Tevfik İzmirli – “Bir başbakan’ın takdir yetkisi nerede biter, keyfi idare nerede başlar? Üç general olayının çağrışımları.. Başbakan’ın alnında ‘Salak’ mı yazıyor? Sadece askerler mi kurnazdır?”

27/11/2010 (Kategori: Yazılarım, Yorum - Polemik)

Maalesef, TSK’nın komuta kademesi bugün itibarı ile, demokrasi yürüyüşümüzün önündeki en ciddi engeldir..

Atatürkçülük kisvesi altında hala ve inatla askeri vesayet düzenini yaşatmaya çalışmaktadır..

Bugün üç general üzerinden, yarın bir başka bahane ile, sürekli olarak seçilmiş hükümet ile güç mücadelesine girmekte ve sürekli olarak kendisini aşağılatmaktadır.

Aslında açıkça ifade edemese de, bu iktidarı, ‘cahil halkı din sömürüsü ile kandırıp başa geçmiş, şeklen meşru olsa da öz itibarı ile gayri meşru bir iktidar’ olarak değerlendirmektedir.. ‘Atatürk’ün kurduğu gül gibi cumhuriyet, bir takım karılarının başları bağlı Arap çorap özentisi gericinin eline geçti’ paniği içinde, ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Bu devirde ve dünya şartlarında darbe mümkün görülmediğinden, Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim resepsiyonuna katılmamak gibi bir takım abuk subuk yöntemlere mahkum kalmış durumdadır.

Farkında değiller ama aslında halkımız ile ordumuz arasına ‘düşmanlık’ demek istemiyorum.. ama ‘soğukluk’ sokuyorlar.. arasını açıyorlar.. karşı karşıya getiriyorlar..

Milyonlarca insan kendi siyasi tercihlerinin, üniformalı memurları tarafından aşağılandığını ‘Ya sabır, ya selamet’ diyerek seyrediyor. Bunları kaydediyor.. Bunun mutlaka bir siyasi karşılığı olacaktır.. Artık 2011 seçimlerinde mi olur, seçimlerden sonra bir anayasa değişikliği referandumunda mı olur, orasını bilemem ama demokratik yoldan ‘Yüksek Askeri Yargı’larının da, ‘YAŞ’larının da kafalarına geçirileceği günlere az kaldı gibime geliyor..

Dilerim ki bu hukuki ve demokratik tepki sınırlı kalır da, generallere haddini bildirelim derken ordumuzu zedelemeyiz.. Zira milletin gönlünde birikenlerin yekunu kabardıkça kabarıyor..

Merhabalar,

Bir başbakan’ın takdir yetkisi nerede biter, keyfi idare nerede başlar? Bunun belirlenmiş sınırları var mıdır? Bunlar hukuken net olarak tanımlanmış kavramlar mıdır? Gelenekler ne yöndedir? Akıl, fikir, vicdan bu konuda ne der?

Bu soruların net cevaplarını ben bilmiyorum. Bildiğini iddia eden bir kimseye de rastlamış değilim..
Tabi ki, “Kanunun izin verdiği ölçüler içinde..” gibi yuvarlak cevapları cevap saymıyoruz..

Bu konuda bildiklerimiz neler?
Mesela örtülü ödenek konusu. Başbakanların emrine tahsis edilmiş, kimseye hesap vermeden harcama yetkileri olan fonların mevcudiyetini biliyoruz. Başbakanlar, ki bunlara Erzurum’u serhat şehri sanacak kadar Türkiye’den bihaber olan Çiller bile dahil, bu fonlardan gerekli masrafları görüyorlar, diye biliriz. Belli aralıklarla, kendileri ve bir mutemet adamları bir zabıt tutup belgeleri imha ederler, diye söylenir. Rahmetli Özal başbakan iken, bu mutemet şahıs, Devlet Bakanı Kazım Oksay’dı, diye hatırlıyorum..

Yahya Kemal’in, ömrünün sonuna kadar Park Otel’de kalması, rahmetli Sadri Alışık’ın ABD’de karaciğer tedavisi görmesi, Naim Süleymanoğlu’nun Bulgaristan’dan alınması, dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun istihbarat için yapması gereken ödemeler, hep örtülü ödeneğin, zamanın başbakanları tarafından kullanılması ile sağlanmış. Bunlar duyulanlar, bilinenler.. Belki en masumlarına örneklerdir.. Daha kimbilir kaç bin yere ne harcamalar yapılmıştır..

Haksız, gereksiz harcama yapılmış mıdır? Herhalde yapıldığı olmuştur.. Kim garanti edebilir?
Buradan menfaat temin eden başbakan olmuş mudur? Kim bilebilir? Belki olmuştur.
Yanlışlıkla yapılan ödemeler olmuş mudur? Herhalde olmuştur. Meşhur dolandırıcı Parsadan’ın, Atatürkçü emekli general taklidi yaparak Çiller’den para sızdırdığı gazetelere kadar yansımıştı.

Yine de, örtülü ödenek konusunda fazla bir eleştiri yapıldığını duymadık..
İnsanlar, genel olarak şöyle düşünüyor olmalılar ki, fazla ses çıkmıyor: “O koltuğa oturan insanın sütüne güvenmemiz, böyle bir alçaklığa tenezzül etmeyeceğine inanmamız lazım.. aksi halde, yani soysuzluk yapabilecek bir tıynette ise, zaten yandı gülüm keten helva.. örtülü ödeneğin lafı mı olur?”

Burada kuralların, kanunların, hukukun dünyasından yavaş yavaş çıkmaya, ‘tıynet’, ‘süt’, ‘vicdan’, ‘namus’ vs. gibi soyut kavramların dünyasına girmeye başlıyoruz. Pek başka bir çare de gözükmüyor. Aksi halde önemli görevlere başlayan insanların yemin etmeleri adet olmazdı. Öyle ya, madem ki kurallar, kanunlar en ince detaya kadar işlerin her yönünü tanımlamış, “yemine ne gerek var?” denirdi..

Geliyorum bugüne..
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ya da Türkiye’nin başka bir başbakanının elindeki gücü düşünebiliyor musunuz? Bu gücü, kötüye kulanmayı bırakalım, biraz az dikkatli kullandığında, insanlara ya da kuruluşlara ne büyük zararlar verebileceğini, ya da kendisine veya başkalarına ne çapta menfaat sağlayabileceğini düşünelim. İnsanın daha düşünürken ürperesi geliyor..

Kamuoyumuzun Süleyman Demirel’den duyduğuna göre, MİT’in günlük istihbarat raporu her sabah erken saatte Türk Başbakanı’na iletilir. Ayrıca İçişleri Bakanı’ndan, MİT Müsteşarı’na kadar tüm güvenlik ve istihbarat mekanizması zaten kendisine bağlı.. Bir sade vatandaşın vücut kimyasını bozabilecek kimbilir kaç rapor okumuştur Tayyip Erdoğan şu sekiz yıl zarfında.

Kendimi başbakanın yerine koymaya çalışıyorum..
Muhtemelen ilk günden ‘tüm önemli gelişmelerin, özellikle kötü haberlerin önce ve acilen kendisine iletilmesi’ talimatını vermiştir. Ya da belki o makam için olağan uygulama budur, ayrıca talimat vermeye gerek bile yoktur. Farketmez.

Bir senaryo yazıyorum..
Bir sabah, daha sabah kahvesini içerken MİT Müsteşarı güvenli hattan arayarak acilen konuta gelmek istediğini, arzedecek önemli bir dosyası olduğunu söyler. Gelir. Bir ülkenin diplomatını takip ederken yaptıkları dinlemelere, kabinenin önemli bakanlarından birisi takılmıştır. Kaydı Başbakan’a dinletir. Dinleme, karşı casusluk çerçevesinde yapıldığı için mahkeme kararına gerek duyulmadan yapılmıştır. Bu haliyle mahkemeye sunulması hem diplomatik skandala sebep olacaktır hem de hukuki delil olarak kabul görmeyecektir. Ancak, Başbakan da, kırk yıllık arkadaşının sesini şüpheye yer bırakmaz şekilde teşhis etmiştir. Ayrıca konuşmalardaki bazı detaylardan, bunun gerçek bir görüşme olduğuna ikna olmuş durumdadır. O kadar ki, Müsteşar’ın anlam veremediği bazı laflar, arka planını bildiğinden Başbakan için pek çok anlam taşımaktadır. Bu durumda ne yapacaktır? Bakan, sorar sormaz ikrar ederse mesele yok.. Bir sağlık bahanesi ile istifasını ister.. kenara çekilir.. konu yargıya teslim edilir.. Hatta bazı hassas sebepler yüzünden yargıya verilmemesi daha faydalı olabilir.. Olası zarar önlenmiştir, memleketin menfaatı gereği konuyu bilmezden, görmezden gelmenin faydası olacaktır.. Ya inkar yoluna gidecek olursa? Ortada gerçek bir delil yok.. Bekleyelim, delilleri toplayalım diyecek vakit de yok.. Telefonda konuştukları konu bir kaç gün içinde sonuçlanacak cinsten.. hemen müdahale etmediği takdirde ülkenin telafisi zor kayıplara uğrama ihtimali var..
Ya bakan arkadaşı temizse? Ya Başbakan yanlış anlamışsa? Arkadaşının siyasi kariyeri muhtemelen sona erecek..
“Ben başbakansam, benim bir kanaat notu verme hakkım olmayacak mı? Sorumluluk benim omuzlarımda..” diye düşünür, ister istemez..
İşte bu noktada Başbakan kendi vicdanı ile, kendi muhakemesi ile başbaşadır. Kararını verir.. Bakan arkadaşını aynı gün makamına davet eder.. konuyu açar.. Bakan şok içindedir.. Yüzde yüz masum olduğunu söylemektedir.. Başbakan, “Umarım masumsundur ama ben bu şüphe ile çalışamam, kusura bakma, istifanı istiyorum” der..
Belki de arkadaşı gerçekten masumdur.. Gerçekten sonunda beraat edecektir.. Ama beraat edene kadar geçecek süre içinde siyasetten kopacak, bu yüzden siyasi hayatı sona ermiş olacaktır..
Buna kaderin cilvesi demekten başka yapacak birşey var mı? Böyle tatsız bir olay bula bula o bakanı bulmuştur.. İster alın yazısı diyelim, ister şanssızlık, olan olmuştur.. Karar varsa hata da olacaktır..
“Bu örnek siyasetten oldu.. Askerlere uygulanamaz” diyenler olabilir..

Gelelim ‘Üç General’ olayına..
Gerek Başbakan’ın, gerekse yakın çalışma arkadaşlarının askerlere karşı son derece olgun ve sabırlı davrandıklarını düşünüyorum. Bunun değişik nedenleri olabilir.. Üzerlerinde ‘laiklik karşıtı’ damgası olduğundan, bunun verdiği bir tedirginlik sebebiyle çekingen davranıyor olabilirler.. Düpedüz korktuklarından olabilir ki, kimse onları suçlayamaz, karşılarında başbakan asmış sabıkalı bir askeriye var.. Memleketin istikrarını, huzurunu ön planda tutarak, sorumluluk gereği böyle davranıyor olabilirler.. Kurnazca ve belli bir zamanlamaya yönelik beklentileri vardır, o yüzden takiyye yaparak, zıtlaşmadan zaman kazanmak amacıyla, böyle davranıyor olabilirler.. Hangisinin doğru olduğunu benim bilmeme imkan yok. Ancak, her ne sebeple olursa olsun, tepkilerini frenleyerek, itidal ile davrandıkları apaçık görülüyor. En azından benim gözlemlerim bu yönde..

Ortada binlerce sayfalık belgeler, iddianameler, sayısını tutamadığım kadar kod ismi verilmiş bir takım oluşumlar, teşebbüs iddiaları, gizli tanıklar, dinleme kayıtları, bulunan silahlar, vs. var..
Bu durumda, bir başbakanın ortaya dökülmüş tüm bu iddiaları ve bunların iç yüzünü, en ufak detayına kadar bilmiyor olmasına ihtimal verebilir miyiz? Hem de 2003′deki darbe hazırlıklarını daha o yılda MİT’in kendilerine haber vermiş olduğunu biliyorsak. Hatta, ‘bilmiyorsa neden o makamda oturuyor, bu ne aciz başbakan, uyuyor mu?’ demez miyiz?

Tamam, ‘suçluluğu ispat edilinceye kadar her zanlı masum muamelesi görecektir’ kuralı var ama ‘suçluluğu ispat edilinceye kadar her general general olarak kalacaktır’ diye bir kural da mı var?

Her detay mahkemeye yansıdığı gibi midir?

Hükümet bir tasarrufta bulunmak için mutlaka mahkeme ilamına mı muhtaçtır?
Adı geçen şu kadar general ve subay var.
Bunların hepsi masum olabilir mi? Olabilir.
Hepsi suçlu olabilir mi? O da olabilir.
Peki, hepsi suçlu olsa, hepsi de aynı derecede suçlu olabilir mi? İşte bu olamaz..
Örneğin, kara kaplıya göre, bir darbe teşebbüsünde bulunanlardan haberdar olup bunu bildirmemek de şu kadar yıllık hapis gerektiren bir suç olabilir.. Ama bu durumdaki bir generalle, darbe planlamasında başı çeken, ilk günden beri istihbarat tarafından izlenen, tüm profili bilinen azılı bir demokrasi karşıtı, kendince gericileri silahla ezme taraftarı bir general bir olur mu? Kanun önünde demiyorum – tabi ki kanun her ikisine kendi durumlarına uyan cezaları verecektir – başbakan açısından soruyorum. Yaratabilecekleri risk açısından soruyorum.

Kendimi tekrar Başbakan’ın yerine koymaya çalışayım.
Başbakan, hangi ülkede başbakanlık yaptığını bilmektedir. O yüzden armut toplamamaktadır. Elinde, tüm generaller hakkında bilinebilecek ne varsa gösteren dosyalar vardır.. Bunları incelediğinde, General Hasan’ın aklının fikrinin, diyelim ki tenis ve balık tutmakta olduğunu, aslında hanımı ile birlikte emeklilik planları yaptığını, etliye sütlüye karışmayan bir yapıda olduğunu görmektedir. Ancak General Hasan da, arkadaşları arasında iken, oynaması gereken rolü oynamakta, Başbakan’a bakarken yüzüne ‘pisliğe bakar gibi’ bir ifade vermekten geri kalmamaktadır.
Başbakan’ın fikri General Hasan’a karşı sabırlı davranmak ve emekliliğini beklemek yönündedir.

General Hüseyin ise, Albay’lığında, meşhur, darbe yanlısı filanca generalin karargahında vazife görmüş, onunla irtibatı hala devam eden bir generaldir. Yakın çevresi gayet iyi bilmektedir ki, General Hüseyin’in aklı fikri Atatürkçü bir Cumhurbaşkanı olmaktadır. Bazen iki kadeh attığında, “O Tayyib’i kedi gibi bacaklarından tutup ikiye ayırmazsam, bana da Hüseyin demesinler” şeklinde atıp tutmaktadır. Hatta böyle bir konuşmasının kaydı MİT tarafından Başbakan’a dinletilmiştir.
Başbakan’ın fikri, ilk YAŞ’da General Hüseyin’i emekli etmek yönündedir.

Başbakanı bu yüzden suçlayabilir miyiz? “Ortada mahkeme kararı mı var? Dağ gibi generali emekli ediverdi” mi diyeceğiz..

Başbakanlar salak mıdır? Ya da ‘salak olmama hakları’ yok mudur? Yoksa “tedbir alma yetkileri” hiç mi yoktur? Ya da siyasi iktidar olmak, hükümet etmek bir evcilik oyunu mudur?
Kıymetli okuyucular.. içinizde, “bu kadar dökümanın, CD’nin, ses ve görüntü kaydının, gizli tanığın ortalığa dökülmesinde MİT’in ya da Emniyet istihbaratının  hiç parmağı yoktur.. bütün belgeler kendiliğinden Taraf’a ulaşıyor” diye düşünen var mı?

Peki, sekiz yılda bu kadar çeşitli icraat yapan Tayyip Erdoğan Hükümeti, “MİT’i reorganize etmemiştir, modernize etmemiştir, etkin hale getirmemiştir” diye düşünen var mı?

Peki, askeriyenin içinde patlayan skandallar eskiden yoktu da sadece son zamanlarda mı yaşanmaya başlandı, yoksa bunları yakından takip eden ve anında basına yansıtan örgütlü bir güç mü var?

Karakol basıldığında golf oynayan komutanın orada golf oynadığını, helikopterle pikniğe giden paşanın o saatte pikniğe gittiğini kim biliyor ve bildiriyor? Bunlar hep tesadüfi olaylar mı?

Dolayısı ile, Başbakan’ın sahip olduğu bilgilerin bize yansıyanlardan kat kat fazla olduğunu kabul etmemiz gerekmez mi? Bunların pek çoğunun kamuoyu ile paylaşılamayacak bilgiler olma ihtimali yok  mudur?

Bu durumda ne diyeceğiz?

- “Ortada bir mahkeme kararı yok iken, başbakan nasıl olur da bir general hakkında olumsuz bir fikre sahip olabilir?” diyebilir miyiz? Bu hak mıdır?

- Başbakanlar salak mıdır? Ya da ‘salak olmama hakları’ yok mudur? Yoksa “takdir yetkileri” hiç mi yoktur?

- Her tasarruf bir mahkeme kararına mı dayanacaktır?

- Görevden alamayıp terfisine göz yummak zorunda bırakıldığı bir general yarın kendisinin başına bir iş açtığında başbakan hangi mahkemeye başvuracaktır? Böyle bir mahkeme mevcut mudur? Bundan önce darbelere, muhtıralara maruz kalan başbakanlar hangi ‘Yüksek Askeri Yargı’ organı’ndan bir destek almışlardır?

- İş sivilleri iteklemeye geldiğinde eski Güney Amerika ordularını aratmayan generallerimiz, sıra hükümetin icraatına geldiğinde kendisinden İsviçre Hükümeti gibi davranmasını beklemekteler.. Bu hem hükümetleri, hem biz sade vatandaşları aptal yerine koymaktan başka birşey değildir.

- Birbirimizi aldatmaya çalışmayalım, şu gerçek ortada: Bu yaşananlar, sivil kanat ile askeri kanat arasında bir güç mücadelesidir. Bu mücadelede asker tepeden tırnağa haksızdır. Görüşleri çağdışıdır. Kendileri kabul etmeseler de, siyasi pozisyonları gericidir. Mutlaka mağlup olacaklar ve halkın seçtikleri karşısında sözde değil özde esas duruş göstermeyi içlerine sindireceklerdir. Umalım ki bunun utanç değil gurur kaynağı olduğunu bir an önce anlayabilirler. Yoksa, o gün gelene kadar, uluslararası imajımızdan tutun içerideki demokratik yaşamımızın kalitesine kadar her konuda milletimizin ayak bağı olmaya devam edecekler.

Ayrıca;
- Açığa alınan generaller aç ve açıkta mı kalmaktadırlar? Özlük hakları mı zedelenmektedir? Devlet olarak, millet olarak bunlara rütbe borcumuz mu vardır? Çiğnenen, ellerinden alınan hakları nelerdir? Komutanları tarafından YAŞ’ta terfiye layık görülmüş olmak bir hak oluşturur mu? Rektörlük seçimlerinde en yüksek oy almış üç adayın içinden ikinci sıradaki rektör olarak atandığında neden mahkemeye gidememektedir? Orada cumhurbaşkanı’na tanınmış olan takdir hakkı, aday üniformalı olunca neden hükümetten esirgenmektedir?

- Hükümet tarafından terfisine karşı çıkılmış generaller, hala neden terfi etmeye çalışacak kadar yüzsüzlük yapmaktadır?

- Neden bir muz cumhuriyetinin, gözden düştüğünde sağ bırakılırsa, taksi şöförlüğü yapmak zorunda kalacak otel kapıcısı kılıklı generali gibi davranmaktalar? Bu israrın sebebi nedir?

- Bu israrın arkasında duran Genel Kurmay’ın amacı nedir?

- YAŞ’ın, askerler arası bir ‘terfi edebilir – edemez’ ayrımı yapan ve tayin yetkisi bulunmayan bir değerlendirme kurulu olmaktan başka bir fonksiyonu mu vardır?

- Bir tümgeneralin terfi konusu bile bu kadar önemli bir konu ise, bu konuda tüm yetkinin hükümette olmasından daha doğal ne olabilir?

En başta demedim mi, bu soruların cevaplarını ben bilmiyorum, diye?

Ama en azından şunları bildiğimi düşünüyorum:

Maalesef, TSK’nın komuta kademesi bugün itibarı ile, demokrasi yürüyüşümüzün önündeki en ciddi engeldir.. Atatürkçülük kisvesi altında hala ve inatla askeri vesayet düzenini yaşatmaya çalışmaktadır.. Bugün üç general üzerinden, yarın bir başka bahane ile, sürekli olarak seçilmiş hükümet ile güç mücadelesine girmekte ve sürekli olarak kendisini aşağılatmaktadır. Aslında açıkça ifade edemese de, bu iktidarı, ‘cahil halkı din sömürüsü ile kandırıp başa geçmiş, şeklen meşru olsa da öz itibarı ile gayri meşru bir iktidar’ olarak değerlendirmektedir.. ‘Atatürk’ün kurduğu gül gibi cumhuriyet, bir takım karılarının başları bağlı Arap çorap özentisi gericinin eline geçti’ paniği içinde, ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Bu devirde ve dünya şartlarında darbe mümkün görülmediğinden, Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim resepsiyonuna katılmamak gibi bir takım abuk subuk yöntemlere mahkum kalmış durumdadır.

Farkında değiller ama aslında halkımız ile ordumuz arasına ‘düşmanlık’ demek istemiyorum.. ama ‘soğukluk’ sokuyorlar.. arasını açıyorlar.. karşı karşıya getiriyorlar.. Milyonlarca insan kendi siyasi tercihlerinin, üniformalı memurları tarafından aşağılandığını ‘Ya sabır, ya selamet’ diyerek seyrediyor. Bunları kaydediyor.. Bunun mutlaka bir siyasi karşılığı olacaktır.. Artık 2011 seçimlerinde mi olur, seçimlerden sonra bir anayasa değişikliği referandumunda mı olur, orasını bilemem ama demokratik yoldan ‘Yüksek Askeri Yargı’larının da, ‘YAŞ’larının da kafalarına geçirileceği günlere az kaldı gibime geliyor.. Dilerim ki bu hukuki ve demokratik tepki sınırlı kalır da, generallere haddini bildirelim derken ordumuzu zedelemeyiz.. Zira milletin gönlünde birikenlerin yekunu kabardıkça kabarıyor..

Saygılarımla,

Tevfik İzmirli