Tevfik İzmirli – George Friedman’dan bir analiz: Mısır, İsrail ve Stratejik Bir Yeniden Değerlendirme..”
Mısır olaylarını izlemeyenimiz yoktur. Orta Doğu’da olup bitenlerin yorumlarını başta Amerikalılar olmak üzere batılı yorumculardan dinlemenin ne kadar – en azından – gereksiz olduğunu tekrar görmüş olduk. Kendi bölgemizde, Amerikalı gözüyle ya da bölgede çeşitli çıkarları olan Avrupalıların gözüyle bakarak öğreneceğimiz – anlayacağımız bir nokta yok. Türkiye ham haberlerden kendi analizini kendi yapmalı.. Nitekim artık bunu yapabiliyoruz..
Batılıların oryantalist paradigmalı gözlüğü, ya bölgedeki kendi çıkarlarını ya da aynı bağlamda İsrail’in çıkarlarını öne alıyor. Bunları ibretle okuyoruz. Sonuç çıkartmayı kendi hakkımız olarak elde tuttuğumuz sürece okumakta, bilmekte tabi ki fayda var.
STRATFOR’un, 8 Şubat, 2011’de, üyelerine George Friedman imzası ile yolladığı, ‘Mısır, İsrail ve Stratejik Bir Yeniden Değerlendirme’ – ‘Egypt, Israel and a Strategic Reconsideration’ – başlıklı yazının serbest bir tercümesini, bu çerçevede sunuyorum.
Yazının orjinaline buradan ulaşılabilir.
MISIR, İSRAİL ve STRATEJİK BİR YENİDEN DEĞERLENDİRME
Mısır olayları İsrail’i boydan boya sarsan sok dalgaları yollamış bulunuyor. 1978 Camp David Antlaşması, o günden beri İsrail açısından milli güvenliğin temelini oluşturmaktaydı. Camp David öncesi, İsrail’in komşularıyla giriştiği dört savaşın üç tanesi, İsrail bakımından felaketle sonuçlanabilmesi mümkün olan savaşlardı. 1948, 1967 ve 1973 savaşlarının üçünde de İsrail ordusunun mağlup olduğunu ve İsrail devletinin ortadan kalktığını öngören akla yakın senaryolar mevcuttu. 1973 Savaşında, bu senaryolardan birinin gerçekleşmekte olduğunu düşündüren bir kaç gün yaşanmıştı.
1978’den beri ise, İsrail’in var oluşu artık risk altında değildi. 1982’de Lübnan’ın işgalinde, çeşitli zamanlardaki Filistin ayaklanmalarında, Hızbullah ile 2006’da ve Gazze’de Hamas ile 2008’de yaşanan çatışmalarda, İsrail’in sadece çıkarları tehdit altındaydı, var oluşu değil. Bu ikisi arasında muazzam bir fark vardır. İsrail, 1978’den sonra, sınırdaş olduğu dört Arap devletini bölüp bunların ikisiyle etkin bir barış yaparak ve bir tanesini de nötralize ederek, jeopolitik bir hedefine ulaşmıştı. Mısır’la yapılan barış antlaşması, Negev’e ve sahil boyunca güneyden Tel Aviv’e uzanan yaklaşma hatlarına yönelik tehditi ortadan kaldırmıştı..
1994’de Ürdün’le varılan ve iki ülke arasında çoktandır var olan ilişkileri resmiyete döken antlaşma da Ürdün Nehri boyunca uzanan ve İsrail’in en uzun ve hassas sınırını oluşturan Ürdün sınırını güvenlik altına almıştı. Lübnan öyle bir durumdaydı ki oradan gelebilecek tehdit ne şekilde olursa olsun zaten sınırlıydı. Hasım olarak ortada sadece Suriye kalmıştı fakat o da İsrail’i kendi başına tehdit edemezdi. Zaten Şam daha çok Lübnan’a odaklanmış haldeydi. Filistinlilere gelirsek, İsrail’in sınırları boyunca konuşlanmış hasım askeri güçlerin yokluğunda, Filistinliler İsrail’i sadece rahatsız edebilirlerdi.. imha edemezlerdi. Son otuzüç yıldır İsrail’in varoluşu tehdit altında değildi hatta bunun lafı bile edilmiyordu.
Tarih Boyunca İsrail’e Mısır Tehditi
İsrail’in tarihi boyunca karşılaştığı meydan okumaların ağırlık merkezi her zaman Mısır olmuştur. Seksen milyonluk nüfusuyla en büyük Arap ülkesi olan Mısır en büyük orduyu ortaya sürebilen Arap ülkesidir. Daha özele inersek, Mısır bir harpte İsrail’den daha yüksek oranda bir zaiyatı emebilecek durumdaydı. Tehlike şuydu ki, Mısır ordusu İsrail ile kapışabilir, uzun süreli ve yüksek yoğunluklu bir çatışmada İsrail güçlerinin belini İsrail’in dayanamıyacağı oranlarda zayiat verdirerek kırabilirdi. Eğer İsrail, kuvvetlerini ve lojistik imkanlarını bölecek şekilde, aynı anda hem Suriye hem Mısır ile eş zamanlı olarak savaşmak zorunda kalsaydı, Mısır’ın kayıpları sayıca daha fazla dahi olsa, İsrail’in elindeki birlikler Mısır’dan daha önce tükenebilirdi.
İsrail açısından çözüm, 1956 ve 1967’de yaptıkları şekilde, savaşı kendi seçtikleri bir zamanda ve yerde, tercihen de sürpriz bir şekilde başlatmaktı. 1973’de olduğu gibi, bunu başaramadıklarında, İsrailliler fazla uzun sürdüremiyecekleri bir savunma harekatına ve başarısızlık ihtimali yüksek karşı taarruz harekatına zorlanabilirlerdi.
Mısır birliklerinin genellikle yetersiz eğitimleri, Mısır komuta kademesinin yetersizliği, İngiliz ve Sovyetler Birliği savaş doktrinlerinden türetilmiş ancak İsrail’in yarattığı tehdit karşısında geçersiz kalan Mısır savaş doktrini İsrail’in işine yarıyordu. 1967’de İsrail en önemli zaferini Mısır, Suriye ve Ürdün’e karşı kazandı. Bu zaferden sonra, Araplar ve özellikle Mısırlılar, İsrailin gözüne, ‘kültürel olarak modern bir harbi yürütecek kapasitede olmayan’ insanlar olarak görünmeye başladılar.
Bu yüzden, 1967 bozgunundan sadece altı yıl sonra, Mısırlıların Süveyş kanalını geçerek iki orduluk bir saldırı başlatmaları ve bunu Suriye’nin Golan tepelerindeki ileri harekatı ile eş zamanlı olarak koordine edebilmeleri İsrail için olağanüstü bir şok oldu. Taarruzun kendisinden daha çarpıcı olan husus Mısırlıların sergiledikleri operasyonel gizlilik ve yarattıkları sürprizin büyüklüğüydü. İsrail’in temel varsayımlarından bir tanesi, İsrail istihbaratının herhangi bir taarruz hazırlığı hakkında bol miktarda bilgi sağlayabileceğiydi. İsrail istihbaratının temel varsayımlarından bir tanesi ise, hava üstünlüğü İsrail’in elinde olduğu müddetce Mısırlıların bir taarruz başlatamayacaklarıydı. Her iki varsayım da yanlış çıktı. En önemli yanlış ise Mısır’ın kendi başına büyük ve karmaşık bir askeri harekatı koordine edemeyeceğini varsaymaktı. Savaşın sonunda İsrail Mısır’ı yendi ama 1967’de kazandıkları güveni kaybederek ve genel olarak her savaşta ama özellikle Mısır söz konusu olduğunda, konforlu varsayımlara müsaade edilemeyeceğini anlayarak.
Mısırlıların çıkardıkları dersler de oldu. En önemli ders, İsrail devletinin varlığının Mısır’ın milli menfaatlarına bir tehdit oluşturmadığıydı. İsrail yeterince geniş ve pek de yaşanır bir yer olmayan bir tampon bölgenin – Sina Yarımadası’nın – ötesindeydi. Büyük bir askeri gücü doğuya sevketmenin getirdiği ikmal zorlukları üç defa büyük yenilgilere yol açmış, bir kerelik kısmi zafer ise ikmal hatlarının en kısa olduğunda kazanılmıştı. Sina’yı almak ya da elde tutmak hem zor hem sadece büyük miktarda silah ve ikmal malzemesinin dışarıdan – Sovyetler Birliği’nden – akıtılmasıyla mümkündü. Bu, Mısır’ın Sovyet çıkarlarının rehini halinde kalması anlamını taşıyordu. Mısır, Sovyetlere olan bağımlılığından kurtulmanın, İsrail’i yenmekten daha karlı bir seçenek olduğunu anladı. Hem de bunu anında yapabilirdi.
Mısır’ın İsrail’deki çıkarlarının ihmal edilebilir olduğunun bilincine varması ve İsrail’in, kendi milli güvenliğini sağlamanın yolunun Mısır’dan gelebilecek tehditi bertaraf etmekten geçtiğinin bilincine varması, 1978’den beri süregelen bölgesel dengenin temelini oluşturuyordu. Bu denklemin dışındaki diğer faktörlerin tümü – Suriye, Hızbullah, Hamas ve diğerleri – göreceli olarak ikincil önemdeydi. Mısır’ın Sovyetler’le arasına bu stratejik mesafeyi koyabilmesini coğrafya – Sina – ve Amerikan yardımı mümkün kılmıştı. Anlaşmayı takip eden yıllarda Sovyet silahlarının yerini Amerikan silahlarının alması iki sonuç yarattı. Birincisi Mısır’ın Sovyetler’e olan bağımlılığı sona erdi. İkincisi, sürekli olarak Amerikan yedek parçalarının kesintisiz akışına bağımlı bir Mısır ordusu yaratılarak, İsrail’in güvenliği bir kat daha garanti altına alınmış oldu. Bu yedek parça akışı durduğunda Mısır ordusu felç olur.
Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek yönetimleri bu anlaşmadan tatmin olmuşlardı. Cemal Abdülnasır ile iktidara gelen nesil İsrail ile dört defa savaşmıştı ve bir savaşı daha kaldıracak halde değildi. Kendilerini 1973 Ekim’inde Süveyş’de ispat etmişlerdi ve ne tekrar savaşmaya ne de oğullarını savaşa yollamaya niyetleri yoktu. Mısır’da bir ‘refah vahası’ yaratamadılar. Ama artık her bir kaç yılda bir savaşmak zorunda olmadıkları gibi, subaylar olarak artık ‘hoş hayatlar’ sürebileceklerdi. Şu günlerde ‘yolsuzluk’ olarak kabul ettiğimiz uygulamalar o günlerde ‘İsrail’e karşı yapılan dört savaşta dökülmüş kanların mükafatı’ olarak algılanıyordu.
Mübarek ve Ordu
Ama şimdi otuzüç yıl geçmiş bulunuyor ve dünya değişmiş durumda. Savaşmış olan nesil artık çok yaşlı. Bugün Mısır ordusu Amerikalılarla birlikte eğitim yapıyor ve Mısır subayları Amerikan harp okullarından ve akademilerinden geçiyorlar. Bu subay neslinin Amerika ile yakın bağları var. Ancak aynı bağlar, bu subay nesli ile İsrail ile savaşmış İngiliz eğitimli eski nesil ve Rusya arasında mevcut değil. Çünkü Mübarek ellili altmışlı yaşlarda olan bu subay neslini üst komuta kademesinin ve kendi neslinin biriktirmiş olduğu servetin dışında bırakmaya devam ediyor. O yüzden bunlar Mübarek’in gitmesini istiyorlar.
Bu daha genç nesil için, Hüsnü Mübarek’in oğlu Cemal Mübarek’in başkanlığı babasından devir alması fikri bardağı taşıran son damla oldu. Mübarek’in görevi bırakmasını sadece oğlu ile ilgili hırslara sahip olduğundan değil aynı zamanda çeyrek asırdan fazla zamandır ülkede uyguladığı baskılar yüzünden de istiyorlardı. Mübarek ise, görevi bıraktığında onuruna ilaveten servetine de dokunulmayacağının garantisini talep ediyordu. Cemal’in başkan olmaması durumunda kimsenin sözünün bir kıymeti olamazdı. Mübarek o yüzden iktidara dört elle yapışıyordu.
Kameralar gösterileri sever. Ama gösteriler çok zaman gerçek hikayeyi anlatmazlar. Demokrasi talep eden göstericiler gerçek insanlar fakat servetten ziyade kendi refahlarıyla ilgili köylüler ve esnaflar adına konuşmuyorlar. Mısır Müslüman bir ülke olduğundan, orada bir olay cereyan ettiğinde, Batı Usame bin Ladin’in elinin varlığı ihtimalinden korkarak donup kalıyor. Müslüman Kardeşler bir zamanlar Mısır’da büyük bir güce sahipti, bir gün bu gücüne tekrar kavuşabilir, ancak şu andaki gücü eski halinin gölgesinden ibaret. Şu anda Mısır’da olup bitenler, ordunun geleceğini, dolayısı ile Mısır rejiminin kalbini hedefleyen, nesiller arası bir mücadele. Mübarek gidecek, daha genç subaylar ortaya çıkacak, anayasada bir takım ufak değişiklikler yapılacak ve hayat devam edecek.
İsrailliler kendi gönül rahatlıklarına geri dönecekler. Dönmemeleri lazım. Bir kalp krizinin ilk belirtisi genellikle ölümdür. Şanslılar için hafif bir krizi dramatik bir yaşam tarzı değişikliği takip eder. Mısır’da yaşananlar İsrail tarafından bir hafif kalp krizi olarak algılanmalı ve ucuz atlatıldığı için şükürle karşılanmalıdır.
İsrail’in Pozisyonu Hakkında Bir Yeniden Değerlendirme
1978 Antlaşmasını neden Mısır’ın milli menfaatlerine uygun bulduğumun sebeplerini verdim. Ortaya koymadığım iki sebep daha vardı. Birincisi ‘İdeoloji’. Orta Doğu’nun 1978’den önceki hakim ideolojik sesi laik ve sosyalistti. Bugün artan şekilde İslamcı. Müslüman Kardeşler bu tehditin vücut bulmuş hali olarak görünmese de, Mısır da bu eğilime karşı bağışık değil.
İkincisi de şu ki, askeri teknoloji, yetenekler ve arazi, geçen otuzüç yıl içinde Mısır’ı bir ‘savunma gücü’ haline getirmiş durumda. Askeri teknoloji ve yetenekler her iki taraf açısından da değişebilir. Mısır’ın bu savunma ağırlıklı konumu İsrail’in askeri kapasitesi ve niyetleri hakkındaki varsayımlar üzerine inşa edilmiştir. İsrail’in ideolojisi giderek militanlaştıkça ve elindeki askeri kapasite büyüdükçe, Mısır bu savunma ağırlıklı stratejik duruşunu yeniden değerlendirmek zorunda kalabilir. Savaşı sadece babalarından dinlemiş yeni nesil subaylar ortaya çıkmaya başladıkça, savaş korkusu gitgide azalacak, şan ve şöhret arzusu artacaktır. Bunu alın, İsrail ve Mısır’daki ideoloji ile harmanlayın, değişikliği görürsünüz. Değişiklik hemen orataya çıkmaz. Zaman ister. Askeri bir değişim bir nesil alabilir. Ama bir kere rejimler değişip de harbe hazırlık kararı verildiğinde her şey değişebilir.
Bu tablodan iki nokta İsrail’i sarsmalıdır.
Birincisi, Mısır’la barışa ne kadar muhtaç oldukları. Kırk yıl önceki durumu unutmak kolaydır ama İsrail’in bugün içinde bulunduğu müreffeh halin temelinde kısmen de olsa Mısır’la yapılmış olan antlaşma yatmaktadır. İran, tamamlanma süresi devamlı ertelenen kavramsal bir bombaya sahip uzak bir soyut varlık halindedir. Halbuki Mısır, İsrail’in defalarca yenebileceği, ama yok olması için tek bir defa mağlup düşmesinin yeterli olacağı bir komşu.
İkinci ders şudur: İsrail, Mısır’da iktidar gücünün Mübarek’ten yeni nesil subaylara aktarılması ve bu subayların Mısır içindeki inanılırlıklarının muhafaza edilebilmesi için elinden geleni yapmalıdır. İsrail’in hoşuna gitse de gitmese de, Mısır’da bir İslami muhalefet vardır. Yeni nesil subayların bu muhalefeti, bir önceki neslin becerdiği gibi, kontrol altında mı tutacakları yoksa bu güce teslim olup yol mu verecekleri İsrail açısından yaşamsal önemde bir sorudur. Eğer Mısır’la olan antlaşma İsrail milli güvenliğinin temeli ise, bunun mantıklı sonucu İsrail’in bu anlaşmayı korumak için elinden gelen her şeyi yapması olur.
Bu ölümcül bir kalp krizi değildi. Hatta bir mide yanması bile olabilir. Ancak Mısır’da yaşananlar, İsrail’in stratejisinde uzun vadeli bir probleme işaret ediyor olabilirler. Mısır’daki ideolojik ve stratejik ters akıntılar karşısında, İsrail’in milli çıkarlarına uygun hareket tarzı; duruşunun ideolojik yönünü asgariye indirmek ve İsrail’in bir tehdit olarak algılanmamasını sağlamak olacaktır. Mesela Gazze’de, Hamas’ı kontrol altında tutmakla, Mısır ve İsrail ortak bir çıkarı paylaşmış olabilirler. Başa gelecek yeni subaylar da bu görüşü paylaşabilirler. Ama bu defa sokaklarda gerçekleşmeyen İslami bir ayaklanma, gelecek sefere gerçekleşebilir. O durumda, Mısır ordusu iktidarını korumak için İslamcılarla anlaşma yoluna gidebilir. Bu noktada Mısır artık çözümün bir parçası değil, problemin kendisi haline gelmiş olacaktır.
Mısır’ın bu noktaya gelmesine mani olmak askeri soğukkanlılığın bir gereğidir. Eğer İsrail milli güvenliğinin uzun vadeli ağırlık merkezi Mısır’ın en azından tarafsızlığı ise, o zaman bunu devam ettirmek için gereken herşeyi yapmak da bir askeri zorunluluktur. Bu askeri zorunluluk politika araçları eliyle yerine getirilmelidir. Bu da önceliklerin tanımlanmasını gerektirir. Gazze’nin geleceği, ya da Filistin devletinin kati sınırları, Mısır’la barışı sürdürmenin yanında ikincil konulardır. Belli bir konudaki politika, asıl stratejik hedefe ulaşmayı tehlikeye atıyorsa, hemen feda edilmelidir.
Başka türlü söyleyecek olursak, İsrail açısından en kötü durum senaryosu, Filistinlilerle kesin bir antlaşmaya varmadan Mısır ile 1978 öncesine dönüştür. Bu hal, potansiyel olarak iki cephede birden harbe giden yolu – bir de ortada ‘intifada’ olmak üzere – açabilir. Bundan kaçınmak için Mısır’ın üzerindeki ideolojik baskı hafifletilmelidir ki bu da ‘Filistinlilerle optimal şartlardan daha azına razı gelerek bir anlaşmaya varmak demektir. Bunun alternatifi halihazırdaki rotadan ayrılmamak ve İsrail’in şansını zorlamak demektir. Soru, daha büyük güvenliğin nerede olduğudur. İsrail bunun Filistinlilerle çatışmakta olduğunu varsayıyordu. Bu değerlendirme sadece Mısır tarafsız iken geçerlidir. Eğer Filistinliler üzerindeki baskı Mısır’ın istikrarını bozacak olursa, bu mantıklı bir rota olmaktan çıkar.
İsrail’de, ‘Filistinliler üzerindeki baskının kaldırılması reddedilir’ diyenler çıkacaktır. Eğer bu doğruysa, benim görüşüme göre, bu İsrail açısından bir felaketin habercisidir. Önümüzdeki yolda, ideolojik kaymalar ve İsrail’in niyetleri hakkında yeniden yapılacak değerlendirmeler, Mısır’ın politikalarında bir değişikliğe sebep olacaktır. Bunun etkin bir askeri güce dönüşmesi onlarca yıl alabilir ve ilk karşılaşmalar İsrail’in zaferiyle de sonuçlanabilir. Ama daha önce dediğim gibi, her zaman hatırlanmalıdır ki İsrail’in kaç defa galip geleceğinin bir önemi yoktur. Haritadan silinmesi için tek bir kere mağlup olması yetecektir.
Bazılarına göre bu, İsrail mümkün olduğunca güçlü kalmalı demektir. Bana göre ise İsrail ne kadar güçlü olduğunu düşünürse düşünsün, sık sık zar atmaktan kaçınmalıdır.
Mübarek’in durumu İsrail’in pozisyonu hakkında bir stratejik yeniden değerlendirmeyi gündeme getirmelidir.