Tevfik İzmirli – “Savaş askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.” Sir Winston Churchill”

24/10/2011 (Kategori: Yazılarım)

Merhaba,

Geçen yıllar içinde toplum olarak olgunlaştık.. Olaylara daha gerçekçi bakabiliyoruz.

‘Kürt sorunu’ denen sıkıntının, sadece askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini hepimiz anladık, öğrendik..

Konunun tarihi, siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, kültürel pek çok yönü var. Kabul..

İşin içinde, arkasında değişik yabancı güçler, dış parmaklar var. Kabul..

PKK bazı devletlerin taşeronluğu karşılığında onların teknik ve askeri desteklerini alıyor olabilir. Kabul..

Kürt vatandaşlarımızı PKK ile özdeşleştirmeyelim.. Bu, PKK’nın ekmeğine yağ sürer.. Bizi iç savaşa kadar götürür. Kabul..

Bu yüzden, Kürt haklarının iadesi yolunda atmakta olduğumuz adımlarda geri kalmayalım. Demokratik hakları en geniş anlamıyla tanımaya devam edelim. Silahlı külahlı bir takım adamların eylemleri yüzünden, doğru bildiğimiz yoldan sapmak büyük hata olur. Reaktif politika tuzağına düşmüş oluruz. Dizginleri karşı tarafın eline vermek anlamına gelir. Kabul..

Kendi vatandaşlarımızın hakkını hukukunu silahlı örgütün karşısında rehin olarak tutmayalım. Kabul..

Millet olarak konunun siyasi bilinç tarafında ciddi mesafe kat ettik. Artık daha akılcı düşünebiliyoruz.


‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ dedirtmenin tepki yaratacağına ilk olarak rahmetli Erbakan değinmişti. Şimdi çoğunluk olarak o noktaya geldik.

‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun!’ diyerek and içmeyi zorunlu tutmanın saçmalığını hatta komikliğini anladık.

‘Ben Kürdüm’ diyen bir vatandaşa, tarih dersinde ‘Biz buraya Orta Asya’dan göçerek geldik’ demenin kara mizah olduğunun farkına vardık.

Nüfusumuz içinde belki de en kadim yerleşik gurubu oluşturan Kürt kitlesine, Türk ırkçılığı gözlüğüyle bakmanın ülkemizi ne belalara savurduğunu yaşayarak öğrendik.

Bizlere, nesiller boyunca, Kürtlerin bu topraklarda eşit yurttaş gibi yaşama hakları, sanki biz Türklerin insafıyla bahşedilecek bir imtiyazmış gibi düşünmemiz öğretildi.
‘Atatürk milliyetçiliği’ denilen bu zararlı görüşün 1925 – 2003 arasındaki askeri vesayet eliyle uygulaya geldiği, dışlamacı, zorba, ayrımcı, asimilasyoncu, redçi, zaman zaman işkenceci politikaların ülkeyi getirdiği nokta meydanda. Halkımızın bir bölümünü devletine düşman hale getirdik..

Neyse ki, pek çok vatandaşımız adını koyma konusunda hala utangaç davransa da, adını telaffuz edemese de, kendi kendine itiraf edemese de, fiiliyatta Atatürkçü milliyetçiliğin aslında bölücü bir görüş olduğunu anlamış, sezmiş durumda.. Önemli olan da bu. Varsın yanlış şartlanmaları ile cesurca yüzleşip açıkca söyleyemesin. Zaten sokaktaki adamdan böyle bir fikri sıçrama bekleyemeyiz. Ama halkımızın Kürt kökenli olmayan kısmı da artık Kürtlerin yıllarca en temel bazı haklarından mahkum bırakılmış olmasının ne kadar yanlış, ahlaksız ve üstüne ne kadar tehlikeli bir yaklaşım olduğunu anlamış, kabul etmiş durumda. Bu, ülke bütünlüğümüz açısından hayırlı bir gelişme. AKP’nin attığı adımların ardında da bu sessiz onay var zaten. Vatandaşımız, hükümetin PKK ile gizli görüşmeler yapıldığı ortaya çıktığında dahi ulusalcı cephenin umduğu tepkiyi vermedi. Olgunlukla karşıladı.

İşin siyasi cephesi bakımından bütün bunlar az kazanımlar değil.. Ülkemizin bütünlüğünü ancak bu şekilde koruyabiliriz. Aksi halde, yani Atatürkçü – ulusalcı general kafasıyla devam edilseydi bölünmemiz kaçınılmaz olurdu.

Bu cephede, özellikle toplumun sivil kesimi büyük gelişme gösterdi. Ezberci şablonu parçalayıp akıl rotasına girdi..

Ancak işin askeri cephesinde hala aksaklıklar, eksiklikler var.. Asker kendi reformunu yapamıyor. İşin bu cephesi de sivil aklın el atmasını bekliyor..

Kürt vatandaşlarımız siyasi terchleri bakımından yeknesak bir blok oluşturmuyorlar. Dindar kimlikleri ağır basanı var.. Ayrılıkçı olanı var.. Hakları tanınmış olarak birlikte yaşamayı tercih edenleri var.. Ayrıca her görüş içinde farklı yöntemleri tercih edenleri görüyoruz. Silahlı mücadele yanlıları.. Demokratik mücadeleye inananlar, vs.. Bunların içinde devletimizin ne yaparsa yapsın bir ortak çözüm konusunda buluşamayacağı, konuşamayacağı hatta konuşmaması gereken tek kesim şiddet yanlısı olanlar.. Ayrı bir devlet hedefleyenlerin içinde olsun, özerklik isteyenlerin içinde olsun.. şiddet ile sonuç almak isteyenlerin karşısına silahlı güç çıkarmaktan başka yol yoktur. Ve bu gücün mücadeleden galip çıkması şarttır.

Bu silahlı gücün kolu kanadı kırılmadıkça ne üzerinde baskı uyguladıkları Kürt nüfus ne de her gün şehit cenazesi kaldıran büyük halk çoğunluğumuz sağduyu yönünde bir ilerleme kaydedemez.

Toplum olarak diğer alanlarda ulaştığımız yakaladığımız seviye ile askeri performansımız arasında uçurum oluşmaya başladı.

Mehmet Ali Birant’ın ‘Emret Komutanım’ kitabında, subaylarımızın eğitim seviyesi bakımından sivillerin ne kadar önünde olduğu örneklerle vurgulanıyordu. Ama dikkat! Bu kitap yazıldığında yıl 1986′ydı.. Aradan tam yirmibeş yıl geçti. Bu zaman zarfında pek çok alanda yeniden yapılandık. Pek çok alanda dünya ile yarışabiliyoruz. Sivil kesimimiz rekabete açık olduğu için kendi eksik yönlerini görünce hiç komplekse kapılmadan üzerine gidebiliyor. Bilmediklerini öğrenmeye çalışıyor. Öğrendiklerini başarıyla uygulayabiliyor. Halbuki askeriyemiz, herhalde toplumsal şartlanmalarımızın sonucu olarak, eleştiriye ve dış denetime kapalı. Bir takım böbürlenmeler, pohpohlamalar, içi boş sloganlar içinde şu andaki haline gelmiş.

Kendimizi aldatmayalım. Kendisine bu kadar kaynak tahsis edip bu kadar kötü sonuç aldığımız başka bir kuruluşumuz var mı?

Adliyemizin performansı şikayete sebep olur. Son yıllara kadar bütçeden aldığı pay sadece yüzde 0,8′di. Şimdilerde yüzde 1,7′ye çıktı. Şikayete hakkımız yok. Ne vermişiz ki ne bekliyoruz? Böyle bakınca askerimize her türlü hesap sorma hakkımız var. Milletçe yemeyip yedirdiğimiz, boğazımızdan kesip donattığımız bir kuruluştan bahsediyoruz.

Halkımızın siyasi tercihlerine karşı yaptığı saygısızlıkları, kendini bilmezlikleri bir yana bırakalım. Konumuz bunlar değil. Sadece askerlik açısından sorgulasak acaba sonuç ne çıkar?

- Neden general sayımız 350 civarında? Bu sayıyı generaller tayin ettiği için mi, yoksa askerlik mesleğinin bir gereği mi bu? İleri ordulardaki sayı, oran nedir? TSK için optimal general sayısı kaçtır?

- 2011 yılı gelmiş.. PKK ile silahlı mücadelenin 27. yılındayız. İHA kıtlığı çekiliyor, mayına dayanıklı araç kıtlığı çekiliyor, taarruz helikopteri kıtlığı çekiliyor.. Bunun sorumlusu asker değilse kimdir? Hangi planlamayı yapmışlar ve hangi hükümet bu silahların, sistemlerin tedarik projelerini reddetmiş ya da geciktirmiş veya ihmal etmiş? Bunları bilmek hakkımız. Bu şehit anaları kimin yakasına yapışacak? İhmalkar hükümetlerin mi, birbirine her sene üstün hizmet madalyası takan lüks makam arabalı yaşlı generallerin mi?

- 2011 yılı gelmiş. Soğuk savaş biteli yirmi yıl geçmiş. Kara Kuvvetlerinin birlik konuşlanmasında hangi değişikliklere gidilmiş? Üç tugayın ilga edilmesinden ve altı komando tugayımızın profesyonel askerlerden oluşturulmasından başka hangi yeniden yapılanma hayata geçmiş? Sivil otorite tarafından onaylanmış bir yeniden yapılanma planı neden ortada yok? Neden hala Fevzi Çakmak’tan kalma birlik konuşlanmaları ile yaşıyoruz.
Orduda topları katanaların çektiği zamanlardan kalma konuşlanma aynen korunuyor. Buyurun size bir örnek: Yunan İzmir’e çıkarsa iç bölgelere nereden ilerleyecek? Ya Menemen üzerinden ya Kemalpaşa üzerinden ya da Sabuncubeli’ni aşarak. O zaman Manisa’ya bir piyade tümeni koyarız.. Bunun bir alayı ile Menemen Boğazı’nı tutarız. Yunan’ın çıkardığı askeri daha içerilere girmeden karşılarız.. Bakış bu.. Kimbilir memleketteki askeri birlikler tek tek incelense daha neler bulunacaktır?

Bu bakımdan ülkemizin risk değerlendirmeleri ve bunun gerektirdiği savunma konsepti ve bunun gerektirdiği kuvvet boyutu ve yapısı tamamen parayı ödeyen ve evlatlarını şehit veren biz sivillerin onayıyla karara bağlanmalıdır.

- 2011 yılı gelmiş. Biz tedbir olarak kaçakçılıkla mücadele amaçlı Jandarma karakollarının yerine betonarme karakollar yaptırıyoruz.. Ondan sonra gelsin Dağlıca türü baskınlar. Bir tabur Mehmetçiği bir dağın tepesine yerleştirmişler. Dört tarafı dik yamaç. Etrafında derin vadiler. Bu coğrafyada taburun üssünden çıkıp etraftaki dağlarda ileri harekatta bulunarak alan hakimiyeti sağlama imkanı yok. Karakoldan uzaklaşan unsurun geri dönmeme ihtimali büyük. Saldırıya uğradığında karadan takviye alma imkanı da yok, çünkü yaklaşma yollarının saldırıdan önce mayınlanmış olacağı şüphesiz.
Tabur bir bölüğüyle ilerideki hakim tepede bir ileri güvenlik karakolu oluşturmuş. Taburdan inip bu karakola gündüz ve sırtta yük olmadan – tabur komutanının ifadesi ile ‘tavşan gibi’ – tırmanma süresi bile üç saat. Yani bir hücuma maruz kalındığında taburun bu bölüğü takviye etme imkanı yok. Bu bölük de sabit ve takviye alma imkanı bulunmayan bir hedef halinde. Bir saldırıya uğradığında cephanesi yettiği kadar direnmekten başka çaresi yok.
Tam fıkradaki gibi. – Baba hırsızı tuttum. – Getir oğlum. -Gelmiyor. -Bırak o zaman. – Gitmiyor.
Tabur araziye açılıp alan hakimiyeti sağlayamıyor. Geri çekilmek istese çekilemiyor. Takviye gerektiği anda alamıyor. O zaman bu tabur neden orada? Sadece ayak bastığı alanı korumak için mi? Bu doğru bir strateji midir? Biz asker değiliz. Belki de doğrusu budur. Ama doğru değil, tamamen yanlıştır, diyen emekli generaller var.

Bu tip konuşlanma neye yarıyor? Koskoca birlikler bulundukları yerde sabit duruyorlar. Saldırı insiyatifi tamamen PKK’nin elinde. Saldıracağı birliği PKK seçiyor. Zamanı PKK seçiyor. En uygun gördüğü hedeflere en uygun gördüğü hava şartlarında saldırabiliyor. Milletimize şehitlerimizi saymak, cenazelerden sonra verilen içi boş demeçleri dinlemek kalıyor.

Hangi ordu yüzlerce binlerce karakolunda, nöbet noktasında yıllar boyunca, 365 gün 24 saat aynı dikkatle nöbet tutabilir, bir saldırıya karşı en üst düzeyde hazır kalabilir? Bu insan doğasına aykırı bir beklenti. Saldıran taraf, insiyatif kendisinde kaldıkça, mutlaka nisbeten yumuşak hedefleri tesbit edip onları vuracaktır. Bunun tek çaresi karşı tarafı sürekli ve hareketli şekilde taciz edip baskı altına almak, kaçmaktan kovalamaya fırsat bulamaz halde tutmak değil midir? Şu anda uygulamada olan konsept bu imkanı veriyor mu?

Milletimiz konduramıyor ama askeriyemiz sadece siyasi alanda değil kendi mesleğinde de yanlışlar içinde. ‘Mış gibi’ yaparak yasak savıyorlar.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş tayin – terfi sistemini devam ettiriyorlar. Bu sistemde her subayın her rütbede kaç yıl geçireceği ve o rütbede iken bir görevde kaç yıl kalacağı belli. Başarının, başarısızlığın, liyakatın terfiye tayine etkisi sıfır. Örneğin o bölgedeki bir tugay komutanı sadece iki yıl görev yaptıktan sonra tuğgenerallikte kalan iki yılı için karargah görevine alınıyor. En başarılı bir generalin bile aynı göreve devam etmesi ya da başarısız olanın hemen görevden alınması söz konusu değil. Halbuki ABD ordusunda böyle değil. Şu andaki Afganistan komutanları olan orgeneral, bir önceki görevinde, Afganistan Komutanlığı’nın bağlı olduğu makamda oturuyordu. Şimdi sivil otoritenin en faydalı olacağına inandığı yerde görev yapıyor. ”Ben bir önceki görevimde daha üst makamdaydım. Şimdi benim önceki makamıma benden sonra getirilen daha kıdemsiz bir orgeneralin altında görev yapamam” dememiş.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş askere alma sistemini yürürlükte tutuyorlar. Askerlik yapmış her vatandaşımız ‘tezkereye şafak sayma’ ruh halini bilir. Bu ruh halindeki, nişanlısını özleyen, annesi ile telefonda konuşamayınca morali bozulan, askerliğe kanun zoruyla gelmiş körpe personelin kaşarlanmış bir gerilla gücünü alt etmesi ne kadar mümkündür?
Bu çocuklar bir seferberlik halinde, klasik bir muharebede, silah arkadaşları ile omuz omuza harikalar yaratabilirler. Nitekim anadolu askeri Mehmetçik savaş azmi, cesareti ve dayanıklılığı ile ünlüdür. Ama karşı taraf gerilla harbi yapıyorsa çare gerilla harbinin daha beterini yapan gerilla avcısı personel değil midir?

Altı komando tugayı profesyonelleşti. Harekat insiyatifi TSK’da iken bu tugaylar kullanılıyor. Ama PKK deli değil ki bu birliklere saldırsın. Onlar eratı şafak sayan birlikleri seçiyor. Bölgede böyle birlik kıtlığı da yok.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş birlik konuşlandırması ile işi idare ediyorlar. Güney Doğu’daki askerler hala emektar G-3′lerle, Rus malı tenekeden BTR’ler ile göreve giderken diğer bölgelerde belki yüzbinlerce asker her sabah mıntıka temizliği ile vakit geçirip, ‘Yaylalar, yaylalar’ diye bağırarak sabah koşusu yapıyorlar. Hepsine üç öğün karavana çıkıyor. Kaloriferleri yanıyor. Başlarında subayları. Şafak sayıyorlar. Bu birlikler iskelet kadroya indirilip tasarruf edilen tüm maddi imkanlar mücadele bölgesinde yoğunlaştıralamaz mı, acaba?

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi hala barış zamanı için düzenlenmiş bürokratik bir karar alma mekanizması ile çalışıyorlar. Disiplinden anladıkları, bir alt rütbelinin tuvalete bile giderken komutanından izin ve emir alması. Bu baskıcı, insiyatife yer vermeyen çağdışı yönetim biçimi sonunda silahlı helikopter kaldırılacaksa dört kademe komutandan emir alınması gerekiyor. Heron yollanması talep ediliyorsa beş kademe komutandan.. Heronlardan gelen bilginin değerlendirildiği komutanlık başka, bu bilgiye dayanarak operasyon kararı verecek komutanlık başka. Aşağıda ateş altında kalmış birliğin bağlı olduğu komutanlık başka. Bu çok başlı ve çok katmanlı yapılanma konusunda neler yapılmış?
1974 yılında Kocatepe muhribimizi de bu yüzden kaybetmiştik. Muhrip Deniz Kuvvetleri’nin, saldıran uçaklarımız Hava Kuvvetleri’nin emrindeydi. İki karargah biri diğerindenden habersiz saatlerce harp etmişlerdi.
Neden ABD ordusu ‘Cephe Komutanı’ olarak tek komutan atıyor ve ister kara, ister deniz, ister hava, ister deniz, ister deniz piyadesi olsun o cephedeki tüm kuvvetleri bu tek komutanın karargahına bağlıyor? Bizde Güney Doğu’daki mücadeleden sorumlu olan komutan kimdir? Böyle bir komutan var mıdır? Acaba kuvvet komutanlarımız, bir ast komutanın sivrilmesinden, kendilerinden rol çalmasından mı çekiniyorlar? Son saldırılardan sonra başlatılan operasyonlar sebebiyle Genel Kurmay Başkanımız ve Kuvvet Komutanları bölgede kalmışlar, evlerine dönmemişler. Sağ olsunlar. Ama ne farkeder? Yarın, öbürgün nasıl olsa dönmeyecekler mi? Böyle taşıma suyla değirme döner mi? Onlar döndüğünde Güney Doğu’daki mücadeleden sorumlu olacak tek bir karargah göreve başlayacak mı, yoksa eski hamam eski tas, her iş için Ankara’ya mı sorulacak? Yerdeki birlik şu tugaydan, heronlar şu komutanlıktan, helikopterler şu komutanlıktan, F-16′lar bambaşka bir komutanlıktan emir beklemeye devam edecekler mi, etmeyecekler mi? Asıl soru bu.

- 27 yıldır PKK ile yapılan mücadele yokmuş gibi birliklerin yanındaki lojmanlarda ailece yaşamaya çalışıyorlar. Sabah çocukları okula gidecek, eşleri örneğin öğretmense işine, değilse belki çarşı pazara, belki komşusuna çay içmeye.. Ondan sonra lojman duvarlarındaki mermi delikleri TV’lerde. Polislerimiz de farklı değil. Özel harekatçılar yanı başından dere geçen, şehirin en kenarındaki bir çim sahada futbol maçı yapıyorlar. Bundan cazip hedef olur mu? Bunlar, her birinin görevi PKK’lı öldürmek olan, bu iş için yetiştirilmiş seçkin elemanlar. Açık konuşalım. Aynı polisler PKK’nın en seçkin elemanlarını futbol oynarken yakalasalar farklı mı davranırlardı?
Orası ya cephedir.. ya değildir. Cephe ise güvenlik personelinin hamile hanımının, okul çağındaki çocuğunun birliğin dibinde ne işi var? Lojmanların bu konumu bile askeriyenin zihnen savaşta olmadığının bir işareti değil mi?

Sonuç:
Millet olarak rahmetli Özal ile birlikte adeta dünya sahnesine yeniden çıktık.
Artık gündemine aldığı konuyu çözebilen etkin bir devletimiz var.
Çoğunluğu köylü – rençber – çoban – memur – esnaftan oluşan dünyadan kopuk, içine kapanmış, masallarla uyutulmuş, akıl fukarası ve edilgen Türk milleti tarihte kaldı.
Şehirleştik, sanayileştik, okuduk, çalıştık, dünyaya açıldık..
Hemen her alanda büyük adımlarla ilerliyoruz.
Elektrik üretimi, demir çelik üretimi, sanayi malı üretimi ve ihracatı, turizm, bankacılık, yurt dışı müteahhitlik, denizcilik, havacılık, karayolları, demir yolları, üniversite sayısı, her yaş dilimindeki okullaşma oranları, sağlık sistemi, toplam tarımsal üretim, haberleşme, kamu maliyesi, AR-GE, savunma sanayi, askeri vesayeti sonlandırma.. akla gelen her alanda doğru yoldayız.
Daha yapacak çok işimiz var ama artık doğru yörüngedeyiz..
TV dizileri bile çevre halkları etkileyen, siyasi modeli bölgesinde örnek teşkil eden bir millet olduk..
Hem ekonomik hem kültürel ve siyasi gücümüzle artık bölgesel bir gücüz.
Ve bütün bunları kendi alın terimizle, kendi aklımızla başardık. Ne petrol çıktı topraklarımızdan ne doğalgaz..
Toplam gelirde dünya 17.’liğine tırmanmak için az çalışmadık milletçe..
2023 hedefine dünyada ilk 10′a girmeyi koyduk..
Bu gelişmeler kendimize güvenimizi her gün arttırıyor..
Bugünkü seviyemizle, milletimizin ve devletimizin sivil kanadı olarak askeriyemizi de kendi seviyemize çekip çıkaracak organizasyon gücüne, akıl birikimine sahibiz.
Yapılacak iş sorunun adını siyasi seviyede koyup cesaretle üzerine gitmek.
Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması artık sadece ifade ettiği siyasi anlam bakımından önemli değil. Aynı zamanda askeriyeyi içinde bulunduğu durumdan çekip çıkarmanın ön şartı.
Tam yetkili sivil otoritenin gözetiminde yapılacak tepeden tırnağa bir reform artık askerin kendisi için de acil bir ihtiyaca dönüşmüş durumda.
Neticede ordumuz bu milletin kendisini koruması için kurduğu, donattığı, beslediği, yaşattığı, milletimizin bekasında en hayati role sahip olan bir teşkilattır.
Olabilir, zaman içinde, farklı sebeplerle de olsa geri kalmış, çağın zihniyetini yakalayamamış olabilir.
Ordumuzun tökezlemesine göz yumamayız.
Türkiye güçlü olacaksa ordusu da güçlü olmak zorundadır.
Milletin sahip olduğu imkanların bu güçten esirgenmesi söz konusu olamaz.
Akıl da bu imkanlardan biridir..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli