Tevfik İzmirli – Sedat Laçiner’e cevabım..

Merhabalar,

Sayın Sedat Laçiner, STAR’daki 4 Ocak, 2011 tarihli köşe yazısında, aynı gazetenin Açık Görüş ekinde 2 Ocak, 2011’de çıkmış olan yazıma bir eleştiri getirmiş. Yazısının tamamını aşağıya aldım.

Laçiner, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu – USAK‘ın kurucu başkanı ve şu andaki Genel Koordinatörü, ayrıca USAK – Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanıdır.

Siyasal Bilgiler’i bitirdikten sonra hem lisans üstü eğitimini hem doktorasını İngiltere’de tamamlamış bir aydınımız. Yazılarını zevkle takip ederim. Düşündürücü bulurum. Eleştirisini saygıyla karşılıyorum.

Hiç kimse bu koca ülkeyi, tarihiyle, bugünüyle, geleceğiyle kavrayacak analizleri tek başına üretemez. Hep beraber okuyarak, düşünerek, konuşarak öğreniyoruz. Hem biz değişiyoruz, gelişiyoruz hem milletçe oluşturduğumuz ortak akıl ve anlayış. En alim olanlarımız bile her söylediklerinde haklı olamazlar. Nerede kaldı ki ben olayım..

Dolayısı ile, “benim dediğim doğrudur, karşı çıkanlar haksızdır” tarzında bir duruşum yok. Yeter ki, eleştiriler Laçiner gibi ‘şabloncu olmayan’, ‘özgün fikirlerini dile getiren’ kalemlerden gelsin.

İnsanlar çeşitli görüşleri okuyacaklar, bunları kendi zihinlerinde sentezleyecekler, kendi gözlemleriyle harmanlayacaklar, kendi tercihlerini böyle oluşturacaklar.. İnsanların düşünmelerine vesile olmak bile başlı başına bir faydadır.

Bu, tabi ki fikirlerimi savunmayacağım anlamına gelmez..

Sayın Laçiner’e cevaplarım şöyle:


1.
Laçiner yazımdaki sorulardan en kolay savunabileceğim bir tanesini ele almış.
“Türkiye Cumhuriyeti olarak, Eruh-Şemdinli baskınlarından önce Kürtlere geri vermiş olduğumuz tek bir hak mevcut mudur?” diye sormuştum. Sorunun yanlış olduğunu ifade ediyor.. Konuyu bu noktadan açarak genişletmiş..
Bir kere, bu soruma “Evet vermiştir, verdiği haklar şunlardır..” şeklinde bir cevabını göremediğimi kaydedeyim.

2.
Laçiner, “1923’ten bu yana devletle ölümcül sorunları olmayan neredeyse hiçbir siyasi, dini veya etnik grup kalmamıştır” diyor.
Bunu abartılı bir genelleme olarak görüyorum. Herkesin çektiği sıkıntıyı eşit kabul edersek, en çok ezilenin hakkını yemiş olmaz mıyız?
Ben size kimbilir kaç tane dini veya etnik gurup sayabilirim ki, ‘ölümcül’ denebilecek hiçbir sorunla karşılaşmamışlardır.

Devletimizin yapısal özellikleri sebebiyle her kesim bazı hoyrat ve tepeden inmeci muamelelere maruz kalmış olabilir.. Ama, Kürtlere Atatürk, İnönü, 27 Mayıs, 12 Eylül dönemlerinde reva görülen ayrımcılık ve zulumleri, bir Egelinin ya da Trakyalının maruz kaldığı muameleyle kıyaslamak ne vicdana sığar, ne objektifliğe uyar.

Gerçekçi olmak zorundayız.. Ayrıca kalıcı bir çözüme ulaşmak istiyorsak, Laçiner’in bu sözlerini Kürt kanaat önderlerinin en azından bazılarının onaylaması gerekir.. Bizim ağzımızdan çıktıklarında, kan revan içinde bıraktığımız bir insana, “büyütecek fazla bir olay yok, ben diğerlerine de bir iki tokat attım.. hadi uzatma artık” demiş gibi oluyoruz..

3.
Devletin ve kendisini devletle özdeşleştirmiş, onun eylemlerini onaylamış kesimlerin Kürt vatandaşlarımıza özür borcu içinde olduklarını ve bu özürün Cumhurbaşkanlığı katından ve TBMM Başkanı, Başbakan ile Genel Kurmay Başkanı’nın katılımıyla alenen dilenmesi gerektiğini yazmıştım.. Çünkü ortada 1925 yılından beri açıkça ırk bazında uygulanmış bir ayrımcılık ve mahrum bırakma politikası var. Bunu ‘Atatürkçülük’ adı altında inkar edenlerimiz , ‘Türkçülük’ adına inkar edenlerimiz olabilir.. Farketmez.. Devlet bunu kendi belgelerinde açıkça göstermiş..

Laçiner’in “Zaten Türk devletlerinin genlerinde böyle bir özellik de yok. Kıbrıs sorunundan Ermeni meselesine kadar Türkiye’nin baskı veya artan maliyetler nedeniyle politikalarından vazgeçtiği görülmüş şey değildir. Tam tersine Türk devletleri baskı gördükçe hatalarında ısrar ediyor.” ifadelerinden, kendisinin ikinci guruba yakın olduğu anlaşılıyor.

Bu ifadeyi de gerçekçi bulmuyorum. ‘Türk’ kelimelerinin yerine yazılabilecek bir çok millet adı bulabilirim, aynı laf yine söylenebilir. Konuyu Türk devletlerinin genlerine bağlamayı kategorik olarak yanlış buluyorum.. Yine de gerekiyorsa bir kaç örnek vereyim: Devletimiz gördüğü baskılar sonucunda, Kuzey Irak’la ilgili ‘Kırmızı Çizgilerini’ yalayıp yutmuştur. NATO Genel Sekreterliği konusundaki tezlerini ha keza..
Musul ve Misak-ı Milli konusu ise, bu yalayıp yutma, bir de bunu millete yutturmanın en büyük ve traji komik örneğidir..

4.
Laçiner diyor ki:
“Demokratik Açılım’ın terörün sonucu olduğunu sananlara sormak gerekir, “eğer şu anki iktidarın yerinde CHP-MHP koalisyonu olsaydı, PKK istediği kadar terör yapsın, Kürtler aynı hakları alabilirler miydi?” Soruyu tersten soralım, “eğer Menderes 27 Mayıs’ta devrilmeseydi veya 1981’de bugünkü hükümete benzer bir hükümet tek başına iktidarda olsaydı Kürtçe yasaklanır mıydı? Eğer Özal, 12 Eylül generallerinin gölgesinden kurtulabilseydi, bir 5 yıl daha Kenan Evren’siz tek başına hükümet olabilseydi bugünkü Açılım bundan tam 15 yıl önce gerçekleşmez miydi?” Bir soru daha, “eğer PKK terörü olmasaydı militarist çevreler bu kadar uzun süre iktidarlarını sürdürebilirler miydi?”
Laçiner’in ilk sorusuna cevap vereyim: “Doğru. CHP – MHP koalisyonu olsaydı Kürtler bugün itibarı ile aynı hakları alamamış olabilirlerdi.. Hatta bölünme şiddetlenmiş olabilir, geri dönülmez noktalara daha yaklaşmış da olabilirdik..” Ancak, bu neyi ispatlar ki? Sadece şimdiki iktidarın politikalarının daha akılcı, gerçekçi ve yararlı olduğundan.. Gelinen noktayı daha doğru değerlendirdiğinden başka..
Bizi toplumca – iktidar da, askeri kanat da dahil olmak üzere – bu açılım noktasına getirmekte, maalesef PKK’nın silahlı direnişinin önemli rol oynamış olduğu gerçeğini.. Canımız yanmaya başlamadan – yine maalesef – toplum olarak, vicdan ve hukuktan yola çıkarak hiç bir adım atmadığımız gerçeğini, değiştirir mi?

Diğer sorularına karşı çıkmayayım. Sadece bir karşı soru sorayım. Ayrıldığımız nokta daha net anlaşılsın:
“Diyelimki 1995 yılında, müthiş bir askeri başarı ile PKK dağlardan temizlenip tamamen etkisiz hale getirilmiş olsaydı ve Kürtler arasında silahlı mücadelenin tamamen terk edilmesi konusunda bir mutabakat oluşsaydı.. Ortada ne dağda militan, ne şehirlerde terör, ne polise taş atan çocuklar kalsaydı, acaba başta askerlerimiz olmak üzere, Atatürkçü düşünce ile narkozlanmış kamuoyumuz ‘Kürtlere bir takım hakların iade edilmesi’ gibi bir talebe ne kadar kulak verirdi?
Benim cevabım ‘Maalesef, hiç kulak vermezdi..’ olacak.. Emekli generallerimizle yapılan söyleşiler de beni doğruluyor.. Nerede kalmış hak vermek, bazıları ‘Kürtlerin varlığından haberimiz yoktu’ demiyorlar mı?

5.
Bu işin silahla halledilemeyeceğini, dağa çıkmaların engellenemediğini, Kandil’e yüzbin askerle bile girilse sonuç alamayacağımızı, önce yabancılardan, sonra kendi generallerimizin ağzından duymamış olsalardı, pek çok insanımız bu anlayış noktasına gelebilecek miydi?
Benim cevabım “Hayır, gelemiyeceklerdi” olacak.
Peki, ‘silahla halledilemiyecek bu iş’ PKK değilse kimdir, nedir?
O demeçler bile, Genelkurmay dahil bütün karar odakları üzerinde ‘gücün etkisi’ni – yine maalesef – göstermiyor mu?

Gönül isterdi ki, devlet olarak, millet olarak, bu kan deryasına dalmadan, akıl, izan, vicdan, hukuk, uzak görüşlülük gibi hasletlerimizle sorunu hal yoluna sokalım. Olmadı. Yapamadık.. ‘Devlet etme’ kapasitemiz yetmedi..
Zira, Atatürkçü şartlanmalar o kadar derinlere işlemiş ki, bir kere çoğumuz Kürtleri Türklerden aşağıda görüyoruz. “Bu topraklar aslında sadece bizimmiş de, Kürtlere kendi insanlığımızdan bazı haklar bağışlıyormuşuz’ havasında değil miyiz? Bir Türk’ün gerçekten dünyaya bedel olduğuna, dolayısı ile diğer ırklardan – bu arada tabi ki Kürtlerden de – kesinlikle üstün olduğuna inanan az mı insanımız vardır?
Hala birbirimizi ve Kürtleri, ‘Türk’ kelimesinin ırki bir anlam taşımadığı palavrasına ikna etmeye çalışanlar biz değil miyiz?
Eğer ‘Türk’ kelimesi sadece bir üst kimliğin adıysa, o zaman ‘Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki hangi kanda mevcuttur? Türk üst kimliğinin kanı mı olur?’ diye sormayacak mıyım?
Bu Atatürk ırkçılığını, “o zamanın şartları öyleymiş, konuyu kapatalım” deyip rafa kaldırmadıkça, bizim Kürtlerle kalıcı şekilde barışma imkanımız yoktur..
Aramıza nifak sokan bu düşünce olmuştur. Aradan çıkarılmadıkça da olmaya devam edecektir.. Nitekim ettiğini görüyoruz..

6.
Laçiner, “Kısacası Türk milletinin Kürt ile bir sorunu yoktur” diyor.
Burada da bir genelleme ve abartma görüyorum. Evet, ‘Türk milletinin Kürtler ile Hitlervari bir sorunu yoktur. Ama bu yeterli midir? Önemli bir kısmının Kürt diliyle, Kürt kimliğiyle sorunu vardır. ‘Türküm diyemiyorlarsa gitsinler bu memleketten’ diyenlerimiz az mı?

7.
Laçiner’in bir ifadesi de şöyle:
Eğer Kürtler haklarını PKK sayesinde kazanıyor olsalardı, bu kazanımlar terörün dibe vurduğu bir zamanda değil, zirve yaptığı yıllarda gerçekleşirdi. Örneğin Öcalan yakalandıktan sonra Kürtçe’nin önündeki engeller bir bir ortadan kalkmaya başlamıştır. TRT, Kürtçe yayınlara başladığında da PKK’nın TRT’den böyle bir talebi yoktu. Hatta yayınların başlaması PKK’yı çileden çıkardı.
Ben silahlı mücadele ve verilen hakların bir takvim üzerinde bu kadar kısa aralıklarla incelenmesini doğru bulmuyorum. Genel eğilime işaret etmek istiyorum.
Devletimiz ilkesel bazda değil, reaktif olarak adım attığı için, hak verme yönündeki adımları, genellikle mücadelede insiyatifi ele geçirdiğinde daha rahat atabiliyor. Belli bir planı olmadığı ve kendisine güveni eksik olduğu için açılımını bir plan üzerinden yürütemiyor. Özellikle ‘zoru görünce hak veriyorlar’ denmesi konusunda elle tutulur bir hassasiyeti hatta kompleksi var.. ‘Böyle derler’ korkusuyla dağdaki bir eylem açılımı durdurabiliyor..

Ayrıca ben dahil, kimse “ne hak verildi ise, hepsi PKK’nın silahlı mücadelesi sayesinde verildi” demiyor..
Tabi ki öyle değil. Geçen on yıllar, asker sivil herkeste bir anlayış gelişmesi yarattı. Sanki milletçe ergenlikten yetişkinliğe geçmeye başladık. Doluya koyduk almadı, boşa koyduk dolmadı.. Düşündük, tartıştık, denedik, yanıldık..
Bu savaşın Çanakkale ya da Sakarya gibi olmadığını anladık.. En sonunda şehit analarının ağzından “Ne şehidi? Öldü benim oğlum!” çığlıkları duyulmaya başlandı. Dünyada 26 yıl süren bir savaş olmadığını görmeye, bu işin içinde bir tuhaflık olduğunu düşünmeye başladık.. Bağımsız adaylara PKK adayı dedik, sonra aldıkları toplam oy sayısına bakıp bir anlam çıkarmaya çalıştık.. Bir halka dilini yasaklamış olmanın utancı pek çoğumuza ağır gelmeye başladı.. Körü körüne savunduğumuz bazı slogan tarzı klişelerin aslında pek de matah düşünceler içermediğini sezmeye başladık.. O bölgenin adının 1840’lardan beri devlet belgelerinde Kürdistan olarak geçtiğini gözümüze soktular. Atatürk’ün I. Meclisinde bir çok Kürdistan mebusu bulunduğu halka anlatıldı.. Böyle böyle büyüdük, yalanların narkozundan çıkmaya başladık.. Tabi ki PKK tek etken değildi..

Ama Laçiner “PKK’nın etkisi yoktur, devletimiz bu hakları zaten tanıyacaktı, Kürtlerin çektikleri Kürtlere özel değildi, devletimizin genel tavrı buydu” derse.. Ben de “Kaç yıldır ben herhalde başka bir ülkede yaşamışım?” derim..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli

Sedat Laçiner’in STAR’daki 4 Ocak, 2010 tarihli yazısı..
Açılım teröre verilen bir taviz mi?

BDP, MHP ve daha pek çoklarına göre Demokratik Açılım silahın bir sonucu. Milliyetçi ve ulusalcı Türkçülere göre Hükümet PKK teröründen korktu ve ‘ihanet projesi’ni geliştirdi. Kürtçülere göreyse eğer PKK olmasaydı Kürtler bugün kazandıkları hiçbir hakkı kazanamayacaklardı.

Bırakınız Kürtçü ve Türkçüleri, muhafazakâr ve liberal pek çok yazar ve düşünür de Kürtlerin hak kazanımını terörün sonucu olarak görüyor. Örneğin hafta sonu Açık Görüş’te yazan Tevfik İzmirli “Türkiye Cumhuriyeti olarak, Eruh-Şemdinli baskınlarından önce Kürtlere geri vermiş olduğumuz tek bir hak mevcut mudur?” diye soruyor.

İzmirli’nin sorusu birçok kişinin ortak sorusu. Fakat sorunuz yanlış olursa cevabınız da yanlış çıkıyor. Çünkü buradaki asıl mesele Kürtlükle değil, demokrasi ile ilgili. Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi genlerindeki temel sorun etnik, dini veya mezhepsel değil. Hastalıklı ve zorlu şartlar altında Cumhuriyet’i kuran kadro “halka rağmen halk için” ilkesinden hareket etti. Doğduğu dönemin tüm hastalıklarını bünyesinde taşıyan Cumhuriyet, beğenmediği milleti zorla değiştirmeye kalktı. Dini, mezhepleri, etnisiteyi, kılık-kıyafeti, yer ve kişi isimlerini, kültürü, siyaseti, gelmişi-geçmişi, hatta geleceği, kısacası akla gelebilecek hemen her şeyi değiştirmeye kalktı. Fakat değiştirmek istediklerinin önemli bir kısmı ya asla değişmeyecek türdendi, ya da kısa sürede değişmeyecek özelliklerdi. Sonuçta zorla değiştirme gayreti gayri-müslümler için de, dindar Müslümanlar için de, Aleviler için de, solcular için de zulme döndü. Bu nedenledir ki 1923’ten bu yana devletle ölümcül sorunları olmayan neredeyse hiçbir siyasi, dini veya etnik grup kalmamıştır. Devlet akla gelebilecek her türlü vatandaşına Cumhuriyet’in en az bir döneminde ‘iç tehdit’ muamelesi yapmıştır. Kısacası Türk milletinin Kürt ile bir sorunu yoktur. Mesele Türkiye’nin siyasi hastalıklarından kurtulması, milli iradenin devlet iradesi haline gelmesidir. Cumhuriyet’in ellerinden kaydığını düşünen sözde seçkinler çaresizlik içinde devrimcilikten zorbalığa dönmüşlerdir.

Bu bağlamda Kürt’e de, Türk’e de eziyet eden aynı zorbalardır. Bu nedenle Türk zorbaya kızıp Kürt zorbayı meşrulaştırmanın anlamı yoktur. Türkler için derin çeteler neyse, Kürtler için de PKK odur, o olmalıdır.
Basit bir mantık hesabı bile terör ile haklar arasında nasıl bir ters orantı olduğunu gözler önüne seriyor aslında: Eğer Kürtler haklarını PKK sayesinde kazanıyor olsalardı, bu kazanımlar terörün dibe vurduğu bir zamanda değil, zirve yaptığı yıllarda gerçekleşirdi. Örneğin Öcalan yakalandıktan sonra Kürtçe’nin önündeki engeller bir bir ortadan kalkmaya başlamıştır. TRT, Kürtçe yayınlara başladığında da PKK’nın TRT’den böyle bir talebi yoktu. Hatta yayınların başlaması PKK’yı çileden çıkardı.

Demokratik Açılım’ın terörün sonucu olduğunu sananlara sormak gerekir, “eğer şu anki iktidarın yerinde CHP-MHP koalisyonu olsaydı, PKK istediği kadar terör yapsın, Kürtler aynı hakları alabilirler miydi?” Soruyu tersten soralım, “eğer Menderes 27 Mayıs’ta devrilmeseydi veya 1981’de bugünkü hükümete benzer bir hükümet tek başına iktidarda olsaydı Kürtçe yasaklanır mıydı? Eğer Özal, 12 Eylül generallerinin gölgesinden kurtulabilseydi, bir 5 yıl daha Kenan Evren’siz tek başına hükümet olabilseydi bugünkü ‘Açılım’ bundan tam 15 yıl önce gerçekleşmez miydi?” Bir soru daha, “eğer PKK terörü olmasaydı militarist çevreler bu kadar uzun süre iktidarlarını sürdürebilirler miydi?”

PKK, Açılım’a savaş açtı

Anlamak isteyenler için soruları uzatabiliriz. Fakat meramımız kısadır: PKK nedeniyle Kürtçülük güçlenmiş olabilir, ancak Kürt’ün PKK sayesinde kazandığı herhangi bir hak olmamıştır. Tam aksine PKK oluru olmaz kılmış, çözüm çabalarını sabote etmiştir. Terör, bir yandan devlet adına eşkıyalığı meşrulaştırmış, diğer yandan demokratikleşmenin önünü tıkayan en önemli engellerden biri olmuştur. Bugün de terör demokratikleşmeyi yavaşlatıyor. Dikkat edilirse devlet, terör olayları hızlandıkça değil, yavaşladıkça liberalleşiyor. Başka bir deyişle terörün neden olduğu devasa maliyet devleti çözüme zorlamıyor. Zaten Türk devletlerinin genlerinde böyle bir özellik de yok. Kıbrıs sorunundan Ermeni meselesine kadar Türkiye’nin baskı veya artan maliyetler nedeniyle politikalarından vazgeçtiği görülmüş şey değildir. Tam tersine Türk devletleri baskı gördükçe hatalarında ısrar ediyor. Bu bağlamda eğer ortada bir demokratikleşme varsa biliniz ki bunun temel nedeni PKK değildir. Aksine sorunun bir ürünü olan terör örgütü, sorun çözüldükçe bunu varlık nedenine saldırı olarak görmekte ve hak-özgürlükler alanını daraltmak için her türlü sabotajı gerçekleştirmektedir . Nitekim PKK’nın daha ilk aylardan itibaren Demokratik Açılım’a savaş açmış olması tesadüf olmasa gerektir.

Sonuç olarak Açılım’ı hangi nedenle olursa olsun terörün sonucu gibi görenler hem ülkelerine büyük bir haksızlık ediyorlar, hem de ülkenin demokratikleşmesine en büyük zararı veriyorlar.

http://www.stargazete.com/gazete/yazar/sedat-laciner/acilim-terore-verilen-bir-taviz-mi-320924.htm

Also read...

Comments are closed.