Tevfik İzmirli -” Tekrar dünya gücü olabilir miyiz? Bu yoldaki engellerimiz: Zihinsel sığlığımız, sözde aydınlarımız, generallerimiz, yüksek hakimlerimiz, basınımız ve cemaatci toplum yapımız zincirin zayıf halkaları.. – IV. Bölüm
05/02/2011 (Kategori: Yazılarım)
Sadece ekonomik ya da askeri gücümüzle ‘dünya gücü’ olamayacağımız konusunda herkes mutabık..
‘Soft power’ denilen ‘yumuşak güç’ün ne kadar önemli olduğunu hepimiz anladık. Bu güçten yoksun olan askeri güce örnek Rusya ise, ekonomik güç de Çin’dir. Kimse bir polis devletinin ya da komünist parti diktasının görüşüne değer vermez. Putin ağzıyla kuş tutsa Putin’dir.. İkna gücü son derece düşüktür.
1.
ZİHİNSEL SIĞLIĞIMIZ.. ÖZELİKLE MESLEK SAHİBİ, OKUR YAZAR VE ŞEHİRLİ İNSANIMIZIN ZİHİN DÜNYASI..
Bizim ayak bağımız da Atatürkçülük.
Atatürkçülüğe rağmen dünya gücü olabiliriz. Zira her geçen gün topluma ayak bağı olma gücü azalıyor.. Ama Atatürk ile kendimiz hesaplaşabilirsek, onu tarihimizdeki gerçek yerine kendimiz oturtabilirsek, toplumumuzu onun sosyal ve etnik bölücü etkisinden kurtarabilirsek, bu hedefe daha kolay ulaşırız. Emin olun Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşımızın Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Paşa olarak bugünümüze yapacağı katkı Atatürk’den fazla olacaktır.
Her lafının arasına Atatürk’den bir vecize sıkıştırmak zorunda kalan bir ülkeyi ciddiye alacak entellektüel bulamazsınız.
Ne Batı’da, ne Arap entellektüelleri arasında böyle biri yoktur. Ancak ‘bıyık altı’ gülümsemelere yol açarsınız. O kadar. Çünkü dünyada, kendisine referans verilebilecek ‘Atatürkçülük’ diye bir düşünce sistemi mevcut değildir. Bu, bizim Atatürkçülerimizin önce uydurdukları, sonra iman ettikleri ve millete neredeyse ‘tekrar ve hipnoz’ yoluyla ‘tek doğru yol’ olarak ezberlettikleri bir laf salatasından ibarettir. Her ağızdan çıkabilecek, bilineni tekrarlayan, yalan yanlış düşünceler içeren bir laf salatası.
O bakımdan, ‘Atatürk’ü gerçek yerine oturtmak’ artık bir milli göreve dönüşmüş halde. Bundan korkmaya, çekinmeye gerek yok.. ‘Gerçek yerine oturtmak’ demek ‘gerçek yerine oturtmak’ demektir. “Hayır oturtmayalım, bugünkü gibi üzeri yalan şalları ile örtülmüş halde kalsın” diyenlere söyleyecek bir lafım yok.
Atatürk yönetiminin ne kadar halktan kopuk, keyfi, baskıcı, iftiracı, sansürcü, adaleti çarpıtmış, yolsuzluklarla ve haksızlıklarla dolu, eş dost ve yandaş kayırmacı, adaletsiz, halkı bunaltmış, fakir bırakmış, gücünü zorbalıktan alan, meclisi oyuncağa çevirmiş, yağcılığa prim veren, dalkavukluğu ödüllendiren, onurlu insanları devre dışı bırakan, anlamadığı konularda bile kendisini dahi zanneden bir tek adam yönetimi olduğu ortaya açıkça ve belgelerle, delilleriyle konmadıkça bu guruptan kurtuluş olmayacak. Fakat maalesef bu şerefli açılımı yapacak entellektüel güç, bilgi ve cesaret muhafazakar kesimin aydın kesiminde de mevcut değil. Zaten yapmaya kalksalar hemen gericilikle damgalanmaktan korkarlar.
‘Dünya gücü’ olacaksak kendi yakın tarihini didik didik etmiş, onunla hesaplaşmış bir toplum olmamız gerekir.
Mesela, en azından 1923′den başlayarak 1945′e kadar yayınlanmış belli başlı tüm gazeteleri bugünkü halkımızın erişimine sunabilmeliyiz. Herkes tarih araştırmacısı değil ki kütüphanelere gidip bu kolleksiyonları incelesin. Ayrıca o devirden kalan, açılması ya da yayımlanması ertelenmiş ya da yasaklanmış tüm hatıratı da açmamız şart. Bu belgeleri, o günlerin iç ve dış gelişmeleri karşısında ne anlama geldiklerini değişik açılardan yorumlarla zenginleştirerek insanımıza okutabilmeliyiz. Bu putu kırmanın başka yolu yok.
Bu kolay bir çalışma değil. Ancak derinlemesine yapıldığında bir etkisi olacak. Mesela o dönemin Atatürk dahil adı bilinen yüz insanı seçilip bunların gelirlerinin ve servetlerinin kaynakları, harcamaları, yaşam seviyeleri, kullandıkları devlet imkanları, devlet kesesinden yaptıkları dış geziler, üzerlerine kayıtlı gayrimenkullerin alım satım bedelleri, tarihleri, banka hesap kayıtları, sahip oldukları imtiyazlar, devletle yaptıkları alım satım işleri, haklarında açılmış ya da örtülmüş soruşturmalar gibi binlerce detay incelenmeli. Nasıl Osmanlı Padişahlarından her hangi birinin tahta çıkmamış bir evladı dahi ölüm gününe kadar arşivlerden araştırılıyorsa, aynı kapsamlı çalışmayı Atatürk devri hakkında da yapmalıyız. Oysa görüyoruz ki bu devir, tarihimizin üzerine neredeyse şal örtülmüş bir kesimi halinde tutuluyor. Bir kaç tane sofra soytarısının incir çekirdeğini doldurmayacak anıları haricinde ortada dişe dokunur bilgi yok.
Atatürkçülükle yapılması şart olan böyle ciddi ve bilimsel bir hesaplaşma yaşanmadan toplum olarak kayda değer bir zihinsel aşama yapamayacağımızı düşünüyorum.
Bu hesaplaşma yapılmadıkça doktor, mühendis, eczacı gibi okumuş yazmış saydığımız ama aslında resmi tarih dışında her sese kulakları kapatılmış insanlarımızdan ‘aydınlanmış insan’ tavrı beklemeye hakkımız olmayacak.
Tek avantajımız bu aydınlatıcı çalışmanın hedef alacağı kitlenin – ciddi anlamda olmasa da – iyi kötü okur yazar bir kitle olması. Gerçekleri, tuğla gibi kaynak kitaplarla değil de bu kitlenin hazmedebileceği şekilde hafifletilmiş dozda ve gazete, dergi, TV gibi kanallardan aktarabilirsek mutlaka karşılık vereceklerdir.
Gerçeğin karşısında hiçbir yalanın şansı olamaz.. Her insanın vicdanı vardır, bu vicdan mutlaka bir iç hesaplaşmaya yol açar.
Haddim olmayarak alimlerimizden, akademisyenlerimizden, araştırmacılarımızdan artık açık konuşmaya başlamalarını talep ediyorum.
‘O dönemde yapılmış bazı hatalar da vardı’, ‘Atatürk’de bir insandı..’ gibi üstü kapalı ifadelere paydos desinler. Dillerinin altındaki baklayı çıkartsınlar artık.. Konuya bu gözle baktığımda şunu görüyorum: Kamuoyunda gayet iyi tanınan ve inandırıcılık sahibi pek çok insanımız aslında düşündüklerini, bildiklerini söylemiyorlar. Üstü kapalı konuşmalarından, aslında pek çok konunun aslını bildiklerini anlıyorum. İlber Ortaylı Hoca’nın, Kutsal Emanetler hakkındaki “Madem millet inanmış, kurcalamayın. Bu saatten sonra karbon testi yaptırıp gerçekleri anlamanın ve bunları açıklamanın gereği yok.” tavrını Atatürkçülük hakkında sergiliyorlar.
Bir cins ‘Olayı başlatan ben olmayayım, neme lazım..” tavrı. Fakat alimlerimiz bu işi hızla ve kapsamlı şekilde ele almadıkça gelişme son derece yavaş oluyor. Olmuyor değil, ancak çok yavaş oluyor.
Artık Bandırma Vapuru’nun aslında o anda elde bulunan posta vapurlarının en uygunu olduğunu, pusulasının çalıştığını, Atatürkçü akademisyenler de söylemeye başladı. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçiş vizesinin altında İngiliz istihbarat subayı Yüzbaşı ‘İşkenceci Bennett’in imzasının bulunduğunu gösteren orjinal belge ortada.
Veya Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da iken askerlikten istifa etmesinin kendisinin anlattığı şekilde cereyan etmediğini, aslında ancak telgraf ile azledildikten sonra istifa ettiğini, o günlere şahit olanların anılarından biliyoruz.
Ama bu hızla gidersek Atatürk devri gerçeklerinin açığa çıkarılması beşyüz yıl sürecek..
Halbuki ‘Dünya gücü’ Türkiye’nin sağlam bir felsefi temele ve tarih tezine dayanması gerekiyor.. Atatürkçülük bu iki alanda da bizi maskara eden bir ‘zırva’..
2.
SÖZDE AYDINLARIMIZ – DAHA DOĞRUSU, ATATÜRKÇÜ FORMATLANMAYA MARUZ KALMIŞ ALTI OKÇU SÖZDE AYDIN TAKIMI – ZİNCİRİN ZAYIF BİR HALKASI DA BUNLAR..
Bu kesim, eğriyi doğruyu karıştırmış bir halde. Uluslararası değerleri savunduklarını iddia ediyorlar. Çünkü yaşam tarzı bakımından bir Avrupalıdan farklı değiller. Ama ne zaman ki konu, demokrasi, insan hakları, azınlık hakları, inanç özgürlüğü gibi kavramların kendi memleketimize uygulanmasına gelse, bunların pusulası şaşıyor. Bu ekibin sadece görünüşü ve günlük yaşam kalıpları batılı. Düşünce planında Atatürkçü dogmaların esiri haldeler. Sorulduğunda her türlü fikir ve inanç özgürlüğüne taraftardırlar ama Mustafa Kemal’in hayatını anlatan bir çizgi roman – gerçeğe aykırı düşmeden – Mustafa Kemal’in gençliğinde göz altına alındığını ve orada hırpalandığını gösterse sansürcü kesiliyorlar.
Bu dar ufuklu okur yazar kesim maalesef geçen on yıllar içinde köşe başlarını tutmuş durumda. Basınımızda, yüksek mahkemelerimizde bu tip pek çok insan var. Düşüncenin yerine Atatürkçülüğü koymuş halde oldukları için ne ikna edilmeleri mümkün ne de kendilerini geliştirmeleri.
Mesela, şu sıralarda üniversitelerde türbana eskisi kadar şiddetle karşı çıkmamaları bile, yaptıkları bir zihinsel aşamadan değil.. Düpedüz, artık yükselen taleplerin önünde siyaseten durmalarının imkansız ve kendilerine zarar verecek olduğunu görmelerinden. Yani sadece mecburi bir taktik değişikliği. Yoksa bir tanesi bile çıkıp “Yıllarca ne saçma bir dayatmada bulunmuşuz” demiş değil.
Yılbaşını kutlamak istemeyen, dini sebeplerle ağzına içki koymayan insanları, başını örtenleri gerici olarak algılıyorlar. Bu zavallı okur yazar guruhunun daha aşırı olanlarının gözünde ise neredeyse halkın tamamına yakını gerici ve cahil. Bu zihniyete göre aydınlanmanın, çağdaş olmanın tek ölçüsü Atatürk devrimlerini benimsemekten geçiyor.
Sosyal demokrat olduklarını iddia ediyorlar ama bu zihniyet ne sosyal ne de demokrat. Özledikleri ve ‘altın çağ’ adını taktıkları devir, tek parti devri, özellikle de bu devrin Atatürk idaresinde geçen kısmı. Bildiklerinden böyle konuşmuyorlar. Kendilerine ezberletilen yalanlar silsilesi bir resmi tarih var. Oradan okuyup papağan gibi tekrarlıyorlar. Ciddi bir Atatürk devri tartışması açılsa, eteklerdeki taşlar ortaya dökülse, inanıyorum ki bu gurubun içinde vicdan ve izan sahibi olan tek kişi kalmaz. Kalmakta inat eden Kanadoğlu, Onur Öymen gibi aydınlarımızı da nesilleri tükenmesin diye koruma altına alırız.
‘Atatürkçü hukukçu’ diye bir ‘hukukçu’, ‘Atatürkçü sosyolog’ diye bir sosyolog, ‘Atatürkçü yargı’ diye bir yargı, ‘Atatürkçü üniversite’ diye bir üniversite olamaz. Varsa, onlara hukukçu, sosyolog, yargı ya da üniversite denemez.. Biz de ise her mesleğin, her kurumun bir de Atatürkçüsü var. Neredeyse Atatürkçü doktorlar, dişçiler, veterinerler, hastahaneler, nakliye şirketleri, bankalar türeyecek. Bu tip ‘tercüme edildiğinde komik kalan’ sıfatlarla bezenmiş aydın sınıfı ile ‘Dünya gücü’ olamayız.. Ancak kendimize güldürmeye devam ederiz.
3.
ATATÜRKÇÜ GENERALLER BİR DİĞER ZAYIF HALKAMIZ, BELKİ DE EN ZAYIF HALKAMIZ..
Generalleri ‘yüksek tahsilli’ bile saymamak gerekiyor. Tahsil yılları uzun bir beyin yıkaması içinde geçiyor. Ardından terfi sistemi ile ‘tam formatlandığından’ şüphe edilenleri eleniyor. Yükselenler, gerçekten ‘Atatürkçü’ olanlar.. Artık onlar için Atatürkçülük bir din mertebesinde. Bazen, “Bu kadar akılsız olmamaları gerekir, acaba terfi edebilmek için böyle rol yapmak zorunda mı kalıyorlar?” diye şüpheleniyorum.
Generallerimizin görüşlerinin halk tarafından bilinmesi son derece faydalı oluyor.
Fikret Bila’nın ‘Komutanlar Cephesi’ gibi masum bir kitap bile bu konuda büyük hizmet görmedi mi?
Ne kadar çok generale TV’ye çıkma fırsatı verilirse, Atatürkçülüğün ne olduğu daha iyi anlaşılacak.. Pamukoğlu Paşa’nın bir TV programında hiddetle sarfettiği “Atatürk’ün adını anarken, aynı cümle içinde başka bir insanın adını ağzına alma, şirke girer!” vecizesi, ‘din sayma’ya unutulmaz bir örnekti.
Bu tip örnekleri arttırmakta fayda var. Generallerle bol bol röportaj ya da TV programı yapılması, hatıralarını yazmaya teşvik edilmeleri son derece yararlı olacaktır.
En etkili Atatürkçülük karşıtı çalışma, Atatürkçüleri fikir tartışmasına sokup konuşturmaktır.
Çünkü toplumumuzun en düşük entellektüel seviyeli gurubu budur. Ezberleri bozulduğu anda panikleyip saçmalamaya başlarlar.. Zira, yalana dayanıyorlar..
Harbiye’nin müfredatından başlayarak askeri kesimdeki beyin yıkamasını kırmaya öncelik verilmeli. Subay adaylarımız, genç yaşlardan başlayarak demokrasi kültürü ile beslenmeli.. TSK bünyesindeki tüm eğitim kurumlarının teknik dersler haricindeki müfredatı sivil yönetim tarafından tesbit edilmeli ve sivil öğretim görevlileri tarafından okutulmalıdır. TSK Mensuplarının bağlılıkları anayasamıza ve TBMM’ye yönelik olarak baştan tanımlanmalıdır. Bu demokratik anlayışla bağdaşamayan subay ya da generallerin TSK ile ilişkileri kesilmelidir.
Hukuken bu tasarrufa imkan bulunamıyorsa, merkez valileri gibi yetkisiz bir şekilde, emirlerinde askeri birlik olmayacak görevlerde pasif bir şekilde oturtulmalıdırlar.
Bu işin şakası olmaz. Bir başbakanı ile iki bakanını abuk subuk iddialara dayanarak, hukukun ırzına geçerek asmış, bu rezil mahkemenin başkanını da yüksek mahkeme yargıcı olarak mükafatlandırmış bir silahlı kuvvetler geleneğinden bahsediyoruz. Üzerinden elli yıl geçmiş demeyin, o olaylarda yer almış olanların tedrisatından geçmiş olan çırakları şu anda hala komuta yaşındalar.
Kendi halkı ile ve o halkın siyasi tercihleriyle zıtlaşan bir ordudan bize hayır gelmez..
Dünya gücü olma yolunda da gelmez, hiç o yola çıkmasak da gelmez.. Nitekim gelmedi, gelmiyor.. Askeriyenin zihniyeti baştan aşağıya değiştirilmeli. TSK milletinin emrinde olduğunu ‘amasız’ ve ‘fakatsız’ bir şekilde içine sindirmeli ve asıl bununla gurur duymayı öğrenmelidir. Örnek aldıkları ABD silahlı kuvvetlerinin en prestijli generalinin emekli edilmesi için, başkanın bir lafının üzerine yorum yapması bile yeterli oluyor.
Bugüne kadar Amerikan hayranı general gördük, Rusya, İran, Çin ile ittifak yapalım diyen general gördük ama “Kendi seçilmiş hükümetime saygı göstereyim, halkımın siyasi tercihleriyle ters düşmeyeyim” diyen bir general görmedik.
Neden ‘en zayıf halka’ diyorum? Çünkü, Türk generalleri kendilerinde milletin tercihleri dışında tercihte bulunma hakkını görüyorlar. Kritik bir karar anında, kendi değerlendirmelerini, seçilmiş iktidarın değerlendirmesinin önünde görüp, başına buyruk davranma ihtimalleri var.
‘Dünya gücü’ Türkiye’nin bambaşka bir general sınıfına ihtiyacı var.. Hem dış caydırıcılık için, hem ordunun kendi içinde birlik halinde bulunması için hem de model ülke Türkiye’nin örnek alınacak bir unsurunu oluşturabilmeleri için.. Geçen günlerde, Cezayir devlet başkanı bile bir demecinde ordunun bizdeki rolüne laf dokunduruyordu. Ordumuzun siyasi hayatımızdaki konumu, bırakın bir dünya gücünü, vasat bir ülke için bile yüz karasıdır ve en basit demokratik terbiye, bunun tüm vatandaşlarımızı rahatsız ediyor olmasını gerektirir.. Bu sakil konumun bile kökleri Atatürk’ün sağlığında açıkladığı görüşleridir. Genel Kurmay’ın statüsünü, Savunma Bakanlığı’nın üzerinde konumlandıran başkası değil, Atatürk’ün kendisidir..
4.
YÜKSEK YARGIMIZ DÜŞTÜĞÜ ÇUKURDAN KURTARILMAYI BEKLER DURUMDA..
Çağdaş gelişmelerden en kopuk parçalarımızdan birisi yüksek yargımız. ‘Dünya gücü’ olacaksak, kararlarıyla, içtihatlarıyla etrafa ilham veren çağdaş bir Türk yargısı oluşturmamız zorunlu.
Cumhurbaşkanı, geçen günlerde, hakimlerimizin de, idarecilerimiz gibi, görgü ve bilgilerini arttırmak amacıyla, zaman zaman yurt dışına gönderilmesi gerektiğini dile getirdi. Aynen katılıyorum.
Tüm hakimlere yabancı dil mecburiyeti getirilebilir. Belli bir dereceye terfi edebilmek için yüksek lisans, yüksek mahkemelere seçilebilmek için doktora şartı aranabilir.
Geçen yıl kırk yıllık hakim Kanadoğlu’nun, Doç. Dr. Osman Can’la giriştiği hukuk tartışmasında nasıl paçavraya döndüğünü canlı yayında seyrettik. Sonunda Kanadoğlu, bilgisizliğini ve konudan habersiz olduğunu itiraf ederken yaşından ve tecrübesinden başka sığınacak liman bulamamıştı. Tipik Türk yüksek hakimi hali. Hükmü Kapıkule’ye kadar geçer. Avrupa mahkemesinde bozulan kararlarda bizim yüksek mahkemelerimiz şampiyon.
5.
‘ŞAŞKIN BASIN’ BAŞKA BİR ZAYIF HALKA..
Şaşkın basınımızın bu halini doğrudan ve kestirmeden ‘satılmış olmalarına’ ya da ‘menfaat icabı’ böyle tavır almalarına bağlamıyorum. Mutlaka içlerinde böyleleri de vardır ama bence çoğu şu bahsettiğim ‘formatlanmış olma’ sebebiyle böyle yazıyorlar. Gözlerini açmaya korkuyorlar. Rusya’daki eski komünistler gibiler. Hayatları boyunca doğru bildiklerinin zırva olduğunu görmekten korkuyorlar. Bu az bir korku değil. Sadece bu sebep bile yeter. Menfaat temin etme şartı bunun yanında ikincil kalır.
Mesela Doğan medyasının bir çok köşe yazarı.. Bence bunlar, Doğan gurubunun Hilton arazisine imar, rafineri izni, vergi cezasının affı gibi beklentileri söz konusu olsa da, olmasa da, bugün yazdıkları gibi yazmaya devam edeceklerdir. Dünya görüşleri bu.. Çapları bu kadar.. Hürriyet yazarlarından bir tanesi CHP kongresinde sandalyeye çıkmış şakır şakır göbek atıyordu.
Sandık sonuçları karşısında yaşadıkları çaresizliğin kendilerini düşürdüğü panik hissine fikir kılıfı uydurma çabası içindeler.
İnsan bunların yazdıklarına bakınca, hükümetin ‘yandaş basın organları’ oluşturma gayretlerine hak veriyor. Çünkü söz konusu olan, bir evin bodrum katındaki basit bir baskı makinası ile basılan fikir gazeteleri değil. Yüzmilyonlarca dolarlık basın kuruluşları, bunların organize yayın politikaları. Bu gücün hükümet üzerinde kullanılma alışkanlıkları.. Bunların organize karalama kampanyalarının dengelenmesi kadar doğal bir tedbir olamaz. Hatta bunun basında çok sesliliği sağladığı bile söylenebilir.
Bizim basınımızın, bu fikir ipoteğinin dışında, bir de dış yönlendirmelere açık olmaları sıkıntısı var. Türkiye’yi etkilemek isteyen güçlerin kendilerine alet olacak adamları bulmakta sıkıntı çekmedikleri bir alan burası. Amerikan, Rus, AB ve İsrail’in çıkarlarını kollamakla görevli eleman gibi davrananlar olduğunu görüyoruz. Kritik dönemeçlere girildiğinde zincirin ilk kopacak halkalarından biri basınımız.
Bir de baştanbaşa tüm basınımıza bulaşmış bir kalite düşüklüğü problemi var. Düpedüz yanlış haber vermek, bir haberi bambaşka anlama gelen bir yönlendirici başlık altında vermek, verdikleri haberi tam anlamadan aktarırken iyice anlaşılmaz kılmak, her gün yaptıkları basitliklerden.
Bu haliyle basınımızın çıtası yere yakın bir yerlerde. Halbuki ‘Dünya gücü adayı’ bir ülkenin sadece ‘dizi filimleri’ değil, basını da ‘yumuşak güç’ yansıtma görevini yapabilmelidir.
6.
CEMAATÇİ TOPLUM YAPIMIZ – ZİHNİNİ VE KİŞİLİĞİNİ CEMAATINA KİRAYA VERMİŞ İNSANLARIMIZ NİYETİ BELLİ OLMAYAN DIŞ GÜÇLERİN ETKİLERİNE AÇIK HALDELER..
Cemaatci derken tarikat yapılanmalarını kasdetmiyorum. Bir dini inanç etrafında toplanmayı, örgütlenmeyi yasaklayan Atatürk uygulamalarının insan haklarına aykırı olduğuna inanıyorum. Ayrıca pratikte uygulayanları mahcup edici sonuçlar verdiğini yaşayarak görüyoruz.
Günümüzün ‘cemaat’ kavramı ise, artık din dışı faaliyetleri, dini faaliyetlerin önüne koymuş durumda. Siyasi ve ekonomik örgütlenme, çıkar örgütlenmesi örnekleri veriyorlar. Kanunen buna da söyleyecek bir lafımız yok. Yetişkin insanlar, kendi rızaları ile istedikleri amaç etrafında toplanabilirler, diyebiliriz.
Bu cemaatlerin yetiştirdikleri kadroların tek merkezden aldıkları işaretlere göre siyasi tavır belirlemeleri anlamlı. Bu kitle de aklını Atatürk’e kiraya vermiş altı okçuların diğer yöndeki izdüşümü. En büyüklerinin lideri ABD’de ikamet ediyor. Mavi Marmara olayı hakkında verdiği demeç henüz taze. Hocaları, ABD’de yediği ekmeğin hakkını tek bir demeçle verdi. Hayatını kaybedenlere ağız dolusu bir ‘Allah rahmet eylesin’ demekte zorlanan ağız, tam Amerikancı – Siyonist görüş paralelinde bir demeç patlattı. Hem de nereye? Siyonist kampa yakın bir yayın organına. O andan itibaren Türkiye’deki gazeteleri, bu demeci saklayabilmek için yapmadık cambazlık bırakmadı. Kimin nerenin hizmetinde olduğunu görmek için bundan başka bir delile ihtiyaç var mı?
İşte bu tip cemaatlere sadakatı her türlü sadakatın üzerinde tutan ve kendi aklını, fikrini, benliğini bir lidere teslim etmiş insan tipi bizim karnımızın en yumuşak noktalarından birisi. Cemaatın başını tesiri altına alan bir dış güç elini içimize sokmuş olur.
Ergenlik çağını bir cemaat yurdunda geçirmiş gençlerden, bağımsız kişilik geliştirmiş olmasını bekliyoruz.. O gençleri cemaat devşirmesinden sakınmak için ne yaptık da bunu bekliyoruz? Dar imkanlı bir gencin, ‘Cemaat üyesi olacağıma, tahsilimi bırakırım’ demesini mi istiyoruz? Cemaat üyeliğinin onlara sağladığı ‘ait olma’, ‘korunma – kollanma’, ‘ilişkiler ağı kurma’ gibi imkanlarına alternatifimiz nedir?
Yasaklama çözüm değil.. Hem kimsenin yasaklamaya hakkı yok. Yapılacak iş devlet aklının bu tip yapıların nemalandıkları boşlukları daraltmasında. Örnek olarak, üniversiteyi kazanan her gencimize tatmin edici barınma imkanı ve maddi destek sağlayabilsek cemaat yurtlarına sadece bu işe niyetliler rağbet eder. En azından yoksulluk yüzünden bunlara mahkum olan gençleri o çemberin dışında tutabiliriz. Bu tip yapılanmalar, yoksulluğu, kendilerine adam devşirme amacıyla kullanıyorlar. İş hayır amacınından, ‘Al, yetiştir, ömür boyu destekçin olsun’ sarmalına dönüşmüş durumda. Özellikle yoksul gençlerimizi okumak uğruna bir siyasi bedel ödemek şantajından kurtaracak adımlar atılabilir.
Cemaatlerin güçlenmesinde 28 Şubat zihniyetinin haksız ve dışlayıcı uygulamalarının etkisini de göz önüne almalıyız. Yapılan yanlışlar ergeç dönüp bize zarar veriyorlar. Buradan da ‘toplum mühendisliğine tövbe’ dersini çıkarmalıyız..
Son söz:
Bu hakimler, generaller, eğitimli meslek sahipleri, cemaatlerin yetişdirdiği gençler, hepsi bizim. ‘Milli güç’, elimizdeki tüm unsurların toplam gücünden oluşacaksa, her birini geliştirmek, çağın seviyesine çıkartmak görevi de hepimizin. Günlük politikanın toz dumanı bir yana, devlet aklımız bu konuya devlet gibi el atmalı. Kendi gücünü oluşturan bu unsurlara gelişmenin imkanlarını, ortamını sağlamalı.
Gençliğini dünyayı görmeden Beytüşşebap’da, Çüngüş’de üç kuruşluk maaşla geçiren hakimden ileriki yıllarda dünya çapında içtihatlar bekliyoruz.. Mesleki rakibi kim? Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan hakimleri. Şartlar eşit mi?
Geliri yıllarca evine doya doya kitap almaya yetmeyen, general olana kadar ‘tüketimden men’ cezasına çarptırılmış gibi yaşamak zorunda kalan subaylarımız bu parasızlık yüzünden Amerikan ordu pazarlarına özenirken, general olduklarında hanımlarının aklı yurt dışı görevinden kürkle dönmekte iken.. Biz bu subayımızı general olduğunda kiminle mukayese ediyoruz? Yine ileri, güçlü ülkelerin generalleriyle.. Bir Amerikan generaliyle, bir İngiliz generaliyle.. ABD Doktorası olmayanı general yapmıyor. Hem de doktoraları askerlik dışında başka bir bilim dalından alınmak kaydıyla. Şartlar eşit mi?
Bu kadrolarımızı bilgiyle, görgüyle donatmak, sınırlı maddi şartların ezikliğinden çıkarmak gerek. Atatürkçülükte değil kendi mesleklerinde zirveyi hedeflemelerini sağlamak gerek. Çağdaş normları benimsemiş, demokrasiyi sindirmiş kadrolar haline getirmek gerek. Hem kaderimizde başrol veriyoruz hem de sonu gelmez, bitmez bir fedekarlık içinde vazife görmelerini bekliyoruz. Bu gerçekçi midir? Ne seviyede görev bekliyorsak o seviyede imkan tanımamız şart.
Gerekeni yapmadan sonuç beklersek, daha çok bekleriz.
Önümüzdeki ‘Dünya gücü’ olma yolunun ne kadar uzun olduğu da açık..
- B i t t i -