Tevfik İzmirli – “Tekrar dünya gücü olabilir miyiz? Bu noktaya nasıl geldik? Bu yoldaki engellerimiz..” – I. Bölüm

28/01/2011 (Kategori: Yazılarım)

Tekrar dünya gücü olacak mıyız?
Böyle giderse evet.. olacağız. Yarın sabah değil tabi ki.. Ama gidiş oraya..
Büyük bir felakete uğramazsak, bizim neslimizin uzun yaşayanları bile bu dünyayı terketmeden bambaşka bir Türkiye’yi görmüş olacaklar..

Bu maya nasıl tuttu? Bu hamur nasıl kabardı?
Bu sorunun kırk tane cevabı olabilir ama bence bir numaralı etmen (amil) “Türkiye’nin 89 yıllık uzun barış dönemi” olmuştur. Allah bir daha göstermesin, 9 Eylül 1922 gününden bugüne ülkemiz savaş yıkımı görmedi. Şu Asya artı Avrupa kıtasında böyle kaç ülke var acaba? Veya Anadolu insanı tarihinde hiç bu kadar uzun süren bir barış dönemi yaşamış mıydı? Bu, üzerinde pek durmadığımız ama aslında her türlü politikanın üzerinde inşa edildiği bir sağlam zemin sağladı. Kuşkusuz, devletimizin, cumhuriyetimizin başarısıdır.
İsmet Paşa’nın, Lozan’ın imzalandığı salondan çıkarken yanındakilere söylediği “Yüz sene kazandık” sözü her geçen gün doğrulanıyor.

Bu uzun barışı elde etmenin karşılığında az mı bedel ödedik?
Az olur mu? Fazlasıyla ödedik. Kişiliğimizden, kimliğimizden vaz geçtik. Hatta belki de her istediklerini vermiş olduğumuz için bizi rahat bırakmışlardır. Daha ne ödeyecektik?
Önce Lozan’da İngiltere, daha sonra NATO’da ABD ne istiyorlarsa, bizi ezmemeleri için ya da Stalin’in Sovyetler’ine yem etmemelerini sağlamak amacıyla ne yapmamız gerekiyorsa yaptık.
Lozan’da sağ kalmak için hedef küçültmüştük. NATO’da Sovyet tehdidinden korunma karşılığında Atlantik güçlerine uşaklık olmasa da yamaklık ettik.
O bakımdan Türkiye’nin XX. Yüzyıl’daki dış politikası genel hatlarıyla, Atatürk döneminde bir ‘yaranma’, daha sonrasında bir ‘yaltaklanma, tabi olma, kullanılma ve buna rağmen iteklenme’ politikasıdır. Gurur duyulacak bir yönü yoktur.
Yaranmaya örnek; Atatürk devrinin Ankara sokaklarında görülen silindir şapka giydirilmiş mebuslarıdır. Türk müziğinin yasak edilmesidir.
Yaltaklanmaya örnek; Kore’de verdiğimiz yediyüzden fazla şehittir.
Tabi olmaya örnek; Cezayir’in bağımsızlığına karşı NATO üyeleri ile birlikte red oyu kullanmamızdır.
Kullanılmaya örnek; varlıklarından ancak Küba Krizi patlayınca haberdar olduğumuz Jüpiter füzelerinin topraklarımıza yerleştirilip Anadolu’nun Sovyet füzelerinin hedefi haline getirilmesidir.
Ve iteklenmeye örnek de; Jonson Mektubu’dur, Amerikan ambargosudur.
Ne yapalım? “Adım Hıdır, elimden gelen budur” demişler. Milletimizin ve liderlerimizin eti, budu, aklı, fikri o kadarına yetiyordu demek ki..


Bağımsızlığımızın senedi olan Lozan’da ne diyet ödedik?
- Musul bağıra bağıra İngiltere’ye gitti. Petrol, Türkmenler ve güneydeki Kürtler İngiltere’ye, beş para getirmez, çok para götürür dağlarla kuzeydeki Kürtler bize kaldı..
İngilizler, Lozan’da ertelenmiş olan Musul Meselesi için sonradan toplanan Haliç Konferansı’nda, açık açık “Dünya Savaşı’nda sizi yendik. Kurtuluş Savaşı’nız bizi bağlamaz. Biz bu masada dünya harbinin galibi olarak oturuyoruz. Musul kılıç hakkımızdır, ayrıca orada petrol var ve Britanya İmparatorluğu bu petrolü kimseye bırakmayacaktır” dediler. Konferans hemen dağıldı.
Ardından konu Cemiyet-i Akvam’da (Milletler Cemiyeti) ele alındı. ‘Dahi’ Mustafa Kemal’in hükümeti, sınırı tesbitle görevli Estonya’lı generali vize vermeyerek ülkeye sokmayınca, adam da sınırı masa başında çizip teslim etti. Geçti, gitti. O gün bugündür sınırı 15 – 20 kilometre güneye aldırmaya uğraşıp duruyoruz. Sınırın bu halinden şikayet eden asker – sivil yetkili bolluğu vardır ama, “Bu saçma sapan sınırın böyle zirveden zirveye sıçrayarak gitmesinin sorumlusu kim?” sorusunu hiç duymayız, nedense..

I. Meclis’de, Musulsuz Kürdistan’ın başa bela olacağını, Musul giderse Diyarbakır’ın tehdit altına gireceğini, hatta stratejik güvenlik hattımızın Erzurum’a kadar gerileyeceğini söyleyen kimbilir kaç ‘cahil’ (!) milletvekilimiz vardı. Zabıtlar ortada. Ama oldu. Zaten bu Meclis’in anlaşmayı kolay kolay onaylamıyacağını gören Mustafa Kemal meclisi fesh ederek seçime gitti. Tüm üyelerini kendisinin belirlediği 1924 Meclisi Lozan’ı – yine de pek kolay olmadan – onayladı.. İngiliz’in elinden petrol deryası Musul’u almanın imkanı yoktu. Kabul.. Bu noktadan eleştirmek insafsızlık olur.. İmzalar atılınca bize de Misak-ı Milli’nin başına bir felaket gelmemiş gibi yapıp Lozan’ı bayram kabul etmek düştü.. O gün bugündür kutlarız zaten..
Ama hala bu kutsal antlaşmanın Türkiye’nin 9 Eylül, 1922′de ulaştığı çizgiye ne eklediğini söyleyebilmiş birisi çıkmış değil.. Zaten Avrupalıların gizli arşiv belgeleri yayımlandıkça Lozan’daki heyetimizin ve Ankara’nın ne kadar aciz ve dünyadan habersiz oldukları ortaya çıkıyor.. – Bu da apayrı bir konu – Bu noktadan eleştirmek de insafsızlık olur.. Büyük Britanya Dış İşleri Bakanlığına karşı Ankara’da Mustafa Kemal Paşa, Lozan’da İsmet Paşa.. Birbirlerine çektikleri gizli telgraflar yarım saat sonra tercüme edilmiş olarak Lord Curzon’un masasına geliyor. Bizimkiler kurmay ya (!) akılları sıra gizli haberleşiyorlar.. Çocuk gibiler.. Afraları tafraları bize.. İngiliz bizim ‘Ebedi Şef’imizle sonraki ‘Milli Şefimiz’i oynatmış durmuş.. Ama asırlık koloni tecrübesine sahip olduklarından zayıfa nasıl muamele edileceğini iyi biliyorlar. Adam yerine koyuyor gibi yapacaksın, bazen pohpohlayıp bazen çekişeceksin.. Sen sepete attığına bakacaksın.. Karşı tarafın eline de bir lolipop tutuşturacaksın ki o da evine mutlu dönebilsin..
Kulağı duymayan, Fransızcası yetersiz, İngilizceyi hiç bilmeyen, hayatında ilk defa çizmeden başka ayakkabı giyen – bu kendi lafıdır – İsmet Paşa’yı sadece lafımdan çıkmaz düşüncesi ile baş temsilci yaparsan, yine de Allah bu millete acımış demek lazım.. Söyleyecek bir laf yok.. İtirazım sadece bunu bize kaç nesildir zafer diye yutturmaya çalışan resmi tarih tezine..
Lozan’la;
- 1936′daki Montrö Antlaşması’na kadar Boğazlar’da kontrolümüz ve askerimiz yoktu..
- Hatay 1939′a kadar Fransız idaresindeydi.
- Batı Trakya Yunanistan’da, Patrikhane İstanbul’da kaldı.
- Yunanistan’ı harp tazminatından affetmek zorunda kaldık. Çünkü Yunan Ordusu’nu tamamen imha ettiğimiz (!) 30 Ağustos’dan – nasıl oluyorsa artık - burnu kanamadan kurtulup Kuzey’e, yani Bursa üzerine çekilen ve takip bile edemediğimiz – bunu yazan da Atatürk hayranı emekli asker askeri tarihçiler, ne kadar olsa iş askeri harekat krokilerine dayanınca anlatmak zorunda kalıyorlar – beş Yunan tümeni dahil sekiz tümenlik Yunan gücü Trakya hududundaydı ve Trakya’da bizim Jandarma dışında birliğimiz mevcut değildi.
- O zamanın en büyük Müslüman nüfusunu sömürgelerinde barındıran İngiltere’ye “Bizden sana tehlike gelmez.. Bak senin Müslüman tebanı etkileyebilecek hilafeti çöpe atıyoruz” mesajını verebilmek için, Halifeliği daha Musul konusu bir sonuca bağlanmamışken ve Lozan İngiltere tarafından henüz onaylanmamışken ilga ettik. Müslüman dünya ile bağımızı koparacağımızın, kendi hayat alanlarımıza sırtımızı döneceğimizin ilk işaretini tam da ne zaman veriyoruz.. Zamanlama ilginç değil mi?

Lozan sonrasında yaşanan ‘İnkilaplar’a bir de bu gözle bakalım.. Neredeyse tamamı hakim emperyal güce “Biz artık biz değiliz.. bak bak biz de senin gibiyiz, artık bizi tehdit olarak algılama, biz de size dönüştük!’ mesajının ifadesi değil mi? Alfabe, şapka gibi değişiklikler, bugün varlığı inkar edilse de dinsizleştirme gayretleri, acaba sadece son Meşruti Padişah Mustafa Kemal’e - kendi taraftarlarının o devirde dile getirdikleri ve kendisinin karşı çıkmadığı tabirle – ilham (vahiy) olarak mı geliyordu, yoksa büyük güç ile yapılmış ‘zımni’ anlaşmanın mı şartlarıydı? Düşünmeye değmez mi?

Atatürkçülerin günümüzde dile getirdikleri ‘anti-emperyalist’ söylemin Atatürk döneminde izi bile görülmemiştir. Türkiye’ye İngiliz menfaatlerine en uygun politikalar Mustafa Kemal döneminde uygulatılmıştır.
Bunları yaptık, uluslararası camiada kimliğini, kültürünü ve tarihini inkar eden, batı özentisi, o yüzden de ne batıya ne doğuya yaranabilmiş ve adam yerine sayılmaz bir devlet haline düştük ama hayatta kaldık..
Bugün geriye baktığımızda bu kıvraklığımız (!) işe yaramış ve uzun vadede karlı çıkmışız gibi görünüyor.
En azından şu belalı coğrafyada postu deldirmeden bugünlere ulaşmak bile ciddi bir başarıdır.
Bu açıdan bakıldığında; tüm Cumhuriyet hükümetlerinin, II. Abdülhamid’in büyük güçler arasındaki dengeleri kullanarak devleti yaşatma politikasını başarı ile devam ettirdiklerini söyleyebiliriz.
Bu başarının yanında ‘Haysiyet’in lafı mı edilir? Haysiyet boynu kalınlarda olur. Biz Avrupa’dan medet ummaya başlayalı zaten haysiyetimizi çıkarıp asmışız.. İki asır olmasına az kaldı.. Aklımıza anca gelmeye başladı..

Söz konusu olan bir insan olsaydı bu şahsiyetsiz duruş üstünde leke olarak kalırdı ama devletlere ayıp yok..
Devletlerin, “O gün kendi canımızı kurtarmamız gerekiyordu, öyleydi, artık böyle” deme hakları var.. Bizim de var..
Güçlü ol, istediğini de.. Nasıl olsa ‘Hakkın kadar değil, gücün kadar konuşursun’ kuralı geçerli..

Soğuk Savaş’ın bitişi bizi ‘Zihni dondurulmuş ama vücudu büyümüş’ bir çocuk halinde buldu.. Beynimizin buzları yeni yeni çözülüyor..
Mustafa Kemal’in 1925′deki Takrir-i Sükun Kanunu ile başlattığı düşünme, konuşma, yazma, eleştirme, muhalefet etme, örgütlenme, toplanma yasağı ve bunun yarattığı ‘Fikir Çölü’ – kısa molalar dışında – tüm kuraklığıyla 90′lı yıllara kadar hiç yağmur görmeden geldi. 60′daki Zaparta ayaklanması darbeler yolunu açtı. Yeniçeriliğin kalkmamış olduğunu defalarca yaşayarak gördük. Elifi görse mertek sanacak generallerin aklına göre dümen tutuldu. Arada yaşanan 60′lı yıllardaki sözde ‘çilenti’den de bir bereket görülmedi. O yılları da ‘Devrim köyden mi başlasın, şehirden mi?’ tartışmaları ile heba ettik. İş fabrika yakan sendikalara geldi dayandı. En dinamik gençlerimizi ‘gerilla’ yaptık ya da yaptılar.. Bugün için pek farkı yok.. Bizim gençlerimiz ‘Arnavutluk tipi devrim mi, Çin tipi devrim mi?’ sorularının peşinde heba oldular..
Soğuk Savaş bittiğinde biz, dindarları, Kürtleri, Alevileri dışlanmış, iteklenmiş, hatta yok sayılmış, Atatürk’ü putlaştırmış, onun asılsız, temelsiz, bilime aykırı, komik ve çocukça tarih tezlerini gerçek zannedip okullarında okutan, ‘Kuvvetler ayrılığı’nı savunan bir anayasacının bile ‘Kuvvetler Birliği’ni savunmuş Atatürk’e bağlılık yemini etmek zorunda kaldığı, yakın tarihi karartılmış, çarpıtılmış, hatta belgeleri bilinçli olarak tahrip edilmiş, tarihi köklerini reddetmiş, doğal hayat alanlarıyla ilgisini kesmiş kendi toplumunun tarihinden, sosyolojisinden bihaber, tarihini faşistlere, dinini şeriatcılara terketmiş – ya da terkettirilmiş – bir ‘yalanlar ülkesi’nin ‘mankurt’ vatandaşları halindeydik.
Demokrasi tecrübemiz, ancak ‘Hangi baraj nereye yapılsın, hangi ilin yolu asfaltlansın?” tarzındaki ‘geniş belediyecilik’ sorularına cevap arayan bir ‘sandık’ oyunundan ibaretti ve kendi iradesiyle tek bir anayasa yapamamış bir halktık. Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün yerine başbakanlığa getirdiği Celal Bayar’a ‘Ordu komutanlarını, valileri, büyükelçileri ben tayin ederim. Dış politika da bana ait. Kalanından sen sorumlusun” vecizesine uygun olarak varisleri de bu görevleri sivillere bırakmamışlar ve siviller ‘kumda oynamayı’ normal görür olmuşlardı.

Kim derdi ki bu iki asırlık aşağılanma bugünkü hırsımızın motoru haline dönüşecek? Ama dönüştü..
Plevne Kahramanımız Gazi Osman Paşa, sonunda Rus’a esir. Yanya kahramanımız Esad Paşa, sonunda Yunan’a esir. Efsanevi Erzurum savunması, sonunda Erzurum Rus işgalinde.. ‘Çanakkale geçilmez!’.. Üç yıl sonra müttefik donanması İstanbul’da.. Kurtuluş Savaşımızda, süvarilerin kılıcı ve piyadelerin kasaturası hariç askerin elinde ‘Türk Malı’ silah yok. – Hoş, yıl 2011 olmuş hala MKE’lı bürokratların yapacağı ilk milli piyade tüfeği bekleniyor.. Bu da ayrı bir konu – Atatürk rahmetli olur.. geride bıraktığı ordunun ordu denecek hali yoktur. İnanmayanlar emekli generallerin anı kitaplarını okuyabilirler.. NATO’ya girersin, hurda GMC kamyonları.. Hizmet dışı kalmış, pilotundan yaşlı savaş uçakları.. Kendi cumhurbaşkanının “Askerin palaskasını bile Amerika veriyor” demeci. Kollu – mekanik hesap makinasını Amerikalılar verince gören, sefertası taşımak yerine soğuk kumanya hazırlanmasını Amerikalılardan öğrenen, ‘Sahra mutfağı ile Kore’de tanışan, çağından habersiz, dünyaya kapatılmış ama Atatürkçü ve kahraman (!) bir ordu. Amerikalı subayların sınavından geçemeyince topları teslim edilmeyen topçu alayları. Aklı fikri siyasette, başbakanını asan Zaparta özentisi ve Atatürkçü bir askeriye.. Burnunun dibindeki Kıbrıs’a çıkayım dediğinde burnuna ‘O silahları ben verdim, otur yerine!’ mealinde bir mektup dayanınca kuyruğunu kıstırıp oturan Türkiye. Sporcusu daima mağlup, ekonomisi geri, ordusu Mehmet’in – nasıl olsa bedava – kanına güvenen, sanayisi basma ile şekerden ibaret, köyleri değil şehirleri elektriksiz Türkiye. Susuz, okulsuz, elektriksiz, telefonsuz, doktorsuz onbinlerce köy..
İşte bu cahil (!) halkımızın kollektif bilinçaltı tüm bunları sabırla kaydetti, kaydetti, kaydetti.. ve sonunda onların çocukları – torunları bu medeniyet / kalkınma / büyüme / güçlenme / genleşme / zenginleşme savaşında karşı hücuma kalktılar. Şimdi karşımızda, kullandığı her türlü malın Türk Malı olmasını talep eden ve bunları üreten, kendi ürünü başka ülkelerde kabul gördüğünde milli takım gol atmış gibi sevinen, sanayiyi, tasarrufu, yatırımı, istihdamı, üretimi ve ihracatı kutsallaştıran, Türk malı otomobili, Türk malı tankı, Türk malı uçağı yapmak ve görmek isteyen, Fethullah Hoca okullarının dünyaya yayılmasından tutun, THY’nin dışarıda büyümesine kadar yurt dışındaki her başarıyı bir gurur vesilesi sayan bir halk ortaya çıktı. Konyalılar makina ihraç ederken Antepliler beşinci OSB’de arsa tahsisine başlıyorlar. Artık fabrika sayıları binlerle ifade ediliyor. Biz Anadolu Kaplanları diyoruz, yabancılar ‘Anadolu Calvinistleri’.

‘Tekrar dünya gücü olma’ hedefi ile ‘halkın talebi’ arasında zor bulunur bir örtüşme var. Ismarlasak bu kadar olmazdı.. Bu tarihi bir şans..
Bu şansı her konuda, her devirde her ülke yakalıyamaz. Mesela, her şehir kendisine yatırım yapılmasını ister ama bunun ülkenin toplam medeniyet puanına fazla bir katkısı bazen vardır, bazen yoktur. Veya, devlet karbon emisyonunun düşürülmesini hedefler ama halkın bu konudan haberi olmaz. Halbuki ‘Tekrar dünya gücü olma’ hedefi böyle değil. Hem devletimiz, hem halkımız aynı yöne bakıyor. Halkımıza sonradan öğretilmiş, ağızdan dolma bir hedef değil. Neredeyse genlerine sinmiş denecek kadar benimsenmiş. Bu hedefin gördüğü desteğin acaba kaçta kaçı Atatürk devrimlerine nasip olmuştu? Yılların, hatta iki yüzyılın biriktirdiği aşağılık kompleksi bizi başarıya kilitlemiş durumda. Pek çok başka etkenin yanında, büyümeci / genleşmeci Tayyip Erdoğan’a – daha önce de Özal’a – verilen desteğin ardında bunun da payı olduğunu düşünüyorum. Davos’daki efelenmesi, Davutoğlu patentli dış politikası, yabancı liderlerle beraberken sergilediği beden dili, hep milli özlemlerimizi hitap ediyor. Hatta boyunun pek çok yabancı liderden uzun olmasını bile yabana atmayın.

İnsanlar hastalıklarının bilimsel adını bilmeyebilirler.. Ama hasta olduklarını anlarlar, bilirler. İyileştiklerini de anlarlar. Bir sabah gözünüzü açarsınız ki hastalığın etkisi geçmiş.. Bizim halkımızın durumu da böyle.. Yoldan çevirip sorsanız size içinde bulunduğu, nesillerdir yaşadığı aşağılık kompleksinin kendi bilinçaltında yarattığı fırtınaları anlatamaması, tarif edememesi; kendisine iyi gelen ilacı anlamaması, o ilacı veren doktoru tanımaması anlamına gelmez. Türk güreşcisi Rus’u tuş ederek dünya şampiyonu olurken TV başında ağlaması bu hastalığından, Menderes’e, Demirel’e, Özal’a ve şimdi Erdoğan’a oy yağdırması da doktorunu tanımasından.. Bunu iyi görmek hatta bu gerilmiş yaydaki enerjiyi olumlu ve yapıcı yönde kullanmak gerek..

Her ne olduysa olmuş.. Bu noktadan dünya gücü olmaya nasıl yürüyeceğiz?
Bu sorunun cevabı zor değil.. Üç aşağı beş yukarı herkes mutabıktır.. Şu hedeflere doğru attığımız her adım bizi dünya gücü olmaya biraz daha yaklaştıracak:
- Teknolojiye ve özellikle kritik / ileri teknolojilere hakim. Dünya çapında Ar-Ge yapan..
- Ölçek ekonomisine uygun rekabetçi bir sanayiye sahip..
- Tarım ve hayvancılığını modernleştirmiş.. Köylü sınıfı tarihe karışmış.. tarımını işletmelerle yapan..
- Güçlü, sağlıklı, yeterli büyüklüklere ulaşmış bir finans sektörü oluşturmuş..
- Yaygın ve maliyetleri olumlu etkileyen ulaştırma, haberleşme, enerji ve sulama altyapısını kurmuş..
- Dünya liginde bir hizmetler sektörü yaratmış..
- Çok sayıda dünya markası çıkarmış.. Bir çok ülkede yatırımları olan..
- Çevre ülkelerle ekonomik olarak entegre olmuş ve bölgesinin ekonomik motoru olarak görülen..
- Cari açığı cari fazlaya çevirebilmiş, net kreditör haline gelmiş..
- Sağlıkta, eğitimde, adalette, sosyal güvenlikte, şehircilikte, demokraside, hukukta, çevrede, insan haklarında AB normlarını tutturmuş..
- Yüzde seksenbeş nüfusu yüksek verimli kentlerde yaşayan..
- Kendi savunma sanayinin donattığı güçlü, caydırıcı ve sivillerin tam emrinde bir silahlı kuvvetleri olan..
- Mutlaka ve mutlaka nükleer teknolojiye ve nükleer silaha sahip..
- Çevresine güven veren, güvenlik, refah ve istikrar yayan..
- Tam demokratik, halkıyla barışık, kadroları küçülmüş etkinliği artmış bir devlet yapısı olan..
- İstikrar ile temsilde adaleti dengeleyen şeffaf ve demokratik bir siyaset yapılanmasını hayata geçirebilmiş..
- ‘Yumuşak güç’ün ifadesi olan gıpta hissini uyandıracak şekilde ‘Herkesin parasını hem kazanmak hem harcamak için tercih ettiği, pasaportuna imrenilen ülke” haline gelmiş..
- Sanatta, sporda, bilimde çıtasını en yukarılara yerleştirmiş..
- Dünya çapında araştırma kuruluşlarına, üniversitelere sahip,
- Her kıtada, her ülkede hem bayrak dalgalandıran hem de mutlaka bir ekonomik ilişkisi olan,
- Hem Basra ile Bağdat’ı hem Akabe ile Şam’ı demiryoluyla Avrupa ve Kafkasya’ya bağlamış,
- Hazar havzası ile Orta Doğu’nun doğal gaz ve petrolunü Avrupa ve dünyaya ulaştıran,
- AB’ye üyelik müracaatını çoktan geriye çekmiş, bir ‘TL etki bölgesi’ oluşturmuş,
- Ve dünyanın 10. büyük ekonomisi haline gelmiş bir Türkiye..

Aslında biz bu hedeflerin hepsine doğru yürüyoruz.. Kiminde, nükleerde olduğu gibi yolun çok çok başındayız.. Kiminde, sanayide olduğu gibi, epey mesafe almış durumdayız..
Hani “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” diye bir laf var ya.. Biz de geldiğimiz yola bakınca “Bu hedeflere varırız” diyebiliyoruz..

“Önümüzdeki engeller neler?” ile devam edecek..