Hasan Celal Güzel – VATAN – ‘Osmanlı Milletler Topluluğu’ kurulmalıdır.. (1)
09/12/2010 (Kategori: Seçtiğim Yazılar)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün liderliğinde gerçekleştirilen ‘Milli Mücadele’ neticesinde 1923’te kuruldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzölçümü 1913 yılında 4.980.000 km2’yi buluyordu. 1923’te bunun ancak beşte birini muhafaza edebilmiştik.
20. yüzyılın başlarından beri devam eden savaşlar ve 1. Dünya Savaşı sonunda gelinen tabloda, Türkiye 780.000 km2’lik yüzölçümüne ve yarısı hasta, çocuk, kadın, yaşlıdan oluşan 13 milyonluk nüfusa sahip bir ülkeydi.
Cumhuriyet’in ilk dönemi restorasyon ve modernleşme gayretleri içinde geçti.
İlk yönetici kadrolar, kendi varlıklarını ispat edebilmek için, birçok yeni harekette görüldüğü gibi, öncekileri reddetme yoluna gittiler. Bu dönemde Atatürk, gerçekçi bir dış politika uyguladı. Bir taraftan, mücadele verdiği büyük devletlerle ilişkileri düzeltirken, diğer taraftan komşu Orta Doğu ve Balkan ülkeleriyle işbirliği içine girdi. Bu arada Sovyetler ile de mesafeli bir ilişki kuruldu. Lâkin Genç Cumhuriyet’in istikameti Batı’ya dönüktü. Antiemperyalist mücadelenin liderliğini yapanTürkiye, kendisini Üçüncü Dünya’nın sorunlarından sıyırmayı ve piyasa ekonomisi uygulayan Batılı demokratik ülkelerin saflarına katılmayı tercih etmişti.
Atatürk’ten sonra İnönü döneminde, 2. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle Türkiye tamamen içine kapandı.
‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ vecizesi ve yanlış yorumlanan ‘Misâk-ı Milli’ düsturu, dış politikanın pasifizmine gerekçe yapıldı. Bu arada Stalin’in toprak talepleri de bu evhamlı diplomasinin üzerine tüy dikmişti.
DP’nin iktidara gelmesiyle, başta ABD olmak üzere Batı Bloku’na dahil ülkelerle ‘ittifak’ dönemi başladı.
Kore Savaşı ve NATO üyeliği bu ittifakı pekiştirdi. Artık ABD’nin ve Batı Bloku’nun sadık bir mensubu hâline gelmiştik. Ancak dönemin sonuna doğru, Kıbrıs dâvâsıyla başlayan inisiyatif kullanma eğilimi artmaya başlamıştı. 27 Mayıs’tan sonra da Türkiye’nin klâsik Batı eksenli politikası aynen devam etti.
Bu politikada Türkiye, ABD ve Batı Avrupa’nın, diğer bir ifadeyle NATO camiasının Sovyet sınırındaki jandarması rolünü üstlenmişti.
Batı’nın gözünde Türkiye, verilen görevi yapan, sadık ve itaatkâr bir müttefik idi. Buna karşılık Batı, Türkiye’yi kendi medeniyeti içinde kabul etmemiş, 1960 öncesinden beri devam eden AB taleplerini hep askıya almıştı. Buna rağmen Türkiye sadık müttefikliğini devam ettirdi ve Batı dışındaki dünyaya uzak kaldı. Türk Dünyası ve İslâm Dünyası ile ilişkileri kopuktu. 1967’de İKÖ’nün kuruluşunda Türkiye doğru dürüst temsil dahi edilmemişti.
1980’li yıllarda dünyada ve Türkiye’de büyük bir değişim gerçekleşti. Marksizm iflâs etti, Sovyetler Birliği yıkıldı ve Doğu Bloku dağıldı. Soğuk Savaş’taki dengeler değişmişti. Artık Türkiye’nin jandarmalığına ihtiyaç kalmadığını düşünen klâsik diplomatlar kısa sürede yanıldıklarını anladılar.
Türk ekonomisi 24 Ocak ekonomik tedbirleriyle ithal ikâmesi fânusunu kırarak dışarıya açıldı.
Bu, Türkiye bakımından küreselleşmenin başlangıcıydı. Özal döneminde dış politikada da büyük bir vizyon değişikliği başlamıştı. Bir taraftan süratle katlanan dış ticaret hacmi, bir taraftan yeni kurulan Türk Cumhuriyetleriyle ilişkiler, bir taraftan da İslâm Dünyası ile bağların güçlendirilmesi, Özal dönemi dış politikasının ana çizgilerini oluşturur. Ayrıca bu dönemde ABD ve AB ile ilişkiler de canlı tutulmuştur.
2002 sonunda Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin iktidara gelişi, Türk dış politikasında çok önemli bir milât teşkil etmiştir.
ABD’nin Irak’ı işgali sırasında ‘Tezkere olayı’ ile gösterilen çekingenlikten sonra, Türk dış politikası âdeta coşarak yepyeni ufuklara açılmıştır. Lider Erdoğan’ın cesareti ve çalışkanlığı, Gül’ün dirayeti ve Davutoğlu’nun vizyonuyla bir araya gelince, Türkiye, sıradan bir Orta Doğu ve Balkan ülkesi olmaktan çıkarak bir ‘küresel aktör’ olma yoluna girmiştir. Son sekiz yıllık dönemde Türk diplomasisi, bir bölgesel ülke seviyesini geçerek ‘büyük devlet’ seviyesine ulaşmıştır.
Bu başarının sırrı, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ isimli eserinde anlatıldığı gibi, Türkiye’nin ilk olarak tarihi ve stratejik potansiyelini kullanmasıyla ilgilidir.
İşte, ‘Osmanlı Milletler Topluluğu’na giden yol, bu potansiyelin tabii bir sonucudur.
Yarın bu konuya devam edeceğiz.