Faik Tonguç – “I. Dünya Savaşı’nda bir yedek subayın anıları” – Doğu Cephesi.. Açlıktan ot yiyen askerler.. Rusya’da esaret.. Ruslar da, biz de yüzyıldır pek az değişmişiz..

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
II. Basım: Şubat 2001, 424 Sayfa

Bu kitabı neden seçtim.?

Bir kere I.Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi’nde yaşadıklarını karargahtan, harita başından değil, ‘siperden’ yazmış bir insan Faik Tonguç..

İkincisi, – o zaman küçük rütbeli subaylara tabir edildiği şekliyle – ‘Faik Efendi’ idealist bir insan. Savaşa sadece vatani hisleriyle katılıyor. İstemese gitmeyebilecek iken, tahsilini yarım bırakarak gönüllü olarak yurda dönüp savaşa katılmış..

Üçüncüsü, Faik Efendi gördüklerini anlayabilecek, yorumlayabilecek aydın bir kimse. Kaç kere bu tip anıları okurken, yazanın sadece kendi küçük endişeleri açısından bakan, gördüğünü sadece fotoğraf olarak aktarabilen ‘dar kafası’na içerleyerek okumuşken.. Faik Efendi’yi saygı duyarak okuyorsunuz..

Dördüncüsü o devirdeki insanımızın, özellikle askerimizin çektiği sıkıntıları yansıtması..

Beşincisi – belki de bana en ilginç gelen yönü bu oldu – aradan doksanbeş yıl geçmiş olmasına rağmen, hem Ruslarda hem biz Türkler tarafında.. milli karakter bakımından fazla bir değişiklik olmadığını görüyoruz..

Faik Efendi, öyle sahneleri, öyle hareketleri almış ki hatıralarına, sanki bu kadar yıl sonraki okuyucularının yapacakları gözlemleri önceden görmüş de.. onlara aynı konularda yapılmış tespitler bırakmak istemiş.. Faik Efendi’nin yazdıklarını, bugünün Rusya’sında ve Türkiye’de neredeyse aynen görebiliyoruz..

Faik Efendi mi ölümsüz gözlemler yapmış? Yoksa, “Can çıkar, huy çıkmaz” lafı milletler için de mi geçerlidir? İnsan düşünmeden edemiyor..

Faik Tonguç, 1914 yılında, Mülkiye’yi bitirmiş, Londra’da tahsiline devam etmektedir. Harp çıkacağı anlaşılınca aynı yılın yazında İstanbul’a döner, Aksaray Askerlik Şubesine müracaat eder, askere alınır, Harbiye Mektebi’ne kaydedilir, eğitimlere başlar. Dört aylık eğitimden sonra gönüllü olarak Doğu Cephesi’ne sevkedilir.. Arzu etse geri hizmete ayrılma imkanı vardır.. Ama o da, devrin pek çok genci gibi bir an evvel Moskof’la dövüşerek Turan yolunu açmak arzusundadır.. Şarkılar marşlar söyleyerek İstanbul’dan ayrılırlar..

Doğu Cephesine sevk edilen asker ve malzeme demiryolunu ancak Ulukışla’ya kadar kullanabilir. İstanbul – Bağdat Demiryolu buradan güneye kıvrılmaktadır. Rusya, Abdülhamid’e az baskı yapmamıştır, demiryolu doğuya uzanmasın diye..

İstanbul’dan Ulukışla’ya kolayca ulaşan kafile buradan 17 Ocak, 1915 günü Erzurum’a doğru çıkar.. Artık ulaşım araçları develer, atlar, katırlar, eşekler ve at arabalarıdır.. Seyahat bir menzilden diğerine, duraklarda mola vererek organize bir şekilde yapılmaktadır. Ancak eldeki ulaşım araçları ve yolların durumu son derece yetersizdir. Kafilenin ruh hali, yol ilerledikçe gördüklerinden ve yaşadıklarından etkilenip bozulmaya başlar.
Şehir olarak adı geçen Konya, Kayseri ve Sivas, pislik ve gerilik içinde ortaçağdan kalmış gibidir. Sadece iki belde, askeri bir merkez olan Zara ile Meşrutiyet’e kadar 4. Ordu Merkezi’nin bulunduğu Erzincan şehir olarak diğerlerinden daha derli toplu görünürler.. Özellikle Erzincan’ın mamur hali hepsini memnun eder.
Erzincan’dan doğuya ilerledikçe manzara bir felaket manzarası halini almaya başlar.. Tifo, tifüs, Sarıkamış bozgunundan dönen yaralı askerler, yol boylarında serili, açlık, hastalık ya da soğuktan ölmüş insan ve hayvan cesetleri, boşalmış, genci kalmamış köyler.. Sarıkamış’da bozguna uğradığımızı, ordumuzun önemli kısmının donarak telef olduğunu, yolda ve molalarda karşılaştıkları, geriye sevkedilen yaralı subaylardan öğrenirler.. Aslında başarılı gelişen genel taaruz Rusları geriletmiş ise de sonu getirilememiş ve bozguna dönüşmüştür.
Enver Paşa’nın, üzerinden iki ay geçmiş olan bozgunu halktan saklanmaktadır..
Kahramanımız görev yeri olan 10. Kolordu karargahının bulunduğu, Erzurum’un kuzey doğusundaki İd (Narman) kasabasına 9 Mart, 1915 günü ulaşır. Bu, Ulukışla’dan İd’e yol 51 gün tutmuş demektir.. Yolda verilen yük hayvanı zayiatı da cabası.. Mesela yedi gün süren Erzincan – Ilıca arasında, katardaki 220 yük devesinin 120 tanesi kar fırtınası sebebiyle kaybolarak elden çıkmıştır..

“Şimdiye kadar gördüğümüz kasaba ve köyler içinde İd birinciliği kazanmıştı! Sokaklardan geçerken topuğa kadar yükselen çamur içerisinde, daha gömülmelerine vakit bulunamamış bir cesedin koluna, bacağına basmadan geçmek mümkün olmuyordu.. Dam içlerinde tüyler ürpertici manzaralar, kapısının üstünde ‘Şehitler Mezarlığı’ yazılı levhası bulunan dört duvar arasındaki ölü yığınları.. …ağızları yarı açık, sönmüş gözleri arasından toprağın doymak bilmeyen midesine atılmayı bekleyen ölüler, insan eti yiyerek domuz gibi olmuş, yamyamlaşmış bir sürü köpeğin korkunç bakışları, insanın duygularını, düşüncelerini felce uğratacak ve yaşadıkça hafızasından silinmeyecek hatıralar..
Birbiri üzerine yığılmış, tepecikler meydana getirmiş bu ‘cehalet şehitleri’nin hepsi, tifo, ateşli humma ve özellikle tifüsün yaptığı tahribattan ileri gelmişti.. Bu bahtsız, küme küme yatan Anadolu çocukları..”

10. Kolordu, ‘Faik Efendi’yi, beş arkadaşıyla birlikte, 30. Tümen’e bağlı 88. Alay emrine tayin eder. Alay komutanı, diğer arkadaşlarını 1. ve 2. Taburlara, Faik Efendi’yi 3. Tabura gönderir. Tabur Komutanı disiplinsizlikten Harbiye’den atılmış, daha sonra Yüzbaşı’lığa kadar terfi etmiş Erzincan’lı Hakkı Efendidir.. Faik Efendi, bu ‘babacan’ komutanın yanında askerliği öğrenmeye başlar.. Bu arada hastalanır, hastanede yatar.. tam iyileşmeden geri gelir, birliğine katılır..

“Tabur kumandanlarıyla alay kumandanı arasında yüksek sesle tartışmalar olurdu.. Subaylar birbirleriyle, bazen de bizimle alay ederlerdi.. Biz subayların yanında gülemez, söze karışamazdık, bizler kendimizi subay sanırdık ama öteki subaylar bize onbaşı gözüyle bakarlardı.. Bazıları subay adaylarının subaylar arasında kalmalarını doğru bulmazlar, çavuşların yanında kalmamızı isterlerdi.. Fakat böylelerine karşı bizi savunanlar da çoktu.. Sonraları, bu sakat fikirli subaylarla da canciğer kuzu sarması olduk, birbirini takip eden ortak felaketler bu dostlukları pekiştirdi..”

Daha iyileşmeden, büyük bir Rus taarruzu başlar. Yürüyecek hali yokken kaldıkları köy Kazakların baskınına uğrar.. Yakın arkadaşı Eşref Efendi kendisini bırakmaz, sürükleyerek, çekerek, dinlenirken başında bekleyerek, buldukları bir ata Faik Efendi’yi bindirerek.. kaçırır…
Günlerce dağ bayır yürüyerek kendi alaylarını bulurlar..

“Sabahleyin durum daha da kötüleşmişti.. Solumuzdaki düşman taaruzu şiddetlenmişti.. Düşman topçusu ve makinalı tüfekleriyle solumuzdaki 90. Alay’ın üzerine yüklendi.. Kar üzerinde her iki tarafın da hareketleri iyice görülüyordu.. Bu muharebe üç saat kadar devam ettikten sonra, 90. Alay’ın çekilmesiyle ateş kesildi.. Düşman solumuza geçmişti..
Alayımızın bu mevzilerde kalması imkansız olduğundan bize de çekilmek için emir verildi. Düşmam yalnız bizim tümene değil, Ahpisor etrafındaki öteki tümenlere de aynı zamanda büyük kuvvetlerle taarruz ediyordu.. Bizim alayların mevcudu çok az olduğundan düşman baskısına dayanamıyor, çekilmek zorunda kalıyorlardı..
Bugünlerde, bizim tümen iki saat bile bir yerde karar kılamıyor, ileri geri derin vadilere iniyor, derelerden yükseklere çıkıyor, durmadan yürüyüş yapıyordu.. Bizim gibi takım subaylarının bu yürüyüşlerin, düşmana karşı yapılan bir gösteriş olduğundan haberi yoktu.”

Günlerce bu şekilde yürüyüşlerle yer değiştirirler..

“Bu harekattan sonra, tümen kumandanı Bahattin Bey’in şöhreti her tarafa yayıldı.. Bahattin Bey, hiçbir kumandanın cesaret edemeyeceği büyük bir manevra ve gösteriş yapmış, düşmanın şiddetli takip ve taarruzunu şu suretle durdurmuştu:
Tümenin solunda bulunan 29. Tümen düşmanın büyük kuvvetlerle yaptığı taarruza dayanamayarak, çok önemli bir nokta olan Ahpisor Gediği’ni terk etmeye mecbur kalmıştı. Bizim tümen kumandanı, tümenin mevzilerini tamamen boş bırakarak, Erzurum istihkamlarının yanına düşmek üzere olan düşmanı tehdit etmiş; bazen ufuk hattı boyunca tepelerden, bazen vadilerden geçerek dağlara tırmanarak, üç alayın birerli kolda sağa sola yürüyüş yapması, düşmanın 29. Tümen’e takviye kuvvet geldiğini sanmasına yol açmış. Düşman 29. Tümen’in takibini bırakarak, biraz da geri çekilerek, bulunduğu mevkileri tahkime başlamış.. Bahattin Bey, çekilmekte olan 29. Tümen Kumandanı’na “çekilmekte olan düşmanı takip etmesini, Ahpisor Gediği’nin tekrar işgal edilmesini” emretmiş. Erzurum istihkamları önlerine kadar ilerlemesi kesin olan düşmanı çekilmek zorunda bırakmıştı..
… Askerliğin bu yüksek tarafı, doğal olarak bizim anlayacağımız şeyler değildi..”

1915 yılının baharı gelmiştir.. sıkıntı sadece düşmandan kaynaklanmaz..

“Bugünlerin en önemli meselesi, karşımızdaki düşmandan çok, iaşe işi olmaya başladı.. Yolların çamur deryası haline gelmesi, taşıtların azlığı yüzünden bölükler ciddi bir açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Yüzelli dirheme (480 gr) inmiş olan asker tayını bile verilmez oldu.. Subaylara verilen de kuru peksimet, ara sıra gelen bir parçaçık etten ibaretti.. Bu böyle devam edebilse yine memnun olacaktık. Zaman oluyordu ki, bunu dahi bulamıyorduk.. Askerin hali pek feci olmaya başladı.. Bir gün ihtiyatta bulunduğumuz köyden, ileri hattı teslim almaya giderken askerler tanıdıkları pancar, yemlik, kuzu kulağı gibi otları yemek için her biri bir tarafa dağılıverdiler.. Dağılan askeri toplamakta bir hayli zahmet çektim.. Gerçekten ot yemek mecburiyetindeydik. Açlık bir şeye benzemiyordu…
..sağlam yapılı köy çocuklarını zayıf, cılız bir hale getiriyordu; dayanma güçleri düşüyor, yürürken şurada burada yığılıp kalıyorlardı.”

Açlık dışında başka sıkıntıları da vardır..

“Hastalığım sırasında değiştirdiğim bir kat çamaşırı yıkatmaya zaman ve fırsat bulamıyordum.. Çamur içinden çıkarılmış bir hasırı dört kat yaparak içine girip yatıyordum. Her tarafımızı sarmış olan haşerat dayanılmaz bir hal alıyor, ayıklamakla bitmiyordu. Dolaklarımın içinde gizlediğim kaşığın sapını ateşte sızdırarak, elbisenin dikiş yerlerine sıvaşmış olan bit yumurtalarını yok etmeye çalışıyordum..”

Bu arada çeşitli çatışmaları yaşar.. Gitgide gerçek bir asker olmaya başlamıştır.. Bir keresinde 80 mevcutlu bölüğünün yarısı bir Rus hücumunda şehit düşer.. Gün olur, açlık o kadar etki eder ki, bileğinde tüfeğinin mekanizmasını kuracak gücü kalmamış askerin ateş edemediğini görür..

Faik Efendi, 29 Mayıs, 1915 günü bacağından vurularak yaralanır.. Sislerin içinden, Türkçe “Ateş etmeyin! Biziz! diye seslenerek yaklaşan askerler, Rus ordusundaki Ermeni ‘fedaileri’ çıkar.. Faik Efendi ve etrafındakiler aldanmıştır.. Çok zayiat verirler.. Önce vurulduğunu anlamaz.. birisi bacağına sopayla vurdu zanneder.. Bunu eğitimsizliğe verir.. Ermeniler zaten Doğu Anadolu’nun köylerindendir.. Karşıdan “Nerelisin hemşerim?” diye bağıran Ermeni askerini Türk askeri zanneden nefer, mesela “Sivas’lıyım!” dese, Sivas’ın köylerini bilen Ermeniler onunla konuşmaya başlayıp, kolaylıkla yaklaşabilmektedir..

“Kendine güvenen yaralılar geriye gidebilir” emri verilince, o yaralı haliyle, türlü sıkıntılar içinde Erzurum yoluna düşer. Yolda yarası iltihaplanır..

“Kısacası tasavvur edilemiyecek zahmetle Erzurum’a geldik. Günlerce, sefil perişan bizi tedavi edecek hastane aradık. Erzurum’da şık, genç, dinç subayları görüyordum. Her birinin göğsü bir harp madalyası şeridi veya gümüş madalya ile süslenmişti. Sivri, Karapınar muharebelerinde yararlılıkları görülmüş de şimdi burada istirahat ettikleri sanılırdı. Oysa hiçbiri tüfek sesi dahi duymamıştı.
Parlak çizmeleri, ütülü elbiseleri ile törene gidercesine, oynak bedenleriyle yanımızdan geçip gidiyorlar, bizim gibi kılıksız, pislik içinde yüzen, kaplumbağa kadar bitleri olan, günlerdir sargısı değişmeyen, günlerdir sargısı değişmeyen yaralarından kötü kokular yayılan sefillere yukarıdan bakıyorlardı. Bu efendilerin burada muharebe dışı kalmalarının biricik sebebi, dalkavuklukları ve sakalsız, bıyıksız, düzgün vücudlu olmalarıydı. Bu beylerin karargahı, ordu kumandanı Arap Kamil Paşa’nın dairesiydi. Erzurum’dakiler, gerek ordu dairesinde, gerek menzil müfettişliği karargahında olup biten rezaletleri anlatmakla bitiremiyorlardı. Bu rezaletlerinde o kadar ileri gitmişlerdi ki durumlarını halktan ve askerden saklamak lüzumunu bile hissetmiyorlardı..
Keşki gelmeseydim de görmeseydim..”

Hastaneler, “yer yok” diyerek kapıdan çevirirler.. Merkez Komutanlığı’na müracaat ederler.. Neredeyse kapıdan kovulurlar.. Sonunda bir ‘hayır sahibi’nin yardımıyla, şehir dışında yeni kurulmuş çadırlı Kızılay Hastanesi’ni bulurlar.. yanındaki sekiz yaralı neferle beraber burada tedavi olurlar.. İstanbul’dan ayrılalı altı ay olmuş ve ilk defa burada pantolonunu ve ceketini çıkararak yatabilmiştir.. Burada onbeş gün yatar ve on günlük raporla taburcu olur..

“İstediğim para evden gelmeseydi, bu on günü Erzurum’da geçiremeyecektim. Cephede subay vazifesi görüyorduk ama daha maaş vermiyorlardı. “Namzet” adı altında, hayrına çalışıyorduk.” Küçük yaştan beri parasız yatılı olarak, bugünler için okutulmuş, yetiştirilmiş, ordu ve menzil karargahlarında görev yapan, lüzumundan çok fazla, yüzlerce subayın ileri hatlara gönderilmeleri icap etmez mi? Bizim gibi üç günlük askerlere bir yüzbaşının yapacağı işlerin verilmesi doğru olur mu? Gerçi gece gündüz, canla başla çalışıyorsak da, deneyimlerimiz, askeri bilgimiz bu işleri görmeye yetiyor mu?
Raporumu tasdik ettirmek için menzil karargahına gittiğimde bütün daireyi boş buldum; herkes bisiklet yarışına gitmiş, raporumu tasdik ettiremeden döndüm.

Konaktan konağa mola vererek birliğine geri dönmek üzere, hastaneden yeni çıkmış bir ‘Namzet’ arkadaşıyla birlikte Erzurum’dan ayrılır.

“Karagöbek konağında, akşamdan bize ayrılan hayvanların, sabahleyin, tümenlerde işe yaramadıkları için geriye gönderilen subaylara verilmiş olması bizi çok üzdü. Bir gün önce vazifelerine yetişmeleri lazım gelenlere verilen hayvanların, geriye istirahate gidenlere verilmesinin sebebini anlayamıyorduk. Rütbesi olmaktan başka bir değeri olmayan, daha garibi, doğru dürüst bir mektup yazamayan, yazdığı rapordan bir şey anlaşılmayan bu rütbelilerin bizim hakkımızdaki düşünceleri bir türlü anlaşılamıyordu.
Tümenlerden orduya geri gönderilen subayların bir kısmı gerçekten işe yaramaz idiyse de, bir kısmı da yukarıdan himaye görerek geri hizmetlere alınıyorlardı.
Benim gibi üç aylık askerlik hayatı olanlara bölük teslim edildiğine bakılırsa, ileri hatlarda subay eksiği çok önemliydi.
Alaydan geri gitme emrini alanlar, arkadaşlarına vedaya geldiklerinde, “Dostlar şehit biz gazi”, “Dostlar cennete biz memlekete” diyerek ayrılıyorlardı. Bu alaylar, cephedekileri yürekten yaralıyordu.”

Ulaşım aracı bulunmayınca, bu köyde iki gün geçirirler..

“Bu günlerin birinde, ordu kumandanını Tortum’daki çadırlı ordugahtan Erzurum’a dönerken gördük. Kumandan Paşa’nın kibir ve gururu gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı. Kanuni Sultan Süleyman devrinde Erzurum Beylerbeyi’nin, bin kişilik maiyeti ile gidişini çok andırıyordu. Yalnız, iriyatrı gür sakalı, kürklü, heybetli selam ağaları, katardaki hayvanların “Erzurummm Vann” diye ses veren çıngırakları eksikti. …..
… En önde güçlü atlar üstünde yakışıklı iki genç subay, arkasından tek başına beyaz atında, İskender misali büyük kumandan, ilk bakışta insana esmer yüzü insanda antipati yaratan Paşa Hazretleri, arkasında adedi bilinmeyen güneş yüzü görmemiş yaverleri, emir subayları, daha sonra talimgahlardan seçilmiş genç, güzel, tombul süvariler, iyi beslenmiş atların üztünde pür azamet Karagöbek Köprüsü’nü geçiyorlardı.
Köyün nokta kumandanı, sevk memuru, iaşe subayı gibi isimler alan, yüzbaşıdan aşağı rütbesi bulunmayan sekiz subay, köprü başında tören kıtası Kumandan Paşa’yı uğurluyorlardı.
Şu küçük köyde bu kadar subayın vazifesini, bir teğmenle iki yazıcı erin mükemmelen yapacaklarından şüphe yoktu..
Kumandan Paşa, Erzurum’a döndükten sonra, Karagöbek nokta kumandanının, çalışması karşılığı ikiyüz lira para ödülüyle taltif edildiğini işittik.
Olgun, gerçekten aydın, iyi öğrenim ve terbiye görmüş kafalar, bu gibi gösterişlerden zevk duymazlar..
… İleri hatlarda, erzak taşıyacak hayvan kıtlığından aç kalan, ot yiyen askerler, takattan düşen subaylar, bu yüzden kayıp verip dururken…
… bunu kumandanın başka soydan olmasına verebilir miyiz?
… aracı kendim için aramıyordum; arkadaşım hastaneden yeni çıktığından, yürümeye gücü yoktu. Güçsüzlüğün nedemek olduğunu yaşadığım için ben de çok iyi biliyordum”

Taburuna tekrar katılır.. Cephede durum şimdi biraz daha iyidir.. 29 Temmuz, 1915 gecesi, bir karşı taaruza katılırlar. Faik Efendi bölük komutanıdır ve 97 tüfekli askeri vardır. Bu arada Ramazan gelmiş.. 27’si olmuştur.. O gecenin Kadir Gecesi olduğunu, hücüm öncesi bir cesaretlendirme konuşması yapan, bölüğüyle emrine verildiği Jandarma taburunun komutanından duyarlar.. Üç gün sonra bayram olduğundan bile haberleri yoktur.. Ertesi gün, Osmanlı birlikleri Rusları Karadağ’dan geriye atmak üzere ileri harekata başlarlar.. Düşman buradan sökülürse, Oltu’ya kadar tutunabileceği mevzi bulamayacaktır..

“Karadağ’ın boyun noktası, bir tarafı uçurum, dar bir geçit olduğundan, bizden ya da düşmandan vurulanların uçuruma yuvarlandıkları seçilebiliyordu.. Kolordu kumandanı, Harbiye Nazırı, maiyeti, subaylar, ellerinde dürbünler, arasıra kahkaha ile gülüyorlar, bir komedya sahnesi seyrediyor gibiydiler.. Biz küçük subaylar bu manzara karşısında ağzımızı bıçak açmadan, üzüntü içinde bütün subayların gerisinde, biraz da uzakta, bu gülmelere bir anlam veremiyorduk.”

Yukarıdan tutarsız emirler gelir.. Gece yarısı terk ettikleri sırtları sabah tekrar işgal etmeleri istenir..

“..dün akşam tuttuğum tepeleri tekrar tutacaktım.. Askerde akşamki neşe yoktu. Yine besmele çekip şahadet getirerek arkama düştüler.. Türk askeri sabır ve tahammülü bakımından dünyanın en dayanıklı askeri olarak tanınmıştır.”

Ertesi gün Faik Efendi’nin bölüğü de düşmanla çatışmaya başlar.. Pek çok şehit, yaralı, kayıp verirler..

“Ruslar büyük fedakarlıklarla cesetlerini toplayıp götürdüler. Ölülerini muharebe meydanında bırakmıyorlardı. Bizde şehitlere hiç önem verilmiyordu. Bir askere, ölünceye ya da yaralanıncaya kadar değer veriliyor, sonra kimse yüzüne bakmıyordu.. Halbuki taburda ölen bir katırın, tırnak numarası, yaşı, nitelikleri hakkında bir sürü soruşturma açılması, bir dosya oluşturulması…”

“Tarlalar arasında açıkta kalan şehitlerimizin hiç olmazsa yerlerinde defnedilmeleri hakkında yazılan yazılara cevap bile alınamadı. Düştükleri yerde çürüdüler, kurda kuşa yem oldular, beyaz bayraklı sıhhiye erlerinin gelmesini bekledik durduk..”

“Kumanda ettiğim bölüklerin – Faik Efendi subay kıtlığından ve zayiattan dolayı artık birden fazla bölüğe komuta etmektedir – bu kadar zayiat vermesi idaresizliğin bir neticesiydi. Alay kumandanı her emrine “Ben Sinanis’in sırtlarındayım” cümlesini yazardı.. Bu mevki bizim muharebe ettiğimiz yere tam 2,5 saatlik bir mesafede bulunmaktaydı. Ben ateş hattından durumu bildirir rapor yazadım; bu rapor artık neredeyse tabur kumandanını bulacak, sonra alaya yazılacak, saatlerce vakit geçtikten sonra yine tabur yolu ile bölüğe emir gelecek. Eğer alay kumandanı da, bizim tabur kumandanı gibi, kendiliğinden karar vermekten aciz biriyse, tümene, belki de kolorduya yazılacak, aynı yolu takip ederek ileri hatta tarifi imkansız zorluklar içinde bocalayan bölük subayına emir gelecek. Kaybedilen bu uzun zaman içinde umulmadık olaylar meydana geliyordu……
…. kıtalarının harekatını yakından izlemeyen bu zevat için sorumluluk da yoktur, yerlerine getirilecek adam da yoktur..
Yiyecek, giyecek, kısacası hiçbirşey yok, baştan aşağı bir yokluk içinde çırpınıp duruyorduk..”

1915’in Ağustos ayını da üç düşman baskınını savuşturarak geçirirler.. Zaman zaman iki tarafın askerleri – yasak olsa da – gizlice buluşup tütün ile şeker takası yaparlar.. Bizde şeker,karşı tarafta tütün kıtlığı vardır..
İki taraf da diğer tarafın moralini bozacak bildirileri birbirinin askerlerine ulaştırmaya çalışırlar..
Bu sayede Rus ordusundan Polonyalı ve Ukraynalı askerler kaçıp bize sığınırlar..

“Biri Rus sosyalist mebuslarının, diğeri Ukrayna özgürlükçülerinin, renkli kağıtlara basılmış bildirileri pek rağbet görüyordu. Bu yazılı propagandanın etkisi gecikmiyor, semeresi çabuk alınıyordu. Her gün erkenden alay cephesindeki nöbetçi hatlarına gelerek, öğrendikleri iki kelime Türkçeyle, “”Osman Kardeş!” diye bağırıyorlar, teslim oluyorlardı.”

Karşı tarafın bildirilerinde Osmanlı ordularının diğer cephelerde düştükleri zor durum anlatılmaktadır.. Ancak bizim neferlerin çoğı okuma yazma bilmediklerinden işimiz daha kolaydır.. bildiriler bizim askere tesir etmez..

“Eğitimsizliğin, cehaletin biricik faydasını burada görmekten memnun olurduk!”

Rus Ordusu’ndaki Kazan Tatarı Müslüman askerlerin, karşı tarafın yapacağı baskınları bizim askerlerimize haber verdikleri olur..
Eylül ayı sakin geçmektedir. İlk defa bu kadar uzun bir dinlenme fırsatı bulurlar.. Yine de ufak tefek olaylart olur.

“Alay kumandanı, şehitlerden kalan paradan zimmetine para geçirmiş olduğu anlaşıldığından tevkif edilerek kolorduya gönderildi.”

Bir gece karşı cephede ateşlerin yakıldığını, şenliklerin yapıldığını görürler, haber alamadıkları “Çanakkale cephesi mi düştü acaba?” diyerek sabahı zor ederler. Ardından, Çar II. Nikola’nın cepheyi ziyarete geldiğini öğrenirler..

“Böyle önemli bir şahsiyetin cepheye gelmesi hayra alamet sayılmazdı. Yakında büyük bir düşman taarruzuna uğrayacağımız anlaşılıyordu.”

“Bu sırada alay karargahı olan Sinanis köyünde subaylar arasında bir atış yarışması düzenlendi. Arkadaşlar gibi günlerce hazırlanamadığımdan üçüncülük kazandım..”

Kasım ayında Asteğmenliği kabul edilir ve maaş almaya başlar..
Bu arada Çanakkale Zaferinin haberi kendilerine ulaşır.. Bayram gibi kutlarlar..
Beklenen Rus taarruzu 27 Aralık, 1915’de başlar..

“Önce süvari, sonra piyade hücumlarıyla Sivri vadisine sokulmak isteyen düşmanın taarruzları def edildi.. Ertesi gün 11. Kolordu cephesinin yarıldığı haberi geldi. Bizim de çekilmemiz kesin gibiydi.. Alayın ağırlıklarını geriye taşımak için ….. alay kumandanından emir aldım… önce Ekrek köyünden yirmi kağnı arabası alarak alaya gönderdim. Bu köyün iriyarı, ak sakallı yaşlı muhtarına attığım dayak yüzünden çok üzüntü duydum…. birçok köylüyü ağlattım… Şefkat, merhamet, insanlık duygusu tümden susmuştu. Birkaç köy yok edilse bile ağırlıklar geriye taşınacaktı.. Ordunun faydası için yapılan her hareket mübah sayılır, hiçbir engel tanınmazdı. Vazifenin emrettiğini yapıyordum, ama bizim bu yaptığımız düpedüz bir çapulculuk ve soygundu… ulaşım araçların, yiyeceğin, giyeceğin yoksa ne diye savaşıyorsun?…. bu halka göç etmeleri için emir verilmişti… Herşeyleri alınmış bu insanlar nasıl kaçacaktı? Birkaç gün sonra ırz ve canları Kazak süvarilerinin ayakları altında kalacaktı… Alaylar sıkıştıkça, bir subay silahlı askerlerle köylere sokulmuş, ne buldularsa toplayıp götürmüşlerdi..Bir de bu halkın askeri sevmediğinden şikayet ediyorduk.. Yaptığımız bu zulme karşı, bu halkın askere nasıl sevgisi olabilirdi?”

“Getirdiğim hayvanlardan bir kısmı, sahipleri birlikte geldiği için geri verildi. 10 Çift öküz, 7 eşek sahipleri olmadığından alayda kaldı, uzun süre ulaşım görevi yaptı..”

“Hiçbirşey bırakmamak üzere ağırlıkları sağırkaya köyüne taşıttım. buradan daha geriye yaşımak imkanı olmadığından cephane ve erzakla dolu bir ambarı yakmaya mecbur oldum. Düşman şiddetle takip ediyor, köylülerle birlikte çekilirken, halktan sopa zoruyla toplanmış olan erzağı yakıp yok etmekten başka bir çare kalmıyordu..”

27 Aralık’ta başlayan Rus taarruzu gitgide yayılarak, genişleyerek devam eder. 16 Şubat’ta Rus Ordusu Erzurum’a girer.. Faik Efendi, 27 Aralık, 1915’den başlayarak, yaşadığı tüm serüveni, savaşı, gördüklerini, yaşadıklarını sayfalar boyunca anlatır.. Mayıs ayında asteğmenlikten teğmenliğe terfi eder. Neredeyse aralıksız savaşmaktadırlar.
Böylece Temmuz ayına gelinir.. Faik Efendi ile arkadaşlarını son derece sevindiren bir gelişme olur.. Çanakkale Savaşı sona erdiğinden, o cepheden boşa çıkan, tecrübeli, iyi donatımlı Osmanlı tümenleri işlerin kötü gitmekte olduğu Doğu Cephesine kaydırılmaktadır. İşte 3 Temmuz, 1916 günü bu askerleri ilk defa gördüklerini, Faik Efendi şöyle anlatıyor:

“Aylardan beri gelecekler, geliyorlar, geldiler diye yolunu beklediğimiz İstanbul askerlerinin geldiklerini nihayet gözlerimizle gördük, bizdeki sevincin sınırı yoktu.
Öğleden sonra mevzilerimizi 25. Alay’ın bölüklerine teslim ederek taburumuzu biraz daha sola aldılar. Yeni mevzilere yerleşmeden yandan şiddetli bir topçu ateşi başladı..
Tam karşımızda, yukarı Lori Ovası’nın doğusunda, 8 – 10 kademe üzerine yayılmış, savaş düzenine girmiş iki alay kadar Kazak süvarisinin, at üzerinde emir bekledikleri anlaşılıyordu. İkindi güneşi bu süvarilerin çekilmiş kılıç parıltılarını, koca kalpaklarıyla dev gibi katanalar üzerinde saldırıya hazır duruşlarını çok iyi gösteriyordu.
Top mermilerinin yakınımıza düşmeye başlaması, şarapnellerin tepemizde patlaması üzerine askerler siperlerini terk ederek geri kaçmaya başladılar. Elimdeki tüfeği kaçanlara doğrulttum. Süvari önündeki bozgunun felaketinden, kaçmanın bir faydası olmadığından, hepimizin kılıçtan geçirileceğinden, Rus topçusunun bir değerinin olmadığından uzun uzun söz ettim.. Sonunda yeni gelen askerlerden de mi utanmıyorsunuz? Sizin korkaklığınıza gülüyorlar, diyerek vaaz faslını kapadım..
Bölükte çavuş onbaşı adına kimse yoktu.. Maneviyatı bozulmuş, gözü daima geride olan bu askerleri yalnız başına idare etmek, siperde tutmak, mücadeleye zorlamanın ne demek olduğunu anlatmak mümkün değildir…
….Bu top ateşinin sürmesi hücuma geçmek üzere olan Kazakların işini kolaylaştırmak içindi.. …düşman ateşinin bizi bu kadar hırpalamasının sebebi, siperlerimizi yandan görmesi, kapalı bir tarafımızın bulunmamasıydı..
İkindi güneşinin guruba yöneldiği sıralarda, karşımızda açılmış olan Kazakların öndeki safları, büyük kılıçlarını sallayarak dörtnala saldırıya geçtiler. Hızla geliyorlardı. 1400 ve 1200 metreden nişangah vererek ateşe başlattım. Ara sıra kendim de ateş ederek siperlerde aşağı yukarı dolaşıyordum. Tam bu sırada olabilecek bir bozgun hepimizin kılıç darbeleri altında yok olmamızdan başka, sağımızdaki alayın gerisinin alınmasına neden olacaktı. Kazakların çok kayıp verdiklerini söyleyerek askerlere cesaret aşılamaya çalışıyordum.
Nişangah 600 metreye inmiş, kısa bir zamanda karşımızdaki Kazaklar tümüyle erimişti. Yaralanarak hızla geri kaçanlar, yedeklerindeki yaralı hayvanları sürüklemeye çalışanlar, hayvanlarıyla birlikte yere devrilenler, yerde debelenerek can çekişen hayvanlar görülüyordu.
Bölük kumandanı olduğunu sandığım büyük kalpaklı, parlak ve uzun kılıçlı bir süvarinin en ileride, bir hayli sokulduktan sonra, bir daha kalkmamak üzere devrilmesi unutulacak manzaralardan değildi. Bundan sonra geridekilerin hareketi ağırlaştı. 300 metre kadar sokulanlar, önümüzdeki tepenin gerisine sığındılar.
Sağımızdaki alayın neferleri büyük bir cesaret ve ustalıkla silah kulllandılar. Eğitim, terbiye, disiplin, teçhizat bakımından biz onların yanında ‘başıbozuk gönüllüleri’ gibiydik. Bu saldırının püskürtülmesinde şeref payının büyüklüğü şüphesiz onlarındı.
Çanakkale’de iki büyük düşmanı denize döken bu aslan yavruları siperlerden ileri atıldılar, kaçmak üzere olan 20 kadar Kazak ve bir o kadar da sağlam katana ele geçirdiler.
“Bunların kaçmasına tepenin sağındaki benim iki mangam engel olmuştur” diyerek, ganimetten bir kısmının bize ait olduğunu iddia ettimse de, “Muharebede bulunan ganimet, onu ele geçiren birliğindir” cevabını verdiler. Bir at bile alamadım.
Bölüğün yılgın, bezgin askerlerini yerlerinden hareket ettirinceye kadar onlar esirlerin yanına varmışlardı.
Yanı başımızdaki bu askerler, Çanakkale’nin cehennem gibi ateşini görmüş oldukları için bu Kazak baskını onlara çocuk oyuncağı gibi geldi. Elbiseleri, sırt çantaları, herşeyleri mükemmeldi.. İyi bakılmış, yüzleri kanlı, hareketleri canlı ve çevikti. Bizim askerler, kendilerine benzemeyen bu askerleri şaşkın şaşkın tepeden tırnağa hayretle seyrediyorlardı.
Demek Osmanlı Ordusu’nda böyle asker de bulunuyordu..”

Faik Efendi, bu çarpışmadan sekiz gün sonra, 11 Temmuz, 1916 günü, Bayburt ile Tercan arasındaki Kop Dağlarının güneyinde, Bandola ovası muharebelerinde, yaralılar dahil 17 neferle beraber Ruslara esir düşer.. Esir düştüğü çarpışma alayının katıldığı son çarpışmadır..
Aynı gün Erzincan da Rus Ordusu’nun eline geçmiştir..
Esaret hayatı böylece başlar..
Bu kısmını özetlemiyorum.. Bu da kendi başına apayrı bir macera..
Bayburt’tan Moskova’nın epey kuzeyinde, ormanlar içindeki bir kasabaya kadar yolculuk.. Orada geçen esaret günleri.. Firar girişimleri..
Çarlığın yıkılıp Bolşeviklerin iktidara geldiği günler..
Esaret hayatı, savaşın bitmesiyle, yine Sirkeci garına, ama Varşova, Viyana, Sofya üzerinden varacağı 27 Haziran, 1918 gününe kadar sürecektir..
Haydarpaşa’dan Doğu’ya hareketi ile, esaretten kurtulmuş olarak tekrar Sirkeci’ye dönüşü arasında üç sene beş ay ve onbeş gün geçmiştir..

Özellikle günümüzün Rusya’sını, toplumsal hayatını, onların ahlak anlayışlarını, iş ahlaklarını, kısaca Rus insanını tanımış olanlara, anıların ‘Esaret’ kısmı çok ilginç gelebilir..

Herkese tavsiye ediyorum.. Az bulunacak lezzette bir anı kitabı…

Also read...

Comments are closed.