Tevfik İzmirli – “Tekrar dünya gücü olabilir miyiz? Bu yoldaki engellerimiz: Zihinlerimiz Atatürkçülük eliyle ve sanki yabancılar tarafından formatlanmış.. Biz farkında değiliz ama kendimiz gibi düşünemiyoruz.. Diğer yarımıza düşman edilmişiz.. Önce bu formatı kıracak özgüveni kazanmamız şart..” – III. Bölüm
03/02/2011 (Kategori: Yazılarım)
“Türk halkı bence XX. Yüzyıl’da – bunu Batılı aydınların farkettiklerinden şüphem var – dünyada sayısı fazla olmayan cürette bir toplum mühendisliğine maruz kalmış bir toplum. Atatürk eliyle uygulanan – hatta ben zaman zaman ‘sanki İngiltere tarafından uygulatılmış gibi’ diye düşünmek zorunda kalıyorum – bu toplum mühendisliği denemesi diğerleri kadar dikkat çekmemiş ve gölgede kalmış.. Bunun bazı sebepleri var, onları ayrıca tartışmak gerekir, diye düşünüyorum..”
“Hacısı, hocası, esnafı, eşrafı, köylüsü, çiftçisi, subayı hep beraber düşmanı yurttan kovmuş bir halkın ‘Muzaffer Başkomutanı’ olan Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu taraflar üstü, ‘Ne istese yaptırabilir’ konumunu, milleti kaynaştırmak, aynı hedefe sevketmek konusunda kullanabilirdi.”
“Demokrasiye geçseydi”, “Rakiplerini tasviye etmeseydi” gibi fantazi düşünceler içinde değilim. Sadece dindar halkın da gönlünü ve rızasını kazanmanın ne kadar yararlı olabileceğini görebilseydi, ‘Şapka İnkilabı’ gibi hiçbir faydası olmayan kendi heveslerini, milleti devletine düşman etme pahasına ve tepeden inme şekilde uygulamasaydı – diğer inkilapların olumsuz etkilerine burada girmiyorum – şu anda çok daha kaynaşmış bir halk olabilirdik, diyorum. Daha İttihat Terakki devrinde bile İstanbul’da tesettürün, zamanın icabı olarak kendi kendine ortadan kalkmış olduğunu biliyoruz. Velev ki tamamen kalkmasaydı veya bugün dahi bazı tutucu kesimlerde tek tük fes giyenler bulunsaydı – sanki kara çarşaf giyenlerimiz yok mu? – ne lazım gelirdi? Tek böyle bölünmüş olmayaydık..
‘Dünya Gücü’ olmamızın önünde yapısal olarak gördüğüm tek bir sorun var: İç bölünmüşlüğümüz.
Bunun dışındakiler, çaresi maddi ya da hukuki tedbirlerle bulunabilecek sıkıntılar. Aklımızı kullanırsak, enerji güvenliğini diyelim ki on yıl içinde sağlam kazığa bağlamış oluruz, gibi.. Halbuki bu bölünmüşlük konusu bu tip bir sorun değil. O yüzden beni gerçekten endişelendiriyor.. Çünkü sosyal konuların kestirme ve garantili çözümleri yok. Hatta çözüleceklerinin garantisi dahi yok.. Tarihi şartların yarattığı, uzun birikimlerin sonucunda şekillenmiş, yılların, on yılların tortusunu taşıyan sorunlar bunlar.. Zaten belli reçeteleri, kestirme çözümleri var olsaydı nesiller boyu devam edip gelmezlerdi. Arada bir yerde çözülmüş olurlardı..
Bu bölünmüşlük aslında bir sonuç.. Bunun sebepleri, failleri, dayanakları, beslendiği kaynaklar var.. Bunları görmemiz lazım.. Asıl mücadele etmemiz gereken onlar.. Fakat göremiyoruz.. Görsek de adını koyamıyoruz.. İtiraf edemiyoruz.. Neden böyle kör gibiyiz? Göz göre göre bölünmemiz arttığı halde biz hala geçmişten gelen duruşumuzu değiştiremiyoruz? Bence bunun altında Türk milleti olarak zihinlerimizin Atatürkçülük eliyle, ‘Atatürk İnkilapları’ adı altında ve sanki yabancıların işine gelecek yönde formatlanmış olması yatıyor..
Herkesin bildiği üç tür bölünmüşlüğümüzün içinde en derin, tehlikeli ve kalıcı olarak ‘Alaturka / Dindar – Alafranga / Laikçi’ bölünmesini görüyorum.
Türk – Kürt bölünmesi bunun ardından gelir. Çünkü bu sorun hala siyasi bölünme aşamasında. Gerçek bir sosyal bölünme aşamasına gelmedik. Sünni – Alevi fay hattı da şaka değil ama bir ‘çözüm üretici akıl’ bunu makul bir süre içinde çözebilir, diye düşünüyorum..
Türk halkı bence XX. Yüzyıl’da – bunu Batılı aydınların farkettiklerinden şüphem var – dünyada sayısı fazla olmayan cürette bir toplum mühendisliğine maruz kalmış bir toplum. Atatürk eliyle uygulanan – hatta ben zaman zaman ‘sanki İngiltere tarafından uygulatılmış gibi’ diye düşünmek zorunda kalıyorum – bu toplum mühendisliği denemesi diğerleri kadar dikkat çekmemiş ve gölgede kalmış.. Bunun bazı sebepleri var, onları ayrıca tartışmak gerekir, diye düşünüyorum..
‘Alaturka / Dindar – Alafranga / Laikçi’ ve ‘Türk – Kürt’ Bölünmelerini başlatan Atatürk mü?
Hayır başlatan Atatürk değil. Her iki bölünmenin de tarihimizde daha eskiye giden kökleri mevcut. Ancak, eline fırsat geçtiği halde bu çatlakları kapatacak yönde gayret ve mesai sarfedeceğine, tam tersine üzerine benzin dökercesine azdıran ve bu hatalı yaklaşımları / devlet politikalarını halkımızın kafasına bir ‘Milli İdeoloji’ olarak formatlayan Atatürk’den başkası değil. O bakımdan ben halkımızın özellikle okumuş yazmış kesiminde gördüğüm kendi halkından utanma, onun değerlerini bu arada dinini küçük görme kompleksinin, Atatürk’ün kendi kişisel komplekslerinin devlet eliyle okur yazarlarımıza giydirilmiş hali olarak görüyorum. Muhafazakar kesimin ‘rejime soğuk bakması’ nın altında da yine Atatürk İnkilapları’nın değerlere saygısız içerikleri ve uygulanma yöntemleri sorumlu, diye düşünüyorum. Kürt sorununun bu hale gelmesinin ardında da Atatürk’ün ırkçı – Atatürkçülük tarafından formatlanmış Atatürkçüler, Atatürk milliyetçiliğinin ırkçılık içermediğini söylüyorlarsa da biraz insaflı kimse bunu ciddiye alamaz – dışlayıcı / inkarcı / imhacı / asimilasyoncu Kürt politikasını da bu yazının dışında tutarak devam edelim.
Hacısı, hocası, esnafı, eşrafı, köylüsü, çiftçisi, subayı hep beraber düşmanı yurttan kovmuş bir halkın ‘Muzaffer Başkomutanı’ olan Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu taraflar üstü, ‘Ne istese yaptırabilir’ konumunu, milleti kaynaştırmak, aynı hedefe sevketmek konusunda kullanabilirdi.
“Demokrasiye geçseydi”, “Rakiplerini tasviye etmeseydi” gibi fantazi düşünceler içinde değilim. Sadece dindar halkın da gönlünü ve rızasını kazanmanın ne kadar yararlı olabileceğini görebilseydi, ‘Şapka İnkilabı’ gibi hiçbir faydası olmayan kendi heveslerini, milleti devletine düşman etme pahasına ve tepeden inme şekilde uygulamasaydı – diğer inkilapların olumsuz etkilerine burada girmiyorum – şu anda çok daha kaynaşmış bir halk olabilirdik, diyorum. Daha İttihat Terakki devrinde bile İstanbul’da tesettürün, zamanın icabı olarak kendi kendine ortadan kalkmış olduğunu biliyoruz. Velev ki tamamen kalkmasaydı veya bugün dahi bazı tutucu kesimlerde tek tük fes giyenler bulunsaydı – sanki kara çarşaf giyenlerimiz yok mu? – ne lazım gelirdi? Tek böyle bölünmüş olmayaydık..
Ek olarak bu uygulamalar yaşanmasaydı Osmanlı’nın şehirli ve tasavvuftan beslenmiş İslam anlayışı ortadan kalkmamış olur, dindarlık altmış yetmiş sene sonra tekrar ortaya çıktığında, rejim korkusuyla sığındığı köy ve kasabaların taşralı ve Arap etkili tonlarını taşımıyor olabilirdi. Gazi Paşa’nın inkilap diye yutturduğu sosyal mühendislik tırpanı, okumuş sınıfları dindar düşmanı yapmakla kalmamış, dindarları da yer altına iterek çağı belki de gerektiği gibi yorumlama imkanından yoksun bırakmış.. ‘Topluma istediğim şekli, gereken şartları sağlamaya gerek görmeden ve devlet zoruyla verebilirim’ diyen pozitivist / jakoben anlayışın tam bir iflas tablosu.. Bir delinin kuyuya attığı taş misali..
Bugün için tamiri en zor olan fay hattını ‘devlet ve devletin yetiştirdiği okumuş yazmış zümre ile halkın dindar kesimi arasında var olan zıtlaşma, karşılıklı pozisyon alma ve güven eksikliği’nde, Atatürk’ün kendi kişisel psikolojik sıkıntılarının oynadığı role – konuyu fazla yaymamak amacıyla – sadece ‘Şapka İnkilabı’ üzerinden bakalım..
Şu iki olay, yukarıdaki fotoğrafın psikolojik kaynaklarına ışık tutmuyor mu?
“Nutuk’ta “Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu” diyen Mustafa Kemal’in fes karşıtlığının genç yaşlarında yaşadığı iki olayla ilgili olduğu söylenir. Bunlardan ilki 1908’de Mustafa Kemal’i – ilk Trablus görevi için – Trablus’a götüren vapur Sicilya’ya uğradığında yaşanmıştı. Mola sırasında üstü açık bir fayton kiralayıp şehri dolaşmaya çıkan Mustafa Kemal, mahalle çocuklarının bu ‘fesli yabancı’yı limon kabuğu yağmuruna tutması üzerine epey sıkıntılı anlar yaşamıştı. Daha sonraki yıllarda “Sicilyalı çocukların terbiyesizliğine değil, neden böyle yabani bir başlığa esir olduğuma kızmıştım” diyecekti.”
“İkinci olay ise 12-18 Eylül 1910’da Fransa’daki Picardie Askerî Manevraları sırasında yaşanmıştı. Değişik ülkelerden gelen subayların tartışmaları sırasında Kolağası Mustafa Kemal Avrupalı uzmanların savunduğunun aksi bir tezi savunmuş, dinleyiciler bu sözlere dudak bükmüşlerdi. Oysa Mustafa Kemal’in haklılığı ertesi gün manevralar sırasında anlaşılmıştı. O zaman bir yabancı albay bu dudak bükmenin nedenini söyle açıklayacaktı: “Sizin görüşünüzün doğru olduğu dün akşamdan belliydi. Fakat ne diye bu tuhaf başlığı giyersiniz? Başınızda bu oldukça kafanıza kimse itibar etmez.” (1)
İnkilaplar dönemine kadar, toplumumuzda başa giyilen başlığın kimliğin ne kadar ayrılmaz bir parçası olduğunu gayet iyi biliyoruz. Bu konuda sayısız inceleme, hatıra, anektod var.
“Mütareke Dönemi’nde (1918-1922) Müslümanlar, İstanbul’daki işgalci İngiliz, Fransız, İtalyan birliklere nefretlerini feslerine ve sarıklarına sarılarak; gayrımüslim azınlıklar sempatilerini şapka giyerek gösterdiler. Festen hoşnut olmayan Müslümanlar ise Kuva-yı Milliyecilerin başlığı olan kalpağı giyiyorlardı.” (1)
Cumhuriyet Dönemi’nin en samimi Atatürkçülerinden biri olan Falih Rıfkı Atay’ın anılarında da şapka benzer çağrışımlarıyla yer almıştır. Çocuk Falih Rıfkı’nın büyüdüğünde hatırladıkları: Eve gelen bir gayri Müslim doktorun şapkasına acayip bir nesne gibi bakıp, parmağı ile dokunup dokunmama hususunda bile karar veremediği, evdeki “pek Müslüman besleme”nin o şapkanın temas ettiği yerleri tekrar tekrar nasıl sildiği, o zamanın toplumunda “gâvurların” üç sınıfa ayrıldığı ve en aşağıdaki, en kötüsünün “şapkalı gâvur” diye adlandırıldığı gibi bugün bize çok acayip gelen anılardır. (2)
Örneğin, İzmir’e çıkan Yunan kuvvetlerinin işgal ettikleri köylerde, kasabalarda aşağılamak istedikleri Türklerin başındaki sarık ya da fesi zorla çıkartıp yere atıp çiğnedikten sonra o insanın başına zorla ‘Yunan şapkası’ giydirdikleri.. Yunan’dan kaçarak İç Ege taraflarına çekilen insanlara sorulduğunda ‘Şapkalı Gavur’dan kaçtıklarını ifade ettikleri hep bilinir. Hristiyan’ın kötülük yapanına ‘Gavur’, zalim ve gaddar olanına ‘Şapkalı Gavur’ denildiği de açık.
İşte bu kültürel ortamda, sarıklı fesli milletimizin ‘Şapkalı Gavur’u denize dökmesinden bir kaç sene sonra, aynı millete büyük dahimiz Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eliyle ‘Gavur Şapkası’, ‘Yunan – İngiliz Şapkası’ giydirilmiştir.
O andan itibaren dindarların gözünde, rejimin ‘Gavurluğun yayıcısı – Müslümanlığın düşmanı’ olarak algılanmasına şaşılır mı? Halk devletini o günden başlayarak yanında değil, karşısında olarak algılamaya başlamış olmalı. İngilizler, Türk Devleti ile Türk milleti arasına kalıcı nifak sokmaya kafa yormuş olsalar acaba daha etkili bir yöntem bulabilirler miydi?
Mustafa Kemal, diğer inkilaplarında görüldüğü gibi, burada da şekilden ve üstyapıdan yola çıkıyor..
Asker kafasıyla anlayamadığı şudur ki, İtalyan veletlerinin ya da Fransız subayının aşağıladığı fes değil, fes takan Müslüman toplumların içinde bulundukları kültürel ve teknik gerilikti. O Fransız subayın ordusu Osmanlı malı top tüfek kullanıyor olsaydı, o İtalyan veletlerinin en beğendikleri bisikletler ‘Fes Marka’ olsaydı, acaba fesle alay mı ederlerdi yoksa onlar da fes takmaya mı özenirlerdi? Bugün Türk malı bir süper bilgisayar kullanan bir insanın fes ile alay etmek haddine mi düşerdi? Ya da etse bile bu, o bilgisayarı ortaya çıkaran kafaların ne kadar umrunda olurdu? Ya da Avrupalılar’ın ‘Büyük Türk’ dedikleri Kanuni Sultan Süleyman’ın mesela kaftan giymesiyle neden alay etmediklerini hatta o dönemlerde bizim giyim tarzımızdan etkilendiklerini neden sorgulayamamış? İşte bu bakış açısı ki sonunda hem kendi başına hem diğer milletvekillerinin başına şu İngiliz özentisi silindir şapkayı geçirmeye kadar dayanmıştır.
Şu şapkalı fotoğrafa bir İngiliz devlet adamı ve bir Rus devlet adamı gözüyle bakabilmeyi dener misiniz? Yapacağınız yorum Türk milletini yüceltici bir yorum mu olacaktır, yoksa küçük düşürücü bir yorum mu?
Koskoca bir milletin sıradan bir insan kadar haysiyeti yok mudur? İnsan kendisini bu kadar kopyacı, taklitçi, özenti, kişiliğinden vazgeçmiş, başkasına benzemeye çalışır hale düşürür mü? Bu kişilik yapısı, bırakın ilah yerine sayılmayı, normal sayılabilir mi?
Bu yabancılaşma bize ne kaybettiriyor?
Başka uluslara ne kazandırıyor diye bakalım? İngiliz Kilisesi İngiltere Kraliçesi’nin kilisesidir, Rus Kilisesi Rus Devleti’nin kilisesidir. Bulgarlarda, Yunanlılarda hep böyledir. Bu kadar devlet – kilise birliği görülmeyen ülkelerde de hiç bir şekilde kilise – devlet çatışması ve bu yüzden yaşanan bir bölünme mevcut değildir. Bir de bizim halimize bakın. Romanlara konu olmuş ‘İmam – öğretmen çekişmesi’, son altmış yılda sürekli olarak enerji kaybına sebep olmuş ‘Seçilmiş dindar – Askeriye çekişmesi’.. “Başımızda bu ‘dindarlar’ olacağına demokrasi rafa kalksın” diyen zihniyet..
Bunların dışında bir de bizi ‘Gavur’a karşı maça psikolojik olarak mağlup başlatan bir yönü de var.. Bu belki de en acısı.. Ben ‘rakip kültür mensubu’na neden “Bak ben de senin gibiyim! İyi becermiş miyim? Benim seni taklit etme yeteneğimi takdir ediyor musun?” der durumda kalayım? Birisi size böyle dese – ya da hareketleriyle veya giyimiyle bu mesajı verse – ona saygı duyar mısınız?
O bakımdan ben büyümüş ve kendine olan güvenini kazanmış Türkiye’nin hafta tatilini Pazar’dan Cuma’ya alacağı günleri de hasretle bekliyorum.
Cuma gününün tekrar hafta tatili olması benim açımdan son derece önemli bir gösterge olacak. Dini açıdan daha fazla haysiyetim, gururum açısından.. Şu kadar laik batılı ülkenin içinde bir tane bile kendi kutsal günü olan Pazar’ı hafta tatili yapmamış ülke var mı? İsrail’in hafta tatilini Cumartesi’den başka bir güne alması düşünülebiliyor mu? Biz neden Cuma’yı terkediyoruz ve Hristiyanların kutsal hafta tatilini benimsiyoruz? Neden Cuma namazını kılmak isteyen Müslümanlar kendi ülkelerinde işverenlerinin hoşgörüsüne, bir takım mesai saati ayarlamalarına muhtaç kalsınlar? Burası bizim memleketimiz. Biz çoğunluğu Müslüman bir milletiz. Kendi kutsal günümüzü göğsümüzü gere gere hafta tatili kabul etme hakkımızın olması lazım.. Bizim dinimizin mi önemi yok, yoksa biz mi önemsiz bir halkız? Yoksa ‘İnkilap’ adı altında maymunlaştırma operasyonu mu geçirmişiz?
Ayrıca bunun getireceği ‘Kendisi ile barışık olma ve kendisi olmaktan gurur duyma’ halinin milletçe moral gücümüzü arttıracağını düşünüyorum.
Bugüne kadar zararından başka bir etkisi görülmemiş bu formatlı halden nasıl kurtulabiliriz?
Bu kolay bir iş değil.
Kendi insanlık dışı halimiz bize o kadar normal geliyor ki.. Mesela benim okuduğum üniversitede, Amerikalılar zamanında ‘Chapel’ olarak da kullanılan, içinde kilise orgu da bulunan, sonradan toplantı salonu haline gelmiş bir mekan vardı. Ama tek seccadelik bir mescit yoktu. Bu kimseye garip gelmez, garip gelenler de ağzını açamazlardı. Acaba ileri ülkelerde içinde bir ‘Chapel’ bulunmayan üniversite kampusu var mıdır? Bu tuhaflığı dahi yadırgamadan okuduk, geçtik gittik. Sanki “Batılı tarzda okumuş Türk gencinin ya da onların hocalarının dinle, ibadetle ne işi olabilir?” görüşü bir tabiat kuralı gibiydi.
Ardından çalıştığım bir büyük şirkette işe aldığım bir genç talep ettiğinde kendisine kalorifer dairesinin dışında namaz mekanı bulamamıştım. Sanki bir ‘Hindu’ya kutsal ineğini gezdirecek yer arıyorduk. Bu tip tuhaflıkları normal görmeye o kadar şartlanmışdık ki..
Şimdi yapmamız gereken, tek tek kafamızdaki kabulleri, tercihlerimizi sorgulamak. Kendimize samimi olarak şunu sormalıyız: ‘Doğru olarak bildiklerim gerçekten benim vicdanıma, insanlık onuruna, uluslararası hukuka uygun mu? Yoksa bende Mustafa Kemal’in formatladığı, ipnotize edilmiş robotlardan mıyım?”
Ondan sonrası kolay.. Geriye bir an önce Mustafa Kemal’in aramıza soktuğu nifak sayfasını kapatarak kucaklaşmamız kalır. İsteyen başını örter, isteyen bikinisi ile denizine girer.. Türban, hem üniversitelerde, hem devlet dairelerinde sıkıntı olmaktan çıkar. Subaylarımızın içinden hacca gidenler çıkar. İnsanlarımızın zaten yaşadıkları inançları bir zıtlık sebebi olmaktan çıkar, tansiyon düşer. Belki ülkemizin genel atmosferindeki muhafazakarlık rengi bir ton koyulaşmış olur ama rahatlamış, normalleşmiş, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, akıl hastalığından kurtulmuş bir halk haline geliriz. Bu toplumsal ruh sağlığı ve bunun getireceği birlik hissi ‘Dünya Gücü’ olma yolunda son derece önemli bir güç unsuru oluşturacaktır, diye düşünüyorum..
Ekonomide kazandığımız özgüveni sosyal – siyasi alanlarda da kazanmalıyız.. Sosyal sıkıntılarımızı yaratan alanlarda da aynı cesareti gösterebilmeliyiz.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Cumhuriyet’in 1930′lardan itibaren Türk Parasını Koruma konunu etrafında şekillenmiş köhne ekonomik yapısını 24 Ocak 1980′de çöpe atmadık mı? Fena mı oldu? O günlerde şablon kafalı profesörlerimiz az mı paniklediler? Az mı bugün hatırlayınca utanacakları vecizeler yumurtladılar? Peki ne oldu? Eski model çöpe atılınca, o yıla kadar heybemize atmış olduğumuz kazanımlar yok mu oldu? O güne kadar yapılmış alt yapı yatırımları, ortaya konmuş eserler kayıp mı oldular? Ne münasebet? Sadece o köhne sistem miadını doldurmuştu, yeni ihtiyaçlara cevap veremiyordu. Kaldırdık attık ama kazanımlar bizimle kaldı. Sosyal konularda da aynı şey olacak.
Dolayısı ile biraz cesaret, biraz kendi aklımıza güven.. Atatürkçülüğün zararlı unsurlarını bilinçli olarak, kendi irademizle terkedersek ‘Dünya Gücü’ olma yolunda önümüz açılır. Asıl o zaman ‘Muassır medeniyet seviyesi’ni yakalayacağız. Şu anda çağdışı olan, gelişmemize engel oluşturan kısmımız dindarlarımız değil, Atatürkçülerimiz. Atatürkçülüğün betonlaştırdığı zihniyetimiz. Altı okçular televizyonlarda konuşurlarken dinlemiyor musunuz?
Laikliğin ‘jakoben – militan’ yorumu çöpe.. ılımlı, demokratik, liberal yorumu başa.. diyorum..
(1). Ayşe Hür
(2). Fahri Sakal
- Devam edecek -