Tevfik İzmirli – Arapların siyasi sınırları, bizim zihinsel sınırlarımız… Cetvel aynı cetvel… Bizdeki adı Atatürkçülük olmuş… İlk sorumuz… – II. Bölüm –

Merhabalar,

İlk yazıyı bitirirken “Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik. Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor” demiştim.

İlk sorumuzla başlayalım..
Bugünkü sorumuz ‘Kurtuluş Dönemi’ne ait..

I. Soru
Kurtuluş Savaşı’mız devam ederken, 1921 yılının Nisan ayından başlayarak, İngiltere’nin menfaati hangi tarafın galip gelmesini gerektiriyordu? Bizim mi, Yunanlıların mı?

Resmi tarihe göre bu soruyu soran ya delidir, ya hain. Cevap bellidir: Tabi ki Yunanlıların.
Bence öyle değil.

Dünya konjektürü, Kızıl Ordu’nun 1920 yılının Aralık ayında Kafkasya’ya girmesi ile allak bullak olmuş, bu stratejik değişiklik İngiliz politikasında büyük bir kırılma yaratmıştı.

Bu konuya, “Atatürkçü tarih profesörleri, Atatürkçülük yapalım derken belgeleri nasıl çarpıtıyorlar.. “Kurtuluş Savaşı ile İlgili Yunan Belgeleri”.. başlıklı yazımda değinmiştim.

O belgelerde, Yunanistan’ın, İngiltere’nin tavrında beliren bu ikiyüzlülüğe, dönekliğe nasıl sitem ettiği apaçık görülüyordu:
“İstanbul’u işgal ettiniz, ama ne kadar Osmanlı subayı varsa Anadolu’ya geçmelerine göz yumuyorsunuz”,
“İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve cephane akışına mani olmuyorsunuz”,
“Biz işgal edelim diyoruz, izin vermiyorsunuz”,
“Bizi getirip Anadolu’nun ortasında tek başımıza bıraktınız” gibi.
Yani bizim Atatürkçü tarihçilerin bizlerden gizlediklerini Yunan belgeleri apaçık anlatıyordu.
Belgeleri derlemiş olan Atatürkçü profesörümüz ne kadar örtmeye çalışsa da mektupların kendileri konuşuyordu.

Sevr’e göre Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti, onun güneyinde bir Kürt Devleti kurdurma planı Kızıl Ordu’nun Kafkaslar’a hakim olmasıyla anlamını kaybetmişti hatta zararlı bir fantazi haline dönüşmüştü. Zaten Lozan’da İngilizlerin Ermenilere toprak verilmesi konusunda hiç israr etmediklerini göreceğiz.

Batum – Bakü arasında, Karadeniz’den Hazar Denizi’ne kadar kurulmuş olan ‘İngiliz Seddi’ apar topar gündemden kaldırılmış, İngiliz kuvvetleri Batum üzerinden hızla tahliye edilmişlerdi.

İngiltere, “Türk’ü Yunan’a boğdurayım” derken; Rusya’yı, Musul’a, hatta oradan da Basra ve Süveyş’e indireceğini farkedince, politikasını değiştirmişti.

Nasıl Çanakkale Zaferi ile Rus Çarlığı’nın çöküş yolunu biz açıp, niyetimizden bağımsız olarak komünist ihtilaline kolaylık sağlamış olduysak, şimdi de Kızıl Ordu Sovyetleri bizimle sınırdaş kılarak bizim kurtuluş yolumuzu açıyordu.

Artık Rusya ile arasında engel kalmamış bir Türkiye’yi köşeye sıkışmış kedi durumuna düşürmek akıl karı iş değildi. Böyle bir Türkiye, İngiliz – Yunan baskısı ile baş edebilmek ve hayatta kalmak amacıyla Sovyetlere ideolojik olarak yaklaşsa başka beladır, Kızıl Ordu ile işbirliğine gitse başka bela.

Zaten Doğu Cephesi’nde Ermenileri yenip, Sovyetlerle sınır ve yardım anlaşması imzaladıktan sonra Kurtuluş Savaşı’nın stratejik olarak kazanıldığı belli olmuştu. Bundan sonrası Batı Cephesi’nde gereken fedakarlığı yapıp Yunan kuvvetlerini atmaya kalmıştı. Bunu kendi Paşalarımızın birbirleriyle yazışmalarında okuyoruz. En azından arkamız sağlama dayanmıştı ve yenilme ihtimalimiz ortadan kalkmıştı. Belki zaferimiz bu kadar kesin olmaz, belki ne bileyim Edirne ya da İzmir düşman elinde kalabilirdi ama en azından Anadolu’nun hakimi olarak kalacağımız belli olmuştu.
Bunu Türk Paşaları görüyordu da İngiliz Genel Kurmayı mı görmeyecekti?

İşte İngilizlerin 1921 yılının Nisan ayında, II. İnönü Zaferi’nin hemen ardından tarafsızlık ilan edip Yunanlıları kızdırmasının altında bu politika değişikliği vardı. Venizelos’un gözünü açan da, Lozan’da İsmet Paşa’ya dert yandıran da, ardından Atatürk devrindeki Türk – Yunan dostluğunu başlatmasına yol açan da, İngiltere’nin bu çark hareketiydi. Venizelos’u, “Büyük güçler bizi sizin üzerinize saldılar, ondan sonra Anadolu’nun ortasında tek başımıza ortada bıraktılar, oyuncakları olduk” mealinde konuşturan işte bu, büyük devletlere özgü, sadece kendi menfaatini düşünme refleksi ve hatta hakkıydı..

Tabi ki bu politikayı alenen ilan etmeyeceklerdi. Bizim elimizi fazla güçlendirdikleri takdirde Musul tehlikeye girerdi. İngiliz’in işine gelen Türkiye, kendisinden Musul’u alamayacak kadar zayıf ama Rusya’ya karşı kendi topraklarını savunma azmine sahip bir Türkiye’ydi. Zaten kendi topraklarını savunan Türkiye Musul’u da savunmuş olacaktı.

Hem XIX., hem de XX. Asrın tamamında bizi hayatta tutan, zaten Rusların sıcak denizlere inmesinin önünde duvar oluşturan bu coğrafi konumumuz ve buna dayanarak güttüğümüz denge politikası değil midir?
Temelde var mıdır bunun II. Abdülhamid’in denge politikasından bir farkı?

Kafkasya’da Kızıl Ordu beklerken ortaya çıkabilecek bir Yunan zaferinin İngiltere’nin başına ne büyük ve küresel bir bela açacağını, ne muazzam kayıplara sebep olacağını düşünebiliyor musunuz?

Kimbilir bizim zaferimiz için Londra kliselerinde gizli gizli ne dualar etmişlerdir.

Atatürkçü masal yazarlarına bakarsak zafer; bir dahi komutan, kahraman Mehmetçikler ve sırtında mermi taşıyan kadınlarımız üçlemesi ile yedi düvele karşı kazanılmıştır ve bu savaş her türlü dış dinamikden azadedir.. Bu izah tarzını zihinlerimize yazdırdıran kimin kalemiydi, peki?

İngiltere Lozan öncesinde bizim coğrafyamız ile ilgili tüm stratejik isteklerini gerçekleştirmiştir. Lozan’dan sonra bunun artarak devam ettiğini de görüyoruz…

Bu İngiliz – sonradan NATO ve ABD – cetveli değil de nedir?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

– d e v a m e d e c e k –

Also read...

Comments are closed.