Yorum – Polemik – Tevfik İzmirli Sat, 17 Jan 2015 01:05:03 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.6.3 Tevfik İzmirli – Ayhan Çarkın içini döktü: “Demek ki insan değilmişim bu güne kadar..” /2011/03/tevfik-izmirli-ayhan-carkin-icini-doktu-demek-ki-insan-degilmisim-bu-gune-kadar/ Sun, 27 Mar 2011 15:03:15 +0000 /?p=16629 Merhabalar,

Gündemin ilk sırasını Libya olayları işgal ediyor.

Bu yüzden, Susurluk hükümlüsü, eski Özel Harekat polisi Ayhan Çarkın’ın açıklamaları gölgede kaldı, hak ettiği ilgiyi çekemedi.

Çarkın, kızı ile birlikte İstanbul’daki Nevruz kutlamalarına katılmış ve orada gazeteciler tarafından farkedilmesi üzerine “Sevdiğim iki Abdullah var.. Biri Abdullah Çatlı’ydı, diğeri de Abdullah Öcalan” sözleriyle başların kendisine dönmesine sebep olmuştu.

Gerçekten de Abdullah Çatlı’ya yakınlık duyan bir insanın Abdullah Öcalan hakkında böyle ifadeler kullanması başlı başına bir haberdi.

Bu haberlerin üzerine 22 Mart Salı akşamı, Cüneyt Özdemir CNN Türk’deki 5N1K programına kendisini görüntülü bağlantıyla konuk etti. Gayet ilginç bir söyleşi izledik.

CNN Türk’ün WEB sitesine bu programın tamamı henüz konulmamış. Google’dan arandığında, söyleşinin bölük pörçük de olsa değişik kısımlarına ulaşılabiliyor.

Şu iki videoyu sırayla izlerseniz, söyleşinin tamamına yakınını izlemiş olursunuz:


1. Video
2. Video

En aşağıda da 26 Mart tarihli Taraf gazetesinde yayımlanan, gözaltına alınmadan önce verdiği, son röportajını da göreceksiniz.

Bu televizyon programından sonra BDP’liler Çarkın’ın devlet tarafından koruma altına alınmasını talep ettiler.
Ardından İstanbul Özel Yetkili Savcılığı Çarkın hakkında yakalama kararı çıkarttı. Çarkın Organize Suçlar Şubesi’ne getirildi. Sonra savcılık sorgusu başladı. On saat sürdü. Savcılık tarafından 26 Mart Cumartesi akşamı tutuklama talebi ile mahkemeye sevk edildi. Gece yarısından sonra mahkeme tarafından serbest bırakıldı.

Çarkın’ın söyledikleri açık. Kulak verildiğinde, ne demek istediği tam olarak anlaşılıyor.
Çarkın, gerek Susurluk kazası ile ortalığa saçılan sürecin ve gerekse daha geniş anlamda Güney Doğu’da yaşananların bir ‘Yanlış Savaş’ olduğuna kanaat getirmiş. Kendisi gibi devlet görevlilerinin kullanıldığına, işin arkasında bambaşka hesaplar, danışıklı dövüşler bulunduğuna inanıyor. Kürtlerin de, Türklerin de, militanların da polis ve askerlerimizin de bu karanlık hesaplar uğruna harcandıklarını söylüyor. “Bu kanı döken, döktüren devletten başkası değil” diyor.

Çarkın, Em. Koramiral Atilla Kıyat’ın daha önce söylemiş olduklarını doğrulamış oldu.
Atilla Kıyat da “İnfaz emirlerini veren yetkililer ortaya çıkıp konuşsunlar. Hiç bir genç subay emir almadan, kendi kafasına göre “Şu adamı öldüreyim de vatan kurtulsun, demez” demişti.
Şimdi de Çarkın o emirleri almış ve uygulamış bir devlet görevlisi olarak aynı talepte bulunuyor. İlk defa tetiği çekenlerden birisinin bu kadar açık ifadelerle konuştuğuna şahit oluyoruz. Fark burada yatıyor..
Çarkın, siyasi ve idari amirlerinin ortaya çıkmalarını, kendisi ile yüzleşmelerini talep ediyor. “Tetiği çeken katil benim.. Bize bu emirleri verenler çıksın ortaya bizimle yüzleşsinler” diyor. ‘Devlet adına işlenen cinayetlerin hesabı sorulsun, devlet bu çirkeften arındırılsın’ diyen herkesin kulak vermesi gereken laflar ediyor..

Benim izlenimim o ki, Çarkın gerçekten açık ve içten konuşuyor.
Vicdanı artık taşımaktan yorulduğu bir yükü yere indiriyor, gibi.. Bazı ifadeleri Susurluk ile Ergenekon’un aynı kirli oyunun parçaları olabileceğini düşündürüyor. ‘Adapazarı üçgeni’ sorulduğunda, “Türkiye’nin üçgeni hiç bitmez, bugün de Heron’lar..” diyerek Heronların düşürülmesini istedikleri iddia edilen subaylara göndermede bulunuyor… Bu da ilginç..

Operasyonlarda öldürdükleri kişi sayısı ile operasyon sonrasında tutulan zabıtlarda yazılı olan sayıların değişik olduğunu, ölü ele geçirilenlerin bir kısmının önceden öldürülüp o çatışmada öldürülmüş gibi gösterildiğini anlatıyor.

Devrin Başbakan’ı Tansu Çiller’den Mehmet Ağar’a, Mehmet Eymür’e kadar isimleri açıkça telaffuz ediyor. Öldürme emirlerinin resmi olarak verildiğini açıklıyor.

‘PKK Destekçilerini temizleme’ kılıfı ile bizlere alenen cinayetler işletildi, bizleri aldatmış oldular, biz devlete hizmet ediyoruz diyerek adam öldürdük, meğerse kullanılmışız. Sadece Kürtler ölmedi. Aynı oyunun içinde pek çok Polisi de katlettiler. Tüm öldürülen Polislerin dosyaları tekrar açılsın. Bu işlerin diğer ucunda uyuşturucu rantı dahil bambaşka hesaplar var” şeklinde konuşuyor.

Hakikatın ortaya çıkması için bildiği her şeyi anlatacağına şerefi ve namusu üzerine yemin ediyor.

Şu ifadeler Ayhan Çarkın’ın ağzından:
Cüneyt Özdemir’in “Her polis bir değil, sizleri hakim önüne çıkaranlar da polisti” şeklindeki ‘meslek gurubunu temize çıkartma’ sorusu üzerine, ‘Sen öyle zannet, yargılanmamız dahil hepsi göstermelikti’ anlamı taşıyan şu sözleri de düşündürücü:
“Bize verilen dört yıllık hapis cezası ceza mıydı? Yaptıklarımızın karşılığı ya müebbeddi ya idamdı.”

Cüneyt Özdemir’in “Yıllarca sustuktan sonra neden bugün bu kadar net ve açık konuşmaya başladınız?” sorusu üzerine söyledikleri:
“Demek ki insan değilmişim bu güne kadar. Demek ki içimde kalan bir tane, birazcık bir insanlık varmış demek.. Allah da söylettiriyor.. Denk getiriyor. Yani artık bir şekilde ya ölümüm yaklaştı ya da bir mükafat ya da bir şey olacak..”

Çarkın, ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ nun bir an önce kurulmasını talep ediyor. Böyle bir komisyon kurulduğu takdirde herkesle yüzleşmek istediğini belirtiyor.

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

TARAF’dan Mehmet Baransu’nun röportajı:

Ayhan Çarkın. Eski bir özel harekâtçı. Susurluk’ta bir mercedesin kamyona çarpmasıyla ilk kez adı duyuldu. Devlet adına cinayet işleyen derin devletin tetikçisi olarak yargılandı. Ceza alınca memurluktan atıldı. Cezaevinden çıktıktan sonra Kumkapı sahilde bir baraka içerisinde, sahilde yürüyüş yapanlara çay satarak geçimini sürdürmeye başladı. Newroz’a, ailesiyle birlikte katılması ve ardından çıktığı programlarda Susurluk dönemiyle ilgili çarpıcı açıklamalarla yeniden Türkiye’nin gündemine geldi. Dün İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı Organize Şubesi ekiplerince gözaltına alınan Ayhan Çarkın, son röportajını Taraf ’la yaptı. İşte “kullanıldım” diyen Çarkın’ın açıklamaları…

Önce Diyarbakır günlerinizden başlayalım. Orada ne zaman görev yaptınız?

1986-1990 yıllarında. Özel harekâtın ilk giden grubuyduk. Sonra ikinci grup geldi. İbrahim Şahin’in grubu. Onlar özel harekâtı bozdular. Diyarbakır’da görev yaptığım dönemde, kamuflajla evime gidiyordum. Lojmanımız yoktu. Kirada oturuyorduk. Halkın içerisinde. Bize hiç tepki yoktu.

Diyarbakır’da neler yaşandı da, devlete tepki duymayan halk, daha sonra devletten korkar oldu?

Biz jandarmanın uygulamalarına o dönem karşı çıkıyorduk. Köylere giriyorlardı, infazlar. Özel harekâtçı olarak jandarmanın yaptığı uygulamaları yapmıyorduk. Halka çok işkence yapıldı. Diyarbakır Cezaevi’nde bok yedirdiler halka.

Hepsini asker mi yaptı? Polis bu işlerin içerisinde yok muydu?

Diyarbakır Cezaevi’nin hemen yanındaydı şubelerimiz. Cezaevi, yanında siyasi şube, istihbarat vardı. Hanefi Avcı istihbarattaydı. İstihbarat dediğin işkence yapıyordu. Siyasi şubedeydi. Cezaevi duvarıyla yan yanaydı şubesi. Onun yanında da bizim şube vardı. Cezaevi koridorundan adamlar içeri alınıyor, işkence yapılıyordu. Necdet Menzir o dönem orada müdürdü. Cezaevinden gelen çığlıkları şimdi duyuyorum ben. Kahkaha atıyorlardı.

İtirafçı müessesi de Avcı’nın döneminde başladı sanırım…

İtirafçıları kullanan, onlara operasyon yaptıran da bunlar. Kendi işlerini temizlettiler itirafçılara… Hizbullah diyorlar. Ne Hizbullah’ı, hepsini bunlar yaptı. Dönemimizde Hizbullah falan yoktu. Ne olduysa 1990’dan sonra oldu. Ben de 1990’da İstanbul’a geldim. Operasyon timindeydik. 13 kişiydik. Bütün örgütlerin operasyonuna biz giderdik. Bize adresleri gösteriyorlardı. Operasyon yapıyorduk.

İlk yaptığınız operasyonu hatırlıyor musunuz?

Unutmadım ki. İlk olay TİKKO operasyonuydu. Kemal Yazar. Yaralı ele geçirdik. Ben vurdum. Dursun Karataş Cezaevi’nden firar ettirildi, ondan sonra başladı her şey.

Bahçelievler çatışmasında da siz vardınız sanırım…

Evet. O çatışma 3,5 saat sürdü. Hatta iki tane kadın vardı. Onları aldık. Ben orada üç tane de polis vurdum. Çünkü orada iki çocuk vardı. İçerdekilerle konuştuk. Bir şey yapmayacağız çocuğu ve kadını bırakın diye. Bana inandılar. Çocukları bıraktılar. O arada bizimkiler ateş etmeye kalktılar. Kollarından vurdum.

Dev-Sol’un başına geçeceği söylenen Sinan Kukul ve Sabahat Karataş’ın infazı da derin devletin örgüte yön verme operasyonu muydu?

Sinan Kukul başına geçecekti, ondan öldürüldü. Bunu kime soracaklar. Fikret Işıkkaralar. Bu işleri en iyi bilen o. Dev-Sol masasının başındaydı.

Peki Bedri Yağan operasyonu. Çatışma demişlerdi ama ‘Mösyö’ kitabımda adli tıp raporlarını yayımladım. Kafalarına sıkılarak öldürüldükleri ortaya çıktı.

Bedri Yağan operasyonunda ben başka yerdeydim. Olay yerine gittiğimde bitmişti herşey. Hatta iki tane çocuk vardı. Sağ kurtulmuşlardı çatışmadan. İçeri dahi girmedim. İki çocuğu dışarıda alan kişi benim. O olay infazdı.

Dursun Karataş nasıl kurtuldu?

Karataş o operasyonlardan anlaşarak kurtuldu. Sonra ona polisleri taratma işlerini yaptırdılar. O dönemin bütün polis istihbarat ve MİT yetkililerinin alınması sorgulanması lazım.

Devlet mi polisleri tarattı?

Kağıthane’de beş polis öldürüldü. Çırpıcı deresinde, Şehremini’de, her yerde polis öldürüldü. Polislerin ölümünden sonra bize operasyon yaptırdılar. Dursun Karataş cezaevinden firar ettirildikten sonra her şey başladı. Böyle vatan sevgisi olmaz olsun. Terörü de kendi üretiyor, kahramanını da. Kaç tane polis öldü. Şimdi bunların hepsi ortaya çıkmalı. Ekip otolarını tarattırdılar. Hepsini bunlar yaptı.

Siz olayların neresindeydiniz?

Bizim katıldığımız operasyonlar ortada. Vurduklarımızı söylüyoruz. Hanefi Avcı sinyal kaydırma yapıyordu. Sinyal kaydırma dediğin nedir biliyor musun? Biz şimdi ikimiz burada bir ağaç keseceğiz. Ağaç kesmeye gidiyoruz. Ama oraya gittiğinde bir bakıyorsun ağaç kesilmiş. Sen artık ortasındasın. Bu Topal (Ömür Lütfi Topal) meselesinde falan biliyorsunuz. Bütün telefon dökümleri önümüze geldi. Orası bizim çalıştığımız alandı. Abdullah Çatlı’nın arkadaşı olduğum için bizi de kattılar.

Olayların bazıları sizin üzerinize bilerek mi yıkıldı yani?

Bir tane olay olsa kendimizi savunuruz. Bir operasyona gidiyorsun. Silahlı çatışma çıkmış. Belki üç kişi çatışmış. Ama işi bitiriyorsun, bir bakıyorsun kağıt imzalatılıyor. On bir kişinin ismi yazılmış. İmzanı atıyorsun. Sonra diyorlar “aferin oğlum devam et” sonra bir bakıyorsun birinden 10, birinden 20, derken 80 mermi çıkmış. Sonra gel Ayhan Çarkın ifadeye.

Müdürler imzalamıyorlar mıydı, olay tutanak raporlarını?

Bizim müdürlerden imzalayan da var imzalamayan da. Kim hesap verecek? İbrahim Şahin mi verecek? Adamda bilmem ne hastalığı çıkmış yırtmaya çalışıyor. Mehmet Ağar’ı, Hanefi Avcı’yı dışarıda bırakan devlet, devlet değildir. Tetiği kim düşürdü, kim çekti? Ayhan Çarkın. Suçlu o. Emir verenler nerede? Mehmet Ağar, Susurluk döneminde beni ve Oğuz Yorulmaz’ı Ankara’ya çağırdı. “Aman dikkatli olun” falan. Ben, Oğuz’a “Ne diyor bu” dedim. “Aman paralar ile ev almayın. Paranızı dikkatli harcayın.” O ara Oğuz ile göz göze geldim. “Paraları yurt dışına transfer edin” falan. Kullanıldığımızı o gün anladım. Paramız yoktu çünkü. Bak bu siyasi şubede patlayan bomba vardı. Ben oradan kurtuldum. Tüp şeklinde bomba vardı.

17 Mart 1992 tarihinde siyasi şubede patlayan tüp olayını kastediyorsunuz anladığım kadarıyla. 3 kişi ölmüş, 19 kişi yaralanmıştı.

Beş kişi öldü. Bunlar yerleştirdi. Ben eve doğru çıktım. Çocuğumla ilgili bir sorun vardı. Sonra bomba patladı. Televizyonda alt yazı geçiyor. Ayhan Çarkın öldü diye. Kriminal laboratuarında bugün bu olay sorgulansa iş ortaya çıkar. Diyorlar ki bu bombayı itinalı şekilde içi su dolu tanka koyup imha edin. Ama nedense biri oraya bırakıyor. Şimdi altına bomba koyan zihniyetle nasıl hesaplaşacaksın.

Sizi birileri yok etmek mi istedi…

O tüp gaz meselesinde bizi yok etmek istediler. Muhsin Bozok, Ankara Siyasi Şube’de. Onun alınması lazım. Fikret Işıkkaralar, Şakir diye bir Başkomiser vardı. Bunların alınması lazım. Ercüment Yılmaz bu olaylara en çok karşı çıkan kişiydi. Ona komünist dediler.

Perpa çatışmasında neler oldu?

Perpa’da o kızı vuran Ayhan Özkan’dı. Ona kızı ben verdim. Buna dikkat et başına bir şey gelmesin diye. Kız orada çalışan biriydi. Hatta orada ölenlerden bir çocuk daha vardı. O da suçsuz olabilir. Kızın cenazesini memleketine göndertmemişlerdi.

Ömer Lütfi Topal cinayeti de sizin üzerinize yıkılan bir cinayet miydi?

Topal olayında bir tane Başkomiser tozlu raflara girmiş de Abdullah Çatlı’nın orta parmağının orta bilmem neyinde bulmuş da. Bütün dünyada parmak izi var bu adamın. İnterpol tarafından aranıyor. Montaj. Biri o parmak izini monte etti. Sonra hep birlikte bizi aldılar. Topal olayında kimse gelmesin üstüme, özel mahkeme kurulsun Topal meselesi için. Topal olayını size söylemem. Adalet varsa konuşuruz. O dönem niye konuşmadın diyorlar. Niye konuşayım?

Neden konuşmaya karar verdiniz?

Balyoz Davası’nda 161 subay tutuklandı. ‘Hah adalet böyle olur’ dedim. O gün kapının kapandığına yeni kapının açıldığına karar verdim. “Savcılar olayları çözecekler” dedim. Bir de İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin görevinden alındı. ‘Tamamdır’ dedim. Artık konuşabilirim. Susurluk’u kimler kapattı? Susurluk soruşturmasını yürüten Aykut Cengiz Engin’di. Şimdi karşı karşıya gelelim. O kapattı. Sedat Karagül vardı hâkim. Metin Çetinbaş vardı. Bunlar kapattı. Yargıtay Başkanı Sabih Kanadoğlu’na söyledim. Böyle yargılama mı olur?

Gazi olayında da isminiz geçti, sonra yalan olduğu ortaya çıktı?

Gazi olaylarını Erzincan’dan çıkartırsınız. İlhan Cihaner dosyasına bakın. Aynı orası gibi. Orada Başbağlar’ı da görürsünüz. Gazi’de beni yüz defa teşhise götürdüler. Ben yapanları biliyorum. Bizim bildiğimiz, Hüseyin Kocadağ olayları durdurdu. Oradaki kanı engelledi. Bu işlerden hesap soracağı zaman götürüldü. Gazi olaylarının iç yüzünü biliyordu. Necdet Menzir’le ters düştü. Kavga etti. Asala dosyasını niye açmıyorsunuz. Arşivlere girsenize. Büyük elçilerimizi kim öldürdü?

Kim öldürdü?

Çatlı bu Ermeni meselesinde kullanıldığını anladı. Bizim büyükelçilerimizi öldürenler yine bunlardır. Bu Dağlık Karabağ’a kadar uzanıyor. Orada da bir Ergenekon var. Ermenilere saldırıyoruz değil mi? Bir katliam yapıp fotoğraflarını çektin mi iş Ermeniye kalır. Çiller döneminde bu adama her türlü yetki verildi. Her türlü pasaport verildi. Bu arşivlerde var. Mesut Yılmaz diyor ki “12 Martta ne oldu açıklayamam, devlet sırrı.” Ne devlet sırrı. Siyasilerin de içinde olduğu bir şebeke bunlar. Ben Mehmet Ağar’la adalet huzurunda yüz yüze konuşmak istiyorum. Herkes gelecek oraya.. Burada ben haklıyım demiyorum. Katil mi istiyorsun? Burada, ben katilim. Ama bir sürü namussuzun dosyasını yanıma koymuşlar. Adam burada (İstanbul) katliam yapıyor. Sahte belgeyle, kadrosu Diyarbakır’da.

Kim bu kişi, hangi katliam?

Ayhan Akça. Hangi olay olduğunu mahkemede söylerim. Onu orada söylerim. Bu olay ortaya çıkar. Sonra Hizbullah operasyonu oldu İstanbul’da. Allah korudu, ben orada yoktum. Velioğlu’nun ölü ele geçirildiğin söylenen operasyon. Ona çatışma mı diyorsun. Ne çatışması. Git bilirkişilere nerede çatışma olmuş, nerede infaz olmuş ortaya çıkar. Çatışma falan olmadı orada. Yedi günde Susurluk’u, derin devleti, infazları anlatıp bitireceğim. Aylarca konuşmayacağım. Neyi yaşadıysam kimlerle yaşadıysam anlatacağım savcılara.

Susurluk olayına gelecek olursak, kazayı nasıl öğrendiniz?

Çatlı’nın öldüğünü telefon ile öğrendim. Sedat Bucak’ın hanımının korumasıydım. İstanbul’a geliyordum. Galiba Yaşar Okuyan haber vermiş. Çatlı, Okuyan ile konuşurdu. Ama onun için hiç iyi şeyler düşünmezdi. Ankara Balgat’ta onunla görüşürdü. Ankara’dan İstanbul’a yola çıktım. Telefon gelince Susurluk’a gittim. Morgda Çatlı’yı gördüm. Sonra arabaya baktım, ona baktım. Dedim bu işte ihanet var. Mahkemeye çağıracaklar beni. Kimsenin bilmediği kimsenin tahmin etmediği bir şey çıkacak.

Ne çıkacak?

Herkes o kazanın nasıl olduğunu görecek. Kaydı var. Arena programında bir foto çıkmıştı. Geri çektiler o fotoyu. O fotoyu kim çektiyse cinayeti o işledi. Abdullah Çatlı devletle anlaşma yaptı. Haluk Kırcı’nın idamını engelledi. Mesut Yılmaz’la anlaşma yaptı. Mesut Yılmaz tarafından da çok ciddi ihanete uğramıştır Abdullah Çatlı. Ben bu konuları mahkeme aşamasında anlatacağım. Çatlı istihbaratta kullanıldığını anladı. Bunların yüzünü gördü. Özellikle Mehmet Eymür’ün yüzünü gördü.

Susurluk’ta kaybolan meşhur bir çanta hikâyesi var. Ne vardı o çantada?

O çantanın özelliği yok. Herkes bir şey almış. Kimi defter, kimi çanta almış. Ama bende olan hiç kimsede yok. Yakında göreceksiniz. Adalete anlatacağım. Beni çağıracaklar, “Susurluk’u anlatın” diyecekler. “Buyurun beyefendi” diyeceğim, Susurluk. Buyurun seyredin. Adalet huzurunda anlatacağım. Oradaki resmi görürsen herşeyi anlarsın.

http://www.taraf.com.tr/haber/bazi-buyukelcileri-bizimkiler-vurdu.htm

]]>
Tevfik İzmirli – Prof. İlber Ortaylı’nın CNN Türk’deki sohbetinden notlar.. Ortaylı sanki Atatürk’e de ‘Kutsal Emanetler’ muamelesi yapıyor.. /2011/03/prof-ilber-ortayli/ Wed, 09 Mar 2011 23:41:23 +0000 /?p=15808 Merhabalar,

İlber Ortaylı Hocamız, 20 Şubat, 2011’de CNN’de Taha Akyol’un ‘Eğrisi Doğrusu’ programına konuk oldu.

Sohbetin genel başlığı “Türkiye, Arap ülkelerinden ve İran’dan neden farklı? Tanzimat emperyalizmin oyunu mu, yararlı bir reform mu? Osmanlı’da modernleşme süreci… Cumhuriyet’in Osmanlı’daki kökleri nelerdir?” idi.

Son derece keyifli ve öğretici bir programdı. Zaten İlber Ortaylı Hoca’nın en kuvvetli olduğu devir ve konular bunlar. Bu konuda eserleri var. Programı kayda alarak seyrettim. Daha sonra bazı kısımlarını kayıttan yazıya döktüm. Bu kısa notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Dileyen programın tamamını CNN Türk WEB sitesindeki videodan izleyebilir. Tavsiye ederim. Toplamı 90 dakika.

İlber Hoca’nın sohbetinin benim açımdan iki önemli noktası vardı:

Birincisi, “Osmanlı Modernleşmesi’ni anlatırken, “Atatürk olmasaydı bugün Afganistan seviyesinde olurduk” diye düşünen arkadaşlarımıza cevap vermiş oluyordu. O düşüncenin tamamen bilgisizlikten kaynaklandığını anlattı. (Ben bu bilgisizliğin bireysel değil kitlesel olduğunu, tesadüfen değil, Atatürkçü rejim tarafından bilinçli olarak uygulanan beyin yıkamasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum.)

İkinci konu da şu ki; İlber Ortaylı Hocamız, her zamanki gibi, Atatürk devrinde hatta bizzat Atatürk tarafından yapılmış işleri bile, eğer iş olumsuz ve yanlış ise, Atatürk adını atlayarak anlatmaya dikkat etti. Mesela, Adnan Adıvar’ın dünya çapında alimlerin hayran olduğu bir entellektüel olduğunu anlatırken, o sırada kendisinin Paris’de sürgün olduğunu da söylüyor. Ama Adnan Adıvar’ı ülkesinin dışında yaşamaya mecbur edenin, onu sürgün edenin Gazi Mustafa Kemal Paşa olduğunu ağzına bile almıyor. İlber Hoca’nın bu tavrını kamuoyumuz Kutsal Emanetler hakkındaki görüşlerinden tanır. ‘Kutsal Emanetler’e karbon testi yapılsın, gerçek yaşları ortaya çıkar’ önerisini de aynı mantıkla reddeder. ‘Milletin kutsal bellediği değerleri ellemeyin, artık o eserlerin özgün olup olmadığının önemi yok.. varsın millet hepsini kutsal saysın” şeklinde bir görüşü vardır. Bence bu bir tarihçi yaklaşımı değil.. Bulgunun sonucunun yapacağı etkiyi düşünmek tarihçinin işi midir? Yoksa politikacının mı?

Yani İlber Hoca’nın sohbeti, hem içerik olarak ‘Afganistan ile kıyaslama yapanlara bilimsel bir cevap olması bakımından benim için son derece keyifliydi. Hem de içeriğinin dışında şekil bakımından, benim haddim olmayarak yaptığım “İlber Hoca gibi alimlerimiz eleştirilerinde hiç Atatürk adını kullanmıyorlar” eleştirimi doğruladığı için keyifliydi.

Kısa alıntılar sunuyorum:

‘Hasta Adam’ Tabiri
‘Hasta Adam’ tabiri Rus Çarı I. Nikola tarafından uydurulmuş bir tabirdir.
I. Nikola’dan elli sene sonra dahi Rusya köylerinde bir köylü ailesine çeyrek at düşüyordu. XIX. YY.’da Rusya iki defa açlıkla karşılaştı. Ukrayna’nın, Kırım’ın, Kafkasya’nın daha iyi durumda olduğunu görüyoruz. Böyle bir facia Osmanlı’da söz konusu dahi olmamıştır. Hangi cemiyetin daha hasta olduğu tartışılır. Bu tabir yapıştı kaldı. Bunu benimsetenler bizim orta okul tarihçileri. Bundan daha bayat, daha yavan hatta daha kakavan bir görüş olamaz. Neresi ‘Hasta Adam? Teşkilatını modernize ediyor, hukuk sistemini Romanize etmeye çalışıyor. Maliyesini modernleştiriyor. Ordusunu yeniliyor. Kurmaylık sistemini kuruyor. Bazı mali tedbirler almaya başlıyor. XX. Yüzyılın başında birçok ülkenin hayal dahi edemeyeceği Cavit Bey’in modern maliye sistemi geliyor. Bütçesi ile filan. Kurumlar kuruyor. Galatasaray gibi okulu bir Osmanlı kurabilir, bir de Rusya. Bunu yapamaz çok ülkenin maarifi.

Fen Eğitimi
Mühendislik eğitimi veriyor. Tıp eğitimi var. Mühendisliğimiz bazılarının düşündüğü gibi 1960’larda ODTÜ ile başlamadı. İTÜ’nün iki asırlık tarihi var.

Kadro
Bir kadro vardı. Olmayan kadro, bugün de yok. Sözde hukuk devrimi yaptık. İstediğimiz hukukçu kadrolarını yetiştiremedik. Hiç övünmesinler. Bu hukukçularla bu memleketin selamete gideceğinde dair benim ciddi şüphelerim vardır. Bu sağ sol meselesi değildir. Açık konuşalım. Bizim meslek gurubumuzun, yani mülkiyeliler ve hukukçuların; hekimlerin, mühendislerin, veterinerlerin başarı düzeyinde olduğunu kimse ileri süremez. İleri süren kendini beğenmiştir. Hukukçularımız şimdi şimdi akıllanıyorlar. 15- 20 yıldır.

Türkçemizin Düştüğü Durum
Şu andaki Türkiye tabi ki XIX. Yüzyıl Türkiye’sinden çok daha mükemmel bir durumda. Ama daha geri durumda bulunduğumuz yönler de var. Mesela edebiyat, felsefe, dil. Türkçe’nin durumu. En büyük mukaddesatımız Türkçe’dir. 500 – 1000 kelimeye düşmüş durumda. Refik Halid’i, Halide Edip’i sadeleştirerek yayımlıyoruz. Ayıp. (“Dili sadeleştiriyorum” diyerek bu facianın yolunu açan devlet adamımız kimdir? İlber Hoca bir ‘es’ de burada vermiyor mu?

‘Duraklama – Gerileme Devirleri’
Bunlar sonradan indi olarak konmuş isimlerdir. Bu tasnifleri yapanlar büyük tarihçiler değildir. Bu tip dönemlemeler her zaman hata payı taşır. Ama büyük tarihçiler yapmışlarsa önemi vardır. Bizdeki bu sınıflandırma tam anlamıyla ‘çakma’. Abuk subuk bir iş. Tamamen İttihatçıların II. Meşrutiyet ve Balkan Faciası yıllarındaki kapılmaları. “Artık yeni bir yöne gidelim, dirilelim” gibisinden. Ama maalesef nesillerin tarih eğitimini ve düşüncesini dumura uğratmıştır.

Sürgün
(İlber Ortaylı burada dünyaca bilinen düşünür ve aydınların isimlerini sayıyor. İçlerinde Bernard Lewis de var.) Bunlar 1930’lu yıllarda Paris’de aynı sınıftalar. Her biri bir kaç lisan bilen gençler. Taptıkları tek bir hoca var. Kim biliyor musunuz? Adnan Adıvar. Adnan Bey o sırada bizden kovulmuş. Bernard Lewis diyor ki “Herşeyi ondan öğrendik”. “Neyi mesela?” diye sordum. “Goethe’yi, Faust’u bile ondan öğrendik” dedi. Bu sınıfdaki çocukların bazıları sonra benim hocalarım oldu. Adamı görüyor musun? 19. Yüzyıl Osmanlı aydını. (Yukarıda değindim. ‘Bizden kovulmuş’ deyip geçiyor. Kimin kovduğunu söylemeyeceksin ki millet uykusuna devam etsin.)

II. Abdülhamid
II. Abdülhamid çok önemli modernleşmeci bir otokrattır. Ruslar, “Artık okul lazım, yol lazım” dediğinde, Abdülhamid zaten o kafadaydı. Bürokrasiyi modernleştirdi. Okullar. Bütün büyük liseler onun zamanında kurulmuştur. Demiryolu. Hastaneler.. Demiryolu boyunca yerleştirilen Balkan göçmenleri. Anadolu tahılının orduyu besler hale gelmesi. Anadolu vilayetlerinde nerede önemli bir maarif müessesesi bulursanız Abdülhamid’indir. Konya Lisesi, Kastamonu Lisesi, Balıkesir Lisesi, İzmir Kız Lisesi. Onun zamanında İmparatorluğun neresine baksan birşeyler oluyor. Ama sansür denen felaket adam yetişmesini engelledi. Araplar, Bulgarlar yetişti, bizim insanımız yetişmedi.

Osmanlı – Cumhuriyet Devamlılığı
Kanunlar, Borçlar, Sayıştay, Yargıtay, Danıştay, devlet, toplum, devlet anlayışı..

Meclis Tecrübesi
23 Nisan Meclisi acemi değil. 1877 Meclisi de acemi değil. Onlar nerede öğrenmişler? Tanzimat’dan beri Vilayet İdare Meclisleri’nden biliyorlar. Usul biliyor. Tartışma biliyor. Parlamenter gelenekler de Osmanlı’dan geçmiş.. Hatta geçememiş bile..

Maarif
Maarif aynen devam eder. Taa, Dar-ül Muallimat’a kadar gider.

]]>
Tevfik İzmirli – “Son Balyoz tutuklamaları bir komplonun mu parçası? ‘Evet’ diyenlerin önce şu sorulara cevap vermesi gerekmez mi?..” /2011/02/balyoz-tutuklamalari/ Tue, 15 Feb 2011 02:38:41 +0000 /?p=15401 Merhabalar,

Son tutuklamaları; üzüntü, endişe hatta korku ile seyreden bir kesim vatandaşımız var. Bu kesimin kanaat önderleri ısrarla Ergenekon ve Balyoz davalarının büyük bir planın hatta komplonun parçaları olduğunu vurguluyorlar..

Onlara göre tüm yaşananlar; asıl amacı Türkiye’yi bir ‘Şeriat Devleti’ne veya ‘Ilımlı bir İslam Devleti’ne dönüştürmek olan AKP iktidarı tarafından – hatta belki de bu iktidar eliyle ABD tarafından – bu hedefe giden yoldaki engelleri teker teker ortadan kaldırmak amacıyla yapılıyor.

Yüksek yargıda yapılan değişiklikler de bu amaca yönelik, emekli ya da muvazzaf TSK mensuplarınına yönelik darbe iddiaları da..

Tarafsızmış gibi yapmama gerek yok.. Ben tam aksine inanıyorum.
Bence ülkemizin boynuna takılmış olan tek bir tasma kaldı: Atatürkçülük ambalajına bürünmüş asker ve yüksek yargı vesayeti..

Bizi bu insan haysiyetine yakışmayan tasmadan kurtaracak her türlü meşru girişim benim gözümde bir kanser ameliyatı gibi.

Yeterki bu ‘ur’ dan kurtulalım. Ameliyatın tüm zorluğuna değer.

Bence yapılan budur ve Türkiye Cumhuriyeti bu işi hukuk yoluyla başarmış olmaya son derece yaklaşmıştır.

Peki, karşı tarafın söylemleri, benim ve benim gibi düşünenlerin zihinlerinde ve vicdanlarında yer etmiş bu kanaati değiştirebilir mi? Nasıl değiştirebilir?

Tabi ki değiştirebilirler. Nasıl ‘bilimsel gerçek’ denen bir bilginin bile bilimsel sayılabilmesi için ‘yanlışlanabilir’ olması gerekiyorsa, bir kanaatin de mantıklı deliller karşısında değişebilir olması gerekir. Aksi halde ona ‘kanaat’ demezler ‘takıntı’ derler.

Yapacakları iş basit. Aşağıda yedi başlık altında topladığım sorulara ikna edici cevaplar verebilirlerse, ben kanaatimi değiştirmeye tabi ki hazırım:


1.
12 Eylül, 2010’da halk oylaması ile kabul edilen anayasa değişikliği, oya sunulmadan önce, CHP tarafından iptal talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü mü, götürülmedi mi?
Geçmişte vermiş olduğu kararlarla, altı okçuların kalesi olarak algılanan bu mahkeme bile, yaptığı inceleme sonucunda, yüksek yargı ile ilgili maddelerden sadece bir tek maddeyi iptal ederek; halk oyuna sunulan hali ile bu tasarıda Anayasa’ya aykırı yön bulunmadığını açıkladı mı, açıklamadı mı?
Hatta kararında, oya sunulacak değişikliklerin, yargıyı mevcut duruma göre daha demokratik bir yapıya taşıyacağını belirtti mi, belirtmedi mi?

2.
Halk oylamasındaki sonucu öne sürmeyeceğim. Halk ne de olsa cahil ve bidon kafalı. Oylarını iki araba kömüre satıyor.

Ama şunu soracağım: Referandum sonrasında kabul edilerek yürürlüğe giren metin, AB’nin bu konulardaki danışma organı olan Venedik Komisyonu’na yollandı mı, yollanmadı mı? Venedik Komisyonu yargıda yapılan bu değişiklikleri inceleyerek AB normlarına uygun ve olumlu buldu mu, bulmadı mı? Hatta aynı istikamette daha ileri adımlar atılması gerektiğini belirtti mi, belirtmedi mi? Venedik Komisyonu’nun raporu basında yer aldı mı, almadı mı? Bu rapordan neden pek bahsedilmiyor?

3.
Anayasa’nın yenilenen maddesine göre HSYK üyelikleri için seçimler yapıldı mı, yapılmadı mı?
Bu seçimlerde yurt çapında sayıları 12,000 civarında olan kürsü hakimleri ve savcıların tümü oy kulandı mı, kullanmadı mı?
Bu seçimlere ayrı listeler ile katılan Demokrat Yargı Derneği ve rakibi Yarsav umduklarını bulamazken şu anda görevde olan hakimler seçildi mi, seçilmedi mi?

Oy kullanan binlerce savcı ve hakim satılmış mıdır? Yoksa AKP militanı mıdır? Yoksa sadece, gölgelerinden bile korkan bir takım pısırık, şahsiyetsiz, şerefsiz bir guruptan mı bahsediyoruz?

Koskoca genel seçimleri bu adamların gözetiminde yapmıyor muyuz? Bu kadro kendi seçimini doğru dürüst yapamayacak bir gurup mudur? Bunu mu iddia etmek istiyorlar?

İnternet çağındayız. Eğer bu seçimlerde bir usulsüzlük yaşandıysa neden bu konuda hiç bir ihbar gelmiyor? Neden ‘”Şu şu şekilde hileler, baskılar yapıldı” iddialarına rastlamıyoruz?

4.
Habertürk ekranında ilk defa Ali Bayramoğlu açıklamıştı. Ertesi gün Adalet Bakanı doğruladı. Eski HSYK Başkanı yalanlamadı. İddia şuydu:
Taslak üzerinde konuşulurken, Adalet Bakanı HSYK Başkanı’na bir teklifte bulunuyor: “Gelin karşılıklı zıtlaşmayı bırakalım. Ne siz aday gösterin, ne TBMM üye seçsin. Hem Adalet Bakanını hem Müsteşar’ını Kurul’dan çıkarmayı da kabul ediyorum. Yalnız, HSYK üyelerinin tamamını hakim ve savcılar seçsin”. Bu teklif kabul görmemiş. Acaba neden?

5.
Yeni oluşan HSYK, ilk icraat olarak Özel Yetkili Mahkeme hakimlerinin bazılarının görev yerlerini değiştirdi.
Karşı tarafın kanaat önderleri, yaşanan yeni tutuklamaların bu kasıtlı görev yeri değişikliklerinden sonra geldiğini, bunun tesadüf olmadığını söylüyorlar. Önceki tutuklamalara tahliye kararı veren hakimlerin bu mahkemelerden ayıklandığına işaret ediyorlar.

Üye sayısı yeni seçilenlerle 22’ye çıkan HSYK, bu hakim tayinlerine nasıl olmuştur da ‘oy birliği’ ile karar vermiştir? Yani hem eskiden kalan üyeler, hem yüksek yargı mensupları arasından girenler, hem de kürsü hakimlerince seçilen üyelerin tamamı, Adalet Bakanı’nın katılmadığı oturumda, hangi sebeple oy birliği ile bu karara varmıştır?

Bu 22 üye de mi satılık ya da AKP militanıdır? Yoksa görev yeri değiştirilince emekliliğini isteyen bir ağır ceza hakimi, bir uyuşturucu baronu ile, sadece bu amaçla alınmış bir cep telefonu üzerinden kısa mesajlarla randevulaştığı ve gizlice buluştuğu için mi meslektaşları tarafından görevden alınmıştır?
Bu hakim ile uyuşturucu baronu arasındaki konuşmaların ses kaydı HSYK üyelerine dinletilmiş midir? Bu hakim, suçlanan emekli generallerden birisinin eşi tarafından “Dosyayı şu numaralı mahkemeye düşürün, o mahkemenin başkanı bizden” şeklinde bahsedilen hakim midir?

Son dakika notu:
Bu yazının yayımlanmasının üzerinden daha bir gün geçmeden, HSYK’nın açıklaması geldi. HSYK Başkan Vekili;
“İstanbul 10 ve 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi Başkanları hakkında yürütülen ‘resmi sıfatlarının gerektirdiği saygınlık ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunma, irtikâpta bulunma ve rüşvet alma iddialarını içeren’ soruşturmalar sonucunda aynı yerde göreve devamlarının soruşturmaların selametine ve yargı erkinin nüfuz ve itibarına zarar vereceğinden, görev yerlerinin değiştirilmesi teklifini içeren soruşturma raporu Kurulumuzca 13 Aralık 2010 tarihinde görüşülüp, adı geçen başkanların bu görevlerinden alınarak başka bir yargı alanında görevlendirilmelerine, Sayın Bakanın katılmadığı toplantıda 21 Kurul Üyemizin oybirliğiyle karar verilmiştir.” diyor.

6.
Ergenekon soruşturması en başında Ümraniye’de bir astsubayın evinde bulunan silahlarla başlamıştı. O günlerden sonra köprülerin altından çok sular aktı. Danıştay cinayeti, Cumhuriyet bombaları, soba boruları, Poyrazköy, Zir Vadisi, ‘basit kağıt parçaları’, Balyoz derken geldik Gölcük Donanma Komutanlı’ğının göbeğinde döşeme altı evrak depolarına. Atatürkçü bazı subaylarımız buna da ‘yer yokluğundan’ kulbunu taktı.. Hatta bu zırvaya bazı Ergenekon dostları bile ‘ya sabır’ çekmek zorunda kaldılar..

Savcının Donanma Komutanlığı’nda yaptığı arama, başından sonuna kadar askeri yetkililerin gözetiminde yapıldı mı, yapılmadı mı? Başından sonuna kadar videoya kaydedildi mi, kaydedilmedi mi?

Bu yeni bulunan delillerden sonra yüzlerce subayın tutuklanmasına muhalefet partilerinden bile büyük bir karşı çıkış duyulmadı. Acaba, bu siyasilere, delillerin ciddi olduğu yolunda bir bilgi gitmiş olabilir mi?

Savcının yaptığı aramada asker tarafının eskisi gibi mırın kırın etmeden, aramayı geciktirmeden, sadece refakat görevi yapmış olması neye işaret etmektedir?

7.
Yüzyetmişe yakın subay ve generalin tutuklanmasına karşı çıkıyorlar. Hukukçu değilim ama dinleye dinleye ezberledik. Yargılamanın tutuklu yapılması için şu üç sebepten birisinin aranması gerekiyor: Ya sanığın kaçma ihtimali olacak, ya isnad edilen suç, ‘katalog suçlar’ denen suçlardan birisi olacak ki bu davaya konu olan suçlamalar bu listeye dahil – yani sadece bu sebepten dahi tutuklanabilirler – ya da sanıkların tutuklanmadıkları takdirde delilleri karartma ihtimali bulunacak.
Diyelim ki hakimler bu sanıkların kaçma ihtimalini varit görmediler. Diyelim ki işledikleri iddia edilen suç katalog şuçlardan olmasına rağmen hakimler takdir yetkilerini kullanarak tutuklamaya gitmediler. Bunlara hiç bir söz söylemeyelim.

Peki, Allah aşkına, “Bu sanıkların delil karatma ihtimalleri yoktur’ denebilir mi?
Geçen yılın yaz aylarında haklarında yakalama kararı çıktığında, sonradan bu karar kaldırılıncaya kadar Genel Kurmay tarafından ordu evlerinde saklananlar bunlar değil miydi?
Ne malum Gölcük’de bulunan belgelerin benzerlerinin daha başka karargahlarda bu süre içinde yok edilmedikleri?
Kim garanti edebilir, başka karargahların bambaşka yerlerinde saklı daha bu gibi pek çok belgenin mevcut olmadığını?
Aradan geçen zaman içinde subaylar tayinlerle yer değiştirmiş, bir takım belgeler bu ekibin ulaşamayacağı bölümlerde, karargahlarda saklı kalmış olamaz mı? Şimdi gidip açıktan “Bizim darbe hazırlık belgelerimiz sizin karargahın şurasında kalmıştı, alabilir miyiz?” diyemedikleri için, o belgelere ulaşmanın yolunu aramakta olduklarından – en azından içlerinde bu halde bir kaç kişi olduğundan – şüphelenmek yersiz midir?

Sorular bu kadardı..

Sanıkların avukatlarını anlıyorum. Müvekkillerinin aleyhine konuşmaları beklenemez. Görevlerini yapıyorlar. Anasını kesenin bile, kendi tutamazsa, avukatı barodan veriliyor. Avukat her fırsatta iddiaları çürütmeye çalışacak.

Sanıkları ve sanık yakınlarını da anlıyorum. Bu planların yapıldığı iddia edilen yıllarda akıllarına gelmeyecek bir durumla karşı karşıyalar. Sivil mahkemelerde yargılanıyorlar. Sözüm meclisten dışarı, tam anlamıyla ‘eşekten düşmüş karpuz’ durumundalar. Mahkemenin tutuklama kararına karşı, ‘bir üst rütbem gelmeden teslim olmam’ diyecek kadar akıl kaybı içindeler. Neredeyse Levent Kırca skeçlerindeki ihtilalci emekli – bunak subayları andırıyorlar ve işin ucunda – şaka değil – 20 yıl hapis görünüyor. Yapanı da, yapmayanı da ‘yapmadım’ diyecektir. Bu da gayet anlaşılır bir insanlık hali.

Tutukluluk sürelerinin uzunluğundan, davaların uzun sürmesinden şikayet etmekte yerden göğe kadar haklılar. Suçlu ile suçsuzun bir an evvel ayrılması için ne gerekiyorsa yapılsın. Ayıptır, günahtır. Boş yere yatanların kayıpları neyle tazmin edilebilir?

‘TARAF’a gelen Balyoz belgelerinin kim tarafından sızdırıldığı’ ya da ‘Gölcük’deki evrakların orada saklı olduğunu kimin ihbar ettiği’ gibi sorular da gayet kritiktir. Milletçe dileriz ki bu gayretlerin ardında ya kendi vatansever subaylarımız ya da kendi istihbarat teşkilatımız olsun. Onlar değil de, yabancı bir parmak varsa, yandı gülüm keten helva. Bugün darbecileri yakalatabilen yabancı elin yarın hangi amaç uğruna neler yapabileceğini düşünmek lazım. Bu endişeler de paranoya değil, yerinde düşüncelerdir.

Ancak bunların dışında kalan ve genellikle ‘Baro Başkanı’, ‘Hukuk Profesörü’ gibi sıfatlara sahip bir takım zevat tarafından dillendirilen görüşler var ki insan ne diyeceğini şaşırıyor. Göz göre hepimizi aptal yerine koymaya çalışıyorlar.

Sen kalk.. benim vergilerimden maaş alırken benim seçtiğim hükümeti devirmeye çalışanları koru. Yakalandıklarında “Karısı türbanlı adam Cumhurbaşkanı oldu”, “Başbakan Arap yanlısı dış politika izliyor”, “Atatürkçülük elden gidiyor, şeriat getiriyorlar” gibi zırvalarla durumu kurtarmaya çalışanları savun.. Bir de lugat paralayarak bilgiçlik tasla.. Neredeyse olayı bir iftiralar demetine indirge.. İşte bunlara dayanamıyorum..

O bakımdan, “Önce yukarıdaki yedi gurup soruya cevap verin.. ondan sonra konuşun” diyorum..

Son söz:

Bu Atatürkçü (!) darbecileri koruyan sivil ve çok bilmiş Atatürkçülere (!) bir çift sözüm var:
“Geçti o devirler arkadaşlar.. Tek parti zihniyetiniz tam anlamıyla sırıtıyor.
Milletin verdiği oyları hazmedemiyorsunuz. Kurduğunuz al gülüm ver gülüm düzeni çöktü..
Güvendiğiniz dağların sonuncusuna da kar yağdı..
Önümüz seçim, daha da yağacak..
Bu – kendi çapında – demokratik devrimi de şu beğenmediğiniz karısı baş örtülü olanlar yaptı..
Şimdi tek çıkar yolunuz ‘Tek Parti Dönemi’nin iki dereceli, tüm adayların Ebedi Şef tarafından belirlendiği Hacivat tarzı seçim sistemi.
Onu da getiremiyeceğinize göre.. size geçmiş olsun..”

Saygılarımla..
Tevfik İzmirli

]]>
NPQ’den İlber Ortaylı röportajı.. “Türkiye’nin büyük değişimi..” ve Tevfik İzmirli’den bir çift söz.. /2011/02/npqden-ilber-ortayli-roportaji/ Sun, 06 Feb 2011 19:35:39 +0000 /?p=15115

NPQ (New Perspectives Quarterly) Türkiye dergisi, son sayısında tarihçi Prof. İlber Ortaylı ile yapılan bir röportajı yayımladı. Nihal Kemaloğlu tarafından yapılan röportajı aşağıya aynen alıyorum. İnternette yayınlanmadığı için link veremiyorum. Ancak daha öncesinde değinmek istediğim iki nokta var:

Birincisi benim açımdan gayet keyifli. Benim gözümde ülkemizin akil insanları içinde apayrı bir yeri olan İlber Hoca’nın da, ‘Türkiye’nin enerjideki dışa bağımılılığı’ konusunu önümüzdeki en ciddi darboğaz olarak gördüğünü okumak, bu konuyu Enerji.. Enerji.. Enerji.. başlıklı yazısında vurgulamış bir vatandaş olarak bana keyif verdi. İlber Hoca tarafından onaylanmış olmaktan keyif duydum..

İkincisi ise dünkü yazımda dile getirdiğim şu talebimin ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor. Söylediğim şuydu:

“Haddim olmayarak alimlerimizden, akademisyenlerimizden, araştırmacılarımızdan artık açık konuşmaya başlamalarını talep ediyorum.
‘O dönemde yapılmış bazı hatalar da vardı’, ‘Atatürk’de bir insandı..’ gibi üstü kapalı ifadelere paydos desinler. Dillerinin altındaki baklayı çıkartsınlar artık.. Konuya bu gözle baktığımda şunu görüyorum: Kamuoyunda gayet iyi tanınan ve inandırıcılık sahibi pek çok insanımız aslında düşündüklerini, bildiklerini söylemiyorlar. Üstü kapalı konuşmalarından, aslında pek çok konunun aslını bildiklerini anlıyorum. İlber Ortaylı Hoca’nın, Kutsal Emanetler hakkındaki “Madem millet inanmış, kurcalamayın. Bu saatten sonra karbon testi yaptırıp gerçekleri anlamanın ve bunları açıklamanın gereği yok.” tavrını Atatürkçülük hakkında sergiliyorlar.

Bir cins ‘Olayı başlatan ben olmayayım, neme lazım..” tavrı. Fakat alimlerimiz bu işi hızla ve kapsamlı şekilde ele almadıkça gelişme son derece yavaş oluyor. Olmuyor değil, ancak çok yavaş oluyor.”

Aşağıda okuyacağınız röportajında, bakın ne diyor İlber Hoca:

“Cumhuriyetin iki kırılma noktasından bahsedersek; birincisi bugün de gündemin başına yerleşen Kürt sorunu diyebilir miyiz?
Denilebilir. Çünkü bu mesele zaten kaç asırdır gidiyor. Cumhuriyet ne demiş Kürtler için, “bir okul açacağız Türkçe öğreteceğiz”. Dediği buydu. Bu olmadı, yani okul açamadık. Açılan okul yetmedi ya da.”

Şimdi, İlber Hoca’nın şu yukarıdaki ifadesini okuyan ne öğrenmiş olacak? Şunları: “Cumhuriyetimiz, bizim cici devletimiz, aslında iyi niyetle Kürtleri okutmaya çalışmıştır. Ama ne yapsın, okul açamamış, ya da açmış da yeteri kadar açamamış.

İlahi! İlber Hoca, Atatürk devrinin resmi politikasının ‘Kürtleri okutmamak, tahsilden mahrum bırakmak’ olduğunu bilmez mi? Bunun, varlığı resmi belgelerle ispat edilmiş bir gerçek olduğunu bilmemesine imkan var mıdır?

İlber Hoca, böyle konuşarak kendisine tarihçiden öte bir rol biçmiş olmuyor mu? Yani ‘gerçekleri bilme devrini arkada bırakmış, artık o gerçeklerden ne kadarının halka ne zaman söyleneceğine de karar verme yetkisi almış’ bir ‘Sansürcü alim baba’ rolü..

İlber Hoca, haddim olmayarak benim gözümde de, tarihçiden öteye bir alim. Hem de sadece yazdığı eserlerle değil, genel kültürü ile, görgüsü ile, bugüne ve geleceğe ışık tutabilen sentezleri ile, gerçek bir alim. ‘Kronoloji bilmeyi tarihçilik olarak anlayan’, ‘Hangi sultanın kaçıncı oğlunun lalasının adı neydi? gibi soruların cevabını ezbere verebilen ama taşralı – yerel kafa yapısını aşamamış’ tarihçilerle mukayese bile edilemiyecek bir seviyede. Ama işte görüyoruz.. Bu seviyedeki bir alimimiz dahi konu Atatürk’e gelince gerçeklerin üzerinden nasıl yumuşakça geçiveriyor..

İşte bu konuyu da ilginç buldum, ama keyif aldığımı söyleyemiyeceğim..


R Ö P O R T A J

Nihal Kemaloğlu:
Dış basında Türkiye’den, büyüyen ekonomisi ve toplumsal dinamizmiyle XXI. yüzyılın yükselen ülkelerinden biri olarak söz ediliyor. Siz de Türkiye’yi böyle değerlendiriyor musunuz? XXI. yüzyılda değişen ve büyüyen bir Türkiye görüyor musunuz?

İlber Ortaylı:

Türkiye iki önemli şeyi gerçekleştirdi. Birincisi nüfusun dengeli büyümesidir. Nüfusun dengeli büyümesi sağlandı ve üstelik üçüncü dünya ülkelerinden farklı olarak, her şeye rağmen yaygın eğitim verilebiliyor. Daha iyi eğitim veren ülkelere bakıldığında; Batı’da, Avrupa’da eğitimin giderek niteliksizleştiği açıkça görülür. Hatta ben Avrupa’da eğitimin çöktüğünü düşünüyorum. Nüfusun artması ve eğitimin toplumsallaşması Türkiye’nin üniversal ölçekte gelişme ve büyümesinde önemli güçleri olacaktır. Öte yandan da Avrupa’yı sosyal ve ekonomik manada zor zamanlar beklemektedir; toplumun yenilenmesi durmuştur.
Avrupa, XIX. yüzyılın, evrensel uygarlığın değerlerini yaratan geliştiren Avrupası değildir; bu vasıflarını kaybetmiştir.
Eğitimi ve nüfusu gerileyen, sanayileşmesi çözülen, bütçe kısıntılarıyla boğuşan Avrupa XIX. yüzyıldaki beşeriyet tarihi alanındaki üstünlüğünü XX. yüzyılda muhafaza edememiştir ve bu yüzyıla da yorgun ve yaşlı girmiştir. Türkiye ise bilhassa yüksek tahsilde kısmen Amerikan yöntemlerini takip etti bu yöntemler de yararlı oldu.
Üretim yapan bir ülkeyiz ve son otuz senedir o üretimin dış pazarlara da çıkması söz konusu oldu.
Bu arada da “sübvansiyoncu politikaları kaldıracağız” diye tarım öldürüldü; hayvancılık da öyle. Acısını çekeceğimiz şimdiden belli.
Asıl önemlisi her zaman her ülke için geçerli olan üniversal problem enerji. Bunu çözemiyoruz. O yüzden Türkiye ne söylese boş. Yetersiz, hâlâ enerjide dışa bağımlı ve enerji politikaları, stratejileri oturmamış bir ülke. Artık nükleer enerji konusunda ciddi planlar yapıp karar vermesi lazım. Türkiye’nin halledemediği meseledir enerji problemi. Bu, kalkınma için çok mühim bir sorun ama maalesef devamlı bocalama halinde. Hükümet gündeme getirdiği enerji politikalarını, stratejilerini yürürlüğe koyamıyor ve hiç kuşkunuz olmasın enerji, Türkiye için bu yüzyılın temel sorunlarından biri olacak.
Kalkınan ve ekonomisi büyüyen bir ülkenin “güçlü” olması için enerji meselesini halletmiş olması gerekir. Bu iktidar da özellikle enerji konusunda, daha öncekiler gibi devamlı bir kararsızlık içinde.
Diğer yandan kentleşen bir ülke var karşımızda. Kentleşme ve büyük şehirlere göç sürüyor.
Tabii bunun nedenleri ve sonuçlarına etraflıca bakmak lazım. Türkiye, kentlerde bu milli arazi meselesini çözmeli. Yani kamu arazisi, hazine arazisi diye bir şey olmaz. İnsanlar geliyor, gecekonduya yerleşiyor. Gecekondular eskisi gibi sevimli değil; bildiğiniz çirkin binalar kuruyorlar; depreme de aykırı. Köyler de terk ediliyor. Sosyolojide öğretildiği gibi, köylerin nüfusu çok artmış da, arazi kalmamış… Mesele öyle değil. Araziden ve ziraattan yaka silkmeye başlayan bir köylü sınıfı kente atıyor kendini. Adamın maaşı yok, işi yok, sorunca da anlatıyor, “Köyde bizim yerimiz vardı” diyor.
Şimdi rakamlar veriyorlar. Bir takım akıl hocaları var. Bunlar sağdan soldan, partiden kişiler. İşte yüzde ikiye inmeliymiş köylü nüfusu; abuk subuk, “niye?” diye sorulması gereken afaki laflar. Türkiye”de artık topraksız köylünün değil, ekim yapmak istemeyen köylünün kendi yurdundan kaçışı söz konusu. Bakıyorsun elektriği, suyu, altyapısı, bağlantısı olan, hatta vilayet merkezine banliyö kadar yakın olan köyler var ve kalkıyor gidiyor. Tek adam kalmıyor köyde. Yani bunlar hoş şeyler değil. Mesela Erzincan’ın bir kısmı böyle. Sivas boşalmış vaziyette ve Sivas’ın her boşalan köyü de verimsiz falan değildir yani. Üstelik Sivas eski Sivas da değil; elektriği var suyu var.
GAP arazisi doğru dürüst nemalandırılamadı. Bizim oraya nüfus yerleştirmemiz lazım; mesela Ahıska Türkleri gibi, Doğu Türkistan’dan gelecek olan insanlar gibi. Bütün bunlan hesaba katmamız lazım. Demek ki iki meselede fazla gürültüye hiç gerek yok: Enerji politikamız muallakta kalmıştır. Tarım arazilerimiz sallantıdadır.

Nüfusun artmasını da önemsiyorsunuz.

Gelişip küreye giriyorsunuz. Çok verimli bir nüfusumuz var, aşırı bir patlama yok. Üç çocuk olmasa çöker, o doğru fakat onu telafi edebileceğin bir kalıp var. Dünyada Amerika ve İsrail’den sorıra üçüncü geliriz. İkincisi de kent arazisinin kullanılmasını halletmemiz lazım. Üçüncüsü ve en önemlisi bu enerji meselesini çözmemiz lazım. Bunların üzerinde durulmuyor; ama sonra çıkar kokusu.

Cumhuriyet Osmanlı’dan alınan modernleşme sürecini sürdürdü. Bu modernleşme projesi büyük kazanımlarına rağmen nerelerde başarısızlığa uğradı?

Açıkçası bir Cumhuriyet tipi yaratamadık; yani Cumhuriyet kendi adamını yetiştirememiştir. Atatürk bazı örnekler ortaya koydu ama arkadan gelenler bunu sürdüremedi. Kendine Cumhuriyetçi diyenler de dahil olmak üzere Cumhuriyet tipi inşa edilemedi ve elbette bu maarifleşmeyle ilgili bir meseleydi. Yürütemedik. Çünkü istenen altyapılar kurulamadı. Kurulamayınca bu saatten sonra nasıl kurulur; ben bilemiyorum ve kimse de bilmiyor. Cumhuriyetin sübvansiyonu falan şimdi artık olmaz.

Cumhuriyet, herkese doğru dürüst müzik öğretmedi, doğru dürüst müzik eğitimi yoktu okullarda. Hiçbir zaman yoktu. O eğitimi almayan adam da operaya ne kadar gider yani, değil mi? Ben hatırlıyorum, bizim Atatürk Lisesi’nde soprano getirdik. Her şey tamam; biri çıktı ve ”Ya Nezahat Bayram dururken bu ne falan?” diye başladı. Cumhuriyet kendi adamını yetiştiremedi ve hakikaten bu, tamamen maarifleşmeyle ilgili bir meseledir.

Cumhuriyet herkesi Türk yapmak istedi. Bu Türk yapma işi, mesela Sırp Sloven Krallığı’nın Sırp yapma ihtiyacı, Bulgar Krallığı’nın Bulgar yapma ihtiyacı gibi veya Helenler’in Helenizm düşkünlüğü gibi değildi. Kültürel bir Türkçülükle yetiniliyordu. Yani Türkçe bileceksin, Türkçe okuyup yazacaksın; hedef bu olacaktı. Ama bu Türklük, Fransa Anayasası’ndaki gibiydi. Irkını karıştırmıyordu. Hukuki bir statüydü. Diğer yandan, 1924 Anayasası mükemmel dili ve felsefesiyle takdire şayan bir anayasaydı. Orada Türkler denildiği zaman, ırkçı manada değil, vatandaşlık anlamında Türkler’i kast ediyordu.

Türkiye°nin şanssızlığı 1924 Anayası’na sahip olmamaktan ileri gelir. Demokratik bir metindi, güzel maddeleriyle yeni müesseseler getiriyordu. Daha sonra yapılan bol anayasalarla bu işin tadını kaçırdık.

Cumhuriyet”in başında var olan etnik sorun bugün bambaşka bir hal aldı ve milletlerarası bir probleme döndü. Taviz verilmeden çözülmesi gerek.

Demokrasinin kurumları yerleşti mi?

Türkiye çok partili hayata geçeli elli küsur yıl oldu ama çoğulcu demokrasinin toplumsal örgütlenme ve işleyişine geçtiği söylenemez. Nepotizm, hemşericilik, yerelcilik gibi eski hastalıkların yanında yeni sapmalar da demokrasi mekanizmasını sıkıntıya sokuyor. Tarihimizdeki askeri darbeler siyasetin değişimine ayak uyduramayan siyasi ve idari kadroların ortak hatalarından kaynaklandı. Mesela 1960 darbesinde iktidar ve muhalefetin çok partili hayata geçişteki aşırı ve çiğ siyasetinin rolü büyüktü.

Son anayasa değişikliği referandumuyla birlikte askeri vesayet döneminin bittiği ve Türkiye’nin sivilleşip demokratikleştiği görüşüne katılıyor musunuz?

Valla onu bilmem ama daha henüz siyaset ve hukuk kültürünün uzlaşma kurumları, kontrat kurumları oturmadı. Türkler’in akit kurumları noter akitleriyle sınırlıdır. Hukuk kültürümüz o kadardır. Yine de demokratik hukuk sistemine bir şekilde geçilmiştir; ancak bunu zedeleme gayretleri vardır. Hukuk dışı ihlaller vardır. Bunun sarsıntısı daha devam eder. Önlemenin imkânı da yoktur. Bugünkü Fransa’da bile bu ihlallere rastlarsınız.
Ayrıca öyle gelişmiş bir cemiyet yapısı yok. Bu geliştirilemediği için de bir takım ifade grupları ve aile-okul gibi ikincil gruplar çok zayıf.
Türkiye”de yüzelli yıldır devam eden kabuk değişim süreci hareket halindedir; artık bir sanayi ülkesi oldu. Kırsal nüfus hızla azalıyor. Toplumsal dinamizmi çok yüksek bir ülke ama bizim hayatımız, bir toplumun hayatı için henüz çok kısa bir süre sayılır. Bazı toplurnlar çok daha büyük sarsıntılarla ve çok daha büyük bedeller ödeyerek bu süreçleri aşıyorlar. Türkiye toplumu kabuk değişimini gayet pragmatist biçimde gerçekleştiriyor.


Cumhuriyetin iki kırılma noktasından bahsedersek; birincisi bugün de gündemin başına yerleşen Kürt sorunu diyebilir miyiz?

Denilebilir. Çünkü bu mesele zaten kaç asırdır gidiyor. Cumhuriyet ne demiş Kürtler için, “bir okul açacağız Türkçe öğreteceğiz”. Dediği buydu. Bu olmadı, yani okul açamadık. Açılan okul yetmedi ya da.
Peki, alternatif olarak ne geliştirdi o arkadaşlar; bir de ona bakalım. Bundan memnun olmayan arkadaşın projesi nedir? Çünkü kendisi bir alternatif kurar memnun olmayan adam. Bu hep böyledir; Avusturya İmparatorluğu’nun milletleri böyle yapmıştır, Rusya İmparatorluğu’nun milletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan milletleri böyle yapmışur. Bu okulu beğenmiyorsunuz da sizin alternatifıniz nedir, neydi ve ne yaptınız? Onlara sorulur. Küçük bir model olarak, bunun alternatifinin ne olduğunu söylemesi lazım memnun olmayanların.

İkinci kırılma noktası İslam..

O çok açıktır. Cumhuriyet irticadan çekinmiştir. Menemen hadisesindeki tepkiler bunu göstermiştir. Ama şimdi zamanlar değişti. Türkiye üreten kapitalist sistem içine yerleşti; dünyayla kuvvetli, ticari, finansal bağları var ve mahiyeti değişen bir ülke. Bizim gibi ülkelerde hiçbir zaman ekstrem akımların taraftar bulması ve idareyi ele geçiren insanların bile uç hareketler göstermesi mümkün değil. Konsensüs içinde olmak zorunda. Ayrıca bakmak lazım, bu memleketin fundamentalist insanları İran’daki gibi bir zümre yetiştirmişler mi diye. Cumhu-
riyet, laik olduğunu söylüyor, tabii İslam dininde kurum olarak laiklik olmaz. Ama koymuş ve bunu tatbik etmiş.

Sekiz yıldır iktidarda olan AKP döneminde Anadolu kökenli yeni bir sermaye yapılanması ortaya çıktı. Zenginleşen bu kesime muhafazakâr burjuvalar diyebilir miyiz? Yani modern şehirli bir yaşam var mı karşımızda?

Bu meselelerde ben bir ‘alternatif’ ararım; işte şimdi ‘Beyaz Türk’ tartışılıyor. Yani mevcut burjuvazinin yaşam ve kültür biçimini beğenmiyorlar. Tamam, zatıâlinizin alternatifi nedir? Ortada çok makbul bir alternatif yok. Mesela bayağı tutucu bir Yahudi kültürü vardır; bağnazdır ama geçemezsiniz de. Bu bir kültürdür, bunun okulu vardır, edebiyatı vardır, yaşam tarzı vardır, sevsen de sevmesen de bir zenginliği vardır. İçinde bulundugu laik kültüre entegre olan bir Yahudi kültürü vardır ama öbür taraf bir alternatif koymuştur ortaya. Burada ne alternatif var? Ben Beyaz Türkler içinde de, mesela böyle derinlikli adamlar göremiyorum. Aşırı dindar ama bir zenginliği olan adam da görmüyorum. Yani niçin “yobaz” diye nitelendirilen adam “opus dei” kalitesinde olmasın? Adamın ne dediği belli: Buradan memnun degil, olmak zorunda da değil. Ama demokrasi varsa herkes mecbur bir şekilde çalıp oynamaya, yaşamaya, gezmeye.
Muhteva fakirliğinin aksine bir zenginlik yok. Ben niye karşımda bir kasabalı insan göreyim ki; kasabalılığını da yitirmiş üstelik. Bir İspanya’daki gibi “opus dei” niçin görmeyeyim? Derinlik olarak, renk olarak yok ki böyle bir şey.
O alternatifle çıkan adam bir zenginlik getirir. Beğenmeyen adam bir muhteva getirmek zorundadır. Yani bunun alternatifi Amerika’ya gidip okumak değildir. Gidersin de, bu kültürel derinlik, üniversalize zenginleşme ve estetik rafinman getirmez. Demokrasi, çalışan, üreten ve
bunun kahrını sıkıntısını beraber çeken herkesin keyfini çıkarmak istediği bir rejimdir.
Muhafazakârlar da artık zıvanadan çıkmaya başladılar. Kötü bir tabir belki ama onlar da nihayet tabiatın hükmünü tatbik ediyorlar. Bütün sorun onu tatbik ederken belirgin kalıplara ve kurallara uymaktır. O da Meclis’ten çıkmaz, kanun toplumdan çıkar, yani onun kendine göre bir ananesi, bir kuralı vardır. Zannetmiyorum ki gerçek ananeyi bilmeyenler tatbik edebilsinler.
Dine ait muhafazakârlık olmaz, din herkes için geçerlidir ve sınırlayıcı kuralları vardır, Hıristiyan dini bazı yönlerden Yahudilik ve Müslümanlıktan daha katıdır.
Türkiye tüketim devrimi yapıyor, herkes yaşamak istiyor; yiyecek, içecekle birlikte pahalı gömlek ve elbiseler giyecek.

Zenginleşiyoruz, GSMH artıyor ama beraber yaşamanın demokratik değerlerini çoğaltamıyoruz. Hatta içe kapanmalar artıyor. Gettolaşmanın başladığı konuşuluyor; bir takım insan hakları ve özgürlüklerin karşılığı da yok. Ekonomik olarak gelişen bir ülkede birbirini kucaklayan bir toplum yapısı göremiyoruz.

Yalnız şunu unutma, dünyadaki kutuplaşma ve dengesizlik o derece derin ki, “zenginleşiyoruz” diye bu tarafın, rahat, mesela Amerikalıların üst orta sınifi gibi olması mümkün değil. Yani gelişmiş ülkelerin arasında yer almak, bazı rakamlar ve üretimle mümkün ama vazgeçilmez bir yerde değilsin. Çok önemli ve bunu bilmek lazım. Bununla birlikte gündelik siyasete de bunu mal etmek doğru değil. Çünkü bunun arkasında en azından Türkiye’nin İkinci Cihan Harbi’nden sonraki hamleleri ve bütün iki asrımız vardır.

AKP”nin referandum sonuçlarını milli burjuva devrimi olarak değerlendiren aydınlarımız oldu, siz ne dersiniz?

Hayır, öyle bir şey yok. Dünya öyle değil bir kere; XVIII. veya XIX’uncu asırda değiliz. O devri geçtik; bundan sonra da öyle bir şey olmaz. Bu bir nevi elit sirkülasyonudur, dolaşımıdır. Ne kadar dolaşır, nasıl dolaşır, herkes dolaştığı civara ve çepere iyi oturur mu; bunları göreceğiz. Yani “milli sermaye, millileşme”; boş şeyler onlar. Dünyadaki hareketler o devri geçmişir. İşe artık o kavramlarla bakılmaz.

AKP iktidarıyla birlikte devletin geleneksel elit kadrosunun da değişime uğradığı ve Rumeli kökenli Cumhuriyet”ten Anadolu kökenli Cumhuriyet’e geçtiğimizi söyleyenler var.

Göçün üzerinden doksan sene kadar geçti. Yani ondan sonraki göç değil, ilticadır. İkinci Cihan Harbi civarındaki göçler, ilticadır. Can pazarından ya da komünizmden kurtulan bir takım guruplardır. Bunların sayıları az değildi. Mesela İkinci Cihan Harbi’nden hemen sonra Bulgaristan’dan iltica edenlerin sayısı ikiyüz bindi. Sonra Özal zamanında bir üçyüz bin daha geldi aynı yerden ama başka yer yok artık. Bunlar çok büyük rakamlar değil bugünün Türkiye’si için. İltica edenler, başka türlü değerler ve tutunma peşindedir; yani siyasi iktidarın kavgasını yapmazlar. Yani Türkiye’nin asıl coğrafya rekabetinin doğduğu göç bundan doksan sene evvel bitmiştir. Doksan senedir artık kaçıncı nesil yetişti… Kalıntıları vardır ama.

Türkiye’nin hızlı kentleşmesi beraberinde kent kültürü de yarattı mı?

Bir kent kültürümüz var. Mesela İstanbul, müthiş bir atılım yaptı, ama İzmir altyapısı olmasına rağmen o derece eğilim gösteremedi, çünkü iktisaden de gelişemiyor. Ankara maalesef bütün sübvansiyon ve aşılamalara rağmen aşı tutmadı. Yani 60’lardaki parlaklık; hava kirlenmesiydi, siyasi kirlenmeydi, bitti. Yani insanlar kaçti, kadrolar kaçtı, kurumlar battı. Bilmiyorum, başka neresi çıkabilir? Ama İstanbul gidiyor. Gösterdiği gelişme çarpıklıklarına rağmen… Çok büyük, bu aşırı yığılma Batı kentlerinde olmaz. Yani ondört milyon nüfus olmaz. Olursa – yalnız şöyle bir şey var – inanılmaz pislikler olur: merkezdeki güzelim binaların biraz ötesinde kanunsuzluk diz boyudur ve pis binalar vardır. Güney Amerika’da sokakta kaybolmasın diye turist gruplarına ip bağlayıp gezdiriyorlarmış; kesilmez, kopmaz bir ip. Rezalet yani. Teneke mahalleleri. Hiçbir belediye hizmeti yok. İstanbul öyle bir şehir değil; onu halledebiliyor.

]]>
Tevfik İzmirli – “Yüksek yargıçların, generallerin, bürokratların, hükümet adamlarının aklında olsun: Yıl 2011.. Vatandaşın gözü üzerinizde..” /2011/01/yuksek-yargiclarin-generallerin-burokratlarin-hukumet-adamlarinin-aklinda-olsun-yil-2011-vatandasin-gozu-uzerinizde/ Thu, 27 Jan 2011 00:29:14 +0000 /?p=13984

Yargıtay firardaki 16 Hızbullahçı’nın müebbed cezalarını onadı.
Ne zaman?
Domuz bağcıları bir iki hafta önce, yargılama süreleri azami tutukluluk süresi olan on seneyi aştığı için salıverildikten sonra.
Memlekette kendilerine beddua etmeyen adam kalmadıktan sonra..
Buna ne demek lazım?
“Sevsinler sizin yüksek yargınızı, hukukunuzu, adaletinizi..” diyebiliriz.
“Tut kelin perçeminden” de desek olur.

Uçan kuştan haberdar olan Emniyet ve MİT, bu salıverilenlerin izini üç gün süremediler..
Adamlar gitti gider oldular..

Buna ne diyeceğiz?
Sadece “Geç bakalım geçebilirsen ‘bunların serbest kalması şu seçim öncesinde hükümetin işine yarar’ söylentilerinin önüne..” diyelim..

Mehmetçiğin orduevleri angaryası Genelkurmay’ın emriyle bitiyor.
İlk uygulama Ankara Orduevi’nde başlamış..

Ne zaman?
Basın ayağa kalkıp, demediğini bırakmadıktan sonra. Gazetelerde subaya generale hizmet görevlerinde kullanılan asker sayıları, bunların fotoğrafları çarşaf çarşaf yayınlandıktan sonra..
Yoksa bugüne kadar uygulamada olan sistemin garibanların emeklerinden bedavaya faydalanma ve torpillilere güvenli liman sağlama sistemi olduğunu, bunun askeri milletin gözünde küçük düşürdüğünü, sivil – asker arasındaki ters bakışta bunun da – ufak da olsa – bir payı olduğunu, Genelkurmay’ın kendisi idrak etmiş değil. Kamuoyu baskısı ile akılları başlarına geliyor.
Buna ne demek lazım?
“Biraz sivil akıl ne değişiklikler yaratıyor, bir de şunları yüzde yüz sivil denetime alsak kimbilir ne övünülecek bir ordumuz olacak” diyebiliriz..
Ya da siz zahmet etmeyin ben tersten okuyayım: “Sivil aklın girmediği her yerde askere normal gelen ama aslında akla ve hukuka ters bir uygulama vardır” da denebilir.

Askeri bilirkişi, Gölcük’de yükseltilmiş döşemenin altından çıkan evrak torbaları için “Yer yokluğundan oraya konulmuşlar” diye rapor verdi.
Buna önce “Yok devenin başı!” denir. Başka da bir laf demek gerekmez..
Mutlaka bir laf daha denecekse o da şu olabilir: “Askeri müzik ne kadar müzikse, askeri mahkeme ne kadar mahkeme ise, askeri bilirkişi de o kadar bilirkişidir..”

Benim telgraf işe yaradı gibi..
TOKİ Başkanı “Ben acemiyim, hatalı konuştum, özür dilerim” dedi.
Devlet Bakanı, GS Başkanı’na “Sen kimi takip ediyorsun, taraftar takip edilir mi?” diyerek çıkıştı.
Enerji Bakanı “Hala Galatasaraylıyım” buyurdu.
Islık soruşturmasına kalkışan işgüzarlar anında ortadan kayboldular.

Buna güzel Türkçemizde “Çevir kazı yanmasın” denir.
Başbakan yaptığı hatayı anladı, emirerlerine tornistan yaptırıyor, demektir. Kibiri ve hazımsızlığı yüzünden uğradığı prestij kaybı – bir de eğer aldıysa bir tutam demokrasi dersi – yanına kar kalmış oldu.

Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürü, yaptığı basın toplantısında, Esenboğa Havalimanı’nın CAT-III seviyesine çıkarıldığını, artık görüş mesafesinin en aza düştüğü şartlarda bile güvenli iniş yapılabileceğini açıkladı.”
Ne zaman?
Tam 2011 yılında..
Bölgesel güç Türkiye’nin başkentindeki havalimanı 2011 yılına kadar bu imkandan mahrum olarak çalışıyor. Kimbilir bu güne kadar kaç bin uçak seferi iptal edilmiştir, kaç bin uçak başka meydanlara yönlendirilmiştir.
1955 yılında açılan havaalanı inşa edilirken civar köylülerin “Bizim buraların sisi meşhurdur. Biz sisten kaybolan sığırımızı bulamıyoruz. Buraya havaalanı yapılır mı?” dediği rivayet edilen bir havaalanı Esenboğa ve CAT-III’e ancak geçen hafta geçiliyor.
Bürokrat sadece başarısını söyler.. Bu da öyle yapıyor. Acaba ülkemizde sefer yapılan kırkyedi havaalanının kaçında aletli iniş sistemleri mevcut? Bunların kapasiteleri nedir? Bu havaalanları Almanya’da bulunsaydı hangilerinde hangi sistemler bulunurdu?
1983 yılının Ocak ayında, gece ve tipi altında o meydana iniş yaparken vazgeçip pas geçerken kuyruğunu pist başlamadan yere çarpan, THY’nin Afyon isimli B-727’sinde 45 kişi hayatını kaybetmişti. Van’da, Diyarbakır’da, Isparta’da, Adana’da, Sinop’daki uçak kazalarında ölenler ne olacak?
Yıl 2011 olmuş. Hazret, aferin ister tarzında “Başkentteki havaalanı CAT-III seviyesine çıktı” müjdesi veriyor.
Buna ne denir? “Çalışmamışsın! Otur. İki!” diyelim mi?

]]>
Tevfik İzmirli – Kars’daki ‘Ucube’ ve ‘Deveye sormuşlar..’ halleri.. /2011/01/tevfik-izmirli-karsdaki-ucube-ve-deveye-sormuslar-halleri/ Wed, 12 Jan 2011 13:05:10 +0000 /?p=13359 – b u b i r s a n a t y a z ı s ı d e ğ i l d i r –
“Deveye sormuşlar, boynun neden eğri..’ ya da ‘Böyle başa böyle tarak’ durumları..”

“Siyasi hayatını tepeden inmeciliğe, dayatmacılığa karşı mücadele üzerine kurmuş bir siyasetçinin, yetki kendi elinde olunca aynı tavrı refleks olarak sergilediğini görmek en azından.. acıklı..”

“Yazık bize.. Millet olarak, toplum olarak yazık..
Ekonomi alanında gösterdiğimiz performansı demokrasi alanında tutturamıyoruz..”

Dikilmesi tepeden inme anıtın kaldırılması ya da eleştirilmesi de tepeden inme olur. Ortada şaşacak, kınayacak bir olay yok. Tipik Türkiye halleri. Belediye Başkanı’nın tavrından Başbakan’ın tavrına, oradan basının konunun iki tarafında saf tutuşuna kadar aynı anlayış hakim..
Maalesef daha yememiz gereken çok fırın ekmek var..”

“Bu tartışmada anıt sadece bir bahane. Anıt üzerinden kendi hallerimizi tartışıyoruz aslında..

Merhabalar,

Kars’daki ‘İnsanlık Anıtı’ gündemde. Tartışmaya katılmayan yok. Bu tip konuların ilkesel bazda tartışılmasından yanayım. Anıtın dile getirdiği görüşü ve sanatsal değerini tartışma dışında tutarak şu noktalara dikkat çekmek istiyorum:
1.
Anıt, Kars’ın eski Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu zamanında yaptırılmış.
Bu zat 1999’da ANAP’dan seçilmiş. 2002 genel seçimlerinde ANAP silinince AKP’ye geçmiş. 2004 yerel seçiminde bu partiden seçilmiş. 2008’deki yerel seçimlerde adaylığı AKP tarafından reddedilince CHP’ye geçmiş bir ‘siyasi fırıldak’. AKP, adı her türlü yolsuzluğa karışan bu kıymetli yerel politikacıyı yakasından zor atmış. Kendisi meşhur Gündüz Çapan’ın hayranı..
2.
Anıtı yapan heykel sanatçısı Mehmet Aksoy da Kars’lı.
İşin içinde tipik hastalıklarımızdan olan ‘Hemşericilik’ kokusu var.
3
Mehmet Aksoy pazarlama ve kamudan sipariş alma konusunda başarılı bir sanatçı.
Yerel idareler tarafından satın alınarak kamusal alanlara dikilmiş eserlerinin dağılımını ve sipariş bedellerini paylaştığı takdirde aydınlatıcı bir tablo görebiliriz.
4.
Ermenistan sınırının kapalı kalmasından ekonomik olarak en fazla sıkıntı çeken ilimiz Kars.
Alibeyoğlu da aslen Kars’lı bir iş adamı. Öte yandan toplu olarak Ermeni katliamına uğramış Müslüman nüfus konusunda da Kars birinci sırada.
5.
Anıtın maliyeti yüzbinlerce lira..
Konu, ‘duygu ve düşüncelerini üç boyutlu bir eserle ifade etmek’ söyleminden ibaret değil. Ticari yönü de mevcut..
6.
Anıtın hikayesi, baştan aşağı bir ‘tepeden dayatma örneği’.
Moderni ile muhafazakarı ile hepimiz ‘tepeden dayatmacılığa’ karşıyız derken, elimize güç geçtiğinde aynı yöntemi kendimiz kullanıyoruz.
a)
Anıtın sembolize ettiği duygu / düşünce / mesaj bir mutabakatla belirlenmemiş.
Bir siyasi görüşün ifade edilmesi söz konusu. Anıtta dile gelen görüş, sanatçının kişisel görüşü müdür, Karslıların görüşü müdür, devletin resmi görüşü müdür? Bu durumda, gelecekteki başka bir belediye başkanı, az ileride başka bir tepenin üzerine, tam karşı görüşü yansıtan bir anıt yaptırabilir mi? Kalıcı olması, benimsenmesi, yani bir anıt olarak algılanabilması için ortak duyguları ifade etmesi gerekmez mi?
b)
Anıtın formu bir yarışma ile, Karslıların görüşü de sorularak belirlenmemiş.
‘Belediye Meclisi onayladı’ sözünü belki ülkemizi tanımayan birisi ciddiye alabilir. Oralarda partililerin blok oy kullandığı sır değil..
c)
Yerleştirileceği alanın nasıl seçildiği de netlikten uzak.
Oradaki türbe dün mü ortaya çıktı? Daha önce akıllar neredeydi?
7.
Anıtın karar ve planlama aşamasında yapılması gereken neydi?
Eğer kültürel ortamımız, demokrasi anlayışımız, toplumsal seviyemiz şu içinde bulunduğumuz düzeyde olmasaydı.. ‘Arabesk curcuna’nın yerine ‘demokratik bir kültür’ koyabilmiş olsaydık..
Bir anıt dikilecekse, hem teması, hem dile getirdiği görüş, hem de formu, o yörede yaşayanlar ve bir sanat jürisi tarafından ortaklaşa oylanmaz mıydı? Binlerce insanın yüzlerce yıl boyunca hergün görecekleri bir anıt dikilecekse o yörede yaşayan insanların görüşü alınmaz mıydı? Böylece o insanların anıtı benimsemeleri, sevmeleri dolayısıyla sahiplenmeleri ve – gerektiğinde Başbakan’a karşı bile – savunmaları sağlanmaz mıydı?
8.
Kars orada dursun, İstanbul’da, Beşiktaş’da son yıllarda belediyenin diktiği hangi heykel hakkında o mahallenin, semtin insanlarına danışılmıştır?
‘Neden bu heykel?’, ‘Neden buraya?’, ‘Neden bu sanatçının heykeli?’ sorularından hangisinin cevabı şeffaftır?
Şehir hatları vapurları, tramvay modelleri için anketler düzenleyen belediye konu sanat eseri olunca nedense hemşerilerinin fikrini sormaz. O yüzden de bu eserler benimsenmezler, bilinmezler, fark edilmezler..
9.
Peki, toplumun yadırgıyacağı, tartışmalara yol açacak ama sanatsal değeri yüksek eserler, halk oy vermiyor diyerek sergilenmeyecek mi?
Tabi sergilenecek. Sanatta ileri ülkelerde, ABD’den Rusya’ya kadar, bu tip eserlerin sergilendiği sanat parkları var, belediyelerin veya özel şirketlerin ayırdığı geniş alanlar var. Ama ‘anıt’ dendiğinde iş değişiyor.. Aksi halde kafası kızan bir yetkili ‘kaldırın şu ucubeyi buradan’ diyebiliyor..
10.
Ya oylama yapılsa ve sonuç olumsuz çıksaydı ne olacaktı? Bu anıt yapılmayacak mıydı?
Evet, yapılmayacaktı. Demokrasiyi ve yerinden yönetimi savunuyorsanız, bu hakkı da savunmanız gerekir.
11.
Bir ilin, ilçenin, ya da şehrin, kasabanın, ülkenin dış politikasını ilgilendiren bir konuda tek başına tavır alma hakkı var mıdır?
Bakın iş ne kadar genişliyor. Bu soruyla geldik yerel yönetim – merkezi yönetim dengesine.. Sadece şu konudaki yetki dağılımı bile geniş bir teorik altyapı ister, uzun tartışmaları hak eder. Böyle bir tartışma yapılmış mı?
12.
Başbakan’ın tavrı yerinde mi? Katiyen değil.
Tayyip Erdoğan’ın dilini kontrol edemediği bir ana daha şahit olduk. Heykelin yer seçimi yanlış olabilir. Ancak “Şehit Ebu’l Hasan Harakani Hazretlerinin yanına bir ucube koymuşlar. Sanatkârane vakıf eserlerinin olduğu yerde böyle bir şeyin olması düşünülemez. Konuyla ilgili belediye başkanımız görevini süratle yerine getirecektir. İlk gelişimizde bunu göreceğiz.” ifadesi tam bir gaftır.
Kültür Bakanı’nın ertesi gün sergilediği çabalara dilimizde ‘Çevir kazı yanmasın’ derler.
Halbuki, Başbakan konuyu yapıcı ve olumlu bir dille anlatabilir, anıtın ‘Manevi hayatımızda önemli yeri olan tarihi bir şahsiyetin yattığı mekan ile uyumlu olmadığını’ izah edebilirdi. ‘Yerini değiştirelim, buradaki türbeyi ihya edeceğiz, türbenin yeri değişmeyeceğine göre, heykeli taşıyacağız’ diyebilirdi. Hatta, ‘Hükümet olarak, bu konuda böyle bir anıtın dikilmiş olmasını doğru bulmuyoruz, kaldırılması için çalışacağız’ bile dese anlaşılabilirdi. İçinde ‘ucube’ kelimesi geçen, Osmanlı Sadrazamı havasındaki ifade hiç hoş olmamıştır. Başbakan’ın asap sisteminin git gide daha sık teklediğini düşündürdü.

Son söz:
‘Deveye sormuşlar, boynun neden eğri..’ ya da ‘Böyle başa böyle tarak’ durumları..
Siyasi hayatını tepeden inmeciliğe, dayatmacılığa karşı mücadele üzerine kurmuş bir siyasetçinin, yetki kendi elinde olunca aynı tavrı refleks olarak sergilediğini görmek en azından.. acıklı..
Yazık bize.. Millet olarak, toplum olarak yazık..
Ekonomi alanında gösterdiğimiz performansı demokrasi alanında tutturamıyoruz..
Dikilmesi tepeden inme anıtın kaldırılması ya da eleştirilmesi de tepeden inme olur. Ortada şaşacak, kınayacak bir olay yok. Tipik Türkiye halleri. Belediye Başkanı’nın tavrından Başbakan’ın tavrına, oradan basının konunun iki tarafında saf tutuşuna kadar aynı anlayış hakim..
Maalesef daha yememiz gereken çok fırın ekmek var..
Bu tartışmada anıt sadece bir bahane. Anıt üzerinden kendi hallerimizi tartışıyoruz aslında..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – Sedat Laçiner’e cevabım.. /2011/01/tevfik-izmirli-sedat-lacinere-cevabim/ Wed, 05 Jan 2011 00:52:24 +0000 /?p=12870 Merhabalar,

Sayın Sedat Laçiner, STAR’daki 4 Ocak, 2011 tarihli köşe yazısında, aynı gazetenin Açık Görüş ekinde 2 Ocak, 2011’de çıkmış olan yazıma bir eleştiri getirmiş. Yazısının tamamını aşağıya aldım.

Laçiner, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu – USAK‘ın kurucu başkanı ve şu andaki Genel Koordinatörü, ayrıca USAK – Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanıdır.

Siyasal Bilgiler’i bitirdikten sonra hem lisans üstü eğitimini hem doktorasını İngiltere’de tamamlamış bir aydınımız. Yazılarını zevkle takip ederim. Düşündürücü bulurum. Eleştirisini saygıyla karşılıyorum.

Hiç kimse bu koca ülkeyi, tarihiyle, bugünüyle, geleceğiyle kavrayacak analizleri tek başına üretemez. Hep beraber okuyarak, düşünerek, konuşarak öğreniyoruz. Hem biz değişiyoruz, gelişiyoruz hem milletçe oluşturduğumuz ortak akıl ve anlayış. En alim olanlarımız bile her söylediklerinde haklı olamazlar. Nerede kaldı ki ben olayım..

Dolayısı ile, “benim dediğim doğrudur, karşı çıkanlar haksızdır” tarzında bir duruşum yok. Yeter ki, eleştiriler Laçiner gibi ‘şabloncu olmayan’, ‘özgün fikirlerini dile getiren’ kalemlerden gelsin.

İnsanlar çeşitli görüşleri okuyacaklar, bunları kendi zihinlerinde sentezleyecekler, kendi gözlemleriyle harmanlayacaklar, kendi tercihlerini böyle oluşturacaklar.. İnsanların düşünmelerine vesile olmak bile başlı başına bir faydadır.

Bu, tabi ki fikirlerimi savunmayacağım anlamına gelmez..

Sayın Laçiner’e cevaplarım şöyle:


1.
Laçiner yazımdaki sorulardan en kolay savunabileceğim bir tanesini ele almış.
“Türkiye Cumhuriyeti olarak, Eruh-Şemdinli baskınlarından önce Kürtlere geri vermiş olduğumuz tek bir hak mevcut mudur?” diye sormuştum. Sorunun yanlış olduğunu ifade ediyor.. Konuyu bu noktadan açarak genişletmiş..
Bir kere, bu soruma “Evet vermiştir, verdiği haklar şunlardır..” şeklinde bir cevabını göremediğimi kaydedeyim.

2.
Laçiner, “1923’ten bu yana devletle ölümcül sorunları olmayan neredeyse hiçbir siyasi, dini veya etnik grup kalmamıştır” diyor.
Bunu abartılı bir genelleme olarak görüyorum. Herkesin çektiği sıkıntıyı eşit kabul edersek, en çok ezilenin hakkını yemiş olmaz mıyız?
Ben size kimbilir kaç tane dini veya etnik gurup sayabilirim ki, ‘ölümcül’ denebilecek hiçbir sorunla karşılaşmamışlardır.

Devletimizin yapısal özellikleri sebebiyle her kesim bazı hoyrat ve tepeden inmeci muamelelere maruz kalmış olabilir.. Ama, Kürtlere Atatürk, İnönü, 27 Mayıs, 12 Eylül dönemlerinde reva görülen ayrımcılık ve zulumleri, bir Egelinin ya da Trakyalının maruz kaldığı muameleyle kıyaslamak ne vicdana sığar, ne objektifliğe uyar.

Gerçekçi olmak zorundayız.. Ayrıca kalıcı bir çözüme ulaşmak istiyorsak, Laçiner’in bu sözlerini Kürt kanaat önderlerinin en azından bazılarının onaylaması gerekir.. Bizim ağzımızdan çıktıklarında, kan revan içinde bıraktığımız bir insana, “büyütecek fazla bir olay yok, ben diğerlerine de bir iki tokat attım.. hadi uzatma artık” demiş gibi oluyoruz..

3.
Devletin ve kendisini devletle özdeşleştirmiş, onun eylemlerini onaylamış kesimlerin Kürt vatandaşlarımıza özür borcu içinde olduklarını ve bu özürün Cumhurbaşkanlığı katından ve TBMM Başkanı, Başbakan ile Genel Kurmay Başkanı’nın katılımıyla alenen dilenmesi gerektiğini yazmıştım.. Çünkü ortada 1925 yılından beri açıkça ırk bazında uygulanmış bir ayrımcılık ve mahrum bırakma politikası var. Bunu ‘Atatürkçülük’ adı altında inkar edenlerimiz , ‘Türkçülük’ adına inkar edenlerimiz olabilir.. Farketmez.. Devlet bunu kendi belgelerinde açıkça göstermiş..

Laçiner’in “Zaten Türk devletlerinin genlerinde böyle bir özellik de yok. Kıbrıs sorunundan Ermeni meselesine kadar Türkiye’nin baskı veya artan maliyetler nedeniyle politikalarından vazgeçtiği görülmüş şey değildir. Tam tersine Türk devletleri baskı gördükçe hatalarında ısrar ediyor.” ifadelerinden, kendisinin ikinci guruba yakın olduğu anlaşılıyor.

Bu ifadeyi de gerçekçi bulmuyorum. ‘Türk’ kelimelerinin yerine yazılabilecek bir çok millet adı bulabilirim, aynı laf yine söylenebilir. Konuyu Türk devletlerinin genlerine bağlamayı kategorik olarak yanlış buluyorum.. Yine de gerekiyorsa bir kaç örnek vereyim: Devletimiz gördüğü baskılar sonucunda, Kuzey Irak’la ilgili ‘Kırmızı Çizgilerini’ yalayıp yutmuştur. NATO Genel Sekreterliği konusundaki tezlerini ha keza..
Musul ve Misak-ı Milli konusu ise, bu yalayıp yutma, bir de bunu millete yutturmanın en büyük ve traji komik örneğidir..

4.
Laçiner diyor ki:
“Demokratik Açılım’ın terörün sonucu olduğunu sananlara sormak gerekir, “eğer şu anki iktidarın yerinde CHP-MHP koalisyonu olsaydı, PKK istediği kadar terör yapsın, Kürtler aynı hakları alabilirler miydi?” Soruyu tersten soralım, “eğer Menderes 27 Mayıs’ta devrilmeseydi veya 1981’de bugünkü hükümete benzer bir hükümet tek başına iktidarda olsaydı Kürtçe yasaklanır mıydı? Eğer Özal, 12 Eylül generallerinin gölgesinden kurtulabilseydi, bir 5 yıl daha Kenan Evren’siz tek başına hükümet olabilseydi bugünkü Açılım bundan tam 15 yıl önce gerçekleşmez miydi?” Bir soru daha, “eğer PKK terörü olmasaydı militarist çevreler bu kadar uzun süre iktidarlarını sürdürebilirler miydi?”
Laçiner’in ilk sorusuna cevap vereyim: “Doğru. CHP – MHP koalisyonu olsaydı Kürtler bugün itibarı ile aynı hakları alamamış olabilirlerdi.. Hatta bölünme şiddetlenmiş olabilir, geri dönülmez noktalara daha yaklaşmış da olabilirdik..” Ancak, bu neyi ispatlar ki? Sadece şimdiki iktidarın politikalarının daha akılcı, gerçekçi ve yararlı olduğundan.. Gelinen noktayı daha doğru değerlendirdiğinden başka..
Bizi toplumca – iktidar da, askeri kanat da dahil olmak üzere – bu açılım noktasına getirmekte, maalesef PKK’nın silahlı direnişinin önemli rol oynamış olduğu gerçeğini.. Canımız yanmaya başlamadan – yine maalesef – toplum olarak, vicdan ve hukuktan yola çıkarak hiç bir adım atmadığımız gerçeğini, değiştirir mi?

Diğer sorularına karşı çıkmayayım. Sadece bir karşı soru sorayım. Ayrıldığımız nokta daha net anlaşılsın:
“Diyelimki 1995 yılında, müthiş bir askeri başarı ile PKK dağlardan temizlenip tamamen etkisiz hale getirilmiş olsaydı ve Kürtler arasında silahlı mücadelenin tamamen terk edilmesi konusunda bir mutabakat oluşsaydı.. Ortada ne dağda militan, ne şehirlerde terör, ne polise taş atan çocuklar kalsaydı, acaba başta askerlerimiz olmak üzere, Atatürkçü düşünce ile narkozlanmış kamuoyumuz ‘Kürtlere bir takım hakların iade edilmesi’ gibi bir talebe ne kadar kulak verirdi?
Benim cevabım ‘Maalesef, hiç kulak vermezdi..’ olacak.. Emekli generallerimizle yapılan söyleşiler de beni doğruluyor.. Nerede kalmış hak vermek, bazıları ‘Kürtlerin varlığından haberimiz yoktu’ demiyorlar mı?

5.
Bu işin silahla halledilemeyeceğini, dağa çıkmaların engellenemediğini, Kandil’e yüzbin askerle bile girilse sonuç alamayacağımızı, önce yabancılardan, sonra kendi generallerimizin ağzından duymamış olsalardı, pek çok insanımız bu anlayış noktasına gelebilecek miydi?
Benim cevabım “Hayır, gelemiyeceklerdi” olacak.
Peki, ‘silahla halledilemiyecek bu iş’ PKK değilse kimdir, nedir?
O demeçler bile, Genelkurmay dahil bütün karar odakları üzerinde ‘gücün etkisi’ni – yine maalesef – göstermiyor mu?

Gönül isterdi ki, devlet olarak, millet olarak, bu kan deryasına dalmadan, akıl, izan, vicdan, hukuk, uzak görüşlülük gibi hasletlerimizle sorunu hal yoluna sokalım. Olmadı. Yapamadık.. ‘Devlet etme’ kapasitemiz yetmedi..
Zira, Atatürkçü şartlanmalar o kadar derinlere işlemiş ki, bir kere çoğumuz Kürtleri Türklerden aşağıda görüyoruz. “Bu topraklar aslında sadece bizimmiş de, Kürtlere kendi insanlığımızdan bazı haklar bağışlıyormuşuz’ havasında değil miyiz? Bir Türk’ün gerçekten dünyaya bedel olduğuna, dolayısı ile diğer ırklardan – bu arada tabi ki Kürtlerden de – kesinlikle üstün olduğuna inanan az mı insanımız vardır?
Hala birbirimizi ve Kürtleri, ‘Türk’ kelimesinin ırki bir anlam taşımadığı palavrasına ikna etmeye çalışanlar biz değil miyiz?
Eğer ‘Türk’ kelimesi sadece bir üst kimliğin adıysa, o zaman ‘Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki hangi kanda mevcuttur? Türk üst kimliğinin kanı mı olur?’ diye sormayacak mıyım?
Bu Atatürk ırkçılığını, “o zamanın şartları öyleymiş, konuyu kapatalım” deyip rafa kaldırmadıkça, bizim Kürtlerle kalıcı şekilde barışma imkanımız yoktur..
Aramıza nifak sokan bu düşünce olmuştur. Aradan çıkarılmadıkça da olmaya devam edecektir.. Nitekim ettiğini görüyoruz..

6.
Laçiner, “Kısacası Türk milletinin Kürt ile bir sorunu yoktur” diyor.
Burada da bir genelleme ve abartma görüyorum. Evet, ‘Türk milletinin Kürtler ile Hitlervari bir sorunu yoktur. Ama bu yeterli midir? Önemli bir kısmının Kürt diliyle, Kürt kimliğiyle sorunu vardır. ‘Türküm diyemiyorlarsa gitsinler bu memleketten’ diyenlerimiz az mı?

7.
Laçiner’in bir ifadesi de şöyle:
Eğer Kürtler haklarını PKK sayesinde kazanıyor olsalardı, bu kazanımlar terörün dibe vurduğu bir zamanda değil, zirve yaptığı yıllarda gerçekleşirdi. Örneğin Öcalan yakalandıktan sonra Kürtçe’nin önündeki engeller bir bir ortadan kalkmaya başlamıştır. TRT, Kürtçe yayınlara başladığında da PKK’nın TRT’den böyle bir talebi yoktu. Hatta yayınların başlaması PKK’yı çileden çıkardı.
Ben silahlı mücadele ve verilen hakların bir takvim üzerinde bu kadar kısa aralıklarla incelenmesini doğru bulmuyorum. Genel eğilime işaret etmek istiyorum.
Devletimiz ilkesel bazda değil, reaktif olarak adım attığı için, hak verme yönündeki adımları, genellikle mücadelede insiyatifi ele geçirdiğinde daha rahat atabiliyor. Belli bir planı olmadığı ve kendisine güveni eksik olduğu için açılımını bir plan üzerinden yürütemiyor. Özellikle ‘zoru görünce hak veriyorlar’ denmesi konusunda elle tutulur bir hassasiyeti hatta kompleksi var.. ‘Böyle derler’ korkusuyla dağdaki bir eylem açılımı durdurabiliyor..

Ayrıca ben dahil, kimse “ne hak verildi ise, hepsi PKK’nın silahlı mücadelesi sayesinde verildi” demiyor..
Tabi ki öyle değil. Geçen on yıllar, asker sivil herkeste bir anlayış gelişmesi yarattı. Sanki milletçe ergenlikten yetişkinliğe geçmeye başladık. Doluya koyduk almadı, boşa koyduk dolmadı.. Düşündük, tartıştık, denedik, yanıldık..
Bu savaşın Çanakkale ya da Sakarya gibi olmadığını anladık.. En sonunda şehit analarının ağzından “Ne şehidi? Öldü benim oğlum!” çığlıkları duyulmaya başlandı. Dünyada 26 yıl süren bir savaş olmadığını görmeye, bu işin içinde bir tuhaflık olduğunu düşünmeye başladık.. Bağımsız adaylara PKK adayı dedik, sonra aldıkları toplam oy sayısına bakıp bir anlam çıkarmaya çalıştık.. Bir halka dilini yasaklamış olmanın utancı pek çoğumuza ağır gelmeye başladı.. Körü körüne savunduğumuz bazı slogan tarzı klişelerin aslında pek de matah düşünceler içermediğini sezmeye başladık.. O bölgenin adının 1840’lardan beri devlet belgelerinde Kürdistan olarak geçtiğini gözümüze soktular. Atatürk’ün I. Meclisinde bir çok Kürdistan mebusu bulunduğu halka anlatıldı.. Böyle böyle büyüdük, yalanların narkozundan çıkmaya başladık.. Tabi ki PKK tek etken değildi..

Ama Laçiner “PKK’nın etkisi yoktur, devletimiz bu hakları zaten tanıyacaktı, Kürtlerin çektikleri Kürtlere özel değildi, devletimizin genel tavrı buydu” derse.. Ben de “Kaç yıldır ben herhalde başka bir ülkede yaşamışım?” derim..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

Sedat Laçiner’in STAR’daki 4 Ocak, 2010 tarihli yazısı..
Açılım teröre verilen bir taviz mi?

BDP, MHP ve daha pek çoklarına göre Demokratik Açılım silahın bir sonucu. Milliyetçi ve ulusalcı Türkçülere göre Hükümet PKK teröründen korktu ve ‘ihanet projesi’ni geliştirdi. Kürtçülere göreyse eğer PKK olmasaydı Kürtler bugün kazandıkları hiçbir hakkı kazanamayacaklardı.

Bırakınız Kürtçü ve Türkçüleri, muhafazakâr ve liberal pek çok yazar ve düşünür de Kürtlerin hak kazanımını terörün sonucu olarak görüyor. Örneğin hafta sonu Açık Görüş’te yazan Tevfik İzmirli “Türkiye Cumhuriyeti olarak, Eruh-Şemdinli baskınlarından önce Kürtlere geri vermiş olduğumuz tek bir hak mevcut mudur?” diye soruyor.

İzmirli’nin sorusu birçok kişinin ortak sorusu. Fakat sorunuz yanlış olursa cevabınız da yanlış çıkıyor. Çünkü buradaki asıl mesele Kürtlükle değil, demokrasi ile ilgili. Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi genlerindeki temel sorun etnik, dini veya mezhepsel değil. Hastalıklı ve zorlu şartlar altında Cumhuriyet’i kuran kadro “halka rağmen halk için” ilkesinden hareket etti. Doğduğu dönemin tüm hastalıklarını bünyesinde taşıyan Cumhuriyet, beğenmediği milleti zorla değiştirmeye kalktı. Dini, mezhepleri, etnisiteyi, kılık-kıyafeti, yer ve kişi isimlerini, kültürü, siyaseti, gelmişi-geçmişi, hatta geleceği, kısacası akla gelebilecek hemen her şeyi değiştirmeye kalktı. Fakat değiştirmek istediklerinin önemli bir kısmı ya asla değişmeyecek türdendi, ya da kısa sürede değişmeyecek özelliklerdi. Sonuçta zorla değiştirme gayreti gayri-müslümler için de, dindar Müslümanlar için de, Aleviler için de, solcular için de zulme döndü. Bu nedenledir ki 1923’ten bu yana devletle ölümcül sorunları olmayan neredeyse hiçbir siyasi, dini veya etnik grup kalmamıştır. Devlet akla gelebilecek her türlü vatandaşına Cumhuriyet’in en az bir döneminde ‘iç tehdit’ muamelesi yapmıştır. Kısacası Türk milletinin Kürt ile bir sorunu yoktur. Mesele Türkiye’nin siyasi hastalıklarından kurtulması, milli iradenin devlet iradesi haline gelmesidir. Cumhuriyet’in ellerinden kaydığını düşünen sözde seçkinler çaresizlik içinde devrimcilikten zorbalığa dönmüşlerdir.

Bu bağlamda Kürt’e de, Türk’e de eziyet eden aynı zorbalardır. Bu nedenle Türk zorbaya kızıp Kürt zorbayı meşrulaştırmanın anlamı yoktur. Türkler için derin çeteler neyse, Kürtler için de PKK odur, o olmalıdır.
Basit bir mantık hesabı bile terör ile haklar arasında nasıl bir ters orantı olduğunu gözler önüne seriyor aslında: Eğer Kürtler haklarını PKK sayesinde kazanıyor olsalardı, bu kazanımlar terörün dibe vurduğu bir zamanda değil, zirve yaptığı yıllarda gerçekleşirdi. Örneğin Öcalan yakalandıktan sonra Kürtçe’nin önündeki engeller bir bir ortadan kalkmaya başlamıştır. TRT, Kürtçe yayınlara başladığında da PKK’nın TRT’den böyle bir talebi yoktu. Hatta yayınların başlaması PKK’yı çileden çıkardı.

Demokratik Açılım’ın terörün sonucu olduğunu sananlara sormak gerekir, “eğer şu anki iktidarın yerinde CHP-MHP koalisyonu olsaydı, PKK istediği kadar terör yapsın, Kürtler aynı hakları alabilirler miydi?” Soruyu tersten soralım, “eğer Menderes 27 Mayıs’ta devrilmeseydi veya 1981’de bugünkü hükümete benzer bir hükümet tek başına iktidarda olsaydı Kürtçe yasaklanır mıydı? Eğer Özal, 12 Eylül generallerinin gölgesinden kurtulabilseydi, bir 5 yıl daha Kenan Evren’siz tek başına hükümet olabilseydi bugünkü ‘Açılım’ bundan tam 15 yıl önce gerçekleşmez miydi?” Bir soru daha, “eğer PKK terörü olmasaydı militarist çevreler bu kadar uzun süre iktidarlarını sürdürebilirler miydi?”

PKK, Açılım’a savaş açtı

Anlamak isteyenler için soruları uzatabiliriz. Fakat meramımız kısadır: PKK nedeniyle Kürtçülük güçlenmiş olabilir, ancak Kürt’ün PKK sayesinde kazandığı herhangi bir hak olmamıştır. Tam aksine PKK oluru olmaz kılmış, çözüm çabalarını sabote etmiştir. Terör, bir yandan devlet adına eşkıyalığı meşrulaştırmış, diğer yandan demokratikleşmenin önünü tıkayan en önemli engellerden biri olmuştur. Bugün de terör demokratikleşmeyi yavaşlatıyor. Dikkat edilirse devlet, terör olayları hızlandıkça değil, yavaşladıkça liberalleşiyor. Başka bir deyişle terörün neden olduğu devasa maliyet devleti çözüme zorlamıyor. Zaten Türk devletlerinin genlerinde böyle bir özellik de yok. Kıbrıs sorunundan Ermeni meselesine kadar Türkiye’nin baskı veya artan maliyetler nedeniyle politikalarından vazgeçtiği görülmüş şey değildir. Tam tersine Türk devletleri baskı gördükçe hatalarında ısrar ediyor. Bu bağlamda eğer ortada bir demokratikleşme varsa biliniz ki bunun temel nedeni PKK değildir. Aksine sorunun bir ürünü olan terör örgütü, sorun çözüldükçe bunu varlık nedenine saldırı olarak görmekte ve hak-özgürlükler alanını daraltmak için her türlü sabotajı gerçekleştirmektedir . Nitekim PKK’nın daha ilk aylardan itibaren Demokratik Açılım’a savaş açmış olması tesadüf olmasa gerektir.

Sonuç olarak Açılım’ı hangi nedenle olursa olsun terörün sonucu gibi görenler hem ülkelerine büyük bir haksızlık ediyorlar, hem de ülkenin demokratikleşmesine en büyük zararı veriyorlar.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sedat-laciner/acilim-terore-verilen-bir-taviz-mi-320924.htm

]]>
Tevfik İzmirli – Kısa Yorum – Garnizon Koşusu Yapılamadı.. /2010/12/tevfik-izmirli-kisa-yorum-garnizon-kosusu-yapilamadi/ Mon, 27 Dec 2010 23:46:43 +0000 /?p=12569 Merhabalar,

Atatürk’ün Ankara’ya geldiği tarih olan 27 Aralık, 1919 her yılın aynı gününde yapılan törenlerle anılır ve kutlanır.. Bu kutlamalardan biri de Harp Okulu öğrencilerinin ve bazı başka askeri birliklerin şehir içindeki ana caddelerden de geçerek yaptıkları ‘Garnizon Koşusu’dur. Bu sene, basına yansıdığına ve Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesinden yaptığı duyuruya göre, Ankara Valiliği güzergah tahsisi yapmayınca bu koşu yapılamadı..

Benim yorumum şöyle:
Önce bu gayri medeni kutlama şekline dur diyenler kimler ise, hepsine teker teker teşekkür etmek lazım.. diyorum.


Çünkü bugüne kadar yaşanan manzara şuydu:


Böyle bir görüntü, sevgili Atatürk’ün hedef gösterdiği ‘Muasır Medeniyet’ seviyesine ulaşmaya çalışan bir ülkeye layık mıdır? Ya da çağdaş bir ülke böyle bir görüntüye müstehak mıdır?

Böyle bir görüntüye Paris, Londra, Berlin, Washington DC, Roma, Madrid ve hatta Moskova’da rastlayabilir misiniz?

Milli Bayram değil, Zafer Bayramı değil.. Öyle günler zaten resmi tatil, bu tip törenlere ayrılmış yerlerde askeri geçit töreni yapılıyor. Herşeyin yeri var, zamanı var.. Bir iş gününde, üzerlerinde kamuflajlı tatbikat kıyafetleriyle, başlarında çelik miğferleriyle, çarpraz tutuşta piyade tüfekleriyle şehrin göbeğinde trafiğe kapatılmış caddelerde marş söyleyerek tabur tabur koşan askerler Kuzey Kore’den başka hangi ülkede normal karşılanabilir?

Bu manzaralar askerlerimize normal gelebilir. Eğer öyleyse, demek ki onları sabırla eğitmeye, çağdaşlatırmaya çalışmamız gerekiyor. Kızamayız. Onlar bizim askerlerimiz. Kendileri zaman zaman bunun bilincinde olmasalar da, maaşlarını biz ödediğimize göre eğitimleri de bizim sorumluluğumuzda.

Yarın hükümet ya da vilayet ‘çevir kazı yanmasın’ taktiğine başvursalar da benim görüşüm bu yönde..

Son bir not da şu:
Geçen seneki koşudan sonra ‘Askerin sesi’ Mehmet Ali Kışlalı’nın, 30 Aralık, 2009 tarihli yazısının şu kısmı asıl verilmek istenen etkiyi zaten itiraf ediyor:

Bu, Ankara’da son zamanlarda pek görülmeyen askeri gösteriyi seyrederken, 1960 yılının 27 Mayıs’a yaklaşan günlerinde, Hint Başbakanı Nehru, İsmet İnönü’yü Pembe Köşk’te ziyaret ederken Harp Okulu öğrencilerinin yaptığı benzer yürüyüşlerinin Ankara’da yarattığı heyecan dalgalanmasını hatırladım.“..

‘Hatırladım’ diyen Sayın Kışlalı’ya da ‘matah iş ettin’ cevabını yolluyorum..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli ile “Kürt Özerklik Manifestosu” üzerine ropörtaj.. /2010/12/tevfik-izmirli-ile-roportaj/ Tue, 21 Dec 2010 04:25:59 +0000 /?p=12132 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, BDP’nin TBMM’de Kürtçe konuşma girişimine karşı bir yorumu oldu.. Abdullah Gül, resmi dilin Türkçe olduğunu, TBMM’de kullanılacak dilin Türkçe olduğunu.. Bunun Meclis İçtüzüğü’nde belirlenmiş olduğunu vurguladı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

TV’de izledim. Abdullah Gül, bu konuşması ile ne kadar vizyonsuz bir Cumhurbaşkanı olduğunu bir kere daha göstermiş oldu.. Cumhurbaşkanlığı bakımından maalesef acınacak bir haldeyiz.. Abdullah Gül’ün hakkıyla yapabileceği en yüksek devlet hizmetinin Kayseri Valiliği olduğunu düşünüyorum..
Bir Cumhurbaşkanı, bu kadar hayati konuda bir tüzük maddesinin ardına sığınır mı? Sen tüzük maddesini öne sürersen, karşı taraf ‘o zaman o tüzük maddesini değiştiriverelim’ dediğinde cevabın ne olacak?
Bir Cumhurbaşkanı, bu kadar temel bir konudaki bu kadar radikal bir siyasi talebi bu kadar çocukça bir mazaretle mi göğüsler?
Nerede senin siyasi, felsefi, toplumsal, anayasal argümanların?
Bir an önce görev süresi dolsa, Erdoğan Cumhurbaşkanı olsa, Binali Yıldırım’ı Başbakan olarak görsek.. Abdullah Gül de Kayseri’deki bir üniversitenin mesela mütevelli heyeti başkanı olarak ya da Fethullah Gülen vakıflarının birinin Onur Başkanı olarak hizmete devam etse.. diye sabırsızlanıyorum.. Aldığı bir kuru maaşın bile hakkını veremiyor, bence..

Peki, aynı konuda sizin değerlendirmeniz nedir?

BDP’lilerin, daha doğrusu Abdullah Öcalan’ın belli bir hedefe yönelik planlı adımlar attıkları görülüyor.. Bu kadar radikal bir paketin dayatma uslubuyla gündeme getirilmesi.. Önerilerin içinde ‘Öz savunma güçleri’ gibi bir takım fantazilerin bulunması.. Kabul edilmesi mümkün olmayan taleplerin dayatılması.. Başka niyetleri olduğunu gösteriyor..

Ne gibi?

Türkiye kamuoyu Atatürkçülük denen narkozun etkisinden yeni yeni çıkmaya başlayan bir hasta gibi.. Bilinci, doksan sene sürmüş narkoz uygulamasından sonra yeni yeni açılıyor.. Daha otuz yıl önceki devlet başkanımız olacak şahıs, bu millete “Kürt yoktur.. kart kurt..” zırvalarını satan bir cahildi.. Kürtçe konuşmayı bile kanunla yasaklatmıştı.. Gerçi bu cahil dahi emekli olduktan sonra “En büyük hatam buydu” dedi ama ne fayda?


Bugüne dönersek?

Şunu demek istiyorum.. bu kadar ağır bir narkozdan sonra yeni yeni uyanmaya başlayan bir hastaya biraz daha sabır göstermek gerekiyordu.. Milletimiz bu narkoz dönemi yüzünden bazı konularda onbeş yaşındaki bir ergen gibi.. Yeni yeni büyüyor, gerçeklerin farkına varıyorken.. Kürtlerin varlığını daha dün kabul etmişken.. Cemevlerinin varlığından haberdar olalı henüz yirmi yıl dolmamışken.. Zaten her gördüğünü ilk defa görmüş gibi hayret eden, hafızası silinmiş bir hasta gibiyken..
Tam Kürtlerin dilinin de asgari saygıyı görmesi gerektiğini içine sindirmeye başlamışken.. Kürtçe yayın yapan TV’ler yayına girmişken.. daha pek çok konuda demokratik esaslar dahilinde beraber yaşama anlayışı gelişirken.. bu taleplerle ortaya çıkmak ya aptallıkla açıklanır ya kötü niyetle..

Ne bakımdan?

Şöyle.. bu taleplerde israr edildiği takdirde tüm iyiye gidişin.. günden güne gelişen anlayış ortamının bir anda havaya uçacağını görmek için alim olmaya gerek var mı? Hangi devlet kendi sınırları içinde alternatif bir silahlı güç kurulmasına izin verebilir? Bu talepler ‘demokratik talepler’ başlığının altına sığabilecek talepler değil.. Bunlar resmen ‘ayrılıkçılığın manifestosu’.

Bu taleplerde israr edilmesi ne gibi gelişmelere yol açabilir?

Köşeye sıkıştırılan kedi misali nasıl Kürtler yanlış Atatürkçü anlayışın tek etnisiteli, asimilasyon, ayrımcılık, adam yerine koymama, inkar, zulüm, işkence uygulamalarının sonunda dağa çıkmaya neredeyse itildiler ise.. Şimdi de Türk tarafı aynı ümitsizliğe kapılıp.. “Maliyeti ne olursa olsun bu önerileri kafanıza geçiririm” noktasına gelebilir..
Sağduyunun yerini ‘vurdulu kırdılı’ söylemler alabilir.. Nerede duracağı bilinmez..

Bu gidiş kime yarar?

Bu ülkenin sendelemesini bekleyenler dışında kimseye yaramaz.. Herkese zararı olur.. Büyük talihsizlik.. Bir kırılma noktası bu.. Doğal gelişimle gelinen bir noktada değiliz.. Çekmeceden çıkan bir plan masanın ortasına atılıverdi..

Neden ‘talihsizlik’ lafını kullandınız?

Şundan.. Tam Türk tarafı Atatürkçülük narkozundan kurtuldu.. kendi aklını, kendi vicdanını dinlemeye başladı, derken, birden bire Kürtlerin ‘Apo narkozu’ altına giriverdiğine şahit oluyoruz.. Bu talepleri ortaya atan akıl – ki bu Apo aklı – ya gerçekçilikten yoksun, rüyada yaşayan, güç dengelerini değerlendiremeyen bir akıl.. Ya da bizi birbirimize düşürmekte çıkarı olan bazı güçlere hizmet eden satılmış bir akıl.. Bu hamleyi bir deli yapmazdı..

Neden yapıyor peki?

Çok iyimser düşünürseniz böyle şok taleplerle, avantajlı bir pazarlık pozisyonu yaratmaya çalışıyorlar.. denebilir.. ölümü gösterip sıtmaya razı etmek denilen taktikle.. gelecek sene gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa tartışmalarında, bu pozisyondan geriye gele gele bir anlaşma noktası arayacaklardır.. ama tabi bu çok zorlama bir iyimser yorum.. Amacın bundan ibaret olduğunu düşünmüyorum..

Peki sizce asıl amaçları ne?

Asıl amaçlarını acaba kendileri biliyorlar mı? Bu önerdikleri daha doğrusu tek taraflı olarak dayattıkları paketin bugünkü Türkiye’de tartışılması dahi mümkün değildir.. Bunun tarihi şartları mevcut değildir ki siyasi şartları oluşmuş olsun..

O zaman amaçlanan ne olabilir?

Bu durumda üç ihtimal var: Birincisi; Konu, uluslararası –  bölgesel denklemler düzlemine kaydırılmak isteniyor olabilir.. Eğer böyle ise, mantıklı analiz yapma imkanı kalmaz.. Analizler ‘politik kurgu romanı’na döner.. Çözümün Türkiye dışında aranması, dış güçlerin yönettiği ortamlarda aranması felaket getirir.. Akla sayısız sorular gelir.. İlk gelecek sorular şunlar olur: Acaba Türkiye’nin bölgesel güç olma yönünde attığı adımlar takılan bir çelme ile mi karşı karşıyayız?.. Acaba Türkiye’yi Irak’a sokma çabalarının bir parçası mı?.. gibi..

İkinci ihtimal nedir?

Ya da Türk devletine zor kullanmaktan başka yol bırakmayacak bir hamle yapılmaktadır.. Bunun üzerinde spekülasyon yaparsak.. Türkiye’deki demokrasi karşıtı güçlerin, Kemalist ulusalcı zihniyetin değirmenine su taşıyacak bir süreç başlatılmak isteniyordur.. Bu da Türkiye’nin bölünmeden yaşaması yönündeki ümitleri söndürür.. Sonu kesin ve kanlı bir bölünme olacak bir yola girilir.. Devletle yöre halkını karşı karşıya getirip oluşacak trajedilerden fayda uman bir planları olabilir..

Ya üçüncü ihtimal?

Ya da gerçekten ‘Mikro milliyetçi – tecrübesiz milletlere mahsus – akılsızlık’ ile karşı karşıya bulunuyor olabiliriz..

Bunu açar mısınız?

Bu benim icat ettiğim bir kavram değil. Literatürde yeri var.. Ben pek çok yerde rastladım.. Tarihi tecrübesi yeterli olmayan milletler ya da topluluklar çabuk heyecanlanıp ani yanlışlar yapabiliyorlar..

Örnek verebilir misiniz?

O kadar çok örneği var ki..
Mesela; Gürcistan’ın sonu hüsranla biten hesapsız kitapsız Osetya hamlesi..
Mesela Kıbrıs’lı Rumlar’ın gerekli sabrı göstererek Türklerin erimesini beklemek yerine 1974’de aniden heyecanlanıp hemen sonuç alacaklarını zannederek Türk müdahalesine yol açmaları..
Mesela Yunanistan’ın boyundan büyük hırslarla 1919’da Anadolu’ya çıkması..
Mesela Saddam’ın gerçek dünyadan koparak 1990’da Küveyt’e girmesi,
Mesela Doğu Anadolu Ermenileri’nin önü arkası hesaplanmamış bir bağımsızlık coşkusuna kapılarak Rusya ile işbirliği içinde Osmanlı’ya kılıç çekmeleri..
Dikkat ederseniz nüfusca küçük miletlerde ve köksüz devletlerde böyle bir acele ile büyük lokma yutma hevesi sık rastlanan bir hastalık.. sonu hep hüsranla biter bunların.. Ya büyük bir güce alet olmuşlardır.. o büyük güç işi bittiğinde bunları unutmuştur.. Ya da fizibilitesi olmayan bir hülya peşinde kendilerini maceraya atmışlardır..


Türkiye Kürtleri neden bu hatayı işlesinler?

Bizim Kürtlerimiz maalesef bir lider kıtlığı içindeler.. Abdullah Öcalan’ın hapiste olması onu muhtemel yıpranma sürecinden de korudu.. Vefa duyguları ağır bastı.. Bir nevi ‘tek ve değiştirilemez önder’ statüsünü pekiştirdi.. Öcalan’ın kendisinden bağımsız politika önerebilecek Kürtlere uyguladığı Stalinvari yöntemler de belli.. Sesi soluğu çıkan Kürt aydını sayısı git gide azaldı.. Şimdi karşımızda, yıllardır hapiste olan, ‘Ekolojik Cumhuriyet’ gibi zırvalara kafa yoran, böceklerin hayatı ile ilgili kitaplar okuyan bir insan ve korkudan onun fikri ipoteği altına girmiş, şahsiyetinden vazgeçmiş bir kadro var.. Kürtlerin akılları da Apo’nun ipoteği altında.. Bu da ciddi bir talihsizlik..

Türkiye bu durumda ne yapmalı?

Bu konuda benim kafam net.. Önce.. Panik yok.. Küçük devlet reflekslerini gündemden çıkartarak hareket etmek lazım.. Komplekslerden arınmış.. sakin ve bilinçli adımlar atmak lazım..

‘Küçük devlet refleksleri’ ve ‘Komplekslerden arınmış’ derken?

Küçük devletlere yakışacak intikam alma, had bildirme, güç sergileme gibi tutumlardan uzak durmak lazım.. Güç zaten bizde.. Önemli olan bunu akıllı ve ülkenin uzun vadedeki çıkarlarına uygun şekil ve yöntemle kullanmak..
Komplekslerden arınmış derken de, “Hak verirsek, ‘Bak dağdakileri indiremediler mecburen hak veriyorlar’ diyen olur mu?” gibi sorulara.. “Önce dağdakiler insin sonra haklarını tanıyalım” gibi önerilere kulak tıkamayı kastediyorum..
Çünkü bunlara göre hareket etmek insiyatifi karşı tarafa teslim etmek anlamına gelir.. Senin kendi Kürt vatandaşlarına haklarını verip vermemen gibi temel bir konu dağdaki üç – beşbin silahlı adamın insiyatifine kalır..
Bu adamların dağda kalmasını sağlayacak bir dış güç, senin Kürt vatandaşlarınla olan ilişkilerini tayin etmiş olur..
Bu karşı tarafa açıkça “Şu düğmeye basarsan ben bu hareketi yaparım.. ben bir robotum..” mesajını vermektir..
Halbuki benim devlet olarak kendi doğrularım, kendi planım olmalı ve bu plan uluslararası hukuk ile benim milli menfaatlerimin kesiştiği noktalara dayanmalı..
Üç – beşbin gerillanın tercihine değil..

Somut olarak ne önerirsiniz?

Önce karşı tarafın hamlelerine karşı hamle yapmak gibi ‘reaktif’ tutuma girmeye gerek yok. Bu, insiyatifi karşıya teslim etmek olur.. Onlar istediklerini söylesinler.. Biz kendimize vicdani, uluslararası hukuka uygun bir mevzi inşa edelim ve orayı savunalım..
Haklar konusunda, bugüne kadar yaptığımız ‘mecbur kaldıkça ver ama mümkün olan en azını ver.. kalanını ertele.. gıdım gıdım ver’.. taktiğini hemen terkedelim.. Eğer söz konusu olanlar Kürt vatandaşlarımızın hakkı ise.. Bunlarda pintilik etmenin, adeta yalvartarak vermenin.. ertelemenin.. sonra mecbur olunca biraz daha vermenin hiç bir faydası yok.. Babamızdan miras kalan maldan bir üçüncü kişiye bağış mı yapıyoruz? Yoksa babamızın mirasında hak sahibi olan, varlığını sonradan öğrendiğimiz kardeşimizle mi hesap görüyoruz? Bu noktayı açıklığa kavuşturmamız gerek.. Bu da bizim eksikliğimiz.. Bugüne kadar, hem faydasız hem ahlaksız bir tutum içinde olageldik.. Bunu itiraf edelim..
Aramızda, adamların anadilleri üzerindeki yasağın kaldırılmasını bizim bir lutfumuz olarak görenler var.. Sayıları da az değil..

Verebileceğimiz, vermemiz gereken, uluslararası hukukun şartı olan tüm hakları yarın sabahtan tezi yok anayasal güvencesini de tanıyarak verelim.. Son derece anlaşılabilir, savunulabilir, vicdanlara ve hukuka uygun bir çizgiye gelelim.. Dağda üçbin değil üçyüzbin gerilla da olsa vermeyeceklerimizi vermeyelim, bir tane bile gerilla kalmamış olsa vereceklerimizi ise verelim.. Bunun ötesini kırmızı çizgi olarak ilan edelim.. Bu çizgi, karikatür karakteri generallerimizin abuk Kuzey Irak kırmızı çizgisi gibi hayali olmasın.. Hukuki ve anayasal olsun..

Başka?

Bu haklar sadece Kürtlere ya da Güneydoğu Anadolu’ya mahsus olamaz..

Neden olamaz?

Biz ırk ya da bölgeler esasına göre yapılanmış bir devlet değiliz.. Bu sadece kanunlarla, Anayasa ile tanımlandığı için böyle değil, tarihsel gelişimizde yok bu.. Bu tip yapısal özellikler ya çok uzun süreçlerde yavaş yavaş oluşurlar ya da büyük savaşlardan sonra yeniden yapılanma süreçlerinde değişirler.. Bu gece yatalım, sabah kalkınca yaparız, denecek işlerden değildir.. Bu kimsenin gücü dahilinde bir iş değildir.. Dolayısı ile yapılacak iyileştirmeler, ‘genellik prensibi’ uyarınca, ‘hiçbir zümreye ya da guruba ayrıcalık tanınamaz’ prensibi uyarınca, tüm yurtaşlarımızı kapsamalıdır.. Aleviler’in Diyanet’de temsilinden – ya da Diyanet’in lağv edilmesinden – tutun, seçim barajının düşürülmesine, yargının demokratikleşmesinden askerin sivil otoriteye tabi kılınmasına, dokunulmazlığın sadece kürsü ile sınırlandırılmasından, şiddet içermedikçe bölücülüğün suç olmaktan çıkarılmasına kadar ileri demokrasinin tüm gereklerini karşılayacak bir paket şart..

Bu arada Kürtlere düşen sorumluluklar yok mu?

Var tabi.. Onlar da ‘Ben geçmişte çok eziyet çektim, şimdi ne kadar saçmalasam hakkımdır’ diye özetlenebilecek, Hitler’den çok çekmiş Yahudilerde görülen ‘sorumsuzluk sendromu’ndan çıkmak zorundalar.. İlerlemek istiyor muyuz? Yoksa geçmişe ağıt yakma seansı mı düzenleyeceğiz? Akıl çizgisine gelmeleri lazım.. Anlayış gösterilmesinden yanayım.. Bana göre Türkiye Cumhuriyeti’nden bir ‘Kurumsal özür’ alacakları da var.. Ama bu, bir takım zırvaları savunma ve cephaneliğe elde meşale ile girme özgürlüğünü vermez onlara..
İkinci sorumlulukları.. Zamanın iyileştirici etkisini kullanmak.. kullanılmasına fırsat tanımak..

Bu ne demek?

Büyük çapta bizim kusurumuzdan da kaynaklansa, tatsız bir yakın geçmiş bagajı altındayız.. Aramıza güvensizlik, hatta kan bile girmiş.. Ciddi zamana ihtiyaç var..

Zamanın ne faydası olacak?

Şu faydası olacak.. Mesela şu 2010 yılında Türk Milli Futbol takımı sahada oynarken, deli gibi tezahürat yapan seyircilerimizden bir gurup bir yandan ‘Türkiye! Türkiye!’ diye bağırırken bunların bir kısmının diğer ellerinde Türk bayraklarının yanında birer de kara kartallı Arnavutluk Bayrağı görsek şüphelenir miyiz? Ben şüphelenmem.. Arnavutluğun Osmanlı’dan bağımsızlığını elde etmesinden beri aramızda en ufak sıkıntı yaşanmamış.. Ülkemizin sadık Arnavut asıllı vatandaşları, hem Türk Milli Takımı için kendilerini parçalıyorlar, hem de Arnavutluğa olan yakınlıklarını sergiliyorlar, diye düşünürüm. Aynı resmi Makedonya Bayrağı, Bosna Hersek Bayrağı için düşünün.. Hiç sıkıntı yok.. Ama, misal, İstanbullu Rumlar aynı şekilde Yunan Bayrağı açarlarsa linç tehlikesi bile yaşayabilirler.. Bu bir algı meselesi.. Bugün gündeme getirdikleri ‘Ayrı bayrak’ konusu da hem zamansız, hem gerçekçi değil.. Zamanlama, art niyetli değilse, çok yanlış..

Yani bir gün gelir Kürt Bayrağı da çekilebilir mi?

Tabi çekilebilir.. Aynı milli maçın 2030 yılında oynandığını düşünün.. huzur dolu bir yirmi yıl geçmiş.. Pek çok Kürt vatandaşımız bu ülkeye hizmetleriyle katkıda bulunmuş.. Bir tanesi Kürtçe romanıyla Nobel Edebiyat Ödülü aldığında, diğeri olimpiyatlarda altın madalya kazandığında, hem Kürt olmakla, hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmakla ne kadar mutlu olduklarını ifade etmişler.. Bu, genel bir tavır haline gelmiş..
Binlerce Kürtçe öğrenmiş Batı Anadolu’lu Türk genci yazlarını Kürt köylerinde gönüllü olarak hizmet ederek geçiriyor.. Kimi öğretmenlik yapıyor, kimi tıbbi hizmet götürüyor.. Aradan bu şekilde yirmi yıl geçmiş olsa.. O milli maç Diyarbakır stadında oynanıyor olsa.. Kim gocunur sarılı yeşilli Kürt bayraklarından?
Daha ileri bir örnek vereyim.. Huzurlu bir barış ortamına bugün girsek.. 29 Ekim, 2015 günü Diyarbakır’da yapılan Cumhuriyet Bayramı törenlerinde yürüyen öğrenciler ellerinde hem Türk bayrakları hem Kürt bayrakları ile yürüseler, bunun engelleneceğini düşünür müsünüz?
Ama sen bunu 2010 yılında ‘Bayrağımı asarım’ dayatması halinde ortaya atarsan.. “Ey devlet! Gel bu bayrağı indir de olaylar iyice çığrından çıksın” demiş olursun..

Peki siz şu yukarıdaki önerilerinizin ya da benzerlerinin hayata geçebileceğine inanıyor musunuz?

Hayır inanmıyorum.

Neden inanmıyorsunuz?

İnanmıyorum.. Çünkü halk olarak o siyasi olgunluktan henüz uzağız.. Milletler çocuklar gibi, hangi konuda baskı altında yaşamışlarsa, o konuda eksik kalırlar.. Ruslar seksen sene ekonomik faaliyetten yasaklanmışlar.. bugün esnaflık bile yapamaz haldeler.. Türkler de öyle.. Siyasi sorumluluktan mahrum bırakıldıkları seksen – doksan yıl onlarda ‘siyasi erişkinliğe ulaşamama’ hasarı yaratmış durumda.. Sen üç – dört nesli siyaset diye ‘kumda oynamaya’ mahkum edersen ve hükümetler ile meclisin etki alanını neredeyse sadece bayındırlık hizmetleri ile sınırlayıp direksiyonu bir Kemalist bürokrat klanın elinde bırakırsan, işte böyle ‘siyaseten iğdiş edilmiş’ bir halkın ve siyaset sınıfın olur elinde.. Halkımızın yüksek tahsilli kesimleri bile yakın tarih ve bu ülkenin beşeri coğrafyası konusunda tın tınlar. Resmi tarih olarak üniversitelilere bile bir ‘tek adamdan çocuklara masallar’ kitabı okutursan, coğrafyayı sadece nehirler ve dağların bilimidir havasında, insan unsurunu çıkararak verirsen, ne bekleyebilirsin? Memlekette kaç etnik gurup olduğunu İngiliz araştırmacılardan, yakın tarihi yasaklanmış yayınlardan öğrenmek zorunda kalmış bir memlekettten bahsediyoruz. Onun için hep söylüyorum.. Çağırın şimdi Atatürk’ü düzeltsin bu işleri diye.. Atatürk’ün kendi elleriyle başlattığı, kendi insanını bilgisiz bırakma / memleketinde yaşayan insanların ırkından, dilinden, mezhebinden habersiz yetiştirme / Türkçesi ile, ‘sosyal ve siyasi konularda’ cahil bırakma çabaları ile yetiştirdiği nesillerde, bu boy problemlerle başa çıkacak kapasite yok.. İspatı mı? CHP Kongresi’ne bir bakıverin.. Onlar hala Diyarbakır’a fabrika yapmaktan bahsediyorlar.. Koca kongreyi ‘Kürt’ ve ‘Alevi’ kelimelerini ağızlarına almadan tamamlamayı başardılar.. bir de devrim söylemi çıkardılar ortaya.. O kanadın devrimden anladığı “Atatürk’ün gardrop devrimi’nden başka bir şey değil halbuki..
Askeri kanadın durumu daha vahim.. Onların sözde en iddialı oldukları konular bu tip ‘milli beka’ yı etkiliyecek başlıklar.. Gerçek hayatta ise bakıyoruz konunun en cahili onlar.. Çünkü onlar Atatürkçü olmaktan da öte bir durumdalar.. Resmen Atatürk’e tapıyorlar.. Tam akıl tutulması halindeler. Emekli Kara Kuvvetleri Komutanı olacak muhteremin kendi ağzından itirafı var. “Ben kırk yaşıma kadar Kürtlerin bizlerden ayrı bir gurup olduklarını bilmiyordum.. Bize kart – kurt şeklinde anlatılmıştı” diyor.. Adam Emekli Orgeneral.. Daha ne desin? Bir adım sonrası Taksim meydanında “Ben cahilim” diyerek anırmak.. Bunlardan mı hayır gelecek?
Halbuki şu söylediklerimin ya da çok daha akıllıca düşünülmüş benzerlerinin yapılabilmesi için, bir ‘yüksek vasıflı devlet aklı’nın etrafında mutabakat olması lazım.. Bu yok.. Olacağı da yok.. O cesaret, Atatürkçülük narkozu yemeden büyüdükleri için sadece İslamcı kanatta var.. Çünkü kim daha az dozda Atatürkçülüğe maruz kaldıysa onun aklı daha berrak..
Ama bu tek kanatla uçabilecek bir kuş değil maalesef..

]]>
Tevfik İzmirli – “Türk Basını – yazılı ya da görsel fark etmiyor – bu haliyle 2010 Türkiyesini taşıyamıyor..” (II) /2010/12/turk-basini-ii/ Mon, 20 Dec 2010 06:50:11 +0000 /?p=11183 Merhabalar,

İlk yazıda basınımızdaki ‘Ekonomi haberleri ve yorumları”nı ele almış, ekonomi yorumcularına teşekkür etmiş, ekonomi habercilerine ‘Bunlar haberci değil şirketçi” demiştik.

Bu ikinci kısımda basınımızın ‘Ekonomi dışı haber ve yorumlar’ına değinmek istiyorum.. Yedi – sekiz belli başlı günlük gazeteyi kastederek yazdığımı hatırlatayım..

Gazetecilere gazetecilik dersi vermek değil amacım.. Sadece kendi eleştirilerimi yazıyorum.. Bu görüşleri paylaşanlar vardır diye düşünüyorum..

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim.. The New York Times tadında bir gazete bekliyorum.. NY Times’ın kapsamına ve derinliğine ülke olarak ulaşmamız henüz mümkün olmasa da, onu örnek almaya çalışanlar çıkarsa, o da makbulüm.. Biliyorum haberin ne üretiminde ne tüketiminde NY ile aşık atamayız ama hiç olmazsa kendi ölçülerimizde..

Türk gazeteleri sanki çocuklar, varoşlar, küçük esnaf ve küçük memurlar için çıkıyorlar.. Dayanıklı tüketim mallarının hedef kitlesi ile gazetelerin hedef kitlesi sanki çok yakın.. Haberler kısa ve yüzeysel.. Haber başlıkları ‘rating’ e yönelik.. Beş dakikada tüket at.. Bir kenara koyayım, şurasını daha sonra okurum diyecek tarafları yok..


1.
Üçüncü sayfa haberleri ülke çapında habermiş gibi veriliyor.

Bu tip haberlerin yeri ya yerel basın olmalı ya da gazetelerin şehir ekleri.. Popüler TV kanalları da bunları kullanabilir.. Eskinin sekiz sayfalık gazete ve tek kanallı TV devri biteli yıllar oluyor. O zaman anlaşılabilirdi.. Alınan tek gazetenin o sekiz sayfasına mahkeme haberleri de sığacaktı, dış politika da. Ayrıca haber fukarası, durgun, siyah beyaz bir Türkiye’de yaşıyorduk. Adliyede cereyan eden önemli bir olay manşetlerde yer bulabilirdi.. Artık ülke olarak yeteri kadar karmaşıklaştık.. Her türlü haberi tek pakette vermenin anlamı kalmadı..
‘Filan kasabada kaybolan çocuk’, ‘Eşeğini ararken sele kapılan adam’ gibi haberler sadece’ satır başı olarak, neredeyse fotoğrafsız verilmeli..
Kıskançlıktan karısını doğrayan adamdan bana ne? Ne ilk, ne son, ne de yeni bir suç tipine işaret ediyor.. Adam ya da kadın ülke çapında tanınmadıkça..

2.
Başlıklarda kafiye tutturma – harf oyunları saçmalığı bırakılmalı..

Bir habere dikkat etmesi için bu tip zorlama şaklabanlıklara ihtiyaç duyan okur tipine hazırlanmış bir gazeteyi elime almak bile istemiyorum..

3.
Haberlerde takip yok.

Bugün manşet – yarın çöp.. Haberlerin arkası takip edilmiyor..

4.
Haberlerin öncesi – gelişimi verilmiyor..

Çoğu haber sanki gökten düşmüş, o sabah yolda bulunmuş gibi veriliyor..

5.
Kademeli – katmanlı haber yazımı bilinmiyor ya da kimse okumaz diye kullanılmıyor..

Bugün diyelim ki Türkiye’nin herhangi bir yerinde.. konuya yakın olanların, takip edenlerin, umduğu, beklediği bir gelişme olsa.. Bizim gazetelerimiz bunu yazarken tek tip, hepsi konuyu aynı derecede bilen ya da bilmeyen bir guruba yazar gibi yazıyorlar. Halbuki okuyanların o haber hakkında bidikleri aynı değil. Haberler kademeli olarak, katmanlar halinde verilmeli. Konuyu izleyerek gelen okur ilk bir iki paragrafı okuduğunda son gelişmeyi anlayıp değerlendirebilir. Diğer uçtaki, o konuyu o güne kadar ilgi göstermemiş bir okur, okumaya bu haberle başlayacaktır. Bu okura o ilk bir iki paragraf yeterli olmayacaktır.. Haberin devamı, okudukça konunun nereden geldiğini, ne tarafa gitmekte olduğunu.. yani olayın geçmişini anlatmalıdır. Bunu sonuna kadar okuyan okur artık o konuda bilgilenmiş olarak, ileride aynı konudaki yeni haberin sadece ilk bir iki paragrafını okuyarak kendisini güncelleyebilecektir..

6,
Özetlemede aşırıya kaçılıyor..

“Haberi gereksiz detaylarından arındıralım, fazla uzun olmasın, yoksa bizim okurumuz sıkılır” düşüncesi aşırıya vardırılıyor. Özetleyelim derken haber kuşa çevriliyor. Ömrünü verdiği eserini tek cümlede özetlemesi istenen adamın haline düşülüyor..
TV’de kaçırdığınız bir konuşma ya da demecin tam metnini olmasa da, doyurucu bir özetini bulabileceğiniz gazetemiz yok..

7.
Genelde haber editörlerinin anlama, değerlendirme, yazma kapasiteleri yetersiz..

Ucundan kıyısından biraz haberdar olduğumuz bir konuda çıkan haberlerin içinde yanlış içermeyenlerini bulmakta zorlanıyoruz..
Haberciler çoğu konuyu anlamaktan acizler, anlaşılan editörlerin durumu da onlardan farksız.. Halbuki editörlerin kapasitesi, en azından kendi konularında, okurun üzerine olabilmeli..

8.
Her konuyu bilemezler ama bari terimlerine yabancısı oldukları konularda kalem oynatmasalar.

Örneğin ‘Kurban kesimi’ ile ilgili bir haberin editörü, ‘hamile hayvan’ yerine ‘gebe hayvan’ deneceğini, büyükbaş hayvanların genel adının ‘sığır’, küçükbaşların genel adının ‘davar’ olduğunu, ‘dana’ – ‘tosun’ – ‘boğa’ – ‘öküz’ün birbirinden farkını bilmelidir.

9.
Editörlerin Türkçeleri yetersiz..

En bilinen gazetelerimiz ifade hatası ile dolu. Örneğin ‘zeytin dikme’ yerine ‘zeytin ekme’ diyenler gibi.. ‘Güven’ ile ‘güvence’yi karıştıranlar gibi.. İyi bir gazete okul gibi olacak iken bizim gazetecileri tekrar okula yollamak gerekiyor..

10.
Haberler tarafsız değil ve yorum içeriyor..

Aynı haberi, gazetenin adını vermeden okutsalar, insan hangi taraftan bir gazetede yer aldığını anlayabilir. Seçilen başlık, kullanılan kelimeler hep ‘tarafgir’ ve ‘yorum içeren’ cinsten.. Halbuki haberi haber olarak verip, yorumu yorum sütünlarında yapmaları gerekmez mi?

11.
Radarların menzili kısa.. açısı dar..

Sadece Türkiye ve sayılı ülkeden haberler veriliyor.. Bunların dışında bir ülkeden haber girilmesi için ya bir doğal afet gerekiyor, ya da o ülkede örneğin kuru temizlemeci açmış bir Türk girişimcinin bulunması… Gelecek Pazar günü dünyanın uzak bir ülkesinde seçim olsa Türk gazeteleri bunu görmeyecektir..

12.
Köşe yazarı yorumcuların yarısı ölmüş gömeni yok.

Pek çoğu yorulmuş, bıkmış.. Ekmek parası için yazmaya devam ediyorlar gibi..
Gelişmeleri kim yorumlasa aklına ilk gelecek yorumlardan şaşmıyorlar..
Muhtemelen yıllardır, haftada beş altı kere yazmaktan sepetlerinde pamuk – eğer eskiden varsa – kalmamış durumda.
Pilotların uçmama hakkı gibi, bu yazarlara da ‘bugün hazır değilim, yazmıyorum’ deme hakkı mı tanınsa?
Eski Ulunay, Burhan Felek ekolü gibi, biraz oradan, biraz buradan.. yazdıkları konuların pek çoğunda yeterli bilgi sahibi olmadan yazıyorlar..
Çoğu bir kampa bağlı.. Her konuda ait oldukları kampın görüşünü savunuyorlar..

13.
Sabit köşelerin dışında gündem gereği yazdırılan uzman sayısı düşük..

Bilgi kaynağı olmaktan git gide uzaklaşıyorlar..
Gazeteler biraz da bu yüzden internet karşısında geriliyor olabilir mi?

14.
Seviyeli gazete asık suratlı gazete demek değil ki..

Her konu ele alınabilir. Esaslı bir gazetecinin elinde bir sosyete dedikodusu bile çok keyifle okunacak şekilde yazılabilir. ‘Renkli uslup’ ile ‘seviyesizlik’ arasında uçurum var..

15.
Türk erkeğindeki kadın açlığını sömürmek seviyeli bir gazetenin işi midir?

Bir çok erotik dergi mevcutken, çıplak kadın bedeni neden bizim gazetelerin ana gövdesinde yer alır?
Bu “Tek gazetede her tür vatandaşa hitap edelim” yaklaşımı, fakir Türkiye’den mi mirastır?

‘Yeni Türkiye’de hala böyle; sıkıcı olmadan ciddi ve seviyeli olabilen, kapsama alanı geniş, haberleri güvenilir ve derinlemesine işlenmiş, yazıları ile ufuk açabilen, şartlanmalardan uzak, tek kampa esir olmamış bir gazeteyi, maliyetine katlanarak yaşatacak yeterli okur mu yok?
Yoksa bunu yapabilecek birikimde gazeteciler mi?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – “Yetersiz ve Saygısız Türk Basını!” – III – Bugünkü saçmalık da STAR’dan: “Almanya ile ortak Leopard tankı üretimine başlıyoruz” muş.. /2010/12/bugunku-sacmalik-da-stardan/ Fri, 17 Dec 2010 08:54:54 +0000 /?p=11804 OTOKAR liderliğinde geliştirilen Türk tankı ALTAY’ın,
prototip üretimine esas oluşturacak kesinleşmiş tasarımı.


Merhabalar,
Basınımız, uzun bir kış uykusundan sonra, vatandaşın savunma sanayiinde ortaya konan başarı haberlerine ne kadar ilgi gösterdiğini farketmeye başladı.. Bu haberlere daha sık yer vermeye başladılar.. Bu defa da karşımıza konuyu bilen eleman kıtlığı çıkıyor.. Bir takım konudan bihaber çaylakların elinde haberler paçavraya dönmeye başladı..

STAR’daki haberi yazan Nevin Bilgin adlı hanım kızımız, “…mühimmat dahil Leopard 2 ana muharebe tankı silah sisteminin müşterek konfigürasyon kontrol yönetimi (JCCM) konulu mutabakat muhtırasının (MOU)” onaylanmasını uygun buldu..” cümlesini anlayabilecek altyapıya sahip olmadığı için – bu ifade gerçeğin kibar anlatımıydı, aslında ‘konunun cahili olduğu için’ demeliydim.. – bu haberden” Almanya ile ortak Leopard tankı üretimine başlıyoruz” şeklinde başlık çıkartmış…

Baştan aşağıya gerçek dışı, olmayan, hatta düşünülmesi bile gündemde olmayan bir konuyu olmuş gibi haber yapmışlar..

Halbuki savunma konularını en iyi bilen isimlerinden biri STAR’da köşe sahibi.. İsteseler iki dakikada doğrusunu öğrenmeleri işten bile değil.. Ama saygısızlık o boyutta ki buna bile üşeniyorlar..

Hadi ben haberi bir bedel ödemeden internet üzerinden okudum diyelim.. Bu gazeteyi para ödeyerek alıp okuyanlara yapılanın adı nedir? ‘Dolandırıcılık’ bile diyebiliriz.. ‘Hileli mal satmak’ diyebiliriz.. Ayıp!

İmzalanacak olan mutabakat muhtırasının ne olduğuna, Türkiye’nin şu anda ‘ALTAY’ projesi altında kendi milli tankını geliştirmekte olduğunun detaylarına, hiç girmiyorum.. Sadece bir fotoğraf.. Otokar’la imzalanan sözleşmenin töreni.
Otokar, 30 Temmuz, 2008 tarihinde imzalanan sözleşmeye göre, 500.- Milyon dolarlık bir bütçe ile 78,5 ay içinde Altay tankının tasarım, geliştirme, ve prototiplerinin üretimlerini tamamlamış olacak.
250 adetlik ilk gurup tankın imalatı için ayrıca ihaleye çıkılacak.

ALTAY projesinde, OTOKAR’ın alt yüklenicileri Aselsan, Hyundai – ROTEM, MKE ve Roketsan..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – “Yetersiz ve Saygısız Türk Basını!” – Kendi anlamıyor ki, bize nasıl anlatsın? – II – Hürriyet’in Konya YHT haberi.. /2010/12/hurriyetin-konya-yht-haberi/ Thu, 16 Dec 2010 03:04:34 +0000 /?p=11698 Merhabalar,

Bilindiği gibi yarın Konya’daki Şeb-i Arus törenine Başbakan da katılacak..

YHT’nin Ankara – Konya hattında inşaat tamamlandı.. Deneme seferleri başladı başlayacak..

TCDD, eğer yetiştirebilseydi Başbakanı Konya’ya bu trenle götürmeyi planlıyordu.. Yani Başbakan da test seferlerinin birisine katılmış olacaktı.. Zaten Eskişehir hattı açılırken de böyle bir sefere katılmıştı, herhalde..

TCDD’nin dün sitesine koyduğu duyurudan anladık ki, test treninin hizmete verilme töreni, yarın saat 16:45’de, Konya Garı’nda yapılacak. Başbakan’ın trenle geleceği konusunda bir ifade yok.

Ya henüz hiç deneme seferi yapılamadı.. – ki trenin Ankara’dan Konya’ya daha bugün geldiğini söylüyorlar – dolayısı ile Başbakan’ı hiç denenmemiş bir güzergahta riske atmaktan kaçındılar..
Ya ilk seferler düşük hızla yapılacağından seyahat uzun sürebilir, vatandaş yanlış anlar diye çekindiler..
Ya Başbakan’ın programı Konya’ya uçakla gitmesini gerektirdi..
Belki de trenle gidecektir ama güvenlik sebebiyle bundan bahsetmiyorlardır..
Her neyse.. Ama açıklamada Başbakan’ın tren seyahatinden bahis yok..

Konya’ya Başbakan’dan bir gün önce giden Ulaştırma Bakanı garibim Binali Yıldırım – Allah ona da bu basın karşısında sabır versin. O yüzden ‘garibim’ dedim – basına konuyla ilgili bilgi vermiş. Bu yetmemiş, TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman da ayrıca bilgi vermiş..

Öyle ya, bizim basın mensupları dipsiz bilgi kuyusu.. Ne kadar verirsen ver doymazlar, sen verdikçe onlar alırlar.. yeter ki bilgi olsun.. Hepsini dikkatle dinlerler, anlarlar ki, okuyucularını aydınlatsınlar..


Sonunda Hürriyet’in şu saçma sapan haberi ortaya çıkmış..

1.
Yetkililer, önceden elimizde bu deneme seferlerini yapacak ölçüm ve kayıt ekipmanı ile donatılmış tren seti bulunmadığından, Eskişehir hattının deneme seferleri için yurt dışından ihale ile test treni kiralandığını.. TCDD’nin bu dışa bağımlılığı ortadan kaldırmak amacı ile eldeki tren setlerinden birisini, saatte 250 km. hızla giderken ellibeş ayrı testi yapabilecek ekipmanla donatarak, ‘test treni’ haline getirdiğini anlatmışlar..
Bu tren setine 14 milyon TL harcandığını ve adının ‘Piri Reis’ olarak konduğunu anlatmışlar..
Doğan Haber Ajansı’nın iki zeki ve çevik muhabiri ve Hürriyet WEB editörü ne anlamışlar: “Konya Treni’nin adı Piri Reis oldu”.. Hani ‘Meram Ekspresi’ gibi..
Bir taraf ‘Piri Reis’ adı verilmiş bir ‘Tren seti’nden bahsediyor, karşı taraf iki şehir arasında çalışan trene isim olarak ‘Piri Reis’ isminin konduğunu anlıyor..

2.
Yetkililer ne demişler? “Ankara-Konya hattının yolcu taşımaya uygun hale gelebilmesi için test treni tarafından ölçümlenmesi gerektiği.. aynı tren setinin açılacak diğer hatlarda da görev yapacağı..” Yani önce ölçüm, sonra yolcu..
Bizim acar gazeteciler ne yazıyorlar? Buyrun: “ölçüm ve kontrol yapıp, aynı zamanda yolcu taşıyacak olan Piri Reis adlı tren..”
Şu olabilir mi? Önce testler yapılır, tamamlanır.. Yolcu seferleri başlar.. Bu tren devamlı eldedir.. Zaman zaman, yolcunun az olduğu saatlerde, bu tren seti de sefere verilir.. Bir vagonu aletlerle dolu ve yolcuya kapalıdır.. Periyodik hat ölçümleri de bu şekilde normal seferler icra edilirken yapılmış olur.. Olabilir.. O zaman bu noktayı sorarsın, anlarsın, bize de anlatırsın, gazeteciysen..

Bir de gazeteciysen, TCDD’nin elinde neden daha açılmamış hatlara bile yetecek kadar tren seti olduğunu, hatların tamamlanma takvimi ile tren seti tedarikinin neden eş zamanlı yapılamadığını sorgularsın.. Bakarsın bir belediye yolsuzluğundan çok daha büyük rakamların konuşulduğu bir ‘hemen alalım telaşı’ çıkıverir ortaya.. Ya da yolsuzluk yoktur da bir beceriksizlik vardır. Tabi, gazeteciysen.. Bir de elde uzun zamandır 12 hızlı tren seti olduğunu, bunların dördünün Eskişehir – Ankara arasında çalıştığını, kalan sekiz setin boşta yattığını.. Şimdi bunlardan dördünün Ankara – Konya hattında çalışacağını, iki tanesinin de Konya – Eskişehir seferlerini yapacağını, ama hala iki setin boşta kalacağını biliyorsan..

Basından beklenen nedir? Bir kere söyleneni, anlatılanı anlayacak.. Bu bir ‘gerek şart’.. söylemeye bile lüzum yok.. Buna ek olarak, neleri söylemediklerini, üstü kapalı geçtiklerini anlayacak.. Oranın kokusunu alıp irdeleyecek, kamuoyunu aydınlatacak.. Nerde?

3.
TCDD sitesine konan basın bildirisi ile DHA’nın geçtiği haber birebir aynı. İki yeriyle oynamışlar.. o iki yer de tam zırva olmuş.. İki ihtimal var.. Ya DHA Muhabirleri Konya’daki basın toplantısına gitmediler.. TCDD WEB’den bildiriyi kopyalayıp, rötüşlarken berbat ederek geçtiler.. Ya da gerçekten gittiler ama orada dalga geçip dinleyip anlamadan ellerine tutuşturulan basın bildirisinin üzerine iki zırva ekleyip geçtiler..

Bu, Türk basınının ‘batık amiral gemisi’.. Allah diğerlerinden korusun..

Şu soru da Ulaştırma Bakanı’mıza olsun: Sayın Bakanım, insan bozkırın ortasında çalışacak test trenine ‘Piri Reis’ adını verir mi?
Bizim Piri Reis adında; deprem, petrol, doğalgaz ve deniz jeofiziği alanında araştırma – ölçüm amaçlı – yaşlı da olsa – bir araştırma gemimiz var. 9 Eylül Üniversitesi bünyesinde görev yapıyor. Bir de 2004’de hizmet dışına çıkan Piri Reis denizaltımız vardı.
O isim yeni bir gemiye yakışırdı.

Madem ilk defa bir tren setine ad veriliyor, TCDD’nin kurucu genel müdürü, Çanakkale ve İstiklal Harbi kahramanı Behiç Erkin’in ‘Behiç Bey’ adı daha uygun düşmez miydi? Hem de bu vesile ile Behiç Bey adı, yeni nesillere tanıtılmış olurdu..
TCDD’nin, yattığı yerden tren yolunu gören bir anıt mezarda yatırdığı bu kahramanının ruhu da memnun olurdu..
Bu konu bir siyasi kıskançlığa mı kurban gitti, acaba?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – Şunların hangisini yapsak laiklik zedelenmiş olur? /2010/12/tevfik-izmirli-sunlarin-hangisini-yapsak-laiklik-zedelenir/ Tue, 14 Dec 2010 01:22:49 +0000 /?p=8131 Merhabalar,

Şunların sadece birini ya da bir kaçını yapsak laiklik zedelenir mi? Hepsini de hayata geçirsek bile zedelenmeme ihtimali var mıdır?

– Açılış törenlerine Diyanet İşleri Başkanı ya da o ilin müftüsü, belki bir Alevi Dede’si ile birlikte katılıp, bir “Allah kazasız belasız, hayırlı hizmetler nasip etsin” duası yapsa?

– Milletvekilleri göreve başlarken, arzu ettileri takdirde, kendi kutsal kitaplarına el basarak yemin etseler?

– Çoğunluğun mensup olduğu dinin kutsal gününü – bu durumda Cuma gününü – hafta tatili olarak kabul etsek ve diğer dinlerin mensuplarına kendi ibadet zamanlarında işyerlerinden izin verilse?

– Moda olsa – bu saatten sonra moda olmadan kimse giymez – erkeklerimiz fes takmaya başlasalar?


– Resmi nikah kıyma yetkisi imamlara da tanınsa, imamlar dileyenlerin hem resmi hem dini nikahlarını aynı törende kıyabilseler? Resmi nikah evrakını en kısa zamanda kayıtlı bir şekilde nüfus idaresine ulaştırmak zorunda olsalar?

– Böyle düşünene hiç rastlamadım ama, milletçe faydalı olacağını düşünüp, Arap alfabesine geri dönme kararı versek?

– Başörtüsü ya da türban hizmet verenler için de serbest olsa?

– Her türlü dini faaliyet, misyonerlikten tarikatlara kadar, resmen serbest bırakılsa?

Sadece sordum.. “Atatürkçülük laiklik ile aynı anlama gelir mi? Ne kadar paraleldir, ne kadar değildir?” diye düşünürken aklıma geldi de..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – “Yetersiz ve Saygısız Türk Basını!” – Kendi anlamıyor ki, bize nasıl anlatsın? Ayrıca, 17 Temmuz tarihli haberi dün olmuş gibi yutturmaya çalışıyorlar.. /2010/12/cahil-ve-saygisiz-turk-basini/ Mon, 13 Dec 2010 00:33:01 +0000 /?p=11256 “Bugün basınımız söz birliği etmiş şekilde aynı habere yer verdi.”

“Aynı haber, belli başlı gazetelerimizin neredeyse hepsinde yer buldu.”

“Savunma Sanayimizin önde gelen zırhlı kara araçları firması FNSS, 2007 yılındaki ihaleyi kazanarak imzaladığı sözleşmeye uygun şekilde ilk “seyyar yüzücü hücum köprüsü” nün prototipini tamamlamıştı.”

“Ama kazın ayağı pek öyle değil.. Karşımızda iki yönden arızalı bir haber var..”

“Birinci arıza olayın tarihinde..”

“İkinci arıza haberin içeriğinde..”

“Bu durumda Türk basınından bahsederken, “Yetersiz ve Saygısız Türk Basını!” demekte haksız mıyım?”

Merhabalar,

Bugün basınımız söz birliği etmiş şekilde aynı habere yer verdi.

Aynı haber, belli başlı gazetelerimizin neredeyse hepsinde yer buldu.

Savunma Sanayimizin önde gelen zırhlı kara araçları firması FNSS, 2007 yılındaki ihaleyi kazanarak imzaladığı sözleşmeye uygun şekilde ilk “seyyar yüzücü hücum köprüsü” nün prototipini tamamlamıştı.

‘Samur’ adı verilen ve toplamda 130 milyon dolar bedelle 52 adet üretilecek olan seyyar köprü üniteleri, akarsu geçişlerinde zırhlı birliklerimize hız ve kolaylık sağlayacak. Samur katlanabilir tipte bir seyyar köprü olduğu için, bir akarsu geçişinden diğerine hızla intikal edebilecek. Tek bir ünite 12 metrelik açıklığı kapatabiliyor. Geçilecek suyun genişliğine göre gereken sayıda Samur birbirlerine kenetlenerek köprü oluşturuyorlar..

Buraya kadar her şey yolunda.. Basınımız da savunma sanayinin önemini ve okuyucuları açısından ilgi çekici olduğunu yavaş da olsa anlamaya başladılar, diyebiliriz..

Ama kazın ayağı pek öyle değil.. Karşımızda iki yönden arızalı bir haber var..
Birinci arıza olayın tarihinde..
Prototip Samur’un tanıtımı dün ya da önceki gün değil, yaklaşık beş ay önce, 17 Temmuz, 2010’da yapılmıştı.. FNSS sitesinde aynı fotoğrafları ve tanıtımın tarihini görebilirsiniz.

İkinci arıza haberin içeriğinde..

Basınımızda yayınlanan sıra sıra fotoğrafların hiçbirinden, tank ya da zırhlı araçların, kamyonların tanıtılan aracın neresinden geçeceği anlaşılamıyor..
Çünkü basınımız haberleri başından beri takip etmediği gibi, editörlerinin bilgi yetersizlikleri yüzünden önlerine gelen bir haberi irdelemekten bile acizler..
Aşağıdaki ilk üç fotoğraf Radikal’den alınma.. Samur hidrolik sistemi ile kendisini açarak, üzerinde duran iki yüzücü dubayı yanlara indiriyor..
Dördüncü fotoğraf Habertürk’den.. Dubalar inmiş, firma yetkilileri Samur’un üzerinde, prototipi S.S. Müsteşarına ve diğer yetkililere tanıtıyorlar.. Bu etkinliğin tarihi 17 Temmuz, 2010..

Baktığınız zaman ne anlaşılıyor?
Tank bunun neresinden geçecek? Uzunlamasına geçemez.. orada sabitlenmiş vinç var. Ayrıca vincin monte edildiği platform da yüksekte kalıyor. Enlemesine geçemez ortadaki ana platform ile iki taraftaki yüzücü dubalar arasında büyük seviye farkı var.. Öyleyse nasıl geçecek? Ama anlaşılıyor ki, basınımızda bu basit soruyu sorabilecek düzeyde bir haber editörü bile yok..

Bu durumda Türk basınından bahsederken, “Yetersiz ve Saygısız Türk Basını!” demekte haksız mıyım?

Ayrıca gökyüzünün maviliğine, insanların yazlık kıyafetlerine ve şu günlerdeki hava durumuna bakınca, bu tanıtım olayının pek de yakın bir tarihte gerçekleşmediğini, aslında ortada bir haberden çok FNSS firmasının çalıştığı halkla ilişkiler ajansının bir girişimi olduğunu her okuyucu anlayabilir.. 17 Temmuz tarihini bilmeye gerek yok.. Gazetelerin bizi gördükleri kadar ‘saf’ olmamak yeter..

Anlaşılan ajans, sahip olduğu iyi ilişkiler sayesinde, geçtiği bu ‘bayat haber’in tüm gazetelerde senkronize bir şekilde bu Pazar günü yayınlanmasını sağlamış.. Onlara aferin..

Ancak, ajansın müdürü, muhtemelen görsellerin ve yayımlanacak metnin gazetelere iletilmesi işini, aklı hafta sonu buluşacağı sevgilisinde olan, bir genç kıza yüklemiş..

O genç kızın yolladığı malzemeyi gazetelerin internet sayfalarına koyma işi de, neredeyse boğaz tokluğuna ve sendikasız çalıştırılan ve aklı bu hafta sonu nöbetçi olduğu için buluşamadığı sevgilisinde kalmış olan bir takım delikanlıların üstüne kalmış..

Sonuç, üzerinden tank değil motosiklet bile geçemez gibi görünen tuhaf bir araç olmuş..

Çoğu bir holding bünyesinde görev yapan bu gazetelerin hiçbirinde bir tek ‘Savunma Haberleri Editörü” bulunmadığı açık..

Kardeş TV kanallarında çıkan emekli generallerin siyasete yön veren parlak fikirlerinden istifade edebiliyoruz ama iş askerliğe, savunma konularına gelince ara ki bulasın.. Basınımız da milletimiz gibi, askeri yanlış yerde kullanıyor..

Kendilerine bedava bir akıl vereyim.. Malulen emekli olmuş, askerliği seven bir yüzbaşıyı kadrolarına alsalar hem bu insanın hayatı yeni bir anlam kazanır.. hem o gazete bu konuda kendine gelir..

Şu haber de bizim sitemizden. Aslında Samur’un yüzme testleri 8 Ekim, 2010 tarihinde yapılmış ve bir baraj gölünde yapılan testin fotoğrafları şirketin web sitesine konmuştu..
Aracın üzerine uzunlamasına yerleştirilmiş alüminyum ‘yol paneller’ açıkça görülüyor. Vincin yan tarafta kaldığı açık. Muhtemelen vinç bu panelleri söküp takarken kullanılıyor..
Bu fotoğraf olmadan aracın fonksiyonunu anlamak mümkün mü?

Fotoğrafları yüklerken büyütünce gerçek oranları değişiyor. Gerçek oranları göstermek bakımından yüzme testlerini gösteren fotoğrafların en küçük hallerini de en sona koyuyorum. Tıklayarak büyütmek mümkün. En alttan ikincide, arkasından köpükler çıkararak suda giderken görülüyor..

Samur’u zevkle selamlıyor, ihracat haberlerini bekliyor, basınımıza da acilen bir ‘kalite aşısı’ diliyorum..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli


]]>
Tevfik İzmirli – Deniz Kuvvetleri’nde neler oluyor? Bu uluslararası bir komplo mu, yoksa tek bir ülkeden kaynaklanan casusluk girişimi mi? Olan bitenler ‘Ergenekon’ ile ilgili mi?.. Hedef siyasi mi, donanmanın etkinliği mi? /2010/12/deniz-kuvvetlerinde-neler-oluyor/ Wed, 08 Dec 2010 21:55:25 +0000 /?p=10611

Bugün akşam saatlerinde, ‘Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şubesinde, Ergenekon Savcılığı arama yaptı..’ haberi gündeme düştü..

Yazıldığına ve TV’lerden duyurulduğuna göre, askeri yetkililer eşliğinde ve Ergenekon savcısı nezaretinde yapılan yeni aramada, İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün bir odasındaki döşeme parkeleri söküldü.. Kazılan zeminden saklanmış belgeler çıktı. Bulunan belgelerin içinde ‘Çok Gizli Askeri Evrak’ sınıfından belgeler de var..

Bazı kaynaklar Şube Müdürü’nün rütbesini Binbaşı olarak veriyorlar.. Aramanın bugün mü yapıldığı, yoksa geçtiğimiz günlerde yapılıp görüntülerin mi bugün basına verildiği net anlaşılmıyor..


Merhabalar,

Genç bir teğmen neden komutanını öldürmek ister? İster mi? İstemiş midir?

Evli barklı, çoluk çocuk sahibi subaylar ardı ardına neden intihar ederler?

Bir subay komutanına şantaj yapar mı? Yapmış mıdır?

Bir subay komutanının namusuna.. haysiyetine.. karısı, kızı üzerinden iftira ederek, leke sürer mi?

Bir subay başka bir subaya ‘kadın temin eder mi? Hele bir subay, astı olan bir astsubaya neden ‘kadın temin etme’ teklifinde bulunur?

‘Temin edilecek kadınlar arasında’ – tam burada sözüm meclisten dışarı diyorum – Deniz Harp Okulu’nun kız öğrencileri de bulunabilir mi?

Allahım.. sen aklımızı fikrimizi muhafaza et!

Bu işin içinde ucu Yunanistan’a dayanan bir casusluk girişi mi vardır? – ki bu durumda ‘İnşaallah vardır.. yoksa izah etmek daha da zorlaşacak’ – dememiz gerekecek..

Yoksa, sadece casusluk değil de.. büyüyen Türkiye’nin büyüyen donanmasını zayıf düşürme operasyonu mu?

– Türk Deniz Kuvvetleri’nin ilk defa bu yaz Akdeniz’de beş gemilik bir ‘Türk Deniz Görev Gurubu” – Turkish Naval Task Force – gezdirmiş olması, bu Görev Gücü’nün, Fransa ve Yunanistan hariç neredeyse tüm Akdeniz ülkelerine liman ziyaretleri yaparak bayrak gösterdiğini, bazılarıyla ortak tatbikatlar yapmış olmasını, bu görev gücünün boyutlarının yıldan yıla arttırılmasının planlandığını, seneye Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nun da programa dahil edileceğini.. bunun uluslararası siyasette ne anlam taşıdığını.. düşünürsek?

– Yunanistan’ın, ekonomisi komaya girince, tüm silahlı kuvvetleri ve bu arada donanmada da indirime gitmek zorunda kalmasını.. düşünürsek?

– Rusya’nın neredeyse fiilen donanmasız kalmış olduğunu, limana bağlı bazı gemilerinin bakımsızlıktan çürüyerek battıklarını.. nükleer silahlar hariç tutulduğunda, ‘caydırı güç’ olma vasfını kaybetmiş olduğunu.. bunun artık uluslararası askeri basın nezdinde haber değeri bile kalmamış bir gerçek olduğunu.. düşünürsek?

– Rusya Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın bir süre önce ‘Bir an önce toparlanıp Türk Donanması’nın Karadeniz’deki hakimiyetini kırmalıyız’ şeklinde bir demeç verdiğini.. düşünürsek?

– Rusya’nın Karadeniz Filosu’nun, ufacık Gürcistan savaşında bile yetesiz kaldığını.. Rusya’nın elinde, ‘kuvvet aktarımı’ için uygun platform kalmadığını.. ya doğru dürüst bir ürünü geliştiremiyeceğini bildiğinden ya da bu işi mantıklı bir süre içinde bitiremeyeceğini değerlendirdiğinden, Fransa’dan MISTRAL sınıfı platformların inşaası için know-how transferi talebinde bulunduğunu.. Türk donanmasının ise aynı tip geminin milli olarak inşa edilmesi için ihale hazırlıklarına başlamış olduğunu.. düşünürsek?

– Kıbrıs – Gazze açıklarında muazzam doğalgaz yatakları bulunduğundan ve İsrail’in Gazze politikasının bile bu keşfe bağlı olarak şekillendiğinden bahsedildiğini.. Türkiye’nin bu uluslararası sularda arama yapması için bir şirkete ruhsat veren Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, “KKTC’nin statüsü kesin olarak belirlenmeden buna hakkı olmadığını” öne sürerek protesto ettiğini.. bu protestonun Kıbrıs ile işbirliği anlaşması imzalamış olan Mısır’ı da kapsadığını.. arama çalışmalarını yapması kararlaştırılan şirketi de uyarararak çalışmaların başlamasına engel olduğunu, Türk donanması’nın bu bölgede epeydir sürekli devriye yapan unsurlar bulundurduğunu.. düşünürsek?

– Geçtiğimiz günlerde, Deniz Kuvvetlerimizin Deniz Havacılığı unsurlarına ev sahipliği yapan Cengiz Topel havaalanındaki hangarlarda gizli çekim yapanların yakalanmış olduğu, bunların elde ettikleri bilgileri Yunanistan’a ilettikleri, basına yansımışken.. ve bu üssün, Ege’nin taktik ve gerçek zamanlı resmini Türk karargahlarına yansıtma kabiliyetini oluşturan, MELTEM projesi çerçevesinde edinilmiş olan hava unsurlarını barındırdığını.. düşünürsek?

Ya da, bu operasyonlarla tasfiye edilecek komutanların ve komutan adayı subayların yerine getirilecek Ergenekoncu kadrolara yol açmak mı amaçlanmaktadır?
Bugün akşam saatlerinde, ‘Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şubesinde, savcılık arama yaptı..’ haberi gündeme düştü..
Yazıldığına göre, askeri yetkililer eşliğinde yapılan aramada, İstihbarat Şube Müdürü’nün odasındaki döşeme parkeleri söküldü.. Parkelerin altından çuvallar dolusu saklanmış belge çıktı. Bulunan belgelerin içinde ‘Çok Gizli Askeri Evrak’ sınıfından belgeler de var..

Buraya kadar yazdıklarımın tamamı adliyeye yansımış haberlerden aklımda kalanlar.. Bunları duymayan, okumayan kalmamıştır..

Bir de, henüz adliyeye yansıyıp yansımadığını bilmediğim bir gazete haberi var:

Muğla Aksaz Deniz Üs Komutanlığı TCG Çandarlı gemisinde askerlik görevini yaparken geçtiğimiz şubat ayında kamarasında asılı halde bulunan Taner Deş’in ölümüyle ilgili savcılığa ulaşan ihbar mektubunun ayrıntılarına Taraf ulaştı. Deş ailesine hitaben yazılan ihbar mektubunda “Oğlunuz intihar etmedi. Kıbrıs’tan gemiye yüklenen çok miktardaki sigara ve alkollü içeceği ihbar edeceği için öldürüldü” ifadesi yer aldı. Deş’e ölmeden önce işkence yapıldığına vurgu yapılan mektupta, erler komutanları tarafından şöyle uyarılmış: “Savcılara Taner Deş’in ölümü hakkında bir şey bilmediğinizi söyleyeceksiniz. İstediğimiz gibi ifade vermezseniz sonunuz Taner Deş gibi olur.”

“Allah iftiranın yakışanında korusun” demiştik.. Bu haber doğru olmasa bile maalesef yakışıyor. Şu olayı yazmıştık:

“Bu iki çağrışım, aklıma bir üçüncüyü getirdi. 12 Mayıs, 2010 gününden başka bir gazete haberi:
Erdek’te bulunan Mayın Filo Komutanlığı’na bağlı Edremit gemisi, NATO görevi gereğince bulunduğu İspanya’dan döner. Alınan bir ihbarla, Sahil Güvenlik ekipleri, savcı nezaretinde yaptıkları aramada, gemide 5,000 paket kaçak sigara ile 300 şişe kaçak viski ele geçirir. “Eyvah” dedim, “bizim bahriyeliler kaçakçılık huylarından vazgeçmemişler.. Atilla Kıyat amiralimin emekleri boşa gitmiş..”
İşte bu düşünceler, bana, zaten aklımda olan Atilla Kıyat’ın kitabını öne aldırdı.”

Son söz: Ne oluyoruz?

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – “Abdullah Gül gibi on arkadaşım olacağına, Bülent Arınç gibi bir arkadaşım olsun..” /2010/12/bulent-arinc-harbi-akpli/ Wed, 08 Dec 2010 16:45:59 +0000 /?p=10542

Bülent Arınç, sanki Tevfik İzmirli’yi duydu..

Kendisinden beklediğimiz tavrı koydu..

Polisin tutumunu eleştiren ilk AKP’li oldu..

Başbakan’a yaranmaya çalışan diğerlerinden ayrıldı..

Arınç ‘harbi’ bir siyasetçi..


Merhabalar..

“Çevik kuvvet polisi ülkenin utancı, hükümetin yumuşak karnı..” başlıklı yazımda, “Bülent Arınç! Hani vicdanın sesi sendin?” demiştim..
Arınç yanıltmadı.. Kendisinden beklediğim tavrı koydu..

Habertürk TV’de konuk olarak katıldığı söyleşide konuya hukuk ve daha önemlisi akıl ve vicdan çerçevesinde bir yaklaşım sergiledi.

“Tabanca, bıçak, molotof kokteyli gibi öldürücü, yaralayıcı alet ve silah kullanmayan gençlere karşı aşırı güç kullanılmıştır.. Polisimizin daha akıllı, ölçülü davranma gereği vardır.. Vilayet ve Emniyet içinde soruşturma açılmalıdır..” dedi.. Konuşması nasıl olsa basında yer alacaktır.. Tamamı o zaman okunabilir..

Benim açımdan önemli olan bu kişilikli tavrı.. Diğer tüm bakanlar, velinimetleri Tayyip Erdoğan’a yaranabilmek için, kişiliksiz, başbakanın yaklaşımını bire bir kopyalayan demeçler verirken.. Arınç bu kolaycılığa kaçmadan bildiğini söylemiştir.. Konuşmasında, Başbakan’ın bu konudaki söylemlerini açıkça eleştirmese de, o tezleri tekrarlamayarak, aslında katılmadığını belli etmiş oldu..

AKP’nin – varsa – ideolojik çekirdeğinin merkezinde yer aldığı söylenen, parti örgütünün ‘tek geçtiği’ konuşulan, üniformalı Kemalist bürokrasinin ‘En tehlikeli AKP’li’ olarak değerlendirdiğine inanılan Arınç’ın kerameti işte bu tutumunda saklı..

Arınç ‘harbi’ bir siyasetçi..
Ne başbakanın karşısında ne generallerin karşısında eğilip bükülmüyor..
Bu gücü nereden alıyor olabilir?
Bendeki izlenim şu: Arınç.. dünya malıyla alakalı değil.. Bu açıdan Bülent Ecevit’e benzetiyorum.. Ya hiç olmamış.. ya da yaşadığı evlat acısından sonra alakasını kesmiş olabilir.. Kendisini tanımıyorum.. Bilgim yok.. Ancak görünen o ki.. kimseye borcu yok, yaranma ihtiyacı yok..

Fikren ne kadar karşı olduğunu bildiğimiz ‘Silivri tutukluları’nın maruz kaldıkları “uzun tutukluluğun cezaya dönüşmesi” eziyetine de karşı çıkan o,

Zahid Akman’ın pişkinliğine karşı çıkan da.. Adı yolsuzluğa karışan AKP’liyi istifaya davet eden de.. Daha pek çok böyle örnek var..

Benim AKP içindeki favori portrem Bülent Arınç..
Gönlüm, sürekli gülümseyen.. poker oyuncusu gibi hiç renk vermeyen.. sürekli olarak genç bir kaymakamın da yapabileceği yuvarlak ve boş konuşmalar yapıp hiç birşey söylemeyen, Abdullah Gül tipi insanlara ne kadar uzaksa, Bülent Arınç gibi insanlara o kadar yakın..

Abdullah Gül gibi on arkadaşım olacağına Bülent Arınç gibi bir arkadaşım olsun..
Adam gibi olsun da.. Hangi görüşte olursa olsun..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli..

]]>
Tevfik İzmirli – Çevik kuvvet polisi ülkenin utancı, hükümetin yumuşak karnı.. /2010/12/hukumet-istifa-etsin/ Mon, 06 Dec 2010 18:10:29 +0000 /?p=10141 Hükümet bu görüntüyü onaylıyorsa istifa etsin..

Onaylamıyorsa mani olsun..

Mani olamıyorsa yine istifa etsin..

Karşı kampa kulakları tıkalı.. olabilir.. Peki, AKP içinden güçlü bir “Yanlış yoldayız” uyarısı yapacak adam gibi bir adam çıkmayacak mı?

Bülent Arınç! Hani vicdanın sesi sendin?

Recep Tayyip Bey! “One minute” dediğin Şimon Peres, “Bu fotoğraf Gazze’de mi çekildi? diye sorsa, ne cevap vereceksin?

Bu yoldan dönmezseniz tarih sizi ‘Denizi geçtiler derede boğuldular” diye yazacak..

Üniversite gençliğinin politik eylem koyan kısmının perişan hali ortada..

12 Eylül öncesi gençliğinin – iyi ki – silahsız ama komik bir kopyası, müsveddesi gibiler..
İstenen elde edilmiş..
Depolitize edilen gençlik, tekrar politize olmaya kalktığında, aradaki boşa geçmiş on yılların tahrip edici etkisi hemen göze çarpıyor..
Bugüne kadar, katılayım, katılmayayım, ağızlarından çıkmış dişe dokunur bir laf duymadım..
TV’lerde yayınlanan konuklu sohbetlerde sordukları sorulardan genellikle cehalet akıyor..

Ancak, konu savundukları fikirler değil..
Ayrıca, öyle olsa bile, o yaşlarda bizim neslimizin savunduğu fikirlerden daha az saçma değiller..
Ben ‘Halk Sektörü’, ‘Köy-Kent’ gibi fikir denmeyecek çocukça zırvaları savunan, “Yerinde Yönetim” konusunda bu yüzden batan Yugoslavya’yı, tarım konusunda, sonradan açlıkla karşılaşan Bulgaristan’ı inceleyen, kendi dürüst ama akılsız… bakanları ise tescilli hırsız, sigara kaçakcısı, arsa rüşvetcisi olan kasketli liderin peşinden koşturduğum yılları dün gibi hatırlıyorum..

Şimdi saçmalama sırası bugünün gençlerinde..
Onlar genç.. Hepimiz o yaşlarda olduk.. Sabırlı ve şefkatli davranma gereği var..
Kendilerini bekleyen işsizlik korkusu bir yandan, hormonlarının zirve yaptığı yaşlarda olmaları diğer yandan..
Büyükşehirin korkutucu yalnızlığı, taşralılığın uyum sıkıntısı, boş cepler, neon ışıklarına sadece bakabilme halleri..

Onlar da bu milletin çocukları.. Nedir bu düşman askeri muamelesi?
İçlerine devlet düşmanlığı, devlete karşı kin akıtmaya gerek var mı?
Kürtlere karşı sergilenen ahmaklık tekrarlanmak mı isteniyor..

Başbakan dayakla kendi fikrini değiştirir mi ki bu gençler değiştirsin?
Dünyada toplum olaylarının nasıl bastırılacağını parayla öğreten şirketler bile var..
Bizim polise dikkat edin, hala direnen bir insanı nasıl yatırıp kelepçeleyeceğini bilmiyor..
Dana zaptetmeye çalışır gibi dört kişi koluna bacağına yapışıp minibüse sokmaya çalışıyorlar..
Amerikan polisiye filmi bile seyretmemiş gibiler..

‘Etkin’ olmakla ‘gaddar’ olmanın farkını bilmiyorlar..
Aksi halde, “Amirleri böyle emrediyor” dememiz lazım.

Bir yandan bu gaddarlıkları, bir yandan stadyum kapılarında çıkan olaylardaki yetersizlikleri..
Ciddi bir ‘ayar’ ihtiyacı var..
‘Orantılı güç kullanımı’, ‘Kitle kontrolü’.. bunların hepsini öğreten hocalar var Polis Akademilerinde..

Ne akılsız devletimiz var.. Kürtlere de böyle davrandık..
Askerimiz, polisimiz dağda aciz kaldı.. Evet resmen ve maalesef aciz kaldı..
– lütfen dikkat “sorunu onların başarısı çözerdi demiyorum” –
Ama her hafta Galatasaray’da toplanan analarını bir güzel copladık..
Akılsız devlet böyle olur.. Şahin olacağı yerde karga, karga olacağı yerde şahin..

Hükümete gelince.. “Fırat’ın kıyısında kaybolan tek koyunu halifeye sorarlar”..
Tüm sorumluluk hükümete düşüyor..
“Aralarında bu işi meslek edinmiş olanları var” tarzı savunmalar insanların bir kulağından girer öbüründen çıkar..
Böyleleri varsa – ki vardır – takip edeceksin, yakalayacaksın, mahkemeye vereceksin, gereken kanuni cezayı alacaklar..
Hükümet sensin..
Silaha – güce başvurmadıkça her türlü protestoyu yapabilirler..

Başta Başbakan, tüm AKP yöneticileri, U2 konserinde, Basketbol finalinde yuhalanmayı normal kabul etmeyi öğreneceksiniz!
Cumhurbaşkanı, Başbakanı, bakanları dayak yeme riski olmadan yuhalanan ülkeler demokratiktir..
Bizi dışarıya, Başbakan’ın yuhalanması değil, asıl, yuhalayanlara bırakın dayak atılmasını sitem bile edilebilmesi küçük düşürür.
Merak etmeyin, konuklarınız demokratik ülkelerden ise, size artı bir takdir puanı bile verirler..
Halbuki protestoları kaldıramadığınızı görenler, yüzünüze söylemeseler de, sizi ‘Mısır gibi, Suriye gibi Cumhuriyetlerin’ yöneticisi olarak algılarlar..

Bu algı anlaşılan sizi rahatsız etmiyor.. Ben rahatsız oluyorum..

Sizin bu tahammülsüzlüğünüz yüzünden ‘üçüncü dünya ülkesi vatandaşı’ gibi algılanmaya razı değilim..

Hüseyin Çelik’in savunduğu “Belli bir yerde toplanıp karşı görüşlerini ifade edebilirler” görüşü maalesef tipik bir ‘uslu ve terbiye edilmiş’ İmam Hatip ya da İlahiyat Fakültesi öğrencisinden beklenebilecek gençliğe uymayan bir tavırdır..
Bu tip ‘edepli’ gençleri cemaate sipariş versinler.. Onlar yetiştiriyor..
Rahatsız etmeyen protestoya, ‘protesto’ denir mi, Sayın Çelik?
Protestonun şekli sizin ‘badem bıyıklı keyfiniz’e göre mi ayarlanacak?

Eğer Recep Tayyip Erdoğan ve bakanları.. “Hükümet adamlarına yumurta atan dayak yer” diyorlarsa yazıklar olsun..
“İstifa edin.. Demokratik bir ülkede böyle hükümet olmaz” dan başka söyleyecek lafım olmaz..

Bu kadar demokrasiden uzak ve akılsız olduklarını düşünmek istemiyorum..
Şu görüntüler “Bir çuval inciri berbat edecek” nitelikte..
Ya acele tedbir alacaklar.. Ya da siyasi neticesine katlanacaklar..
“Kendi ayağına kurşun sıkmak” lafına daha iyi örnek zor bulunur..

]]>
Tevfik İzmirli – Kılıçdaroğlu.. Öne ittirilmiş çakma lider.. /2010/12/kilicdaroglu-one-ittirilmis-cakma-lider/ Sat, 04 Dec 2010 03:42:42 +0000 /?p=9296 “Siyasi görüşleri ne olursa olsun, bu kadar kararsız, mantıksız ve zeka pırıltısından yoksun bir insandan imal edilen lider bu kadar olur..

Ben siyasetçi olsam bu insanla aynı takımda oynamak, hele onun kaptanlığı altında oynamak istemezdim..

Kılıçdaroğlu, adam kıtlığında öne ittirilmiş bir çakma lider olduğunu şu son 24 saat içinde yaptığı iki konuşma ile bile göstermiş oldu..

Allah hepimizi bu karakterden korusun..

Eline yetki geçerse pilot koltuğuna çocuk oturtmuş gibi oluruz..

Görünen köy kılavuz istemez.

Gördüğümüzün adını koymaktan çekinmeyelim..”

Merhabalar,

Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’nin siyasi görüşlerini tamamen bir kenara bırakıyorum..

Ben taraftarları değilim ama her fikir akımının, her hassasiyetin, büyük resime değişik bir renk kattığını, bunun tutulacak rotaya mutlaka etki edeceğini biliyorum.. İktidara gelemese de, her fikir mutlaka o büyük resime bir katkı yapmaktadır.. Temeli olan her fikir akımı faydalıdır..

Hem CHP’ye, hem liderine, hem fikirlerine, beğenmesem de, saygı göstermek zorundayım ve bu saygıyı gösteriyorum.

Ancak, Kılıçdaroğlu’nun sadece şu geçtiğimiz yirmidört saat içinde yaptığı bazı açıklamalara bakınca, zihin yapısında, mantık zincirlerinde bir bozukluk bulunduğunu düşünmeye başladım.

Yazıyı uzatmamak amacıyla, eleştirilerim siyasi olmayacak. İçeriğe hiç değinmeden, sadece son konuşmalarındaki mantık bozukluklarına ve tutarsızlıklara dikkat çekmek istiyorum.

1.)
WiliLeaks’de, Başbakan’ın, sekiz İsviçre bankasında toplam 2 milyar doları olduğu iddiası yer aldı.. Kılıçdaroğlu hemen “İspat etsin olmadığını” dedi. Başbakan, “Olmayan bir varlığın olmadığı nasıl ispat edilir?” diye cevap verdi. Aradan bir gün geçti, sanki o Kılıçdaroğlu gitti, yerine gelen şöyle konuştu:

“İsviçre’den ‘Hesabı yoktur’ diye bir yazı alsın, kamuoyu ile paylaşsın, yeter.. Ben de THY’den yazı alarak, filan tarihte falan şehirde olmadığımı ispat etmiştim..”

Yorum:
İşte tam bu nokta, benim koptuğum nokta oldu..

Neresinden tutmak lazım? Şöyle başlayayım: İlk talepte, dolaylı da olsa, “Vardır..vardır, eğer yoksa ispat etsin” iması var. Olabilir. Muhalefet lideridir. Suçlayabilir. O benim işim değil. Ben şuraya takılıyorum: Bir gün içinde bu ağır suçlamayı, şüphe imasını geri çekiyor. “Gitsin muhtardan bir ikametgah getirsin, dosyasına koyalım” kıvamında bir öneri yapıyor. Bu, bir dediğinin bir dediğini tutmamasına, kendi lafının arkasında duramamasına verdiği kaçıncı örnek?

Şu kısmı da, düzgün mantık zincirini kuramadığına, ya da hepimizi mantıksız yerine koymasına örnek: “Diyelim ki, Başbakan Erdoğan 2 milyar doları bir şekilde – herkes bunun meşru bir şekilde olamayacağını bilir – edindi ve bunu İsviçre’ye ya da herhangi bir vergi cennetine aktardı. Başbakanlık yapmış bir insan, ne kadar akılsız olmalıdır ki bu parayı ‘Recep Tayyip Erdoğan’ adına açılmış bir veya sekiz hesaba yatırsın..  Kılıçdaroğlu sözde eski Hesap Uzmanı. Hiç mi duymamış Off-Shore şirketleri, sahibi belli olmayan ‘trust’ları, isimsiz hesapları, her biri, bir öncekine ait olacak şekilde ayrı ülkelerde kurulmuş, mülkiyeti perdeleme amaçlı zincirleme paravan şirketleri, hukuk firmaları tarafından idare olunan çok ortaklı görünümlü ama belli büyüklüğü geçen banka hareketleri tek bir kişinin şifreli talimatlarına bağlanmış şirketleri, vs..
Şimdi Erdoğan İsviçre Bankalarından – hangi bankalardan o da belli değil, her bankadan mı? – ya da Merkez Bankası’ndan mı? – bir yazı alıp getirse, Kılıçdaroğlu’nun şüphelerini ortadan kaldırmış mı olacaktır? Eğer olacaksa, ben de “Bunlar ne asılsız şüphelermiş ki bir sudan yazı ile ortadan kalkabiliyormuş?” diye sorarım. Eğer kalkmayacaksa, bu yönde ciddi şüpheleri devam edecekse, “O zaman işi sonunda neden getirip sudan bir yazıya bağladın?” diye sorarım.. Zaten o TV’da konuşurken, ben kendimi bunları sorarken yakaladım..

Gelelim.. THY yazısına.. Sayın emekli Hesap Uzmanı.. Bir insanın belli bir tarihte belli bir şehirde bulunmadığını ya da bulunduğunu ispat etmesi kadar kolay bir iş var mıdır? O tarihte nerede olduğunu ispat ettiğin anda konu kapanır. Ya biletin, ya bir kredi kartı harcaman, ya bir otel kaydın, ya bir havaalanı giriş çıkış işlemin vardır.. Ayrıca oraya ajanlık için gitmediysen mutlaka oturup kalktığın, görüştüğün insanlar olacaktır, vs.. İnsan Başbakan’dan İsviçre’de hesabı olmadığını ispat etmesini talep ederken bu örneği mi verir, Allah aşkına? Bu da zeka seviyesine örnek..

2)
Hükümetin açığa aldığı iki general ve bir amiral, AYİM’de dava açınca, Bülent Arınç şöyle konuşmuştu:

“Bu davayı açanlar 3 tane general. Rütbeleri ne? Tuğgeneral, korgeneral, amiral. Peki AYİM’deki hakimlerin rütbesi ne? Binbaşı, yarbay albay. Ast ve üst münasabetine dayalı bir hiyerarşik sistemde bu hakimler tarafsız yargılama yapabilir mi? Bağımsız karar verebilir mi? Cevabını birileri versin. Bence çok zorlanırlar..Artık bu ikili yapılanmanın ortadan kaldırılması lazım. Tek bir Yargıtay tek bir Danıştay. Anayasa Mahkemesi nasıl tekse tekli bir yapıya dönüşmemiz lazım’

Kılıçdaroğlu, AYİM kararı açıklanınca,

“Bu mahkeme tarafsız olamaz demişlerdi. Şimdi çıkıp milletten özür dileyecekler mi?”

diye soruyor..

Yorum:
Bu cevabın mantıklı kabul edilebilmesi için Arınç’ın, “Askeri mahkemeler her kararda hata yaparlar. Mutlaka yanlış karar verirler. Bu davada da emir komuta içinde ters bir karar verecekler” gibi, istisna tanımayan, ihtimallerden bahsetmeyen bir ifade kullanmış olması gerekirdi. Kararın bu şekilde çıkması Arınç’ı yalanlamıyor ki.. Arınç’ın ne demek istediği izaha muhtaç değil. Her okuyan anlar. Askeri mahkemelerin bağımsızlığına güvenmediğini ifade ediyor.. Hiç kimse, “Bu mahkeme tarafsız olamaz” demedi.. “Tarafsız olmaları zor” dendi. Mantık bakımından arada dağlar var..  Konuşulan, emir komutalı mahkemelerin şüpheye yol açtığı, zaten hiçbir ileri demokraside ‘Askeri Yüksek Yargı’ bulunmadığıydı. Kılıçdaroğlu, polemikten galip çıkmak uğruna rakiplerinin laflarını çarpıtıyor.  Bu da güvenilmezliğine örnek..

Son söz:
Siyasi görüşleri ne olursa olsun, bu kadar kararsız, mantıksız ve zeka pırıltısından yoksun bir insandan imal edilen lider bu kadar olur.. Ben  siyasetçi olsam bu insanla aynı takımda oynamak, hele onun kaptanlığı altında oynamak istemezdim..
Kılıçdaroğlu, adam kıtlığında öne ittirilmiş bir çakma lider olduğunu şu son 24 saat içinde yaptığı iki konuşma ile bile göstermiş oldu..
Allah hepimizi bu karakterden korusun..
Eline yetki geçerse pilot koltuğuna çocuk oturtmuş gibi oluruz..
Görünen köy kılavuz istemez. Gördüğümüzün adını koymaktan çekinmeyelim..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – WikiLeaks IX – “Şu dört noktayı ıskalayanların yorumlarına ben kulak asmıyorum.. size de öneririm..” 3 Aralık, 2010 /2010/12/wikileaks-dortlu-filtre/ Fri, 03 Dec 2010 18:58:46 +0000 /?p=9070 Sade bir Türk insanı olarak, zihnimi bazı Türk yorumcularının yarattığı bilgi kirliliğinden korumak amacıyla, dörtlü bir eleme sistemi benimsedim.

Bu dört ‘filtre elemanı’ndan birine dahi takılan yorumları, doğrudan çöpe atıyorum. Size de öneririm:

Yorum yapan ‘uzman (!)’, eğer içlerinden bir tanesini dahi – kenarından köşesinden bile olsa – anlayamamış ise, yorumun tamamını çöpe attıran ‘filtre elemanları’ şu konular:

1- ‘Hacker’lar..
2- İnternetin gücü..
3. Gönüllü hareketleri, bunların gücü..
4. “Kaç insan varsa o kadar doğru vardır” gerçeği..

Size de öneririm, rahat oluyor..

Merhabalar,

WikiLeaks olayının iç yüzünü, ardındaki gerçeği bilenler var mıdır?
Mutlaka vardır da, bunlar kimlerdir?

Olay bir Amerikan komplosu ya da başka bir ülkenin gizli servisinin marifeti ise, en azından bu komployu ve / veya operasyonu düzenleyenler biliyordur.

Komplo değil de gerçekten, aslında bir ‘hacker’ olan o genç askerin marifeti ise, bunu da, bu askeri aylardır hapiste tutan ve sorgulayan Amerikalı yetkililer biliyordur.

Her ikisi birden doğruysa?
Yani, ya Amerikalılar, ya da diyelim ki Çin gizli servisi tarafından (şüpheli taraflardan birisi de Çin) ve bu asker kullanılarak yapılmış bir komplo ya da operasyon söz konusu ise, yine pek çok insanın bilgisi vardır..

Söylemek istediğim, bu olay, gökten meteor düşmesi gibi, faili insan olmayan bir tabiat olayı değil..
Sadece, bu bilgiler biz sade vatandaşlara kapalı.. Diğer pek çok olayda olduğu gibi..
Tıpkı Kennedy suikastindeki gibi. Tıpkı 11 Eylül olayındaki gibi..

Bu boyuttaki olayları bizlerin anlaması, gerçeğine inebilmesi maalesef mümkün değil..
Ben kendi hesabıma, keyifle izlediğim, heyecanlı, meraklı bir casus filmi izler gibi izliyorum olan biteni..
Bazen ‘Vay canına’ diyerek, bazen ‘Oh olmuş!” diyerek.. bazen “Hadi oradan”, bazen “Bunu bilmeyen mi var?” diyerek, ama keyif ve heyecanla..

Zaten bu saatten sonra, işin aslını bilen biri, hatta diyelim ki bu operasyonu ya da komployu düzenleyenlerin en yetkilisi bile, çıkıp gerçekleri anlatsa, hepimizi ikna etmesi mümkün değil.. “Ne malum bu itirafların da, operasyon ya da komplonun bir devamı olmadığı?” sorusu ortadan kalkmaz..

Cin şişeden çıkmış, diş macunu tüpten fışkırmış bir kere..

Sade bir Türk insanı olarak, zihnimi bazı Türk yorumcularının yarattığı bilgi kirliliğinden korumak amacıyla, dörtlü bir eleme sistemi benimsedim.
Bu dört filtrenin birine dahi takılan yorumları, doğrudan çöpe atıyorum. Size de öneririm:

Yorum yapan ‘uzman (!)’, eğer içlerinden bir tanesini dahi – kenarından köşesinden bile olsa – anlayamamış ise, yorumun tamamını çöpe attıran dört ‘filtre elemanı’ şunlar:

1- ‘Hacker’lar..
‘Hacker’ kimdir? ‘Genç hacker’ profili nedir? Neyle motive olurlar? Neler yapabilirler? Bunların en azılıları neden af edilip, kendilerine çok yüksek paralarla mevcut sistemlerin savunmasında görev verilmektedir?

Başarılı bir hacker olmak o genç insana sanal alemde nasıl bir prestij sağlamaktadır? Banka hesabından para çalmak tarzı hırsızlık dışında maddi getirisi var mıdır? Varsa, bu karşılığın ne kadar büyük olması mümkündür?

Kendisine yüz dolar kredi talep etse vermeyecek olan dev bir bankanın internet sistemini bir gecede kevgire çevirmenin işsiz bir gence verdiği sistemden ‘öc alma zevki’ neyle ölçülür?

Askerde bir çavuştan yediği tokada bile cevap veremeyen bir er, elindeki tek bir lap-top ile Savunma Bakanlığı’nı karıştırıp kırk tane yüksek subayın hapse girmesine sebep olabilir mi? Olursa, ben onu ayıplar mıyım?

Televizyonlarda, bir Filistinli delikanlının kolunu sopa ile vura vura kıran bir İsrail askerini seyrettiğimde, benim elimde böyle bir güç olsaydı, acaba kullanmakta tereddüt eder miydim?

Acaba, dünyada buna benzemez incinmelerin kaç yüz katına şahsen maruz kalmış kaç yüz bin kişi vardır? Ve bunların kaçı ‘hacker’ lık yapabilecek teknik donanıma sahiptir?

‘Asimetrik tehdit’ ünvanını asıl hakkedenler kimdir? Dağlardaki direnişçiler mi, yoksa ‘bir lap-top bir ordu’ gücündeki hackerlar mı?
Türkiye bile ‘Siber savaşa’ hazırlanırken, hem de..

Bunları anlamamış, konuya ilgi duymamış, şu telgraf skandalı ortaya çıkmasa duymamış halde kalacak olanların yorumlarını kayda almıyorum..

2- İnternetin gücü..
“Internet çağındayız” lafı ne anlam ifade etmektedir? Bu da mı ‘klişe bir geyik’tir? Yoksa gerçekten pek çok ‘kabul’ kökünden sallanmakta mıdır?

Bilgi hangi hızla dağılmakta, yayılmaktadır? YouTube, Facebook, Twitter, Google ya da benzerlerinin arka planında hangi teknolojiler vardır? Bunlar kimlere ne imkanlar sağlamaktadır? Hangi tanımlar değişmektedir?

Belge, resmi belge, devlet sırrı, imza, sözleşme, mali işlem gibi kavramlar nereye doğru kaymaktadır?

Şu okuduğunuz satırları aynı anda Hindistan’da yaşayan bir insanın da okuyor olması ne anlama gelir? Peki bu satırların, size gösterildiği günden itibaren otomatik olarak dünya internet arşivine kayıt olması ne demektir?

Bunları anlamamış – teknik uzmanlığı kastetmiyorum – genel hatlarıyla bile anlamamış olanların yorumlarını doğrudan çöpe atıyorum..

3. Gönüllü hareketleri, STÖ’ler, bunların gücü..
‘Gönüllü hareket’ nedir? Bu devirde, haklı haksız bir davası olanlar nasıl örgütlenebilir?

İnternet + kredi kartı ile bağış yöntemi dünya çapında kaç para toplamaktadır?

STK’ların gücü nedir? Green Peace’in adını bilmeyen yok ama acaba dünyada aynı ‘kumaştan’ kaç örgüt faaldir?

Bunları zaman zaman bazı gizli servislerin kendi amaçları doğrultusunda kullanıyor olmasını göz ardı etmeden soruyorum: Bu örgütlerin gücüne, günümüzün haberleşme imkanları neler katmaktadır?

Bunları anlamamış, dünya haritasını hala sadece devletler haritası olarak okuyan uzmanlar bence dinazor mertebesindedir.. onların yorumlarını ‘hükümsüz’ kabul ediyorum..

4. “Kaç insan varsa o kadar doğru vardır” gerçeği..
Size ‘norm’ gelen her kabulün mutlaka bir ‘muhalifi’ nin de bulunduğunu anlayabiliyor musunuz?

Örneği bir devlet başkanı için neredeyse bir tabu olan ‘Devletlerin Yüksek Çıkarları’ kavramına inanmayan insanların oranı yüzde bir olsa, bunun internet kullanan tüm nüfus içindeki karşılığı kaç milyon insana karşılık gelir, hiç düşündünüz mü?

Örneğin, halkımıza ‘benimsetilmiş tabu’ların başında gelen ‘Atatürk tabusu’ nu alalım..
Hala kapalı olduğu söylenen Atatürk dönemine ait İngiliz gizli arşivinin açılması, ya da Latife Hanım’ın saklanan hatıratının veya o devre ait olup açıklanması ertelenen tüm diğer hatıratın yayımlanması için bir kampanya açılsa, benim gönlümden kaç para – mutlak değeri mühim bir rakam etmese de gelirimin yüzde kaçı – kopar?
Ya da tam tersine, “Aman bunlar kapalı kalmaya devam etsin” diyecek ve tam tersi bir kampanyaya bağış yağdıracak, canla başla gayret edecek kaç vatandaşımız vardır? Bu taraflardan herhangi birinin meşruiyeti sorgulanabilir mi?

Dünyada bunun gibi bağışçı bulabilecek kaç ‘dava’ (case) vardır? Bunlara bağış yağdıracak insan sayısını tahmin edebilen çıkar mı?

WikiLeaks’in dayandığı ifade edilen, “Devlet sırrı kalmasın, savaşı, insanların öldürülmesini, kötülükleri önlemenin en etkin yolu budur” görüşü naiflik içermekle birlikte, ‘başka güçler tarafından kullanılabilir’ olmakla birlikte, tamamen haksızdır mıdır?

Şu olan bitende, ‘Müebbet olarak olayların arka planını bilememe cezası’na çarptırılmış kitlelerin intikamı tadı” yok mudur?

Eğer bir helikopterden açılan makineli tüfek ateşi ile siviller bile bile biçiliyor ve bu kayda dahi geçmeden örtbas ediliyorsa, gerçekten de bir takım devlet adamlarının, diplomatların veya komutanların mahcup duruma düşmelerinden ‘bize ne’ değil midir?

Azerbeycan’ın bir ‘şahıs şirketi’ olduğunu sağır sultan dahi duymuş iken, bunun o şahsın yüzüne vurulması neden kötü olsun?

Rusya’da, Ukrayna’da neredeyse her – evet neredeyse her – ‘yüksek bürokratın’ aslında ‘yüksek rüşvet tahsildarı’ olduğunu biz bilirken, bu neden Putin’in, Medvedev’in yüzüne vurulmasın? Kim dinler, ya da önemser bu ülkelerin ‘yüksek menfaatları’ palavrasını? Bu aynayı hangi ülkeye tutarsanız tutun, cevap değişir mi?

İşte işin içinde bulunan bu haklılık payını kavrayamayan, teslim edemeyen ya da inkar eden uzman görüşleri ile de benim işim olmuyor.. İstikamet çöp tenekesi.. Marş marş! deyip geçiyorum..

Sizlere de öneririm.. Aklınıza gelen başka filtre elemanları varsa, önerilerinizi beklerim..

Saygılarımla..

Tevfik İzmirli

]]>
Tevfik İzmirli – WikiLeaks VIII – İsrail telgraflarının mevcut olmadığı gerçek değil.. Elde 4,000 civarında İsrail telgrafı var .. 2 Aralık, 2010.. /2010/12/wikileaks-israil-telgraflari-da-var/ Thu, 02 Dec 2010 18:43:27 +0000 /?p=8950

Merhabalar,
WikiLeaks ile peşindekiler arasındaki kovalamaca devam ettiği için siteye düzenli ve sürekli olarak ulaşma imkanı bulunamıyor..

Şu iki ekran fotoğrafı, 2 Aralık, 2010 günü TSİ 17:30 gibi çekildi.. Fakat sitenin zorda olduğu şuradan belli ki, tıklanan linklerin hiç biri açılmıyordu..

Her iki fotoğraf da sitenin açılış sayfasına ait.. İlk fotoğraf açılış sayfasının üst tarafını, ikinci fotoğraf alt tarafını gösteriyor.

İkinci fotoğrafdaki çubuk grafik dikkate değer. Elde hangi ülkeye ait kaç telgraf bulunduğu bu grafikte gösterilmiş.

Dikey eksen, binli birimlerle belge sayısını gösteriyor. En soldaki neredeyse tam boy çubuk ABD’nin kendi başkentine ait. Yaklaşık olarak 8,000’den fazla belgeye işaret ediyor. Hemen yanındaki, yani boy sırasında ikinci gelen çubuk Ankara’ya ait. Bunları zaten biliyorduk.

Dikey çubukları sayınca bu grafiğin 45 başkenti kapsadığı anlaşılıyor..

Her çubuk değişik değişik oranlarda kırmızı, turuncu ve yeşil bölümden oluşuyor.. Bunlar da telgrafların gizlilik derecelerini gösteriyorlar..

İlginç nokta, Tel Aviv’in belge sayısında 13. sıraya oturması. Buna belki Kudüs Konsolosluğu’nu da eklememiz gerekebilir. Grafik üzerinden göz kararı ile, Tel Aviv’e ait 4,000 civarında belge bulunduğu görülüyor.. Yine göz kararı ile, Kudüs’e ait belge sayısının 2,500 civarında olduğunu söyleyebiliyoruz.. Ortaya 6,500 gibi bir toplam belge sayısı çıkıyor. Bu kadar fazla sayıda belgenin içinden, İsrail’i rahatsız edebilecek belgeler çıkmaması halinde, perde arkasında bir İsrail komplosu arayanların eli güçlenecektir..

İkinci bir nokta da, Atina ve Kiev’in bu grafikte yer almaması. Toplam 270 civarında ABD temsilciğinin varlığı bilinirken sadece 45 başkentin tabloda yer alması olsa olsa bu 45 başkentin en fazla telgraf trafiği yaratmış olmalarıyla açıklanabilir.
Zaten grafikten, 45. sıradaki Erivan’ın bile 2,000 civarında telgrafa kaynaklık ettiği anlaşılıyor. Muhtemelen bu grafiğe sadece ilk 45 başkenti almışlar..

– d e v a m e d e c e k –

]]>