, “Boşa akıyor” diyemezdi..
Devletimiz hak arayana şahin dağda silahla gezene karga
Devletimiz ne yazık ki, konuşana toplantı yapana, protesto edene, gösteri yapana, şahin gibi saldırgan iken dağda gezen silahlı külahlı örgüt üyelerine karşı bir türlü arzu edilen etkinliği gösterememektedir. Neredeyde dağda silahlı siyaset yapmanın maliyeti, Diyarbakır’da sivil siyaset yapmaktan düşük hale gelmiş bulunuyor. Halbuki çağdaş devlet, konuşanı, talep edeni, bu talepler aykırı da olsa dövmeyecek, ezmeyecek, belediye başkanlarını, ayrılıkçı fikirde dahi olsalar, silaha başvurmadıkça birbirine kelepçeleyip hayvan sürüsü muamelesi yaparak aşağılamayacak, ama eline silah alanı aldığına pişman edebilecek devlettir. Bizim bol yıldızlı generallerimizin kimbilir kaç tanesi, “PKK can çekişiyor, bunlar son çırpınışları” diyerek emekli olmuştur ama hala karakollar perişandır, helikopter sayısı yetersizdir, gece görüş cihazı arızalıydı, gibi mavalları dinlemeye devam ediyoruz. Kemalist devletin sivil yüzü, yanlış politikalarla Kürt halkını deyim yerindeyse kudurtmuş, askeri yüzü ise yetersizliği ile bizi “üç beş çapulcu” tarafından madara edilen bir devlet konumuna getirmiştir. Her iki cephenin de Kemalist kafada olmayan sivillerin yönetimine şiddetle ihtiyacı var.
Kürt sorununa çözüm önerim:
“Haklarımızı dağdakilerin zoruyla veriyorlar, derler” Kompleksinden bu günden tezi yok arınıyoruz. Tüm Türk kökenli vatandaşlarımız, Kemalist şartlanmanın benimsettiği, “Hepimiz Türküz” sloganından vazgeçiyorlar ve Kürt kökenli vatandaşlarımızın da en az kendileri kadar bu vatanda pay sahibi olduklarını içlerine sindiriyorlar. Yurdumuzun, kendilerine babadan miras kalmış bir arsa, Kürtlerin de bu arsa üzerinde haksız yere hak talep eden bir gurup ilkel ve hain insan olmadığının bilincine varıyorlar. Bunu gerçekten söz ve fiileri ile ifade ediyorlar. Kürtlere eşit vatandaş gözüyle bakmayanı ayıplar hale geliyorlar ve hak hukuk konularında bir öz kardeşe karşı takınılması gereken tavrı takınıyorlar. TBMM, en kısa sürede, yepyeni, özgürlükçü, AB normunda, içinde hiçbir azınlığın adı geçmeyen, yerinden yönetime öncelik tanıyan, kısa ve öz bir anayasa yapıyor. Bu anayasada, ayrılıkçı parti kurmanın önünde bir yasak bulunmuyor. Yeni anayasanın mecliste büyük çoğunlukla kabulünden hemen sonra, Cumhurbaşkanı, önceden haber vererek, Diyarbakır meydanında, tarihi özür konuşmasını yapıyor. Devlet olarak Kürt asıllı vatandaşlarımıza karşı yapmış olduğumuz ayrımcılık, haksızlık ve zulümler için, tüm vatandaşlar ve devletimiz adına özür diliyor. Bu konuşmayı yaparken yanında Meclis Başkanı, Başbakan ve ve özellikle de Genel Kurmay Başkanı bulunuyorlar. Kısa süre içinde Kemalist Cumhuriyet’in yanlışlarını silme kampanyası ile, Kürtçe yer isimlerinin iadesi gibi, anında yapılabilecek, zamana muhtaç olmayan uygulamalara başlıyoruz. TBMM, Hükümetin hazırladığı af yasasını kabul ediyor. Dağdakilerin tümüne ve Abdullah Öcalan’a af çıkıyor. Yapılan hukuki düzenlemelerle, Öcalan’ın serbest bırakılması ve elebaşlarının affı, üç beş yıl gibi bir süreye bağlanıyor. Dağdan inmeyenlere verilen birkaç aylık süre dolduğunda, komutan gibi komutanların komutasında, askeri harekata benzer askeri harekatlara, askeri birlik gibi askeri birlikleri kullanarak, başlıyoruz. Bizim taraf bunları yaparken, karşı taraf da, belli bir uyum içinde Türk tarafının hassasiyetlerini azaltacak, gönlünü alacak adımlar atıyor. Karşılıklı taziye ziyaretleri, şehit ailelerine başsağlığı dilemek gibi jestlerde bulunuyorlar. Bu hareketlere tam katılım beklemiyoruz. Çünkü PKK hala etkili olabilir. “Onlar şunu yapmadılar, bunu eksik yaptılar” gibi bahaneler aramadan, biz devlet olarak uygun gördüğümüz adımları atıyoruz. Bu süreçte ortaya çıkabilecek provokatif eylemler dahi bizi durdurmuyor. Bunları yaparak, son derece haklı, hukuka ve en önemlisi vicdana uygun, iç rahatlığı ile ve gerçekten canla başla savunulmaya değer bir savunma hattına kavuşuyoruz. O noktadan sonra, PKK bitmese de, vereceğimiz şehitler, gerçekten ayrılıkçılarla dövüşürken şehit düşmüş, bu vatanın hukuku için şehit düşmüş oluyorlar.. Kimsenin aklında da, “Acaba şöyle mi olsaydı, bu kanlar akmazdı?” sorusu kalmıyor. Bu tarihi maceranın sonu, ilerde, şu veya bu şekilde, belki dünyadaki büyük oyunun etkisi ile, belki şu anda öngöremediğimiz ama önüne geçemeyeceğimiz gelişmeler sonucunda, istenmeyen bir noktaya varır ve ülkemiz bölünürse de, “Biz elimizden geleni yaptık, ne yapalım birliğimizi muhafaza edemedik” deme hakkımız olur. Bu durum, “Ne akılsızmışız, bir adamın şartlandırmalarını, hem de doksan yıl uygulayıp bir netice alamadığımız apaçık görüldüğü halde, sırf ona ait oldukları için, tek doğru diye benimsedik, koskoca bir millet olarak kendi aklımızı kullanmayı düşünemedik. Keşke şöyle yapsaydık, keşke böyle etseydik” diyerek dövünmeye nazaran, daha tercih edilir bir durumdur. Bence büyük ve akıl sahibi bir millete en uygun çözüm budur. Yanlışta inat etmek övünülecek bir tutum değildir.
Ek Yorum 3: Artık geri kalmış ülke değiliz.. Bunu idrak edemeyenlerimiz de bir an önce anlasınlar.
Kemalist kamp, bu ekonomik işlerden anlamadığı için, sanayileşmeyi önce montaj sanayi diye küçük gördü, bir ara özelleştirmenin faydalarını anlama zorluğuna düştü, devletin milletin malları peşkeş çekiliyor şeklinde algıladı.. Daha önceki devirlerde altyapı yatırımlarına karşı çıktı.. Demirel’in Boğaziçi Köprüsü’ne nasıl muhalefet ettiklerine bizim nesil şahit.. ondan önce.. Menderes, 50’li yılların başında, bugünün ölçekleri ile bit kadar olan Sarıyar ve Hirfanlı barajlarını yaptırırken, Kemalist! CHP muhalefeti mecliste, “Bu kadar elektriği ne yapacağız? Toprağa mı vereceğiz?” söylemiyle karşı çıkmıştı.. İş hayatının tamamen dışından, memur – subay geleneğinden geldikleri için, kafaları almadı.. Cahil halkımız(!).. hükümetlere fabrika yapın, yol getirin.. diye baskı yaparken, yalvarırken, araya torpil koymaya çalışırken, bu kamp, halkın bu sanayileşme, zenginleşme taleplerini duymazdan geldi. Atatürk devrinde de, Gen. Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın evhamları yüzünden, Atatürk’ün de onayıyla, sahillerden içerilere yol yapılmaması bir hükümet politikasıydı..
Atatürk döneminde, kendi içlerindeki, Sovyet’lerin sanayileşme deneyini tanıyan, Şevket Süreyya gibi “Kadro” cuların, “Hazır dünyada büyük buhran varken, yurt dışından kelepir fiyatına fabrikalar almamız mümkün, büyük bir sanayileşme hamlesi yapabiliriz” şeklindeki teklifi de reddedilmiştir. Kemalist modelde, köylüler köylerinde kalır, köy ensitüleri eliyle, yine kendi köylerinde çalışmak üzere eğitilirler.. Amaç, kendine yeterli, dışa kapalı, ama, keman çalan, Yunan klasiklerini sahneye koyan, çok sesli koroda şarkı söyleyen bir Cumhuriyet köylüsü (!:)) yaratmaktır.. Çetin Altan’ın “Tenis oynayan köylüler” dediği gibi.. Bu modeli bir iki nesile marifet gibi benimsetmişlerdir. Hala bunu savunan Cumhuriyet Gazetesi yazarları bile vardır. Hoş bunu da becerememişler, açtıkları Köy Ensitüsü sayısı 21’I geçememiştir..
Kemalist rejim bu köylülerin şehirlere inmesinden, iş istemesinden, hak aramasından korkar.. sosyal dinamiklerle yüzleşmektense onu dondurma ve bastırma yoluna gider. Sanayileşmeyi erteler de erteler.. Zaten bu adamlar kazara Ankara’ya geldiklerinde, Ulus Meydanı’na, Kızılay’a çıkmalarını polis engeller.. Ta ki..1950’de, DP 14 Mayıs seçimlerini kazanıp iktidara gelene kadar.. İç göç de o zaman başlar, köye traktör de o zaman girer, köylü karasabandan ve öküz çiftinden kurtulmaya başlar.. çarıktan kurtulur, ayağı lastik ayakkabı görür, jandarma dayağı biter.. adam yerine konulmaya başlar.. işte demokrasinin ekmekle olan ilgisi budur.. O köylü oy hakkını alınca ekmekten payını talep edebilmektedir.. Artık Çankaya’da oturanların insafına muhtaç değildir.. Türk halkı bu yüzden sandığı, kutsal bir emanet gibi benimsemiştir.. DP ile birlikte, Çukurova’da, Gediz, Menderes ovalarında sulama başlar, ekilen toprak miktarı patlar.. sanki milletin üstünden bir kabus kalkmış, duran saatler birden bire çalışmaya başlamış gibidir.
Şehirlerin durumu da böyledir.. Atatürk’ün cenazesinin Dolmahbahçe Sarayı’ndan alınarak, Karaköy istikametine, top arabası üzerinde taşınmasını gösteren belgesel filmi dikkatle izleyenler görürler. İstanbul dökülmektedir. Bir çivi çakılmamıştır. Halbuki istanbul konumunda bir şehri fakir bırakmak için özel tebirler uygulamak gerekir. İşçinin durumu belki acıklı denecek haldedir. Gaddar Kemalist dikta, II. Abdülhamit devrini, İttihad Terakki devrini aratacak bir baskı inşa etmiştir.. Sendikayı bırakın, dernek kurmayı yasaklamıştır. Zonguldak kömür işçilerinin hiç bir hakları tanınmadan, nasıl angaryaya maruz bırakıldığını nereye sığdırabiliriz? Bu milletin hafızası, o yüzden hala 14 Mayıs’ı bayram bilir.. Kemalist diktadan kurtulmaya başladığı gün olarak benimsemiştir.. Ne zaman sandığı görse, o bilinçle Kemalist zorbalardan intikam bilinci içinde oy kullanır.. Kemal Kılıçdaroğlu değil, Kemal Atatürk gelse, kafasını değiştirmemiş ise, sandıktan çıkamaz..
Özal’a kadar, yabancı sermaye gelirse bizi ham yapar diyerek tipik içe kapanmacı, dünyadan korkan (autarkist – otarşik) tavırlarını sergilediler.. onlara kalsa hala Ankara’dan döviz tahsisi çıkarmaya, ithalat için kota kapmaya, ihracat lisansı müracaatı kovalamaya çalışıyor, yurt dışına yılda sayıyla çıkıyor olacaktık.. İzmir limanında elleçlenen yıllık mal miktarı, I. Dünya Savaşı öncesindeki miktara ancak ’70’lerde ulaşabilmiştir.
24 Ocak kararları açıklandığında, Kemalist ekonomist Prof. Gülten Kazgan’ın “İhracat artarsa, yurt içinde kıtlık başlar” mealindeki makalesini net olarak hatırlıyorum.. Kafa bu, ufuk bu..
Prof. Kafaoğlu’nun..(dövlet, dövlet diye konuşurdu), “Kambiyo serbestisi gelirse, döviz kıtlığı başlar”, dediğini net olarak hatırlıyorum.. Bir de bilimsel hava içinde açıklama yapıyordu neymiş, “Kalkınmakta olan ülkelerde döviz talebi sonsuz kabul edildiğinden, bu talebi karşılayacak arz miktarı temin edilemezmiş”. Bugün kulaklarımızdan döviz fışkırıyor.
Bu memur kafası.. Özal’ın serbestleşme politikasını genel olarak şöyle eleştiriyordu: “Efendim, önce hukuki altyapısı hazırlanmalı.. hazırlıklar bitmeden.. mevzuat hazır olmadan zamansız olur, yanlışlıklar çıkar, vs..” Tabi kafa bu, tayin kararnamesi çıkacak zannediyor.. Önce tayin olduğun şehre gidip bir ev tutacaksın, sonra izin alıp, çoluk çocuğunu taşıyacaksın.. önce hazırlık, sonra icraat.. komisyonlar kurulsun, hayatında borsa görmemiş bürokratlar, borsa mevzuatı hazırlasınlar.. borsa onların mükemmel mevzuatının hazır olacağı yılları beklesin.. hayatında ihracat – ithalatı sadece kararnamelerde görmüş bürokratlar kafalarına göre kısıtlamalı bir mevzuat hazırlasınlar..
Özal az mı uğraştı bu kafayla.. Allah rahmet eylesin..
Bu konu artık ince ayarlar ile yürüyecek hale geldi.. Öyle kalın çizgileri olan bir yanlış yolda değiliz.. Konunun yeteri kadar uzmanı, takipçisi var.. insanımız yetişti.. Benim parlak fikirlerime bu konuda ihtiyaç yok)).
Türkiye’nin ekonomide geldiği şu nokta, Kemalist kafaya karşı yapılmış bir ekonomik karşı devrimin başarıya ulaşmış halidir.. Hem tek partinin merkeziyetci, memur kafasını yendik, hem on yıllarca devam eden, paçamızdan tutan CHP’nin engelleyici zihniyetini yendik.. Prangalarımızı çözene kadar canımız çıktı, ama sonunda ekonomideki bürokrat vesayetini kırdık.. Artık memurlar, bu konuda gerçekten “toplumun hizmetçisi” rolündeler. Çalışan da miletin kendisi, kazanan da , tüketen de.. mühür bizde.. Onlar şimdi kendi sendikal hakları için mücadele veriyorlar.. nereden nereye!!
Kemalist Kılıçdaroğlu’nun da ne sepetinde ne ağzında ciddi bir alternatif önerisi yok.. ekonomik politikalar konusunda mağlubiyeti kabul etmiş ve susmuş durumda Kemalist kamp.. Çünkü vatandaşımız en azından ekonomik konularda Kemalist kafayı tanımış ve onu gömmüştür. Ekonomi, diğer konulara göre daha somut, günlük hayatı doğrudan etkileyen, elle tutulur, gözle görülür, ceple hissedilir bir alan olduğu için, halkımız Kemalizm’in yanlışlığını ilk defa bu konuda farketmiş ve hayatının dışına süpürmüştür.. Sosyal ve politik konular daha soyut bir düzlemde cereyan ettiklerinden, halkımızın özellikle batılılaşmış / şehirli kesimleri, Kemalizm’in uygulamalarıni hala normal kabul etmekte.. ve zihinlerindeki mercekleri tam net ayarına getirmekte gecikmekteler.. Buna karşılık Kemalist rejimin itip kaktığı, dindar kesimler ile Kürt kökenli vatandaşlarda bu bilinçlenme, yedikleri dayakların etkisiyle daha erken başlamış durumda..
Bize düşen, sabırla, bu seçkin, insan sermayesi bakımından en nitelikli, üzerine en büyük eğitim yatırımını yapmış olduğumuz kesimi gerek anlatarak, dil dökerek, gerek icraatlarımızla güven vererek kazanmaktır. Toplumumuzun bu nitelikli kesimi, aradaki bu yarık kapatılır da, demokrasiyi içine sindirmiş olarak arabanın önüne koşulursa Türkiye kanatlanır.. bu bilince ulaşmakta gecikecek olursa, Türkiye yine varacağı demokrasi duraklarına, refah duraklarına varır ama gereksiz bir vakit kaybıyla.. rötarla varır.. yoksa zamanın getirdiği ilerlemenin önünde durabilecek engel yoktur. Sadece gecikmeye sebep olabililer..