Komutanlar Cephesi – Fikret Bila’nın komutanlarla, ‘Kürt sorunu ve PKK ile mücadele’ konusunda yaptığı söyleşiler..


Doğan Kitap – 283 Sayfa – 1. Baskı Kasım 2007

“Peki bu kadar hükümet gelip geçmiş.. Bunların hepsi mi akılsız fikirsizdi? Tabi ki bunu iddia edemeyiz ama hiçbirisinin gereken siyasi cesareti gösteremediğini söyleyebiliriz. Burada da, şöyle düşünüyorum: Halkımız, milletimiz, Atatürkçülük denilen beyin yıkama işlemine o kadar uzun süreli olarak maruz kalmış ki, hiçbir siyasi lider karşılarına geçip ‘Bu adamların hakkını yedik.. gelin şunların hakkını hukukunu tanıyalım” deme cesaretini gösterememiş. “Atatürk’ün mirasına ihanet’ den tutun ‘vatan hainliği’ne kadar, üstlerine atılabilecek çamurdan ve kaybedilecek oylardan korkmuşlardır. O zaman da geliyoruz, “Her millet layık olduğu gibi yönetilir” hükmüne. Çünkü neticede siyasetçi de kendisini halka beğendirmek zorunda. Cesur bir lider çıkıp halka gerçekleri anlatıp, oluşacak siyasi depremi göğüslemediği müddetçe, halkın şehit vere vere yorularak, aklıyla gelmesi gereken yere acısıyla varacağı günleri bekleyeceğiz demektir.”

“Özellikle Org. Aytaç Yalman’ın, “biz Kürt yoktur diye eğitilmiştik.. dağda yürürken karda gezerken kart – kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti” ifadesinden sonra, her zaman söylediğimi burada tekrarlamak istiyorum: Teknik meslek dersleri haricinde, Askeri Liselerin, Harp Okullarının, Harp Akademileri’nin tüm müfredatı siviller tarafından düzenlenmelidir. Türkiye boyutlarında bir devletin güvenliği ve savunması, bu kadar zayıf yetiştirilmiş, boş kafalı, cahil bırakılmış, dogmalara teslim edilmiş bir subay – general sınıfına emanet edilemez. Bu, askeriyenin kendisine tahsis edilen kaynakları ne kadar yanlış kullandığına da örnektir. Söz konusu olan, sıradan bir astsubayımız değildir. Elene elene, seçilerek Kara Kuvvetleri komutanlığı’na kadar getirilmiş, en seçkin generallerimizden birisidir. Askerimizin hem eğitim sistemine, hem terfi sistemine yazıklar olsun.. Ülke gerçeklerinden ne kadar uzak bir insan yetiştirme sistemleri varmış. Bu kadar cehalet için demek ki general olmak şartmış.. Askerlik yapmış bir köy delikanlısının bildiğini bilmeyen general yetiştirmişiz..”

Merhabalar,

Fikret Bila, kamuoyunca iyi tanınan tecrübeli bir gazeteci. Sivri, aşırı, radikal görüşleri yoktur. Geniş kesimlerin, bu arada askerlerin de gazeteciliğine güvendikleri bir isim. ‘Komutanlar Cephesi’ de, bu tarafsız gazeteci kimliğine uygun bir kitap olmuş. Kenan Evren’den başlayarak, PKK ile mücadele konusunda görev almış üst düzey askeri personel ile ‘Kürt sorunu ve PKK ile mücadele’ konusunda yaptığı söyleşileri kitaplaştırmış. Kendisi bir yorum eklemeden, paşaların görüşlerini aktarıyor. Kitabın kıymeti de burada yatıyor. Komutanlarımızın görüşlerini, düşüncelerini, birinci elden, kendi vecizeleri ile öğrenme fırsatı veriyor, bize.
Kendisi ile söyleşi yapılan yetkililer şunlar:

– Kenan Evren
– Org. Doğan Güreş
– Org. Necati Özgen
– Org. İsmaşl Hakkı Karadayı
– Korg. Hasan Kundakçı
– Korg. Altay Tokat
– Org. Aytaç Yalman
– Org. Hilmi Özkök
– Süleyman Demirel
– Org. İlker Başbuğ

Fikret Bila sayesinde, askerlerin geriye dönüp baktıklarında kendi yanlışlarını görseler dahi, ‘biz o zaman öyle düşünmüştük’ demekten başka bir lafları olmadığını bir daha görüyoruz. Yanlışı yapan, emekli olunca evine gidip oturuyor. Bir siyasi sorumlulukları olmadığı için ödeyecekleri bir fatura da oluşmuyor.

Diğer yandan sorunun siviller tarafından nasıl askerlerin kucağına bırakıldığını görüyoruz. Sivil hükümetler bir yandan askeri vesayet sebebiyle direksiyonu askerlere terketmek zorunda kalırken, diğer taraftan da milletçe tutulduğumuz ‘aklını kullanamamak ve şablonların dışında düşünememek’ hastalığımız yüzünden özgün bir çözüm üretemiyorlar. Bu durumda asker ne yapsın? Devlet bu insanlara ülkenin güvenliğini emanet etmiş. Üzerlerine o üniformayı giydirmiş, emirlerine yüzbinlerce personel vermiş. Onlar asker. Dağda silahlı adam varsa onu yok etmek için mücadele etmelerinden daha doğal ne olabilir ki?

Siviller şaşkın, kararsız, gerçeklerden kaçıyorlar, politika oluşturamıyorlar. Bu hala böyle. Konuya siviller makro planda bir çözüm getirememişler bari askerler işin arazideki silahlı mücadele kısmında yüksek bir performans gösterseler ya.. Bu da yapılamamış.. Buna bir de, askerin yıllar içindeki beceriksizliği eklenmiş. Yirmi sene önce G-3 tüfeklerinin, MG-3 makineli tüfeklerinin yetersizliğinden şikayet ettiklerini görüyoruz. Bu tüfekler hala Mehmetçiğin elinde. Saldırı helikopteri yetersizliği anlatılıyor. Bu hala devam eden bir sıkıntı. TSK’nın gayri nizami harp karşısındaki eğitim yetersizliği, vs. yıllar içinde sakız haline gelmiş konular.. Komutanlardan birisi kendi tamburalı M-16 tüfeğini anlatıyor, nasıl attığını vuran bir komutanmış. Halbuki bu adam bir Korgeneral.

Asker konuya bir askeri harekat gözüyle bakıyor.. Filan tugay şuraya, falan komando tabutu buraya, gibi. “Alan hakimiyeti”, “gece harekatı”, “istihbaratın önemi” gibi kavramlar havada uçuşuyor. Aslında kendileri de acizliklerinin farkındalar. Karşıdaki ‘simetrik’ bir düşman olsa, savaş gücünü kırar, belki merkezini ele geçirir, barışa zorlarsın. Buradaki düşmanın ne merkezi var, ne ele geçirilecek bir hedefi.

Sivilimiz askerimiz bu kadar şaşkınlık içinde olunca, zaten sızmak için çatlak arayan dış güçler de sahnede yerlerini almışlar.. Irak’daki istikrarsızlık, ABD’nin varlığı sorunu ağırlaştırmış gitmiş.

Askerimiz, ‘Kürt sorunu ve PKK ile mücadele’ konusunda yetkili konumda gözükse de aslında bu konuda ne yetkili ne yetenekli. Onların bildiği ‘vatanın birlik ve bütünlüğünü muhafaza etmek’ amacıyla ‘dağı taşı bombalamak.’ Askerimizi, boylarından büyük ve aslında askeri olmaktan çok siyasi bir sorunla başbaşa bırakmışız. Bunun altında eziliyorlar.. Toplum gözünde itibar kaybediyorlar.. Onları bu müşkül durumdan kurtarmak da sivil hükümetlerin görevi, aslında.

PKK, kazara silah bırakıverse, zaten asker mücadeleden o anda düşecek. Sorunun, içinden PKK eksilmiş hali, askerin hiç anlayamayacağı bir konu. Onlar, içinde Kürt olmayan tek milletli, Kürtçe’nin var olmadığı tek dilli bir Türkiye Cumhuriyetini, Atatürk’ün kendilerine emanet ettiği şekliyle sonsuza kadar muhafaza etmeye şartlanmışlar. Bu yönüyle çok yetkili gibi gözükmekle beraber aslında hiç yetkileri yok. Bir yandan bunu da normal görüyorum. Çünkü asker ve ordu, tanım icabı statükonun korunmasıyla görevlidir. Bu statükoyu asker değiştirsin dersek, yine demokrasi dışına çıkmış oluruz. Ne hakla değiştirecekler?

O bakımdan sorumluluğun tamamı askeri kendi sınırlarına çekemeyen, baş rolü onlara bırakan sivil yönetimlerde. Bu yönüyle askere de haksızlık yapılmış. Onlar da çözemeyecekleri hatta akıl erdiremedikleri bir sorunu kucaklarında bulmuşlar. Ne yapsınlar? Belki, baş role bu kadar zevkle hevesle talip olmayabilirlermiş. O zaman biz de biraz daha sempati ile bakabilirdik kendilerine.

Peki bu kadar hükümet gelip geçmiş.. Bunların hepsi mi akılsız fikirsizdi? Tabi ki bunu iddia edemeyiz ama hiçbirisinin gereken siyasi cesareti gösteremediğini söyleyebiliriz. Burada da, şöyle düşünüyorum: Halkımız, milletimiz, Atatürkçülük denilen beyin yıkama işlemine o kadar uzun süreli olarak maruz kalmış ki, hiçbir siyasi lider karşılarına geçip ‘Bu adamların hakkını yedik.. gelin şunların hakkını hukukunu tanıyalım” deme cesaretini gösterememiş. “Atatürk’ün mirasına ihanet’ den tutun ‘vatan hainliği’ne kadar, üstlerine atılabilecek çamurdan ve kaybedilecek oylardan korkmuşlardır. O zaman da geliyoruz, “Her millet layık olduğu gibi yönetilir” hükmüne. Çünkü neticede siyasetçi de kendisini halka beğendirmek zorunda. Cesur bir lider çıkıp halka gerçekleri anlatıp, oluşacak siyasi depremi göğüslemediği müddetçe, halkın şehit vere vere yorularak, aklıyla gelmesi gereken yere acısıyla varacağı günleri bekleyeceğiz demektir.

Bu Kürt sorununun bir faydası varsa o da şu olmuş: Askerimiz, bir dış düşman karşısında ezilip prestij kaybederek demokrasiye yer açabilirdi. II. Dünya Savaşı ertesindeki Almanya tecrübesi, 1974’de Yunanistan’ın cuntadan kurtulup tam bir demokrasiye doğru dönüşümü bunlara örnek. Biz de, pek çok ülkede görüldüğü gibi bu yoldan geçerek asker gölgesinden kurtulmuş bir demokrasiye kavuşabilirdik. Bizde, askerin içyüzünü, yetersizliklerini bir dış düşman yerine bu Kürt hareketi ortaya çıkardı. Askerler bu mücadele vesilesiyle kamuoyu karşısına çıkıp fikirlerini paylaştılar. Kendi generallerimizi bu mücadelede tanıdık. Kimbilir kaç generalimizin ağzından” bunlar PKK’nın son çırpınışları” masalını dinledik. Kürt konusuna bakışlarını, teşhislerini öğrendik. Karakollarımızın halini TV’lerde gördük. “Karakollar için ödeneğimiz yok” diyen generaller, sınırda şehitler verilen bir günde golf oynamayı bırakmayan ‘Golf Kuvvetleri Komutanları’, çocuk gibi aklıyla Kuzey Irak’la ilgili ‘kırmızı çizgiler’ ilan eden generaller, ‘kendi mayınımıza basan Mehmetçikler olayı’ basına yansıyıncaya kadar suçu PKK’nın üzerine atan generaller.. bunların hepsini bu mücadelede tanıdık. Halkımız yavaş yavaş kafasındaki ‘kahraman yenilmez Türk komutanı’ imajını gerçek yerine indirdi. Bugün yaşadığımız demokratikleşmede bunun da payı var diye düşünüyorum.

Özellikle Org. Aytaç Yalman’ın, “biz Kürt yoktur diye eğitilmiştik.. dağda yürürken karda gezerken kart – kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti” ifadesinden sonra, her zaman söylediğimi burada tekrarlamak istiyorum: Teknik meslek dersleri haricinde, Askeri Liselerin, Harp Okullarının, Harp Akademileri’nin tüm müfredatı siviller tarafından düzenlenmelidir. Türkiye boyutlarında bir devletin güvenliği ve savunması, bu kadar zayıf yetiştirilmiş, boş kafalı, cahil bırakılmış, dogmalara teslim edilmiş bir subay – general sınıfına emanet edilemez. Bu, askeriyenin kendisine tahsis edilen kaynakları ne kadar yanlış kullandığına da örnektir. Söz konusu olan, sıradan bir astsubayımız değildir. Elene elene, seçilerek Kara Kuvvetleri komutanlığı’na kadar getirilmiş, en seçkin generallerimizden birisidir. Askerimizin hem eğitim sistemine, hem terfi sistemine yazıklar olsun.. Ülke gerçeklerinden ne kadar uzak bir insan yetiştirme sistemleri varmış. Bu kadar cehalet için demek ki general olmak şartmış.. Askerlik yapmış bir köy delikanlısının bildiğini bilmeyen general yetiştirmişiz..

“İnsanlar kendi düşüncelerini onaylayan yazıları / kitapları / yazarları severler” kuralına uygun olarak ben de bu kitaba bayıldım. Şu görüşlerimin tersinden giderek de olsa onaylandığını düşünüyorum:

– TSK Kesinlikle ve tam olarak sivil otoritenin emrinde çalışmalıdır.
– Tehdit değerlendirmesinden başlayarak, kuvvet yapılanmaları ve bunun gerektirdiği her türlü teçhizat ve personel ihtiyacı ve bunların
öncelikleri tamamen sivil idare tarafından, askerlerin sadece teknik danışman olarak hizmet sundukları platformlarda tesbit edilmelidir.
– Eğitimden terfilerine kadar hiçbir konuda sivil otoritenin dışında bir insiyatifleri bulunmamalıdır.
– ‘Hükümetler sorumlu, askerler yetkili’ formülü hemen yarın sabahtan itibaren çöpe atılmalıdır.

Kitaptan bir kaç alıntı yaparak bitiriyorum:

KENAN EVREN anlatıyor: “Vaktiyle herkes işkence yapıyordu”

F. Bila: PKK’nın ortaya çıkışında, güçlenmesinde Diyarbakır cezaevinin büyük rolü olduğunu söylerler. “Orada tutuklu ve hükümlülere işkence yapıldığı, dışkı yedirildiği, çok kötü muamele yapıldığı için PKK büyüdü” derler. Ne diyorsunuz?
– Gözlerini Yalıkavak koyundan ayırmadan sinirli bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

– Bak, Sayın Bila, Diyarbakır Cezaevi demiyorlar mı, çok üzülüyorum, sinirleniyorum. Ben o zaman devlet başkanıyım. Biz devleti yönetiyoruz. Cezaevlerini yönetmiyoruz ki! Ne yani, devlet başkanı Diyarbakır Cezaevi’ni mi yönetecek?…

… 12 Eylül’de biz polisi rahat bıraktık, rahat çalışsın diye.. Onlar yine yaptılar bunu. Sorgulama yapılıyor. Söyletebilmek için bazı usulleri var onların. Bunları Almanlar da yapıyordu. İngilizler de, ABD’liler de, Fransızlar da. onlar yapmadı mı? Vaktiyle herkes işkence yapıyordu.

F. Bila: Kürtçeyi neden yasakladınız?

– Anlatayım. 12 Eylül’de bir hatamız da oydu. Kürtçeyi yasakladık….. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonra anladım..

ORG. AYTAÇ YALMAN anlatıyor:

…olayı üç döneme ayırmak mümkün:
1. Sosyal sorun dönemi.
2. Askeri dönem.
3. Siyasallaşma dönemi….

F. Bila: Sorunun sosyal boyutu nedir?

Bu açıdan baktığımızda, sorunun ‘kendini ifade etmek’ olarak tanımlandığını görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek, kültürünü yaşamak istiyor. Oysa bizler o dönemde “Kürt yoktur” diye eğitilmiştik. Kürtleri, Türklerin bir kolu olarak görüyorduk. dağlarda gezerken, karda yürürken kart – kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti gibi tarifler dolaşıyordu. O dönemde sosyal istekleri iyi tahlil edemedik. Olayları adli vaka boyutundan çıkarıp ciddi bir sosyolojik analiz yapmamız mümkün olmadı…

Bu kitabı herkese tavsiye ediyorum..
Fikret Bila’ya bu hizmeti için, komutanlarımıza da böyle açık kalple konuştukları için teşekkür ediyorum.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

Also read...

Comments are closed.