Neşe Düzel Röportajı – TARAF – Prof. Nur Vergin: “Kürt sorununu din kardeşliği yumuşatacak..” -I-

“Kürt sorununu toplum halledecek. Sorunun halli için “din kardeşliği” çok iyi bir faktör. Varoşlarda etnik çatışma yok. Çünkü insanlar Müslüman. Türkiye’yi yumuşatıcı bir faktör din kardeşliği.”

“Anayasa’dan laiklik sözcüğü tamamen kaldırılır ve onun yerine bir madde konur. “Din ve vicdan özgürlüğü, inananlar ve inanmayanlar için tamdır” denir ve mesele böylece kapanır.”

“Bazıları da, ‘Ezan Türkçe okunsun. Arapça okununca anlamıyorum’ diyor. Bunu diyenlerin çoğu zaten ezanla alakası olmayan insanlar. Peki sen ezanı anlasan namaza mı duracaksın?”


NEDEN NUR VERGİN Seksen sekiz yıl önce devletin yönetim biçimini cumhuriyet yaptık ama seksen sekiz yıldır bu ülkede hiç sivil ve demokratik bir anayasa yapamadık. Özellikle 1961 ve 1982 anayasaları, darbecilerin meşruiyet sağlayabilmek için başta Atatürk ve Kemalizm olmak üzere pek çok tabuyu kullandıkları, bir sürü antidemokratik yapıyı anayasallaştırdıkları metinler oldu. Yapılan değişikliklere rağmen, 1982 Anayasası’nın darbeci ruhu bir türlü öldürülemedi. Artık bu anayasayı bir kenara koyup yepyeni bir anayasa yapmak gerekiyor. 2007 seçimlerine böyle bir anayasa yapma vaadiyle gidilmişti, olmadı. Şimdi 12 Haziran’daki seçimlere siyasi partiler gene aynı vaatle gidiyorlar ama nasıl bir anayasa yapmak istediklerini net bir biçimde açıklamıyorlar. Sivil toplum ise bu konuda siyasi partilerden çok daha atak. Şu sıra pek çok sivil örgüt ve dernek kendi anayasa taslaklarını hazırlıyor. TÜSİAD anayasasını ilk açıklayan oldu ve 1982 Anayasası’nın, biri hariç, değiştirilmesi dahi teklif edilemez bütün maddelerine, vatandaşlık, laiklik, Türk milleti ve milliyetçiliği, anadil, Diyanet, din dersi, yerel yönetimler, savunma harcamaları ve ordunun denetimi konularına büyük bir cesaretle dokundu. TÜSİAD’ın bu özgürlükçü hamlesi, bölünme ve şeriat korkuları yaşayan ve bu korkular üzerinden siyaset yapan geniş bir kesimin hışmına uğradı. Siyasi partiler neden 12 Eylül rejiminin yaptığı anayasa maddelerini değiştirmeyi tehlikeli buluyorlar? Türkiye’de laik olmayan sistemin devam etmesini niye istiyorlar? Türkiye’nin bölünme ve şeriat korkusu hiç bitmeyecek mi? Kürtlere zorla Türk olduklarını kabul ettirmeye çalışmak bu ülkeye barış getirir mi? Niye her şeyi teke indirmek istiyoruz. “Tek millet” türü lafları seviyoruz? Türkler çok mu milliyetçi? Kim Türk? Neden özgüvenimiz yok? Barış bizi korkutuyor mu? TÜSİAD’ın hazırladığı anayasa toplumu ve siyasileri nasıl etkileyecek? Bunları, Türkiye toplumunu yakından tanıyan ve TÜSİAD’ın anayasa grubunda yer alan ülkemizin önde gelen sosyologlarından Prof. Dr. Nur Vergin’le konuştuk.

Sizin de aralarında bulunduğunuz bir grup, TÜSİAD için bir anayasa önerisi hazırladı. Bu öneride, “tek madde dışında, anayasada bütün maddeler değişebilir” denmesi, neden bu kadar büyük bir tepkiyle karşılandı sizce?

Ben bu tepkilerin ve infialin nedenini anlıyorum. Hatta bazılarına da kısmen katılıyorum. Bu anayasa önerisinin kamuoyuna yansıtılma biçiminde hata var. Çünkü bir şeyin özü kadar nasıl anlatıldığı da önemlidir. Eğer “değiştirilemez maddelerin içinde yer alan bayrak, başkent, resmi dil gibi konuların dışındaki hususlar değişebilir” denseydi, bu kadar infial olmazdı. Çünkü başkent Ankara niye değişsin? Bayrak niye değişsin? Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nı Atatürk’ün hakimiyetindeki Meclis yaptı ve o anayasada bir tek değişmez madde vardı: O da Türkiye devletinin yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu… TÜSİAD’ın önerisinde de bu madde korundu. Diğer değişmez maddeleri ise 1982 anayasasına darbeciler koydular. Darbecilerin eklediği bu maddeler neden değişmesin? Laiklik tanımı niye değişmesin? Türk milliyetçiliğine, etnik kökene yapılan vurgular anayasadan niye kaldırılmasın? CHP’nin altı oku olan Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık niye anayasadan çıkarılmasın? Niye anayasa ideolojisiz bir hale getirilmesin?

Aynen.

Türkiye’de yurttaşların tamamının Atatürk ilkelerine sadakat beslemesi gerekmez. Demokratik bir anayasada böyle bir madde olmaz. Kaldı ki, Atatürk ilkeleri arasında “devrimcilik, devletçilik” gibi tamamen kalkmış olanlar var. Atatürk ilkelerinden bazılarının günümüzde fiilen kalkmış olmasıyla Türkiye battı mı? Bunlar kalktı diye elin yabancısı gelip bizi işgal mi etti? Türkiye’nin yaşadığı toplumsal ve siyasal süreç sonucu bu ilkeler kalktı diye, toplum perişan mı oldu? Aksine, bu ilkelerin anayasada yer alması toplumu ve ülkeyi fevkalade kısıtlıyor. Laikliğe gelince..

Anayasadan laiklik kalkabilir mi?

Laik devlet çok iyi bir şey. İnananın da, inanmayanın da alkışlayacağı bir şey bu. Fakat Türkiye’de laiklik konusu, o kadar kötüye kullanıldı ve istismar edildi ki, laiklik laiklik olmaktan çıktı laikçilik oldu. Onun için yeni anayasada laik devlet tanımı gene kullanılabilir ama açarak! Ne anlıyorsun laiklikten? Ya da anayasadan laiklik sözcüğü tamamen kaldırılır ve onun yerine bir madde konur, “Din ve vicdan özgürlüğü, inananlar ve inanmayanlar için tamdır” denir ve mesele kapanır.

Başkent ve bayrak, değişmez hüküm olarak korunsaydı, TÜSİAD’ın anayasa önerisine tepki gelmeyecek miydi sizce?

Diğer konularda tepki sadece Kemalistlerden gelirdi. Ama şu anda bütün siyasi partilerden bir tepki var.

Neden siyasi partiler, kendilerine, halka, seçmene değil de 12 Eylül rejimine güveniyor? Neden onların yaptığı maddeleri değiştirmenin tehlikeli olduğuna inanıyor?

Siyasi partiler cansız madde değiller. Bu partilerde insanlar var. Türk toplumundaki egemen siyasal kültürden nasibini alan, egemen siyasal kültürü içselleştirmiş olan bir toplumun insanları bunlar. Bir kere bizim siyasal kültürümüzde otoritarizm diye çok önemli bir damar var. Yönetenin buyurganlığı var. Ve bu buyurganlık karşısında boyun eğmek, hatta dönem dönem sinmeye varan bir davranış var. Bizim siyaset sınıfının ve bir nebze de halkın anlayışına göre, askeriyeyi rahatsız etmemek gerekir. Bu nedenledir ki, bütün siyasi partilerde ‘anayasayı değiştirelim’ söylemi olsa da buna kimse cesaret edemiyor. Ayrıca bu toplum muhafazakâr bir toplumdur özdeyişleriyle, atasözleriyle de muhafazakârdır burası. “Gelen gideni aratır’ diyen bir “aman ha toplumu” burası.

Bizde toplum, neye karşı “aman ha” der?

Yeni bir şey öneren insanları, toplumun çoğunluğu “sivri kafalı, oyunbozan” olarak tanımlar. Bazılarını da “dışarıdan yönetilen kuklalar” olarak değerlendirir. Onlara karşı büsbütün cephe alınır. Dolayısıyla bu toplumun insanları değişim konusunda biraz çekingen ve ürkektirler.

Bu toplum, değişim vaat edene oy veriyor. Bu bir çelişki değil mi?

Veriyor ama ürkütmeyeceksin. Bu toplum değişimden yana fakat aynı zamanda da ürkek. Elindekini kaybetmeyecek. Toplumun bir değişim ivmesi ve arzusu var ama fazla sarsıntı yaratmayacaksın. Evet, bu halk, “değişmeyeceğim” diyene katiyen oy vermiyor ama, ‘değişim için her şeyi yakarım, yıkarım” izlenimini yaratana da oy vermiyor. Siyaset, bir algılar meselesidir. Bizim Türkler, Türkler derken etnik vurgu yapmıyorum, tüm yurttaşları kastediyorum, çok enteresandır. Etnik köken farklı da olsa, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, davranışlarında, beklentilerinde, hal ve tavırlarında herkes birbirine benzer burada. Aslında burası, entegrasyon açısından çok başarılıdır.

Başarısız olduğu nedir? Asimilasyon mu?

Asimilasyon.

Devletin politikası hangisi oldu? Asimilasyon mu, entegrasyon mu?

İkisi de oldu. Entegrasyon başarılı oldu. Asimilasyon ise başarılı olmadı. Çünkü asimilasyonunun başarılı olması mümkün değil. Yeryüzünde böyle bir başarı yok. Asimilasyon mümkünmüş gibi olur, bir süre sonra geri teper. Çünkü asimilasyon, insana aykırıdır. Ne kadar asimile olursan ol, bir gün bir ninenin tınısı, yediğin bir yemeğin lezzeti seni pat diye kökenlerine, onun özlemine, götürür. Bu çok doğaldır ve bu arzuyu kutlamak gerekir. Bu, biz insanların robot, makine olmadığımızı gösterir.

Türkiye’nin şeriat ve bölünme korkusu hiç bitmeyecek mi?

Bölünme, laiklik ve Türklük elden gidecek korkuları zamanla bitecek. Bu korkular giderilmedikçe de, burada işlevsel ve sağlıklı yönetim kurmak mümkün değil. Bu ülkede her zaman çok kalabalık bir kesim korkular içinde yaşıyor. Korku ise insana her şeyi yaptırır. En istemedikleri çılgınlıklara dahi meyledebilir insanlar korku yüzünden. Tarihte görüldü. Hitler’in meşhur kristal gecesinden sonra Almanlar, korkudan Hitler’e sarıldılar. Bazı köşe yazarları, “Görmüyor musunuz, sekiz yıldır iktidardalar neyiniz eksildi?” diyorlar. Ama on yılların geliştirdiği, biriktirdiği korkuları sekiz yılda yok etmek kolay değil ki. Bu korkular daha devam edecek. Kaldı ki bu korkuyu besleyen, provoke eden ve daha azamileşsin diyen çok etkin bir kesim de var.

Korkuyu besleyenler kimler?

Bu korkunun politikacıları, ekonomisi, zenginleri var. Bu korkuyu besleyen asker, yargı gibi endişeli kurumlar var. Mesleklerinde çok iyi eğitimli olan subaylar, Türkiye’nin bölünmeyeceğini biliyorlardır.

Biliyorlarsa niye korku üretmeye devam ediyorlar?

Onların korkusu farklı olabilir. Bu, eski yetkinliği, güç ve iktidarı kaybetme korkusu olabilir. Zenginler de aynı şekilde. Korku çok insani bir şeydir.

Kendisi korkmadığı halde başkaları için yapay korkular üretmek insani midir?

O da insani ama etik değil. Çünkü başka bir korkuya sığınarak aslında kendi çıkarını koruyorsun. Ama bu çıkar güdüsü doğal ve insanidir. Çünkü kimse kaybetmek istemez.

Peki niye korkularla dolu bir toplum burası?

Yüzyıllardır çok içine kapalı bir toplum bu. Bu içe kapalılığı, göçlerle, gidip gelmelerle yeni yeni aşıyor. Rizeliyle Adanalı yeni yeni komşuluk yapıyor, aynı otobüse biniyor. Bu çok yeni bir şey. Oysa varoşlarda hep memleketliler yan yana oturuyorlardı. Niye? Çünkü korkuyorlardı. Ötekini tanımıyorlardı. İnsanlar son otuz yılda tam da birbirlerini tanımaya, gitmeye gelmeye başlamışlardı ki, Kürt sorunu patladı. Ve, Türkiye bu işi alnının akıyla halledemedi. Bu, hem bir eziklik, başaramamışlık duygusuna yol açtı, hem de bu kadar çok şehidin ve ekonomik tahribatın olması, toplumda büyük bir bölünme endişesi, korkusu yarattı. Daha sonra da “Abo geliyorlar” diye başka bir korkuya, şeriat korkusuna geçildi. Gerçi ben Türkiye’de bir şeriat tehlikesi görmüyorum ama…

Niye görmüyorsunuz?

Türkiye’nin geçmişine kuş bakışı baktığımda, Osmanlı’nın hilafeti üstlendiği dönemlerde bile bu toplumda Suudi Arabistanvari bir şeriat düzeni yoktu. Kamu düzenini tayin eden bütün yasalar örfi yasalardı. Eğer o dönemde böyleyse, şimdi niye şeriat olsun? Birden bire bu toprakların insanları Suudilere mi özenecek? Bu toplumun türkülerine bakın. Aşk meşk, yandım, ne zaman kavuşacağız diyen, fevkalade ‘çağdaş’ bir topluma adapte olabilecek insanların türküleri bunlar. Rahatça duygularını anlatan, teklifte bulunan, sevdalısını kaçıran diyarın insanları bunlar. Böyle bir diyarın insanları, işleri güçleri yok, birden bire birileri, İrancılar ya da Talibancılar ya da Vahabiciler düğmeye basacak ve bu ülkeye rap rap rap şeriat gelecek. Mümkün değil!

Hala korkanlar niye korkuyor peki?

Türkiye’de aşılanan yanlış laiklik anlayışının bir sonucu bu. Fransa’dan 1970’lerin başında geldim ben Türkiye’ye. Evimin salonundaki kitaplıkta antika kapaklı bir Kuran-ı Kerim vardı. Kürsü başkanım ziyaretime gelmişti, onu gördü. Bana, “Aaaa Nur Hanım, ben sizi laik zannediyordum” dedi… Hayretler içinde kaldım. Ne alakası var? “Ben zaten laiklikten yanayım’ dedim. Dini sembollere yakınlık göstermek laikliğe sanki halel getirir diye, yeryüzünde mevcudu olmayan çok bağnaz bir laiklik aşılandı bu topluma. Özellikle göçten ötürü bu ülkede, şehirlerde din görünürlük kazanınca da, “eyvah bizim halimiz ne olacak? Biz de onlar gibi giyinmek zorunda mı kalacağız” korkuları başladı. Düşünebiliyor musunuz?

Neyi?

Bu öyle laiklik anlayışı ki, kılık kıyafet üzerine bina edilmiş… Laiklik bu kadar basit, bu kadar somut ve alelade olabilir mi? Laiklik bu değil ki! Bana da dendiği için söyleyeceğim. “Siz İslam nedir bilmiyorsunuz, burada Avrupa’daki laiklik sökmez” denir. Dolayısıyla daha militan, daha buyurgan, dünyadaki örneklerine, hatta laiklikte en sınırlayıcı olan Fransa’dakine bile benzemeyen bir laiklik anlayışı var burada. Fransız halkının çoğunluğunun bayıldığı De Gaulle, her Pazar kiliseye giderdi. Kimse de çıkıp ne olacak Fransız laikliğinin hali demezdi. Ama bizde bütün bunlar hep laiklikten ödün vermenin delilleri olarak algılandı.

Türkiye’deki siyasiler bizim gerçekten laik bir sisteme sahip olduğumuza inanıyorlar mı?

Aralarında inananlar var.

Türkiye’de laik bir sistem yok. Devletin dini kontrol ettiği, dini görünmez kıldığı bir sistem var. Bunun devamını neden istiyorlar?

Onu biliyorlar, ona alışmışlar, faydasını görmüşler. Bir nedeni bu. Bir de, bu laiklik anlayışından kendi kesimi için medet umanlar var. Ben bir zamanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kalmasından yanaydım. Şimdi artık zaman içinde kaldırılabilir diyorum. Çünkü sadece Sünni Hanefi yok ki bu memlekette! Bu ne biçim laiklik? Bir kesim için devasa, çok işlevsel bir Diyanet var. Öbürlerine ise, siz ne haliniz varsa görün, siz namevcutsunuz durumu var. Demek ki, laikliğin prensip olarak öngördüğü “devletin tarafsızlığı ve inanç gruplarına karşı eşit davranması” yok burada. Sadece Sünni Hanefiler var bu ülkede. Bazıları, “bu ülkede çoğunluk Sünni Hanefidir, onlar memnun edilirse mesele yoktur” diye düşünüyorlar. Ama artık öyle olmuyor. Şimdi Alevilerin de, Sünni olup da Hanefi mezhebinden olmayanların da talepleri var.

Bu yanlış laiklik anlayışı Türkiye’yi bölmüyor mu?

Bölüyor. Bir yurttaş için en incitici şey, kaale alınmamaktır. Sen yoksun duygusu korkunçtur. Laikliğin olması için Sünni Hanefi’nin haklarının, onlarda da olması lazım. Ama bazıları, bu laiklik anlayışının Atatürk’ten neşet ettiğini düşünüyorlar. Sadakat gereği onun öngördüğünü savunuyorlar.

Bu laiklik anlayışı Atatürk’ten mi çıktı?

Hayır. Ama ordumuzun yetkin subaylarının çoğunun görüşü, laiklik anlayışının doğrudan Atatürk’ten kaynaklandığı yönünde. Size, dine bakışımıza dair bir örnek daha… Bazıları da, ‘Ezan Türkçe okunsun. Ezan Arapça okununca ben anlamıyorum’ diyor. Bunu diyenlerin çoğu zaten ezanla alakası olmayan insanlar. Ona sormak lazım. Peki sen ezanı anlasan namaza mı duracaksın?

Bu ikiyüzlülüğün nedeni ne?

Bu ikiyüzlülüğün nedeni, bizi Araplardan ayrıştırmak. Bunu söylerken, ben de Araplarla kucak kucağa olalım demiyorum ama… Birileri, Arapları sevmiyor, beğenmiyor, onları geri buluyor. “Tarihte bizi arkadan vurdular” diyor. Peki ezan Türkçe okunursa şeriat tehlikesi olmayacak mı? Aslında ezanın Türkçe okunması isteğinin ardında iki şey yatıyor. Birincisi, dünyada hiçbir Müslüman ülkeyle benzerliği olmayan Türkiye’ye özgü orijinal bir İslami anlayış tesis etmek. Dinin görünür olmasını engellemek.

Bir dinin görünür olmaması mümkün mü?

Bir dinin görünür olmaması, yok olması demektir. Bu, dinin din olmaktan çıkmasıdır. Bir televizyon programına katılmıştım. Biri, ‘benim ninem de dini bütündü. Aynı evde otururduk. Yatak odasına giderdi. Orada sessiz sedasız namazını kılardı. Hiçbirimizin namaz kıldığından haberi olmazdı. Sonra salona gelirdi. Salon nedir? O evin kamusal alanıdır.” Bunu duyduğumda, “din sosyolojinin üstatlarının kemikleri sızlıyordur” dedim. Çünkü bir dinin din olması için ritüellerin kolektif olması gerekir. Aksi takdirde bu bir inançtır, din değildir. Ezanın Türkçe olmasını istemenin ikinci nedeni de, milliyetçi tepkidir. Mesela Allah demeyip tanrı demek, dini Türkleştirmektir. Böyle bir ırkçı tutumun da etkisi var bunda.

Türkiye’de Kürtlere de eşit haklar sağlayacak “eşit vatandaşlık” tarifine de karşı çıkıyorlar. Herkese Türk denmesini istiyorlar. Niye böyle milliyetçi, dolayısıyla da bölücü ve dışlayışı bir anlayışımız var?

Burası bir ulus devlet. Ulus devlette tüm yurttaşlar eşittir. Burada da, Kürt kökenli yurttaşların hukuken eşit hakları var. Ama tek bir şartla. Kimliğini örtbas edecek, görünmez olacak. Bunu Fransa, 1789 devriminden sonra denedi, 20’inci asra kadar geldi. İlham aldığımız Fransa bile topraklarında yaşayan 16 etnik kökene kimliğini tanıdı. Dahası, en az 20 öğrenci talep ettiği takdirde, o bölgede anadilde öğretim hakkını tanıdı. Demek ki ulus devlet yaklaşımcısı olan Fransa bile kimlik olgusunu gürültüsüz, darbesiz, bombasız, copsuz halletti. Netice ne biliyor musunuz? Birçok bölgede talep bile olmadı. Önemli olan, insanların, haklarını elde edebilme imkânına sahip olduklarını bilmeleridir.

Herkese niye Türk denmesi isteniyor bizde hala?

Çünkü imparatorluk yıkıldı, paramparça edildi, Türkiye işgal gördü. Kendisinden olmayanı düşman, tehlike olarak gören bir kuşak bu devleti kurdu. Devleti kuran bu kurucu kuşağın etkisi altındayız. Oysa ne kadar enteresandır! Türkiye NATO üyesi. Sen yabancı orduların askerleriyle omuz omuza savaş yapmayı istiyorsun. Bunun için şimdi Libya’ya gidiyorsun. İngilizle, Fransızla, hatta Yunanlılarla kucak kucağa olabiliyorsun da, peki niye kendi topraklarındaki insanlarla bu kadar dertlisin? Onlarla niye kucak kucağa olmak istemiyorsun? Onlara ancak bir şartla, “kökenini unuttuğu” takdirde kucak açıyorsun?

Anayasa yoluyla Kürtlere zorla Türk olduklarını kabul ettirmeye çalışmak barış getirebilir mi bu ülkeye?

Getirmez. Getirmedi işte! Böyle bir kalıcı bir huzur ve birliktelik dünyada yok. Biz, Kürtlerin kaçıncı isyanından bahsediyoruz. Demek ki bir sükûnet dönemi oluyor ama ardından tekrar isyan oluyor. Bana birisi, “sen Türk değilsin’ dese… Korkuyorsam, bir süre için peki derim ama hiçbir zaman Türk oluşumu içimden silip atmam. Hiçbir kuvvet bana bunu empoze edemez. Ben kabul etmiyorsam, dağdaki Kürt çobanın da kabul etmediğini düşünüyorum. Bir kişinin, “ben, ben olmaktan çıktım” demesi şizofrenik bir şeydir. Zaten bunu da ancak hasta olduğu için kabul ediyordur. Başka türlü kabul edemez.

Peki bir Kürt, anayasa gereği ben Türküm diyebilir mi?

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, yurttaşıyım” der. İstenilmesi gereken de budur.

Anayasa’da herkese Türk denmesi, asimilasyon politikasının bir göstergesi değil midir?

Asimilasyoncu bir eğilimin, bir damarın Türk siyasetinde var olduğunun bir göstergesidir. “Falanca başbakan, bakan paşa da Kürt. Demek ki Kürt olmak, yükselmeye mani değil” deniyor. Ama adam Kürdüm demiyor ki, hatta, “ne alakam var?” diyor.

Türkler çok mu milliyetçi?

Türkler son otuz yılda daha milliyetçi oldular. PKK, buna çok büyük bir ivme kazandırdı. Bakın… Vatanseverlik, milli duygu ve milliyetçiliği birbirinden ayırmak lazım. Milliyetçilik, programı, çözümleri olan çok katı bir ideolojidir. “Ben varım, sen dur bakalım”cıdır. Son raddede, “sen yoksun”a da varabilir.

Irkçı mı bizim toplum?

Bazı kesimler çok dışlayıcı, hoyrat. Irkçı tohumlar yüksek burada. Ama bir devlet politikası ve ideoloji halinde değil bu.

Anayasa maddesiyle herkese Türk demek ve onun kimliğini görünmez kılmak ırkçı bir politika değil midir?

Hiçbir sosyal ve politik hadisenin tek boyutu yoktur. Ama toplumun tüm fertlerini tekdüzeleştirmek sonuç itibarıyla ırkçı bir politikaya götürür. Bu ülkede herkes muzdarip. Kürtler de, Türkler de mutsuz. Türk olmadığı halde ne mutlu Türküm diye bağırmak zorunda olan Kürtler büsbütün mutsuz. Bunu söylemek istemiyorlar diye küsen, kızan, öfkelenen, endişe duyan Türkler var. Rahatsız bir toplum bu. Ama ben gene de iyimserim.

Niye? Bu sorunu çözecek cesur siyasetçilerimiz mi var bizim?

Hayır. Bu sorun toplum katında halledilecek. Bu sorunun halli için “din kardeşliği” çok iyi bir faktör. Varoşlarda insanlar arasında etnik çatışma yok. Çünkü bunlar Müslüman. Din kardeşliği çok önemli. Türkiye’yi yumuşatıcı bir faktör bu. Ben, muktedir olsam, Türkiye’nin sosyal psikolojisi açısından bu din kardeşliğini promote etmeye çalışırım, laiklikten sapmadan böyle bir açılımı desteklerim. Zaten AKP’nin Kürtlerden de oy almasının nedeni bu. Çünkü halk dindar. Başbakan, “ben Rizeliyim. Eşim Siirtli” diyor ve anlayan anlıyor. Aslında din kardeşliğine vurgu yapıyor. Kürtlerden de Türklerden de oy alıyor.

Yarın:
Niye bülünme ve şeriat korkusu bitmiyor?
Türk ve Kürt olarak bu ülke şiddete eğilimli mi?
Tek millet laflarını neden seviyoruz?
Kim Türk?
Bir kesimin niye İslam’la problemi var?

http://www.taraf.com.tr/nese-duzel/makale-nur-vergin-kurt-sorununu-din-kardesligi.htm#

Also read...

Comments are closed.