Tevfik İzmirli – Zihinsel sınırlarımıza devam. Kısa bir değerlendirme… – IV. Bölüm -
26/02/2011 (Kategori: Yazılarım)
“Atatürk’ün öncülüğünde kurduğumuz Cumhuriyetimizin batılı güçlere rağmen değil, aksine onların gizli ya da açık destek ve onaylarıyla kurulduğunu söylüyorum. O yıllarda değişen dünya dengeleri, Anadolu’da Türk varlığının devamını Batı açısından tekrar gerekli hala getirmişti. Bu yüzden dolaylı dolaysız bizi desteklediler.”
“Kurtuluş döneminden sonra da, Atatürk idaresinin kendi milletine karşı izlediği politikaları da kıs kıs gülerek ve ellerini ovuşturarak izlediklerini düşünüyorum. ‘Köre lazım bir göz, Allah verdi iki göz’ demiş olmalılar..”
“Açık söylüyorum: Atatürk’ün İngiliz menfaatlerine ters düşen tek bir icraatı yoktur. Olmamıştır. ‘İnkilap’ adı altında yaptıkları da İngilizlerin başka hiç bir yoldan elde edemiyecekleri kadar İngiliz amaçlarına uygun icraatlardır.”
“Bunları Atatürk’e İngilizler yaptırdı” demiyorum. Ama, “Kalem İngilizlerin elinde olsaydı daha başka ne yapabilirlerdi ki?” diye düşünmeden edemiyorum..”
‘Kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ Allah’ın Türk milletine bir hediyesi ise, ‘İnkilapçı Atatürk’ de Allah’ın İngilizlere bir hediyesi olmuştur..”
“Atatürkçülerin kutsal kitabı Nutuk, belki de dilimizde yazılmış olan tüm kitaplar içinde en fazla çarpıtma içeren eserdir. Bunu ciddi Atatürkçüler de itiraf ederler.. ‘Yalan söylüyor’ diyemeyecekleri için, ‘O yılların politik havası vs.’ gibi gevelemelerle geçiştirirler..”
* * *
Merhabalar,
Aslında sorularım hazır ama sormaya bir gün ara vererek aynı konuda kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum:
Yakın tarihimizin şekillenmesinde dış dinamiklerin büyük etkisi olduğunu, bu açıdan Araplardan o kadar da farklı olmadığımızı öne sürmüştüm.
İddiam, daha geniş olarak şu noktaları içeriyor:
Atatürk’ün öncülüğünde kurduğumuz Cumhuriyetimizin batılı güçlere rağmen değil, aksine onların gizli ya da açık destek ve onaylarıyla kurulduğunu söylüyorum. O yıllarda değişen dünya dengeleri, Anadolu’da Türk varlığının devamını Batı açısından tekrar gerekli hala getirmişti. Bu yüzden dolaylı dolaysız desteklediler.
Kurtuluş döneminden sonra da, Atatürk idaresinin kendi milletine karşı izlediği politikaları da kıs kıs gülerek ve ellerini ovuşturarak izlediklerini düşünüyorum. ‘Köre lazım bir göz, Allah verdi iki göz’ demiş olmalılar..
Açık söylüyorum: Atatürk’ün İngiliz menfaatlerine ters düşen tek bir icraatı yoktur. Olmamıştır. ‘İnkilap’ adı altında yaptıkları da İngilizlerin başka hiç bir yoldan elde edemiyecekleri kadar İngiliz amaçlarına uygun icraatlardır.
“Bunları Atatürk’e İngilizler yaptırdı” demiyorum. Ama, “Kalem İngilizlerin elinde olsaydı daha başka ne yapabilirlerdi ki?” diye düşünmeden edemiyorum..
‘Kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ Allah’ın Türk milletine bir hediyesi ise, ‘İnkilapçı Atatürk’ de Allah’ın İngilizlere bir hediyesi olmuştur..
‘Kurtuluş’ bize Batı’nın bir hediyesi miydi? Tabi ki hayır. Biz kanımızı döktük, canımızı verdik. Millet olarak üstümüze düşeni fazlasıyla yaptık. O yokluklar içinde Yunan Ordusu’nu dağıtıp Anadolu’dan attık. - Bu arada büyük devletlerin ne kadar kolay dönebildiğini çok geç anlayan Yunanlıların hali ibretlik bir vaka olarak tarihe geçti. – Ama kurtuluş mücadelemizin bir noktasından başlayarak, batılı güçlerin Yunanlıların arkasından çekildiklerini, bizim kefemize ağırlık attıklarını da bilelim, anlayalım, söyleyelim. Bu bizi küçültmez. Yetişkin insanlar masal dinlemek değil, gerçekleri bilmek ister. Asıl küçük düşürücü tutum, tüm dünyanın bildiği bu gerçekler yokmuş gibi davranmaktır. Atatürkçülük bizden bu boş böbürlenmeyi bekler.
Atatürkçü tarihe bakarsanız Sakarya Zaferimizden önce yapılan Kütahya – Eskişehir – Altıntaş muharebelerinde uğradığımız bozgun da önemsizdir. Sanki ordumuz Sakarya’nın doğusuna keyiften çekilmiştir. Kurtuluş Savaşımızın muharebelerini sayarken bu bozgunu atlayarak, I. İnönü, II. İnönü, Sakarya ile Büyük Taarruz ve Başkumandanlık Meydan Muharebelerini saymak adetdendir. İşte Atatürk’ü yenilmez göstermek isterken kendi tarihimizi karartma utanmazlığının bir örneği daha. Hepimiz sürekli olarak oniki yaşında kalsak sakıncası olmayacak.
‘Kurtuluş’dan sonra hayata geçirilen, Atatürk Devrimlerini de içeren, çoğu gereksiz ve bir kısmı da – milletimizi boş yere bölerek dindarları devletine karşı kutuplaştırarak, ırk bazında ayrım yaratıp Kürt sorununu kronikleştirerek, Türkçeyi bozarak, Türk tarihini yaz boz tahtasına çevirip uyduruklaştırarak, dünyanın güldüğü kendi icadı akıl dışı tarih tezini okul müfredatına koyarak, kültürel ve tarihi bağlarımızı zedeleyerek, kopya yolu ile Avrupalıları taklit ederken kimlik problemleri yaratarak, fikir ve siyaset hayatımızı sansürlerle, sürgünlerle, hapislerle çölleştirerek, adliyeyi oyuncağa çevirip hukuku perişan ederek, kalkınmayı erteleyerek – zararlı olmuş uygulamaların da Batı’nın çıkarlarına uygun tasarımlar içerdiğini düşünüyorum.
Batı, Atatürk’ün şahsında – dil gibi, din gibi, tarih gibi, sosyoloji gibi, iktisat gibi, şehircilik gibi, müzik gibi, eğitim gibi – hiç bir uzmanlığı olmayan konulara bodoslama dalacak kadar cüretkar ve kendisini gerçekten her konuda dahi sanan – Askerlik Dahisi, Ziraat Dahisi, Adliye Dahisi, İdare Dahisi, vs. – bir kişilik bulmuş, Türk milletinin harsının, tarihinin, dilinin, kültürünün bu heveskar dahinin elinde oyuncak edilmesini çubuğunu yakarak seyretmiştir.
XX. Yüzyıl’ın başından beri bu tasarımları aşağı yukarı her önemli dönemeçte görmek mümkün. O bakımdan, Atatürkçülerin böbürlendikleri ‘Kurtuluş Savaşı yedi düvele karşı kazanılmıştır’ palavrasından tutun, ‘Cumhuriyetimiz ezilen ulusların Batı’ya meydan okumasının sembolüdür’ söylemlerine kadar tüm yalanlarını tek tek çürütmek gerek.
Atatürkçülerin inanmamızı istedikleri şekilde anlatılan yakın tarihimiz, çarpıtmalarla, karartmalarla, görmezden gelmelerle, eksikliklerle dolu bir uydurulmuş tarihtir. Atatürkçülerin kutsal kitabı Nutuk, belki de dilimizde yazılmış olan tüm kitaplar içinde en fazla çarpıtma içeren kitaptır. Bunu ciddi Atatürkçüler de itiraf ederler.. ‘Yalan söylüyor’ diyemeyecekleri için, ‘O yılların politik havası vs.’ gibi gevelemelerle geçiştirirler..
Bu uydurulmuş gerçekliğin milletimize nesiller boyu hipnoz yoluyla benimsetilmesi gayretlerine de Atatürkçülük denir.
Milletçe kurtuluşumuz bu Atatürkçü hipnozdan kurtulup kişiliğimize kavuşmamıza bağlı.
Nitekim; kurtuldukça kendimize geldiğimizi, kişiliğimizi bulduğumuzu, güçlendiğimizi, yavaş da olsa komik olmaktan çıktığımızı, dünyada da saygı görmeye başladığımızı görüyoruz.
Bu hipnozun farkına varmak için Atatürk öncesini, Atatürk dönemini ve Atatürk sonrası dönemi iyice anlayıp analiz edebilmemiz şart. Yoksa Atatürk öncesini ‘Karanlık Devirler’, Atatürk dönemini ‘Altın Çağ’, Atatürk sonrasını ise ‘Karşı Devrim Çağı’ olarak yaftalayan, menfaati icabı bilerek yalan söyleyen profesyonel Atatürkçülerin, emekli yüksek yargıçların, emekli generallerin martavallarına kapılmış oluruz.
Maalesef, okur yazar olup kendi mesleğinde en üst basamaklara çıkabilmiş, toplumuzun en iyi yetişmiş insanları arasında bulunan ama bu martavallardan kurtulamamış pek çok vatandaşımız mevcut. Bu insanlar ömür boyu maruz kaldıkları propaganda sonunda, ciddi ciddi “Atatürk gelmeseydi, bugün Afganistan seviyesinde olacaktık” diye düşünüyorlar.
Halbuki Irak’lı Arap gayet iyi biliyor ki, 1860′larda, Irak’ın ilk Teknik Okulu’nu kuran da, ilk Askeri Okul’unu açan da, Dicle’ye bent yaparak Bağdat’a şehir ve sulama suyunu getiren de Osmanlı’nın, hem de Abdülaziz devrindeki Bağdat Valisi Mithat Paşa’dır. Bunu Bağdat’lı Arap bilir ama 2011 yılında İstanbul’lu Türk bilmez. Bilmemesi istenmiş ve bilmemesi ‘Maaşlı Atatürkçüler’ eliyle sağlanmıştır.
Aynı Mithat Paşa, İlber Ortaylı’ya göre, Avrupa’nın XIX. Yüzyılda çıkardığı iki en büyük validen biridir. Tuna Valiliği apayrı bir başarı hikayesidir.
Bugünün Afganistan’ı bir Mithat Paşa çıkarabilmek için kaç yıla muhtaçtır? Bir de üzerine 1860′dan bugüne geçen 150 yılı koyun. İşte Afganistan’la olan farkımız. İşte Atatürkçü beyin yıkama! Atatürkü büyük gösterebilmek için kendi tarihimizi ne kadar aşağılatmışlar ve bizim insanlarımız bunu nasıl benimsemiş! Şu tahribata bakın…
Bu iyi yetişmiş, tahsilli kesim aslında insan sermayemizin en değerli kısmı. En büyük eğitim yatırımı bu kesime yapılmış. Çoğu iyi eğitimli, düzgün ahlaklı, çalışkan, temiz, yurtsever insanlar. Tek kusurları Atatürkçü hipnoz içinde yetişmiş olmaları. Bu vatandaşlarımızı ikna etmemiz, hipnozdan uyandırmamız gerek.
Bu kesimin eğitimli olması ve genellikle sadece hipnoz yüzünden Atatürkçü olmaları – daha doğrusu kendilerini Atatürkçü olarak görmeleri – bizim işimizi kolaylaştırıyor. Bu kesim profesyonel / çıkar yüzünden Atatürkçü olan ‘kaşarlanmış’ kesimden çok farklı… Gerçekten Atatürkçü düşüncenin memleketimize faydalı olduğunu sandıkları için Atatürkçülüğü savunuyorlar. Ama kendilerine akla hitap eden analizler ve tarihi gerçekler sunulduğunda düşünmeye başlıyorlar. Akılları ve vicdanları devreye giriyor. Sadece bıkmadan anlatmak lazım.
Milli güç unsurumuzun en kıymetli parçası olan bu eğitimli insanlarımızı Atatürkçülük narkozundan uyandırmak için anlatacağız.
Atatürkçülük tarafından körüklenmiş ırk ve yaşam tarzı bölünmelerini aşıp bütünleşmek için anlatacağız.
Cumhuriyetimiz, milletiyle barışmış, kucaklaşmış bir devlete dönüşsün diye anlatacağız.
İkna yolundan başka yürüyecek yolumuz yok.
İşte tarih bu noktada işe yarıyor.
Ben amatör bir okuyucuyum. Tarihçi değilim. Asıl görev milyonlarca insanın karşısına ‘Tarihçi’ etiketiyle çıkan konunun uzmanlarında. Ama bunların en tanınmışlarında bile ‘fincancı katırlarını’ ürkütmeme refleksi gelişmiş. Epey zamandır kamuoyunun önünde yazıp konuşanları bu gözle izliyorum. Tarihçi olup da Atatürk döneminin içyüzünü, gerçeklerini bilmeyen aklı başında birisine rastlamadım. Ama laf Atatürk dönemine ve Atatürk’e gelince, ne hikmetse, eleştirinin tam o noktasında ‘es’ geçiyorlar. ‘Belli bir konuda tarih kitaplarında yazanların doğru olmadığını’ söylüyorlar, o kitapların yazıldığı dönemin ‘Atatürk dönemi’ olduğunu es geçiyorlar. “Türkçe büyük darbe yemiştir” diyorlar, bu darbenin Atatürk’ün dahiyane dil devriminden geldiğini es geçiyorlar. ‘Şu alim Türkiye’den kovulmuştu’ diyorlar, kovanın adını ağza almıyorlar..
Tarihçilerimiz sanki rejimle gizli bir anlaşma yapmış gibiler. Statüko, sanki bu alimlere, “Sen bil, ama kimseye söyleme.. Profesörlük de senin, makam da, statü de…” demiş, bunlar da kabul etmişler gibi.. Tam şerefsizleri alenen yalan söylüyorlar. Kendisine biraz saygısı olanları ise yalan söylemiyorlar ama gerçekleri es geçiyorlar. Kimileri de herhalde halkın duymaya hazır olmadığını düşündüklerinden olsa gerek, özelde farklı, halka karşı farklı konuşuyorlar. Bu da ‘Benden duymasınlar’ diyerek vefat haberini aileden saklayan komşu rolü… Bu ‘alim’lerimiz adına bazen ben utanıyorum.
Marksist ve İslamcı kökenli tarihçilerin, Atatürkçülük narkozu yememiş oldukları için, konuya daha cesur yaklaşabildiklerini görüyorum.
Bunların dışında bulduğunu, gördüğünü, düşündüğünü yazan bilim ahlakı sahibi seviyeli tarihçi sayımız iki elin parmaklarını geçmiyor.
Yarın, “İstanbul’un işgal yılları. Yakın tarihimizde Batı’nın fırça darbeleri… – V. Bölüm – ” başlıklı yazıyla devam etmek üzere..
Saygılarımla,
Tevfik İzmirli