Prof. Yahya Tezel: “Bu gidişle CHP’ye oy veremeyeceğim galiba. Çünkü..”
“CHP, Türkiye siyasetinde padişahlık geleneğinin devamlılık ekseni üstündedir.”
“CHP, ağırlıklı olarak bir “paşazadeler” partisi gibi görünüyor bana.”
“Osman Korutürk’ün Türkiye’nin dış politikası, dünyada uluslar arası ilişkiler düzeni hakkındaki görüşlerini ifade ettiği bir kitabını bilen var mı?”
“Peki, aramızda İkinci Faik Öztrak’ın dünya görüşünü, siyasi tercihlerini, bu görüş ve tercihlerle ilişkili iktisatçılığını ifade ettiği, yazdığı çizdiği herhangi bir kitabını, makalesini, konferansını bilen, okumuş dinlemiş olan var mı?”
“Adam kayırmacılıkla siyasete paraşütle gökten indirilmiş olmanın Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki en çarpıcı örneği Bülent Ecevit’in kendisidir.”
“Bülent Ecevit’in önce Ankara Hukuk sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrenciliği iyi gitmedi. Gelini Rahşan Ecevit’in kendisiyle iyi geçinmemesi sonucunda oğlu Bülent Ecevit’le de mesafeli bir ilişki sürdürmüş olan annesi Nazlı Ecevit, 1970li yıllarda Bülent Ecevit’in çocukluğu ve gençliği ile ilgili gazetede yayınlanan ve Bülent Ecevit’in müdahalesi ile durdurulan anılarında Bülent Ecevit’in özellikle üniversitede öğrenme ve başarı zorlukları yaşadığını anlatmıştı. İsmet İnönü üniversite’de zorluk çeken Ecevit’in imdadına onu Londra’daki Türk Büyükelçiliğine basın müşaviri olarak atayarak yetişti.”
Bu gidişle CHP’ye oy veremeyeceğim galiba. Çünkü..
Türkiye’yi gözlemleyerek, içinde yaşayarak, anlamağa çalışarak, bana göre “daha iyi bir Türkiye” olması için benim yapabileceğimi, elimden geldiği kadar yapmaya çalışarak 69 yaşına geldim. İnşaallah sağlıklı olarak bir süre daha yaşarım. Burada yaşamayı kendim seçtim. Türkiye dışına yerleşme fırsatı iki kere ciddi olarak önüme geldiği halde Türkiye’de yaşamayı, yaşlanmayı ve ölmeyi tercih ettim. Memnunum. Bu benim “kader”imdi ve şikâyetçi değilim.
Çocukluğumdan bu güne kadar, beni önemli ölçüde “solcu” yapan bir algılamam ve itirazım oldu. Bu algılama ve itiraz nedeni, bazı insanların, babalarından, ailelerinden ötürü hak etmedikleri bir kayrılma ile yaşamaları durumu idi. Üniversite’deki hocalıktan ülkenin başbakanlığına kadar kamusal alana ait ve liyakat ve ehliyetle tahsis edilmesi gereken birçok mansıp ve makamın, adeta arka plandaki bir görünmez eller mekanizması tarafından birilerine madalya gibi verilmesi beni hep rahatsız etti hep. Çok ciddi bir “haksız rekabet “ vardı. Osmanlı’nın kapılanma kurumu, kapılanma kültürü Cumhuriyetin içinde devam etmişti. Enderun, Harbiye ve Mülkiye’de yetiştirildikten sonra Padişah kapısında kapılananlar, sosyolojik statüsü köle, uşak ve aristokrat melezi olan bir “yönetici sınıf”ı oluşturmuşlardı. Kendilerine ulufe gibi verilen mansıplarla ve makamlarla Padişah’a şahsi itaat yemini ile hizmet edenler devletin kendilerine emanet edilmiş olduğunu vehmederlerdi. Arkaik bir dünya tasarımı içinde kendi meşruiyetlerine inanırlardı. Bu sınıfa Cumhuriyetin başlangıçta mütevazı kökenli olsalar da hızla kendini Cumhuriyetin sahibi sanma kuruntusu ile yaşayan yeni aile kadroları eklenmişti. Öztrak’lar, Öymenler gibi.
Ben sosyolojik olarak bu sınıftan değildim.
Babam, babası ayakkabıcılık yapan bir Trabzonlu idi. Muhacerette (1915) 10 yaşında okuldan ayrılmış Rus işgalinden kaçarken anasız babasız kalmış sonra da okuyamamıştı. Şoförlük yaparak çalışmaya başlamış sonra yedek parçacı olarak ticarete atılmıştı. Annemin babası ve annesi köy kökenliydi. Muhacerette annemin babası ölmüştü. 1968’lere kadar yaşamış ve ondan çok şey öğrendiğim anneannem ümmi idi. Annem hafız olmuş, yeni yazıyı halk mektebinde öğrenmişti. Ben farklı olan bir “askeriye” yani ayrıcalıklı “devlet görevlileri” sınıfının varlığını ilkokul yıllarımda, ama özellikle 1952’de TED Ankara Koleji’nde yatılı öğrenci olduktan sonra ayırt ettim. Kendi sınıfsal statümü, kimliğimi bilinçlendirmeğe başladım. Mülkiye’deki hocalık hayatım ve 1976’dan sonra CHP’de çalışmam ve CHP’yi içinden, perdenin arkasından bir miktar görme fırsatı bulmam bunu iyice netleştirdi. Konu zihnimde berraklaştı. Bu sınıf bilinci siyasi tercihlerimi de etkiledi. Yaşama tarzımı en iyi koruyabilecek bir tarihi kimliğe sahip gibi görünse de, sınıfsal nedenlerle CHP’den rahatsız olmaya başladım. Kemal Kılıçdaroğlu’nun son kurultayda Parti üst yönetimi için kendi kadrosunu oluşturması ile birlikte bu rahatsızlığım şiddetli bir şekilde arttı. CHP’yi yeniden, sosyal demokrat bir parti gibi değil, İkinci Abdulhamid’in mabeyin kapısında yaşayanlar partisi gibi algıladım. Gürsel Tekin gibi birkaç kişinin oluşturduğu farklılığa rağmen, CHP, ağırlıklı olarak bir “paşazadeler” partisi gibi görünüyor bana.
Birkaç örnek verelim. Gülsüm Bilgehan hanımefendi, ki gerçekten büyükannesi Mevhibe Hanım gibi hanımefendi bir insan olduğunu hissediyorum, İsmet İnönü’nün torunu olduğu için siyasette bulunuyor. Prof. Dr. Hurşit Güneş Bey, kendisi siyasete babasının verdiği soyadı ile değil bileğinin gücüyle girmiş Turan Güneş’in oğlu olduğu için siyasette bulunuyor. Arasının iyi olmadığı söylenilen eniştesi Prof. Dr. Sencer Ayata da, aynı Turan Güneş’in damadı olduğu için siyasette bulunuyor. Faik Öztrak, Mülkiye Mezunu ve Atatürk ve İnönü dönemlerinde milletvekilliği, TBMM Başkanvekilliği ve Dâhiliye Vekilliği yapmış olan dedesi Faik Öztrak’ın torunu ve Babasının oğlu olduğu ve Öztrak soyadını taşıdığı için gene İçişleri Bakanlığı yapmış olan Orhan Öztrak’ın oğlu ve gene taşıdıkları soyadlarından ötürü TRT Genel Müdürlüğü yapmış Adnan Öztrak’ın ve Devlet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapmış İlhan Öztrak’ın yeğeni olduğu için siyasette bulunuyor. Faik Öztrak’ın muhteşem bir soyadı var. Öztrak’lar, akraba oldukları Göle’ler ve İnan’larla birlikte Ankara’nın perde arkasındaki iktidar oyunlarının en güçlü aile ağlarından birini oluşturuyor. Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin üst lider kadrosuna taşıdığı çok ilginç bir başka Osmanlı’yı Cumhuriyet’e bağlayan quasi-aristokratik ailenin çocuğu da Osman Korutürk. Osman Korutürk, İttihat Terakki’nin önde gelen isimlerinden olup Cumhuriyet’in kurucu kadrosunda da yer almış Salah Cimcoz’un torunu ve Cumhuriyet’in altıncı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğludur. Dışişlerinde kendi bileğinin hakkı ile kariyer yapmış olsa da, Türkiye’nin dış politikası ile ilgili kamuya yansımış herhangi bir analizi, fikri olmayıp, siyasete getirilişinde siyasi faaliyetlerinin rol oynadığının söylenmesi imkânsız gibidir.
Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin üst yönetimine taşıdığı kadroda örneği arttırılabilecek bu arkadaşların sınıfsal ortak özellikleri çarpıcıdır. Bu çarpıcı özellik CHP liderini “solda” değil, Ankara’nın perde arkasındaki iktidar yapılarında, devleti özellikle 1960’dan sonra, “babasının tapulu malı gibi” kendine ait bir yapılanma olarak algılamış ve “fıstık gibi” kullanabilmiş belirli bir iyi aileler ağı ve bu ağın iç içe olduğu devlet geleneğine dayandığı için “sağda” konumlandırmaktadır.
Bu süreçteki asıl garabet, Osman Korutürk gibi birçok insanın, üyesi olmadıkları bir partinin genel başkan yardımcısı yapılmalarıdır. Bir diplomatın çok iyi bir teknisyen olduğu varsayılıp bir CHP hükümetinde dış işleri bakanı yapılması belki makul, “normal” görülebilir. Ama hiçbir siyasi kimliği, deneyimi, iddiası olmayan Osman Korutürk bir CHP hükümetinde dış işleri bakanı değil, düne kadar üyesi olmadığı Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkan yardımcısı yapılmıştır. Açıktır ki bir partinin genel başkan yardımcılığı, bir genel başkanın danışmanlığından farklıdır. Bu örnekte Osman Korutürk genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’na dış politika danışmanı olarak atanmamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’ne dış politika konularından sorumlu genel başkan yardımcısı olarak atanmıştır. Şimdi sormak gerekir. Cumhuriyet Halk Partisi devlet dairesi midir? Bir siyasi parti nedir? Bir siyasi parti teşkilatı ile mesela Maliye Bakanlığı teşkilatı arasında bir fark var mıdır? Varsa nedir? Bir siyasi partiye müsteşar ya da genel müdür atanır gibi genel başkan yardımcısı, genel sekreter atanır mı? Dünyanın hangi demokrasisinde buna benzer bir saçmalık görülmüştür?
CHP tarihinde kurultay delegelerinin bu kadar saçmalık karşısında bu kadar sessiz kaldıkları, siyasi basiretin bu kadar buharlaşıp uçtuğu, adı parti olan bir yapının siyaseti bu kadar yerin dibine gömdüğü bir başka kurultay hatırlamıyorum.
Bu durum nasıl açıklanabilir? Ne olmuştur? Nasıl olmuştur? Siyaset bilimi doçentliği yapmış bir Deniz Baykal sadece “kaset şoku”ndan ötürü mü bu gelişmeler karşısında sessiz kalmıştır? Örgüt örgüt diye diye ömrümü CHP’de tüketmiş bir Önder Sav’ın, önce en yüksek perdeden siyasi parti olmanın ne anlama geldiğine dair bir dersi Kılıçdaroğlu’na veriyor muş gibi yapıp sonra aniden tamamen seyirci rolüne geçmesi nasıl açıklanabilir? Bunca yılın CHP teşkilatının sorumluluğunu taşıyan parti yöneticileri ve Kurultay delegeleri tanımadıkları kişilerin, teknisyen meknisyen değil, doğrudan doğruya genel başkan yardımcısı olarak kendilerini yönetmek gibi tepeden indirilip tayin edilmesini nasıl olağan bir olay gibi görmüş, nasıl hazmetmişlerdir? Cumhuriyet Halk Partisi’nde teşkilat içinde çalışmayanlar, teşkilatı tanımayanlar, teşkilat tarafından tanınmayanlar, partili olmamış insanlar kadrosu Cumhuriyet Halk Partisi’nin yönetimini nasıl devralmışlardır? Bu sadece ve sadece bir iyi düşünülmemiş tüzük değişikliğinin yarattığı öngörülmemiş bir boşluğa yol açmasının seçimlere gidildiği bir süreçte, seçim kazanma sözü veren bir kendisi fazla sınanmamış bir genel başkanın tekerine çomak sokmamak endişesi ile insanların sessiz kalmaları şeklinde açıklanabilir mi? Sanmıyorum.
Bir demokraside bir siyasi partinin lideri, değil seçim zaferi cennet vaat etse dahi, o partinin üyesi olmamış, o partinin kadrolarının tanımadığı ve o partinin kadrolarını tanımayan bir “takımı” gökten zembille indirir gibi o partinin yönetimine getiremez. Eğer böyle bir şey oluyor ise o yapı bir demokrasinin yapısı değildir ve bir siyasi parti değildir.
Bir insanın bir siyasi partinin genel başkan yardımcısı olabilmesi için, o partiye üye olmuş olması, yıllarca başka partililerle çalışmış olması, öteki partililerin onu onun öteki partilileri tanımış olması, partililerin onda güvenilirlik ve liderlik vasıfları görmüş olmaları gerekmez mi? Partililerin tanımadığı ve partilileri tanımayan bir insanın bir siyasi partinin genel başkan yardımcısı seçilmesi nasıl açıklanabilir? Bundan daha büyük saçmalık olabilir mi? Güzellik yarışması mı yoksa parti meclisi seçimi mi yapıldı CHP kurultayında? Bir partinin genel kurulu, nasıl ve hangi hakla siyasi yöneticilerinin seçimini bir genel başkanın tek seçiciliğine bırakabilir? Ve nasıl bir dünyada bir genel başkan partisine üye olmamış, partilileri tanımayan ve partililerin tanımadığı çok büyük olasılıkla kendisinin de tanımadığı, iyi tanımadığı birilerini beğenip getirip o partililerin tepesine parti yöneticisi olarak koyabilir? Nedir bu? Yeniçeri Ocağı’nda bile Ağa yapılmanın bir raconu vardı? Yeniçeriler “mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” diyebiliyorlardı.
Nereden nereye geldi CHP?
Tek Parti diktatörlüğünden gelmiş bir İsmet İnönü bile 1950 sonrasında partisini temsil ilkelerine dikkat ederek yönetti. 1950’li yılların CHP’si bile Kurultaylarında partili olma bilincine sahip insanların kurultay yaptıkları bir parti idi. Deniz Baykal ve Önder Sav, siz nasıl bir yapılanma yarattınız adına parti denilen? Enkazı altında kaldığınız bir yıkımın tarihi sorumluluğunu nasıl taşıyacaksınız? İleride eğer bu olan bitenlerin tarihi yazılırsa ne denecek Cumhuriyet Halk Partisi geleneğinde yaptığınız tahribat hakkında?
Bu yapılanmada beni asıl rahatsız eden, bu tür sosyolojik yapısı kapı kulu ile güya aristokrasi melezi olan, sınıfsal konumları nedeni ile cımbızla seçilir gibi CHP’nin üst yönetimine taşınan, sonra da devletin üst yönetimine taşınmak istenilen bu kadronun ciddi bir “hakkaniyetsiz rekabet” meselesi yaratmasının ötesinde, büyük bir siyasi etkililik riski de yaratmasıdır. Ehliyet, zekâ ve karakterin sınandığı uzun siyasi ayıklama süreçlerinden geçmeden aniden tepeye taşınmış bir siyasetçi kadrosunda kalitesizlik problemi nasıl çözülebilir ki?
Beni rahatsız eden üçüncü husus ise şudur. Bir genel başkanın, son gelişmelerde olduğu gibi, daha önce birlikte çalışarak tanıma fırsatı bulmadığı ve birbirini de tanımayan kendi parti kadrolarının da tanımadığını bir “beyzade” ve güya “teknisyen”ler heyetini ani bir şekilde sahneye çıkartması, bu “beyzade” güya “teknisyen” heyetin şekillendiği bir başka mutfağı gerektirir. Böyle süreçlerin olmazsa olmaz perde arkası mekanizmaları, ilişki ağları vardır. Ben Kemal Kılıçdaroğlu ile Osman Korutürk’ün eskiye inen bir tanışıklığı olmadığından eminim. Gene mesela Osman Korutürk ile mesela Sencer Ayata’nın da eskiye inen bir tanışıklıkları olmadığından eminim. Ve merak ediyorum kim birbirini tanımayan bu iki insanı Kemal Kılıçdaroğlu’na telkin etti? Bu “beyzade” güya teknisyen heyeti oluşturup öne süren ağ Masonluk mu? Güçlü aileler ağı mı? Ne? Kemal Kılıçdaroğlu hangi verilere dayanarak bu insanların paraşütle siyasete indirilmelerinin Türkiye’deki ve Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki siyaset süreçleri için çok faydalı olacağını, bu insanlarda keşfedilmemiş siyasetçi potansiyeli yattığına karar verdi? Bunun neresi Halkçılık? Bunun neresi siyaset?
Adam kayırmacılıkla siyasete paraşütle gökten indirilmiş olmanın Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki en çarpıcı örneği Bülent Ecevit’in kendisidir.
Bülent Ecevit’in dedesi Huzur-u Hümayun hocası olarak Padişah Vahdettin’ özel hizmet veren Müderris Mustafa Şükrü Efendi, babası Ankara Hukuk Mektebinde Adli Tıp Profesörü Ahmet Fahri Ecevit’ti. Tek partili dönemin diktatör lideri İsmet İnönü Fahri Ecevit’i 1943-1950 arasında Kastamonu milletvekili yapmıştı. Ecevit 1944’te Robert Kolej’den mezun olduğunda babası İsmet İnönü’nün atanmış milletvekili idi. Annesi önemli bir ressam olarak kendini kabul ettirmiş olan Fatma Nazlı Hanım’dı. Bülent Ecevit’in 1946’da evlendiği Rahşan Hanım’ın babası da, tek parti döneminin diktatör CHP lideri İsmet İnönü’nün maliye ve ekonomi danışmanlığını yapan, Siyasal Bilgiler Okulu profesörlerinden Namık Zeki Aral’dı. Bülent Ecevit’in önce Ankara Hukuk sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrenciliği iyi gitmedi. Gelini Rahşan Ecevit’in kendisiyle iyi geçinmemesi sonucunda oğlu Bülent Ecevit’le de mesafeli bir ilişki sürdürmüş olan annesi Nazlı Ecevit, 1970li yıllarda Bülent Ecevit’in çocukluğu ve gençliği ile ilgili gazetede yayınlanan ve Bülent Ecevit’in müdahalesi ile durdurulan anılarında Bülent Ecevit’in özellikle üniversitede öğrenme ve başarı zorlukları yaşadığını anlatmıştı. İsmet İnönü üniversite’de zorluk çeken Ecevit’in imdadına onu Londra’daki Türk Büyükelçiliğine basın müşaviri olarak atayarak yetişti. 1950’de CHP iktidardan düştükten sonra da İsmet İnönü Türkiye’ye dönmek zorunda kalan Bülent Ecevit’e CHP’nin gazetesi Ulus’ta iş verdi. !957’de de onu Ankara’dan milletvekili adayı gösterdi. CHP’nin 1957’deki göreceli başarısı sayesinde Bülent Ecevit parlamento’da siyasete girmiş oldu. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra İsmet İnönü 1961’de yeniden başbakan olduğunda, tekrar Ankara Milletvekili yaptığı Bülent Ecevit’i Çalışma Bakanı olarak hükümete soktu. Bülent Ecevit 1946’dan 1961’e kadarki iş hayatını, tamamen ama tamamen, hem babası hem de kayınpederinin hatırı nedeni ile onu himayesine almış, kayırmış olan İsmet İnönü’ye borçludur. Eğer 21 yaşında üniversitede başarılı olma sıkıntısı çeken ve elindeki en önemli becerisi iyi İngilizce bilmek olan bir “kolej çocuğu” değil “halk çocuğu” olsaydı, eğer İsmet İnönü’nün kayırması olmasa idi, olsa olsa İngilizce öğretmeni ya da bir banka şubesinde memur olurdu.
Bülent Ecevit, kendi siyasi varlığını borçlu olduğu perde arkasındaki güçlü aile ilişkileri ağı üstünde yaşayarak güçlü adama kapılanmak ve böylece siyasetin görünen perde önünde mansıp ve makam dağıtmak mekanizmalarını en çok kullanmış, Türkiye açısından kötüye kendi bireysel kariyeri açısından da güya iyiye kullanmış siyasetçilerin başında gelir. 1976’da CHP’ye yeni bir programla yeni bir yön vermek üzere yola çıktığında, CHP’de yeni programını, iktidar olduktan sonra uygulanacak hükümet programını ve bürokraside kilit kadrolara atanacak bürokrat kadrolarını belirleme görevini, o güne kadar bir defa dahi olsun ben Halk Partiliyim dememiş olan, Brezhnev’i reformist bulduğu için Mao’yu örnek almış ve “deha”sı kendinden mülhem İktisat Profesörü Bilsay Kuruç’a verdi. Karısının teyze oğlu olduğu için. Bülent Ecevit, 1999’da yeniden başbakan olduğunda, bu sefer iki başka “deha”sı kendinden mülhem seçkin aile çocuğu Mülkiye Profesörünü daha, Nami Çağan’ı ve Şükrü Sina’yı, önce milletvekili sonra bakan yaparak gökten zembille siyasete indirdi. Ha bu arada gerçekten sormamız lazım. Sevgili Nami Çağan ve Şükrü Sina Gürel kardeşler şimdi ne yapıyorlar?
Orta Doğu’nun binlerce yıllık siyaset kültürü geleneğinde “Tanrı kral” anlayışı yoktur. Ama “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi”, “zil-ullah-ı ruy-i zemin” olan “kral, padişah, şah, şehinşah” anlayışı vardır. Tanrı, kendi başlarına kalsalar ya davulcuya ya da zurnacıya varacak ve birbirini telef edecek koyunlardan oluşan sürüyü, insanlığı, reaya’yı idare etmek için onlara bir çoban tayin eder. Tanrı istediğini en alttan alır en üste yükseltir. İstediğini de en üstten alır en alta indirir. Tanrı’nın kimi niye en alttan alıp en üste çıkardığı, ya da en üstten alıp en alta indirdiği insanları ilgilendirmez. Bunun için de sorgulanmaz. Yer yüzünde tanrının çoban olarak görevlendirdiği Zil-ullah-ı Ruy-i zemin de, ister se gider Bosna’da Sokol kasabasından bir çocuğu alır getirir Sadrazam yapar ya da İkalya’dan köle olarak getirilmişken Sadrazam yaptığı Damat İbrahim Paşa’yı alır kafasını keser, mallarını müsadere eder. Bütün bunlar reayayı ilgilendirmez. Padişah sadece Allah’a karşı sorumludur.
CHP, Türkiye siyasetinde padişahlık geleneğinin devamlılık ekseni üstündedir.
Devlet kuşu, Huvarna, Kemal Kılıçdaroğlu’nun omuzuna konmuştur. Şimdi o padişahtır. İstediğini alır vezir yapar, istediğini alır rezil yapar. Bu CHP ilçe başkanlarını, il başkanlarını, ilçe ve il kongrelerini yapan partilileri, kurultayı yapan delegeleri ilgilendirmez. Kemal Kılıçdaroğlu Kurultay’a oluşturduğu kadroyu niye başka türlü değil de oluşturduğu gibi oluşturduğuna dair hiçbir, ama hiçbir açıklama yapmamıştır. Padişah’ın kerameti sorgulanmaz. Sorgulanmaz mı? Sorgulanamayan keramet Kılıçdaroğlu’nun kerameti mi yoksa kendilerinde hala Türkiye’nin sahibi asliliğini vehmeden bir aileler ağının kerameti mi?
CHP’nde ilçe başkanı, il başkanı olmak, milletvekili olmaktan öte bir görev ve işlev işaret eder mi? Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye’nin nasıl yönetileceği, kim tarafından değil nasıl yönetileceği anlamında siyasetle ilgilenilen bir Parti midir? Cumhuriyet halk Partisi’nin ilçe kongreleri, il kongrelerinde, kurultaylarında Türkiye’nin nasıl idare edileceğine dair meseleler tartışılır mı? Nedir Cumhuriyet Halk Partisi? CHP bir parti midir? Yoksa mansıp ve makam dağıtma borsası mıdır?
Siyaset bir teknokrasi meselesi midir?
Varsayalım ki Osman Korutürk çok başarılı bir diplomattır. Ama demokrasilerde dış politikayı siyasi sorumluluğu olan hükümetler belirler. Dış politika ile ilgili temel tercihleri, seçmene hesap verecek olan siyasi kadrolar yapar. Bu temel tercihler, hükümetler, parlamentolar, siyasi parti kongrelerinde tartışarak yapılır. Çünkü uluslar arası ilişkilerde siyasi tercihlere referans yapılmadan kendiliğinden var olan “doğru”lar yoktur. Eğer böyle ise, bir siyasi partinin üyesi bile olmayan birinin hop diye bir gecede genel başkan yardımcılığına getirilmesi nedir? Siyaset midir? Osman Korutürk’ün Türkiye’nin dış politikası, dünyada uluslar arası ilişkiler düzeni hakkındaki görüşlerini ifade ettiği bir kitabını bilen var mı? CHP’nin son kurultayında delegeler, hangi verilere dayanarak, neye bakarak Osman Korutürk’ün uluslar arası düzen ve Türkiye’nin dış politikası ile ilgili görüşlerinin CHP’nin varsa bir dünya görüşü o dünya görüşü ile uyuştuğunu düşünerek Parti Meclisi üyesi seçimlerinde Osman Korutürk’e oy verdiler. Gene demokrasilerde dünya görüşlerine, siyasi tercihlere dayanmayan iktisat politikası doğruları yoktur. Varsayalım ki, çok ciddi kuşkum var ama hadi varsayalım ki İkinci Faik Öztrak çok iyi bir iktisat politikası uygulayıcısı. Yani siyasi sorumluluk taşıyan hükümetlerce alınmış temel kararları uygulamayı biliyor. Peki, aramızda İkinci Faik Öztrak’ın dünya görüşünü, siyasi tercihlerini, bu görüş ve tercihlerle ilişkili iktisatçılığını ifade ettiği, yazdığı çizdiği herhangi bir kitabını, makalesini, konferansını bilen, okumuş dinlemiş olan var mı? Türkiye’de onlarca eski ve yeni diplomat ve üst düzey iktisat bürokratı var. Kemal Kılıçdaroğlu niye onlardan başkalarını değil de Osman Korutürk’ü ve İkinci Faik Öztrak’ı bir gecede CHP’nin genel başkan yardımcılığına taşıdı? Osman Korutürk’ün dedesi Salah Cimcoz ve babası Fahri Korutürk, İkinci Faik Öztrak’ın dedesi Birinci Faik Öztrak ve babası Orhan Öztrak olduğu için mi? Bu bir Osmanlı padişahlığı mabeyininde Padişah’ın kapı kulu aileleri arasından vezir oğlu vezir, nazır oğlu nazır gençlere mansıba dağıtmasına benzemiyor mu? Bunun neresi siyaset, neresi adalete ve hakkaniyetli rekabete yönelik olması gereken sosyal demokrat siyaset?
Kılıçdaroğlu’nu bu kadroyu kim telkin etti?
Bunun izini sürmeden CHP’nin nasıl bir parti olduğunu anlamak olanaksızdır. Acaba sorun Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisinin de aynı perde arkasında görünmeyen ilişkiler ağının bir gecede paraşütle siyasete indirdiği biri olması ile ilişkili olabilir mi? Tam değil. Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu, Enderun’lu da değil, “beyzade” de değil. Ama mütevazı aile ve eğitim kökenleri, bürokrasideki kariyerinde, Türkiye siyasetinin perde arkasındaki görünmez güç ilişkisi ağlarının imkânlarını kullanarak ilerlemiş olması ihtimalini sıfırlamıyor elbette. Kemal Kılıçdaroğlu, memurluğunu CHP ile sıkı ilişiler içinde olmuş olan “sol” seçkin bürokratik iktidar yapıları içinde yapmaya başlamış ve büyük bir olasılıkla bu sayede ilerlemiş biri.
Perde arkasındaki güç ilişkisi ağlarının varlığını bana en çok göstermiş olan bir kariyerin sahibi de Yavuz Ege. Yavuz Ege ile ilgili biyografik bilgi ararken tesadüf ile Kemal Klıçdaroğlu’nun bürokrasi temelli teknokratik/siyaset yapılanmalarına aşina olduğunu gösteren bir ipucu elde ettim. Ama önce Yavuz Ege örneğine bakalım. Yavuz Ege örneğini daha iyi biliyorum. Çünkü kendisini SBF iktisat bölümünde “part time” hocalığı sırasında izledim. Ve değerli eşi Aylin Hanımefendi SBF’deki ilk hocalık yıllarımda öğrencim, sonra ben Maliye Bakanlığı’nda o da DPT’de çalışırken Türkiye AB ilişkileri ile ilgili bürokratik süreçlerde iş arkadaşım oldu. Biraz daha yakından tanıma fırsatı edindim Yavuz Beyi.
Yavuz Ege Mülkiye Mezunu ve İngiltere Kent Üniversitesi’nde iktisat doktorası yapmış. Türkiye’nin iddialı orgenerallerinden birinin kızı olan Aylin Hanımla evlendi. DPT’deki kariyerinden sonra şaşırtıcı bir bürokratik kariyer yaptı. 1990’lı yıllarda, dört farklı hükümet Yavuz Ege’yi ard arda bürokraside en üst düzeylerdeki görevlere atadı. Öyle ki, Yavuz Ege 1993-1996 arasında Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı ve Tansu Çiller’in başbakanlığı sırasında DPT Müsteşar yardımcılığına getirildi. 1996’da Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller hükümeti sırasında Rekabet Kurumu üyesi ve 1997-1999 yıllarının Mesut Yılmaz hükümeti sırasında Dış Ticaret Müsteşarı ve YÖK üyesi olarak atandı. Bütün bu atamalar sırasında Süleyman Demirel gene Cumhurbaşkanı idi. Şimdi birbirinden siyasi olarak farklı üç başbakan ve hükümet tarafından peş peşe bu kadar önemli görevlere atanması için, ya Yavuz Ege’nin ya atandığı görevlerle ilgili çok üstün teknik ve yöneticilik becerileri olması, ya da kendisine yürü ya kulum yürü diyen bir arka plan, güçlü aile ilişkileri, perde arkası güç ağları olması gerekmez mi? Gerekir. Peki, Yavuz Ege’nin Türkiye’nin DPT müsteşar yardımcısı, Dış Ticaret müsteşarı, Rekabet Kurumu üyesi ve YÖK üyesi olarak atanmayı hak eden teknik ve yöneticilik vasıflarına sahip, müstesna bir bürokrat olduğunu iddia edecek tanıyanları öne çıkar mı? Sanmıyorum. Acaba Yavuz Ege bir iddialı orgeneralin damadı olmasa, bürokratik iktidar yapılarını etkileyen perde arkası güç ağları üç farklı başbakana peş peşe Yavuz Ege adını fısıldamış olmasa Yavuz Ege’nin böyle bir kariyeri gene de yapmış olacağı ihtimalini inandırıcı bulur musunuz? Gene sanmıyorum.
Yavuz Ege hakkında biyografik bilgi ararken internette, Ulusal Politika Araştırma Vakfı ile karşılaştım. Başkanı Yavuz Ege. Vakfın Kurucuları ve yönetim kurulu üyelerinden biri de Kemal Kılıçdaroğlu. Nominal olarak baktığımızda bunda hiçbir tuhaflık yok. Eğer tabi bu ve benzeri vakıflar, açıkça kuruluş amaçları ile ilgili faaliyetleri yürütmek için kurulur ve çalıştırılırsa. Ama eğer Türkiye siyasetinin arka planının görünmeyen güç ağları bir güya sivil toplum örgütleri ağı örgütü ile iç içe geçmiş ise o zaman olay değişir.
Türkiye’yi siyasette ve bürokraside idare etmek görevinin Tanrı tarafından kendilerine verildiğini vehmeden bir “kast”ın varlığını görüp deneyimleyerek 69 yaşıma geldim. Ve bu kastı sevmiyorum.
Cumhuriyet Halk Partisi arka planda devletle oynama hakkını kendinde gören bir emekli ve muvazzaf generaller, emekli ve muvazzaf büyükelçiler, emekli ve muvazzaf profesörler, emekli ve muvazzaf hâkimler kastının kontrol ettiği bir parti midir? Cumhuriyet Halk Partisi, adındaki “halk”ın siyasete katılmasını ne sağlıyor. Yoksa Kemal Kılıçdaroğlu’nun kabiliyeti ve dünya görüşüne dair hiçbir şey bilmediğimiz İkinci Faik Öztrak’ı bir gecede paraşütle CHP genel başkan yardımcılığına taşıması mı sağlıyor?
Yıllar önce, eskiden CHP’lilik kimliğimin bir parçası idi ama ben artık CHP’li değilim başlıklı bir hayli yankı getiren bir yazı yazmıştım. Ben CHP’li değilim. Ama CHP’ye oy vermek istiyorum, kötünün en az kötüsü gibi göründüğü için. Ama Kılıçdaroğlu’nun CHP geleneğindeki mabeyin ve Enderun genlerini yeniden kaşıması beni acayip rahatsız ediyor. Ben nasıl CHP’ye oy verebileceğim ki? Sınıfsal kimliğim engelliyor. Ben babamın bana verdiği soyadı ile himaye görmemiş bir “halk çocuğu”yum. Benim “kolej çocukluğu”mda bir halk çocuğunun kolej çocukluğu idi. Ben bu “beyzade” güya teknisyenlerin kayrılmasından hiç ama hiç hoşlanmıyorum. Haksız rekabetin kurumsallaştırılması, olmayan bir aristokrasinin vehmedilmesi, bunun da solculuk diye yutturulmasını “aptalca” buluyorum. Seçmen, gökten paraşütle indirilenleri kokularından tanıyıp bu “beyzade”cilik oyununu reddediyor. Faik Öztrak değil Mehmet Şimşek, Osman Korutürk değil Ahmet Davutoğlu hakkaniyetli rekabetin saygı duyulan siyasetçileri. Mehmet Şimşek her ne kazandı ise kendi alın teri, emeği ve zekası ile kazandı. Türkçe bilmeyen, okuma yazma bilmeyen fakir bir köylünün çocuğu olarak başlayıp TC Maliye bakanı olarak görev yaptığı yere gelmişse bunda bir zerre hak edilmemiş, himaye ile verilmiş kazanç yok. Faik Öztrak için aynını söyleyebilir misiniz? Türkiye’nin dede Faik Öztrak’a ödenmemiş bir borcu yok ki oğul ve torun Öztrak’lara mansıp ve makam vermekle uğraşalım.
Türkiye’nin siyasi tarihinin yazılmasında not edilmesi gereken en önemli tespitlerden biri, 1980 darbesinden sonra darbeci askerlerin bürokraside oluşturduğu kadronun bürokratik iktidarının AKP hükümetine kadar kesintisiz sürdüğüdür. Turgut Özal darbeci askerlerle iktidarı paylaşmaya razı olarak başbakan ve cumhurbaşkanı olmuştur. 1980 darbesinin temel hedefi olan Süleyman Demirel’de Türkiye’de iktidar olabilmenin yolunun askerlerle iktidarı paylaşmak olduğunu kabul etmeye 1980’den sonra razı olmuş ve 1990’lardaki başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı sırasında askerle iktidarı “bölüşme”nin adeta “kusursuz” siyasetçi örneğini vermiştir. 1980 sonrasında Türkiye’nin siyasi tarihi, bürokrasideki belirli bir kadronun AKP hükümeti kuruluncaya kadarki, sürekli olarak bürokratik iktidarı kontrol ettiği vakıası doğru tespit edilmeden yazılamaz. Bu dönemde, perdenin önündekilerin perdenin arkasındaki hangi görünmeyen iktidar ağları ile ilişkili olarak perdenin önünde siyaset yaptıklarının önemli ipuçlarının yakalanmasında, bürokrasideki bu belirli kadronun dayanıklılığının kaynaklarının araştırılması önemli katkı sağlayacaktır.
Kendilerini Türkiye’yi yönetmekte, Maliye Bakanı, Hazine Müsteşarı, Dış İşleri Bakanı, Merkez Bankası guvernörü olmakta imtiyazlı yaratılmışlık vehmeden bir geleneği reddetmek istiyorum. Sınıfsal kimliğimden ve adalet değerimden ötürü. CHP padişah kapısına kapılananların, kapı kullarının devleti kötüye kullanmaları geleneğini sürdürerek kime kendini sol, sosyal adaletçi olarak gösterebilecek ki?