Tevfik İzmirli – 29 Ekim’in Coşkusuz Kutlamaları, Önemi, Düşündürdükleri..

31/10/2010 (Kategori: Yazılarım, Yorum - Polemik)

İtiraf edenler çoğalıyor.. “29 Ekim Cumhuriyet Bayramı”nı içten bir coşku ile kutlayamıyoruz..
Acaba neden böyle?

İnsanımız, 9 Eylül’de İzmir’in kurtuluşunu gerçek bir coşku ile, caddeleri, meydanları doldurarak kutlamaktadır. Çünkü İzmir, 9 Eylül’de gerçekten kurtulmuştur. Büyük bir milli iddia, milli dava kazanılmıştır. 15 Mayıs, 1919′dan beri Yunan bayrağı dalgalanan İzmir Hükümet Konağı’nda, 9 Eylül, 1922 sabahı tekrar Türk bayrağı dalgalanmaya başlamıştır…

30 Ağustos’larda halkımız silahlı kuvvetlerin geçişini gururla, coşkuyla bazen gözyaşlarını tutamadan izlemekte, milli gücününün elle tutulur unsurlarını seyrederek güven hissini tazelemektedir. Milletimiz Mehmetçiğe yürekten sevgi duymaktadır. Ayrıca, 30 Ağustos, 1922 günü, milletçe varlığımıza kasdetmiş bir düşmanı bozguna uğrattığımız gündür.

Aynı hevesi, ilgi ve coşkuyu, bayram havasını, 29 Ekim’lerde görmüyoruz. Çankaya resepsiyonları bir bayram kutlaması değil protokol icabı yapılan davetlerdir. Her devletin böyle bir milli günü vardır.

Kutlamaların zorlama olmasının, ittire kaktıra yapılmasının – neredeyse, devletin attığı havai fişekler, devletin düzenlediği fener alayları olmasa ortada kutlamaya benzer bir bir görüntü kalmayacak – resmi, halksız kutlamaların altında yatan nedir? Acaba, 29 Ekim’in önemli bir kırılma noktası teşkil etmemesi olabilir mi?

Nitekim, 28 Ekim, 1923 gününde de padişahlık yoktur. Halife İstanbul’da oturmaktadır. 30 Ekim, 1923 gününde de padişahlık yoktur. Halife İstanbul’da oturmaktadır.. O zaman 29 Ekim, 1923′de ne olmuştur?

Saltanat, bir yıl önce, 1 Kasım, 1922′de kaldırılmıştır. Hilafet, dört ay sonra, 3 Mart, 1924′de kaldırılacaktır.

1929 Yılına kadar yürürlükte kalacak olan, 3 Mart, 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu’nun kabulü ile başlayacak olan ve baskı, sürgün, idam ve sansür açısından Abdülhamid devrini aratacak olan ‘Gerçek ve Kalıcı Cumhuriyet – Keyfi Mustafa Kemal Diktatörlüğü’ nün ilanına henüz onaltı ay vardır.

O gün gelinceye kadar hiç olmazsa bir nebze olsun muhalefet etme, parti kurma, gazete çıkarma hakkı mevcuttu da denemez.. Cumhuriyet ilan edilir edilmez, basını sindirmek amacıyla, Topçu İhsan başkanlığında yeni bir İstiklal Mahkemesi kurulup, İstanbul’a yollanmış, önemli gazeteciler tutuklanmıştı..

29 Ekim, 1923′de memlekette zaten neredeyse adı konmamış bir cumhuriyet idaresi vardır.

Hükümete, “TBMM Hükümeti’ denmektedir. Kabine bu meclis tarafından tayin edilmekte ve güven oyunu bu meclisten almaktadır.
Meclis Başkanı ve Başkomutan, Gazi Mustafa Kemal’dir.
I. Meclis’in yaptığı 1921 Anayasası yürürlüktedir.
Lozan Anlaşması üç ay önce, 24 Temmuz, 1923′de imzalanmış, uluslararası camia yeni Türkiye’yi tanımıştır.
Lozan Anlaşması’nı onaylamayacağı görüldüğü için, I. Meclis feshedilmiş, 1923′ün Temmuz ayında tüm adayları Mustafa Kemal tarafından belirlenen tipik bir ‘iki dereceli tek parti dönemi seçimi’ ile II. Meclis seçilmiştir. Lozan Anlaşması bu ‘dikensiz gül bahçesi’nde bile hoş karşılanmasa da, onaylanarak yürürlüğe girmiş, millete “Lozan Zaferi” olarak yutturulma süreci başlamıştır.
Ortada Cumhuriyet’e yönelik ciddi bir muhalefet de yoktur.
Geriye kalan, ‘Cumhuriyet’in adını koymak ve Gazi Mustafa Kemal’i cumhurbaşkanı seçmektir.
Bu da Meclis’in bir toplantısı ile halledilmiştir.

29 Ekim, 1923 günü, ne esirdik özgür olduk, ne işgal altındaydık vatanı kurtardık, ne sömürgeydik bağımsızlığımızı kazandık, ne mağluptuk galip geldik, ne padişahlıktan kurtulduk, ne bir diktatörü devirdik, ne bir sınıfın tahakkümünü yıktık..

Bu yüzden mi içten gelen bir coşkuyla kutlayamıyoruz, acaba?

Aslında bunların hepsi iyi haberdir..
’29 Ekim’in önemi artardı’ diye, bugünün öncesinde sömürge mi olsaydık?
4 Temmuz, ABD’nin İngiliz sömürgesi olmaktan kurtuluş günü.
14 Temmuz, Fransızların aristokrasiyi yıktıkları, vatandaş oldukları gün.
Biz ne sömürgeydik, ne bir asil sınıfının hizmetçileri konumundaydık, ne de devletsiz bir halk topluluğuyduk.
Bu yüzden, 29 Ekim ne bir kurtuluş günü, ne de yeni bir devletin kuruluş günü..
Sadece aynı devletin, zaten saltanatın kaldırılması ile değişmiş olan rejiminin adının konduğu bir gündür..
Rejim değişikliklerini kutlayacaksak, neden I. ve II. Meşrutiyet’leri kutlamıyoruz? Ya da ‘çok partili demokratik rejim’e geçişimizi?

Cumhuriyet sayesinde “teba olmaktan, padişahın kulları olmaktan kurtulduk, vatandaş olduk”, denebilir..

Ama, ne kadar vatandaş olduğumuz şüphelidir.. Lafın doğrusu, “Osmanlı Tebası’ olmaktan, ‘Mustafa Kemal’ tebası olmaya geçtiğimizdir. Seçmenler (ilk seçiciler -müntehib-i evvel), adaylar arasından ikinci seçmenleri (müntehib-i sani) seçmekte, bu ikinci seçmenler de tamamını Mustafa Kemal’in tesbit ettiği adaylar arasından mebusları seçmekteydiler. Daha doğrusu, Mustafa Kemal’in hazırladığı listeler, tek liste olarak halka oylatılmış oluyordu. Seçimlerde açık oy – gizli tasnif yöntemi kullanılıyordu. Yani oy verenin oyu herkes tarafından görülürken, oyların sayımı kapalı kapılar ardında gizlice yapılıyordu. Bu karagöz – hacivat oyununa da seçim deniyordu. Osmanlı dönemindeki seçimler bile bu kadar soytarıca değildi. Bu yüzden, hayatında Antep’i görmemiş bir Mustafa Kemal dalkavuğu, Antep mebusu olabiliyordu. Aslında Mustafa Kemal devrinde mebusluk Mustafa Kemal’in kişisel tayiniyle gelinen bir makamdı.
Zaten yapılan ilk hilesiz seçim olan 14 Mayıs, 1950 seçiminde, millet ‘Yeter Söz Milletin’ sloganı ile Kemalist kadroları bir daha çıkmamak üzere sandığa gömmüştür..
Bu seçimlere kadar, ‘Cumhuriyet devrinde açık, dürüst, haysiyetli bir seçim yapılmadı’ dense, yalan olmaz..

Cumhuriyet, gerçekten fazilettir.. Ama bizim tek parti cumhuriyetimizin fazileti şüphelidir.
Belki de 29 Ekim, bu yüzden halkımızı ‘umulduğu gibi’ heyecanlandıramıyor..

Şu çelişkileri de görmemiz gerekiyor:
İşimize geldiği zaman Osmanlı ile öğünmeye bayılıyoruz..
Bir Amerikalı’ya İstanbul’u gezdirirken, Azaphane’deki Haliç Tersanesi’nin önünde (Osmanlı’daki adı: Tersane-i Amire – Devlet Tersanesi), benim bile “Amerika kıtası keşfedildiğinde biz Haliç tersanesinde donanma inşa ediyorduk.. şu gördüğünüz tersanenin kuruluş yılı 1455′dir” demişliğim var..
O zaman nasıl 87 yıllık bir devlet olmakla övüneceğim? İkisi birden olabilir mi?
Acaba, millet olarak, farkında olmasak da, bu ‘reddi miras’ yaklaşımına mı sıcak bakamıyoruz?

Hem Malazgirt Zaferini, hem İstanbul’un Fethini, hem Çanakkale Savaşı’nı kutlayan bir millet aynı anda 87 yıllık bir Cumhuriyet’i ancak bu kadar mı, kutlar?
Malazgirt Büyük Selçuklu’nun, Fetih ve Çanakkale ise, Mustafa Kemal’in konuşmalarında yerin dibine batırdığı Osmanlı’nın zaferleri değil mi?

Bizi milletçe acaba şizofren yapmaya mı çalışıyorlar?
Akıl sağlımızı korumak için biz şu bakış açısını mı benimsesek, acaba?

- Batı Türk Devleti, başkenti Konya olan Anadolu Selçuklu Devleti’nden beri aynı devlettir. Nasıl ki, bugünkü Rusya ve Fransa, kurulduklarından beri aynı devletler ise.. Oysa, onlar da tarihlerinde rejim ve başkent değiştirmişlerdir..
- Osmanlı, Selçuklu’nun içinden çıkmıştır. Söz konusu olan sadece bir hanedan değişikliğidir.
- Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın doğal devamıdır. Söz konusu olan sadece bir rejim değişikliğidir.
- Konya, Söğüt, Bursa, Edirne, İstanbul, Ankara’nın hepsi bizim başkentlerimizdir.
Merak eden Roma İmparatorluğu’nun zaman içinde kaç şehri başkent olarak kullandığına bakabilir.
- İyisi ile kötüsü ile, tarihimizin her kesiti bizimdir.
- İstanbul’un Fethi de bizimdir, II. Viyana Bozgunu da bizimdir.
- Zenta Bozgunu da bizimdir, Mohaç Zaferi de..
- Preveze Zaferi de, İnebahtı Bozgunu da..
- Nasıl ki, Kurtuluş Şavaşı’mızın Kütahya – Eskişehir – Altıntaş bozgunları da bizimdir, Sakarya ve 30 Ağustos zaferleri de bizimdir.
- Kanuni Sultan Süleyman da bizimdir, Deli İbrahim de.. Atatürk de, Adnan Menderes de..
- 14 Mayıs 1950 serbest seçimleri de bizimdir, 27 Mayıs 1960 terbiyesizliği de..
Bütün bu yolculuğu bizim dedelerimiz yapmış.. Rezil olduğumuz günler de olmuş, vezir olduğumuz günler de.. Her millet böyle değil midir? Kişisel olarak, bizim dedelerimiz o devirde nalbant da olabilirler, sadrazam da.. Farketmez.. Bu bizim ortak toplumsal tarihimizdir. Biz bu tarihi yolculuk içinde biz olmuşuz. Ortak geçmişimizin bir kısmından bile utanmak için gerçekten aşağılık bir ruh yapısına sahip olmak gerekir.. Millete bu utancı aşılamaya çalışmanın kendi hastalığını tüm millete bulaştırmaya çalışmaktan farkı yoktur. Bu aslında millete yapılacak en büyük kötülüklerden biridir.. maalesef bu yapılmaya çalışılmıştır..

Tarih sürekli akan bir nehir gibidir. ‘Yap bir kanun – başlasın yeni bir devir’ tarzında inşa edilemez.
Cumhuriyetimizi kuran Gazi Mustafa Kemal de, tüm silah arkadaşları da, o “geri – ilkel – karanlık (!) II. Abdülhamid devri”nin yetiştirdiği kurmay subaylardır.
Mustafa Kemal’in kendi zihin yapısı da dahil olmak üzere, Cumhuriyetin getirdiği tüm yeniliklerin kökü ‘Osmanlı modernleşmesi’ denen ikiyüz yıllık bir sürecin ürünüdür. Buna alfabe, takvim, giyim değişiklikleri, millet meclisi dahildir.
23 Nisan 1920′de Ankara’da toplanan meclisimiz bile 16 Mart, 1920 günü İstanbul’un İngilizler tarafından resmen işgal edilmesi üzerine kapatılan ‘Meclis-i Mebusan’ın, Ankara’da tekrar toplanmış halidir.
Misak-ı Milli, bu Meclis-i Mebusan tarafından 28 Ocak, 1920′de, daha İstanbul’da iken kabul edilmiştir. Hatta Mustafa Kemal de bu meclise seçilmiş, ancak haklı olarak güvenlik endişesi ile toplantılara katılmamıştır. O kadar ki, ilk toplantı da Mustafa Kemal meclis başkanlığına aday gösterilmiştir. Aday gösterenler, Heyet-i Temsiliye’den katılan mebuslardır.
- Kurtuluş Savaşımız da Osmanlı tarafından Osmanlı birliklerinin başına tayin edilmiş olan Osmanlı subayları tarafından yönetilmiş bir savaştır. Yaralılarımız, Osmanlı’nın döşediği demiryolları ile cephe gerisine taşınmış, Osmanlı’nın kurduğu tıp fakültesi mezunu doktorlarımız tarafından tedavi edilmişlerdir. Osmanlı’yı red eden kadrolar ikinci bir tıp fakültesini 1945 yılına kadar açamamişlardır. Haberleşme II. Abdülhamid tarafından kurulmuş telgraf hatlarıyla sağlanmıştır.
- Ayrıca, Mondros Mütarekesi ile silahtan arındırıldığımız da bir Kemalist rejim yalanıdır. Osmanlı subayları birliklerinin silah ve cephanelerini olabildiğince saklamışlar, düşmana teslim etmemek için gerekeni yapmışlardır.

Olaya bu perspektifle baktığımızda, 29 Ekim tarihteki gerçek yerine daha iyi oturmuyor mu?

Son söz:
Ne Kurtuluş Savaşımız, ne Cumhuriyetimiz, ne de ‘Atatürk Devrimleri’ denen yenilikler, Mustafa Kemal’in dehasıyla şapkadan çıkarılmış tavşanlar değildir.. hepsi içinde Osmanlı’nın da bulunduğu, tarihi bir sürecin duraklarıdır..
Mustafa Kemal bu sürece yüksek komutanlık meziyetleri ile önderlik etmiş seçkin bir Osmanlı subayıdır.
29 Ekim Cumhuriyeti, 14 Mayıs, 1950′deki ilk serbest seçimlere kadar ‘halksız’ bir cumhuriyettir..
Böyle bakabilirsek, 29 Ekim de olması gerek yere oturuyor, heyecanlı kutlamalar beklemeye yer olmadığı görülmüyor mu?

Belki de bir gün gelecek, bizim de her vatandaşımız, vatandaşı olmakla gurur duyduğu, tarihiyle ve kendi kimliği ile barışmış, büyük ve tam demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’nde coşku içinde kutlayacaktır bu bayramı da.. Amerikalıların 4 Temmuz’u sevinç ve gururla kutladıkları gibi.. bayram gibi.. ‘Türkiye Günü’ olarak kutlayacak belki.. Vatandaşı olmakla gurur duyduğu ‘Türkiye Günü’..