Tevfik İzmirli – Arapların siyasi sınırlarını cetvelle çizen güçler bizim de zihinsel sınırlarımızı cetvelle çizdiler… O cetvel Atatürkçülük… Bu hipnozun bilincine vardıkça kurtulacağız… – I. Bölüm –

22/02/2011 (Kategori: Yazılarım)

Arap ülkelerinin son yüz yıllık serüvenini, kaba hatlarla da olsa az çok hepimiz biliyoruz. Büyük güçlerin Arapların kaderi üzerindeki rolü o kadar açık.

Olayları, aynı kaderi biz de paylaşmamışız gibi, dışarıdan bakan bir gözle izliyoruz.

“Arapları batılılar dizayn etti, halbuki biz kendimizi kendimiz dizayn ettik” tarzında bir bakışımız var. Halbuki, bizim şu an içinde bulunduğuz halde de Arapların kaderini çizen o güçlerin rolü yok mu?

Yakın tarihimizdeki, 1946′da çok partili rejime geri dönmemizden, darbelere kadar her gelişimi ‘dış konjektür’ ile açıklamaya yatkın zihinlerimiz neden 1946 öncesini anlamaya çalışırken bu dış dinamikleri yok sayar?

Bizi ilgilendiren asıl soru şu olmalı: Peki aynı kalem bize ne yazmıştı?

Neden bu soruyu yeteri kadar irdelemiyoruz? Halbuki asıl soru bu…

Bize çizilecek sınır ile Kuveyt’e çizilecek sınırın niteliği tabi ki aynı olmayacaktı.

Kuveyt, Osmanlı’nın Irak Eyaleti’nin Basra Vilayeti’ne bağlı bir Sancak’dı. Biz İngiliz Başbakanı olsak bu iki ülke hakkında düşüneceğimiz çözüm aynı düzlemde mi olurdu?

Çöle bastonla bir çizgi çek, oldu sana Kuveyt sınırı. Halbuki tarihi ‘Doğu Roma’ gücüne sınır çizmek istiyorsan… Onlara beyin ameliyatı yapman lazım… Operasyonun zihinlerde yapılması lazım…

Bu yapıldı mı yapılmadı mı? Bence yapıldı. Atatürk eliyle ve önce ‘Atatürk Devrimleri’, Atatürk’ün ölümünden sonra da ‘Atatürkçülük’ adı altında yapılan bundan başka birşey değildi…

Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik.

Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor.


* * *
Merhabalar,

Orta Doğu kaynıyor. Kalabalıklar sokaklarda. Kukla rejimler sallanıyor. Osmanlı’nın yarım kalmış tasviye süreci hızlandı. ‘Soğuk savaşın bitmesi’, ‘demir perdenin çökmesi’ derken sıra geldi Arap kitlelerine ve Arap demir perdelerinin çökmesine.

Osmanlı bir imparatorluk olarak doğal ömrünü tamamlayalı  doksan yılı geçti. Dağılması kaçınılmazdı, dağıldı. Bu ne üzülecek, ne sevinilecek bir gelişme. Tarihi bir olgu. Tarih öyle aktı, öyle oldu. Bin tane sebebi vardır.

Devrin büyük güçleri, tabiat kanununa uygun şekilde düşen avı parçaladılar. Bu da normal. Dünya düzeni bir kurtlar sofrası. Düşen av oluyor. Bizim taraf kazansaydı biz de onların çıkarlarını sınırlayacak adımlar atacak, kendi düzenimizi kuracaktık.

Bu parçalamanın gözle en kolay görünen sonucu siyasi haritalar. Birileri eline kalemi hatta cetveli almış, çıkarları nasıl gerektiriyorsa sınırları oralardan geçirmiş. Bunu artık lise öğrencileri dahi biliyor, anlıyor.

Arap ülkelerinin son yüz yıllık serüvenini, kaba hatlarla da olsa az çok hepimiz biliyoruz. Büyük güçlerin Arapların kaderi üzerindeki rolü o kadar açık. Olayları, aynı kaderi biz de paylaşmamışız gibi, dışarıdan bakan bir gözle izliyoruz. “Arapları batılılar dizayn etti, halbuki biz kendimizi kendimiz dizayn ettik” tarzında bir bakışımız var. Halbuki, bizim şu an içinde bulunduğuz halde de Arapların kaderini çizen o güçlerin rolü yok mu?

Yakın tarihimizdeki, 1946′da çok partili rejime geri dönmemizden, darbelere kadar her gelişimi ‘dış konjektür’ ile açıklamaya yatkın zihinlerimiz neden 1946 öncesini anlamaya çalışırken bu dış dinamikleri yok sayar?

Bizi ilgilendiren asıl soru şu olmalı: Peki aynı kalem bize ne yazmış? Neden bu soruyu yeteri kadar irdelemiyoruz? Halbuki asıl soru bu..

Nasıl sınırları dışarıdan çizilmiş bir Arap ülkesinin sonraki nesillerinin gözünde o sınırlar kutsallık kazanmış durumda ise, bizim sonraki nesillerimizin gözünde de dışarıdan çizilmiş ‘zihin sınırlarımız’ kutsallık kazanmış durumda. Bunu anlamamız ve anlatmamız lazım.

Kendimizi o kalemi tutan gücün yerine koyalım ve öyle düşünelim.

Londra’da Başbakanlık ofisindeyiz – bugünün Washington D.C.’si ve Beyaz Saray’ı gibi düşünelim – duvarda dev bir harita, Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Müsteşarı, Denizaşırı Topraklar Bakanı, Birinci Deniz Lordu, Kraliyet Gizli Servisi’nin Başkanı, upuzun maun masanın etrafında oturmuşuz, elde kalem uluslara kader çiziyoruz… Toplantıya bir de isim bulalım. “Büyük Britanya Hükümeti Periyodik Dış Politika Gözden Geçirme Toplantısı” olsun. - ‘The Periodical Foreign Policy Review Meeting of the Goverment of Great Britain’ -

Yıl 1918, 1923 veya 1926… Farketmez.
Bu toplantı bir kereye mahsus değil. Şartları sürekli değerlendiriyoruz. Şartlar değiştikçe politikalarımızı gözden geçiriyoruz. Siyasi kadrolar, hatta hakim devlet değişiyor, kalıcı olan ‘adına ister Büyük Britanya ister II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD densin, dünya hakimiyet merkezinin çıkarlarını sağlama alma’ amacı.

Biz bu kararları verdikten sonra imparatorluğun o büyük uygulama mekanizması harekete geçecek. Bu kararları hayata geçirmek üzere müttefiklerimizle diplomatik müzakereler, mağluplarla anlaşmalar, askeri, siyasi operasyonlar yapılacak… Bizim amacımız Büyük Britanya’nın – bugün ABD’nin – ve derece derece onun müttefiklerinin hayat alanlarını genişletmek, çıkarlarını güvence altına almak… mevcut ya da potansiyel tehdit odaklarını etkisizleştirmek… Bu amaçları gerçekleştirecek politikaları belirlemek…

“Kuveyt’de büyük petrol rezervi var, orayı ayrı bir şeyhlik yapalım”, “Katar da öyle!”, “Kerkük’de petrol var, Musul Vilayeti’ni Irak’a dahil edelim”, “Şu aileyi şu coğrafyanın tahtına oturtalım” gibi görüşleri, raporları tartışıyoruz. İmparatorluğumuz için en optimal çözümleri arıyoruz..

Peki biz neredeyse tek tek her petrol kuyusunu, her kabileyi, her aşireti, her şeyhi hesaba katarken elimizdeki kalemle acaba bu çökmüş yapının asıl siyasi, askeri, idari ve dini merkezi olan Türkiye hakkında neler yazdık, neler çizdik?

Bizim Atatürkçülere sorsak, “Biz Kurtuluş Savaşı ile o kalemi kırdık” derler.
Buna gerçekten inanırlar. Olsa olsa Musul’u kaptırmamızı ‘o kalem’e bağlarlar. Acaba bu kadarcık mı? Musul’u verince kurtulmuş mu olduk? Yani, Musul’u alan İngiliz kalemi bunun öncesinde ve sonrasında nerededir? Musul’dan önce mesela bizim Kurtuluş Savaşı’mızda rolü sadece bize anlatıldığı gibi Yunanistan’a destek sağlamaktan mı ibarettir? Musul’dan sonra Mustafa Kemal toplumu tarihi ve kültürü ile ters yüz ederken bu ‘kalem’ nerededir? Kalemi tutan eller kalemi bir kenara mı koymuşlardır?

Yoksa kestaneyi ateşten almak Atatürk’e mi bırakılmıştır?

Bize okullarda öğretilenler işin sadece siyasi sınırları kısmını anlatır.
“Lozan Anlaşması ile sınırlarımız belirlendi. Musul gitti, Mısak-ı Milli’den başka kayıplar da verdik. Ama tanınmış sınırlara kavuştuk.” Tez budur. Halbuki bu cevap işin sadece ‘siyasi sınırlar’ kısmını açıklar. Yani ‘Diğer bölge ülkelerinin sınırları cetvel ile çizilirken bizim sınırlarımız kazanılmış bir Kurtuluş Savaşı ve onu takip eden Lozan Antlaşması ile çizilmiştir. Bu açıdan diğer ülkelerle aramızda bir nitelik farkı vardır.’
Yalan değil. Gerçekten vardır. Hem de o fark sadece Kurtuluş Savaşı ile ya da Cumhuriyet ile de başlamamıştı. Bizden kopan ya da o tarihten önce fiilen zaten kopmuş bulunan ülkeler ile hepsinin yönetim merkezi olan ‘bizim milli varlığımızın ağırlık merkezi’ arasında gerçekten bir nitelik farkı vardır… Bu dört beş asırdan beri böyledir… İşin tuhafı bunu bizim yeni nesillerimiz görmez ama ‘İngiliz Aklı’ hiç unutmaz ve göz ardı etmez. Tedbir alacağı zaman da ona göre alır…

Bize çizilecek sınır ile Kuvet’e çizilecek sınırın niteliği tabi ki aynı olmayacaktı.
Kuveyt Osmanlı’nın Irak Eyaleti’nin Basra Vilayeti’ne bağlı bir Sancak’dı. Biz İngiliz Başbakanı olsak bu iki ülke hakkında düşüneceğimiz çözüm aynı düzlemde mi olurdu? Çöle bastonla bir çizgi çek, oldu sana Kuveyt sınırı. Halbuki tarihi ‘Doğu Roma’ gücüne sınır çizmek istiyorsan… Onlara beyin ameliyatı yapman lazım… Operasyonun zihinlerde yapılması lazım… Bu yapıldı mı yapılmadı mı? Bence yapıldı. Atatürk eliyle ve önce ‘Atatürk Devrimleri’, Atatürk’ün ölümünden sonra da ‘Atatürkçülük’ adı altında yapılan bundan başka birşey değildi..

Toplum olarak bu sorulara cevap bulmak bir yana daha bu soruları sorma aşamasına bile gelemedik.
Halbuki tarihimizin ve dolayısı ile bugünkü halimizin ‘büyük şifresi’ bu sorularda ve cevaplarında yatıyor.

Saygılarımla,
Tevfik İzmirli

- d e v a m e d e c e k -