Tevfik İzmirli – Bize zaman lazım.. Toplumsal ilerleme maddi kalkınma kadar hızlı olmuyor..

18/01/2011 (Kategori: Yazılarım)

“1961 yılında ilk Türk malı buharlı lokomotif imal edildiğinde dünyanın ilk nükleer denizaltısı Nautilus yedi yaşındaydı. Bunu unutmayalım.”

“Ülkemizin I. Özal Hükümeti’nden önceki yıllarını, ekonomik olarak ‘Tarih Öncesi Devir’ olarak algılıyorum.”

“Hiç utanmadan, “Ekonomik anlamda ne gördü isek, Özal ile gördük” diyebiliriz.”

“Türkiye’nin, ‘Siyaset Meydanı’ndan önceki yıllarını ise siyasi olarak ‘Cahiliye Devri’ olarak algılıyorum. Dolayısı ile siyasi özgürlüklerin henüz yirminci yılına bile gelmedik.. Ondan öncesi ‘fikirde değil sandıkta demokrasi’ devriydi.”


‘Karakurt’ – İmalat yeri ve yılı: Eskişehir, 1961

‘USS Nautilus’ – İmalat yeri ve yılı: Connecticut, 1954

Merhabalar,

‘Ucube’, ‘Muhteşem Yüzyıl’, ‘TT Arena olayları’ arka arkaya gündemi parazitlendiriyor.
Seçimlere beş ay kala başlayan bu gerilimli gündemi tek tek olaylarla takip etmek anlamsız. Bunu yapan bıktırıcı sayıda yorumcu mevcut.
Ayrıca olaylara biraz yukarıdan, soğukkanlı ve bütün olarak bakamazsak analizler dayanaksız kalıyor. O mu haklı, bu mu haklı seviyesinde tartışmalara kimin ihtiyacı var? O haklı olsa ya da bu haklı olsa ne farkedecek? Bu tip konuların hakemi yok ki haklıyı haksızı ayırsın. Yarın benzer bir olay karşımıza geldiğinde yine al baştan..

Tek teselli şu ki bu tip tartışmaları yaşamadan hepimizin mutabık kalacağı usulleri oluşturma imkanı yok.. Bu toz duman kuralsızlıktan, acemilikten, görgüsüzlüğümüzden.. Bu tartışmaların geride kaldığı günler de gelecek.. Başka konuları hatırlayalım, nerelerden nerelere geldik? Sabır göstermek, zaman tanımak gerekiyor..

Tek tek olayları analiz etmek yerine “Bu girdap neden bu kadar hızlı ve sert dönüyor?” sorusuna cevap aramak bana daha mantıklı geliyor. Kendime göre bazı sebeplerim var ama çarelerim için aynı şeyi söyleyemiyorum.. “Bize zaman lazım.. Sabır, sabır, sabır” demekten başka çare öneremiyorum.

Temel tesbitimi baştan söyleyeyim: Kendimiz hakkındaki beklentilerimizin ayarı kaçık. Toplumumuzdan neredeyse ekonomide Almanya, demokraside İngiltere, şehircilikte Fransa performansını bekliyoruz.. Hedefler doğru olabilir ama işin bir de zaman boyutu yok mu? Kendimizi onlarla mukayese edip hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Halbuki biz daha düne kadar köylü olan, ekonomik liberalizm ile otuz yıl, siyasi liberalizm ile henüz yirmi yıl önce tanışmış, son darbe teşebbüsleri henüz tarih olmamış bir toplumuz.

Tarihçiler yakın tarihimizi genellikle bölümlere ayırarak inceler. Konuyu biraz açmak için ben de öyle yapayım.. Ama daha kaba çizgilerle..

1.
Ekonomik hayat bakımından henüz otuz yaşına gelmemiş genç bir toplum olduğumuzu düşünüyorum.
Ülkemizin I. Özal Hükümeti’nden önceki yıllarını, ekonomik olarak ‘Tarih Öncesi Devir’ olarak algılıyorum.

1956 doğumluyum. 60′lı ve 70′li yılların ağzımda bıraktığı tat hiç hoş değil. Bu yüzden dünyaya yirmi yıl erken geldiğimi bile düşünürüm..

Özal’dan önceki Türkiye neredeyse bir merkezi planlama ülkesiydi. ‘Sana’ yağının fiyatı bile Sanayi Bakanlığı tarafından onaylanarak tesbit edilirdi. Devletin kota, kredi, tahsis verdiği az sayıda ailenin zengin edildiği bir ülkeydik. Vatandaşları yurt dışına serbestçe çıkamayan, Amerikan sigarası ve Nescafe’yi matah zanneden, diplomatların ya da Amerikalı askeri personelin getirdiği otomobillere mahkum, işçi permisinin para ettiği, fabrika çıkışlı otomobil ithalatı rüyada görülse hayra yorulmayacak bir ülkeydik. Cebinde on dolar bulunanın mahkemeye çıkarıldığı, hiçbir yabancı filmin çıktığı yıl içinde seyredilemediği bir ülke. Vasat kalitedeki Amerikan mallarının Amerikan Pazarı denen dükkanlarda satıldığı bir ülke. İhracat dendiğinde akla pamuk, kuru üzüm, kuru incir, tütün ve fındık gelen bir ülke. Enerji sıkıntısına çare dendiğinde Başbakan’ı Ecevit’in aklına ampul söndürmek gelen bir ülke. Orta sınıf dendiğinde öğretmen ve memurların akla geldiği bir ülke. Ekonomik mevzuatının baş köşesinde 1930′dan kalma Türk Parasını Koruma Kanunu’nun oturduğu bir ülke. Belediye hizmetlerinin yerlerde süründüğü, başlanan yatırımların zamanında bitirildiği görülmemiş bir ülke. Doğu Avrupa ülkeleriyle arasında ‘mülkiyet hakkının varlığı ve ticaretin yasaklanmamış olması’ dışında neredeyse fazla fark olmayan bir ülke..
Serbest faiz, ihracat, döviz serbestliği, serbest kur, rekabet, turizm gibi bugün bize ‘hep bizimleymiş gibi’ gelen kavramlar Özal öncesinde sadece kitaplarda yazar, orada kalırlardı.

Hiç utanmadan, “Ekonomik anlamda ne gördü isek, Özal ile gördük” diyebiliriz.
Dolayısı ile şu anda hayatta olan vatandaşlarımızın çok büyük bir çoğunluğu bakımından ‘Sonradan görme’yiz.. Belki binde birimiz hariç herkes para ile son yirmialtı yıl içinde tanıştı.
Bu hali açıklamak isteyenler ‘hızlı şehirleşme’, ‘girişimci orta sınıfın ortaya çıkışı’, ‘dış pazarlarla bütünleşme’, ‘Anadolu Kaplanları’, ‘ gibi terimler kullanıyorlar.. Bence hepsi aynı kapıya çıkıyor. Parayı toplum olarak daha dün bulduk ve henüz bunun kültürünü yaratacak kadar zamanımız olmadı.. O bakımdan ‘Sabır’ diyorum.

2.
Türkiye’nin, ‘Siyaset Meydanı’ndan önceki yıllarını ise siyasi olarak ‘Cahiliye Devri’ olarak algılıyorum. Dolayısı ile siyasi özgürlüklerin henüz yirminci yılına bile gelmedik.. Ondan öncesi ‘fikirde değil sandıkta demokrasi’ devriydi.
Daha acemiyiz.. Heyecanlıyız.. Buldumcuk olmuş durumdayız..

Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’nı yapmaya başladığı yıllar Soğuk Savaş’ın bitip, bizim gibi ‘Dünyanın taşrası’ ülkelerde fikirlerin buzdolabından çıkarıldığı döneme denk gelir. Fikir piyasasında oluşan bolluğun temelinde bu büyük olay vardır. Ama yine de benim hafızamda o dönüm noktasını ‘Siyaset Meydanı’ sembolize ediyor.
‘Tek parti devri’, ‘Çok partili devir’, ’1960 Anayasası’.. Hepsi önemli dönemeçler ama ‘Siyaset meydanı’ öncesinde ülkemiz bir ‘Mış gibi yapma’ ülkesiydi. Sanki tarikatlar Atatürk yasakladı diye yok olmuşlar gibi yapardık.. Kürtler karda yürüyen Türklermiş gibi yapardık.. Alevilik folklordan ibaretmiş gibi yapardık.. Askeri darbeler Atatürkçülüğün icabıymış gibi yapardık.. İki, belki üç nesil hayatını bu şizofrenik çarpıklıklar içinde geçirdi.
O bakımdan biz siyasi olarak henüz ergenlik devremizdeyiz. Toplum olarak çocuksuyuz. Ne istersen söyle, ne yaparsan yap çoşkusunu yaşıyoruz.
Tarihi dizi nedir? Tarih belgeseli nedir? Eleştiri nedir? Toplumsal hassasiyetin sınırları nerede başlar? Başbakan neye kızabilir, neye kızmaya hakkı yoktur? Hangi sınırlama talebi sansüre girer? Bunun gibi cevabı henüz bizde bilinmeyen kırk tane soru bulabilirim. Nasıl paranın kültürü iki günde ortaya çıkmıyorsa, siyasi özgürlük kültürü, demokrasi kültürü de öyle. O bakımdan “Sabır” diyorum.

3.
Bölgelerimiz arasında hem ekonomik hem sosyal bakımdan büyük farklar var.
Herhalde imparatorluk varisi olduğumuz için hemen havaya girip çıtayı aşırı yukarı çekiyoruz.. Belki de Atatürk’ün ‘Bir Türk dünyaya bedeldir!’ lafını fazla ciddiye aldığımız içindir.. Halbuki Türkiye uzun bir tren katarı gibi. En ön vagonu ile son vagonu arasında çağ farkı var.. İçinde yaşadıkları zaman dilimi sadece takvimlerde aynı..

Merak ediyorum acaba ABD’nin sığır yetiştiren Wyoming ya da Montana Eyaletlerinde büyük boy bir soyut heykelden oluşan bir anıt var mıdır?
Yurdumuzun modern sığırcılığı becerebilse aferini hak edecek en uzak köşesine, Cihangir felsefesini yansıtan bir anıt dikip ondan sonra elde mikrofon Kars sokaklarında vatandaşla anıt hakkında ropörtaj yapıyoruz.. Nedir bu aşırı beklentinin altında yatan?

Ya da herhangi bir Amerikalı başkan adayı “New York’da ne varsa Wyoming’de, Montana’da da o olacak” demiş midir?
Biz yıllardır Doğu ve Güneydoğu’yu sanayileştirmek gibi asılsız bir fikri tekrar ederek paramızı sokağa atar dururuz. En yakın deniz / kanal / nehir yoluna üçyüz kilometre mesafede ve büyük demir kömür kaynaklarından mahrum olup da sanayileşmiş bir bölgenin dünyada örneği varmış gibi..
Türkiye nüfusunda ve boyutunda bir ülkenin her bölgesi sanayileştiğinde ortaya ikinci bir Almanya çıkar. On tane esaslı şekilde sanayileşmiş ilimiz olsa zaten bambaşka bir yerde olurduk. Nerede kalmış seksenbir ilin sanayileşmesi.. Nedir bu aşırı beklentinin altında yatan?

1915′de Ermeni nüfusunu kaybetmiş doğu illerimiz ekonomik olarak içine düştükleri kara delikten hala çıkabilmiş değiller. Ermeni tehcirinin ve savaşların yarattığı vakumu ne dağlarda hayvancılık yapan Kürtler ne de düzde rençberlik yapan Türkler dolduramamış. Esnafını ve zanaatkarını kaybetmiş şehirlerimiz aradan geçen doksanbeş yıla rağmen kendilerine gelemiyorlar. Esnaf sınıfı tüccarın ve sanayicinin yetiştiği fidelikler gibi.. O fidelikler yüz yıl önce kurumuş.. Sürekli olarak taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyoruz. Doğudaki insanımızda o kıvılcım bir türlü çakmıyor. Ne ticarete yatkınlar ne işçiliğe. Coğrafya da haşin. Onları kestirmeden çağa taşıyacak boyda bir yatırım yağmuruna da bizim imkanlarımız yetmiyor.
Sonuç olarak biz bu boyunu kısaltamadığımız uzun katarın tüm vagonlarını aynı kanunlarla yönetmek zorunda kalıyoruz. Aynı Başbakan hem Digor ilçesinden hem Kadıköy ilçesinden oy almak zorunda. AB normları hem Digor’da hem Kadıköy’de uygulanacak.. İnsan haklarının ne kadar uygulandığı şüpheli bölgelerimizde hayvan haklarını anlatıyoruz. Uyumsuzluğun, sıkıntının altında biraz da bu bölgeler arası çağ farkı yok mu? Biraz da bu sebeple “Sabır” diyorum..

4.
Tarihsel alaturka – alafranga bölünmüşlüğü de ayrı bir ayak bağı ve sıkıntı kaynağı..

Bu bölüntü belki de bölgeler arası farklardan daha etkili. Tüm toplum dikey olarak bölünmüş halde. Bu sınıfsal değil kültürel bir bölünmüşlük. İki kampta da iş adamından işçiye, esnaftan tüccara her sınıf insanımız var. Bu iki kesim arasındaki sürtüşme, kutuplaşma git gide azalacağına artıyor. Özellikle alafranga olan kısım alaturka kampın giderek görünür olmasından rahatsız. Cahil, fakir ve ezik kaldıkları müddetçe kimseyi rahatsız etmeyen alaturkacılar toplumsal ve ekonomik hayata damgalarını bastıkça, tarikatların, cemaatlerin üzerindeki örtü kalktıkça rahatsızlık artıyor.
Alafranga kesim hayat tarzının tehdit altında olduğu algısını geliştiriyor. Atatürk’ün yerleştirdiği dekoru gerçek sanarak yetişmiş alafrangacılar dekor yıkılıp gerçek ortaya çıktıkça hop oturup hop kalkıyorlar. Alafrangacılar sanki “Demokrasi bu sonucu verecekse, olmasın daha iyi” noktasına savrulmak üzereler.
Halbuki bu kesimi, onların tarikatlarını, cemaatlerini yok saymak çare olsaydı doksan yıldır olurdu. Kafasına zorla şapka takılarak, ezanına kadar karışarak boş yere devletle zıtlaşma pozisyonuna itilmiş, Kemal ve İsmet akıllarıyla kanun zoruyla modernleştirilmeye çalışılmış olan geleneğin yeni nesilleri de bu dışarıda bırakılmışlığın tüm hamlığını, köylülüğünü veraset yoluyla edinmiş haldeler. Onlardan daha fazlasını beklemeye hakkımız var mı?
Devlet adamı oydu ki Sünni eliti tasfiye ederken, bu toplum mühendisliğine kalkışırken işin buralara varacağını görürdü.. Şimdi yok edilmiş, sindirilmiş, gelenek zinciri kırılmış o rafine ve tasavvuf ile yoğrulmuş Osmanlı’nın şehirli Sünniliğini ara ki bulasın. Karşında Vahabilik’den Hızbullah’a kadar kırk çeşit devletle sorunlu gurup ve bunların oy gücü var..
Biraz da bu sebeple “Sabır” diyorum..

5.
Biz sade vatandaşlar göremiyoruz ama derin TSK henüz demokrasiye teslim olmuş değil..

TSK ne geçmişte yaptıklarından pişmanlık beyan etti, ne de o anlama gelecek işaretler verdi. Sadece seslerini soluklarını kestiler. Derin beklemedeler. Yaşananları bir karşı devrim gibi algıladıklarını, bir bakış açısı değişikliği yaşamadıklarını düşünüyorum. Ama muvazzaf ama emekli bazı kesimlerinin iktidarla mücadeleye devam ettiklerinin belirtileri az değil.
Bu konuda da “Sabır” diyorum.

6.
Her alanda seviye sorunumuz var.. İlke, prensip, kural kıtlığı çekiyoruz.. Bunun çaresi de zaman..

Dizi film tartışılıyor.. Köşe yazıları yüzleri geçmiştir. Her yazana konuşana sorabilsek, acaba kaç tanesi Kanuni’den bir önceki ve sonraki padişahın adını söyleyebilir? Aramızda yaşını başını almış, ‘Osmanlı Türk müydü?’ diye soran, Osmanlı’yı şeriat devleti zanneden insanlar yaşıyor. Daha Cumhuriyet’in derli toplu tarihini yazamamış, Atatürk’ün güvenilir bir biyografisini ortaya koyamamış, Kurtuluş Savaşı’mızı askeri, siyasi, sosyal yönleriyle, A’dan Z’ye analiz eden bir eser çıkaramamış, Osmanlı arşivinin tamamını okuyamamış bir aydın sınıfımız var. Onbeş yıl önceye kadar – Cağaoğlu ile Beyoğlu hariç – doğru dürüst kitapçısı olmayan bir İstanbul söz konusu. Tarih bilgisini TV programlardan alan bir toplumuz. Tabi ki dizi tartışmalarımız bu seviyede olacak. Son seksen senede Kanuni – Hürrem aşkını ele alan ve yaygın olarak bilinen üç roman yazılmış, iki film yapılmış olsaydı, bu tartışmalar kırk yıl önce yapılmış, çıkarılan dersler de rafa konmuş olurdu. Bu son dizi de ‘yorumlardan bir yorum’ halinde kalırdı. ‘Öpüşen padişah’ için 2011 yılını beklersen olacağı budur.
Heykel konusu da, stadyum konusu da farklı değil. Usullerimiz, kurallarımız oluşmamış. Nasıl oluşsun ki? Atatük heykeli dışında heykel mi gördük?
Anıt nasıl dikilir? Nasıl kaldırılır? Stadyum nasıl finanse edilir? Kamu fonları nasıl kullanılır? Açılış konuşması nasıl yapılır? Bunlar hakkında oluşmuş bir ‘teamül’den bahsedebilir miyiz?
Şu anda eline bol para verilmiş çocuk gibiyiz.. Paramız var.. Stadyum inşa edebiliyoruz, anıt dikebiliyoruz, dizi yapabiliyoruz.. Ama usul, erkan, yol, yordam arama.. İş böyle olunca yapılanların tadını da çıkaramıyoruz..

Sonsöz:
Tüm bu sebeplerden dolayı bizdeki siyaset yüksek voltajlı bir ortamda yaşanıyor. İç sürtüşmesi yüksek bir toplumuz. Fakat bu işlerin sihirli bir reçetesi yok. Toplum yapımız, bizi buraya taşımış olan tarihi süreç, bunların hepsi birer veri. Bugünden yarına ve biz öyle istiyoruz diye değişecek değiller.
İleri sanayi ve demokrasi ülkeleri ile aramızdaki en az yüzyıllık bir farkı nefes nefese kapatmaya çalışıyoruz. 1961 yılında ilk Türk malı buharlı lokomotif imal edildiğinde dünyanın ilk nükleer denizaltısı Nautilus yedi yaşındaydı. Bunu unutmayalım.
Kendimize zaman tanımamız lazım.
Zamanla bizim dindarlarımızın estetik seviyeleri de yükselecek, bizim modernlerimizin kafa yapıları da modernleşecek, bizim askerlerimiz de demokrasiyi benimseyecekler, bizim toplumumuz da demokratik reflekslerle donanacak.. Sadece zamana ihtiyacımız var.. Bu arada elimizden gelen, yapınca sonuç aldığımız ne varsa yapmaya devam edelim. Daha çok üretim, daha çok refah.. bunun getireceği daha fazla eğitim, daha yüksek bilim, daha ileri sanat..
O günler geldiğinde taraftarımız da, başbakanımız da, dizilerimiz de, tepkilerimiz de bambaşka olacak.. Kendimize haksızlık etmeyelim.. Biz ekonomi sahnesine seksenli, demokrasi sahnesine doksanlı yıllarda çıkmış bir toplumuz..

Saygılarımla,
Tevfik İzmirli